Galata Gazete


27 Şubat 2014 Perşembe

Devlet, tiyatro kurdu!

Devlet, tiyatro kurdu!

İkinci dünya savaşın sırasında kurulan Devlet Tiyatrosu, Ankaralı seyircilere ulaşırken, aslında büyük acıların de çığlığını seslendiriyorlardı. Tiyatro bizim ülkemizde bir trajedinin sahneye uygulanması gibi kuruldu. Her ne kadar meşrutiyet ile bu sene 100. yılını kutladığımız Şehir Tiyatroları ile ülkemize çağdaş tiyatro gelmiş olsa da yeni cumhuriyetin de çağdaş medeniyetler için gerekli olduğuna inanılan tiyatro, bale, opera içinde ilk adım atılmış, kurumlarının kurulması için Almanya’da yaşayan çağdaş eğitmenleri ülkemize davet ile başlar. Bizde çağdaş kurumları kuracak ne bilgi birikimi vardır, ne de alt yapısı. Bir bodrum katta bir yerin sahne dönüştürülmesi ile başlar, daha sonra binalar yapılır ve en son olarak da sahneler Ankara'nın değişik yerlerinde yerlerini almaya başlar. Çağdaş gösteri sanatları yeni cumhuriyetin yeni yöneticileri için ileri bir adım olur. Orada ilk defa çağdaş tiyatro eserleri ve yazarları ile tanışır. Bu ülkenin dışında başka ülkelerin varlığı ve kültürü ile çatışır. Yeni cumhuriyet başlangıçta Ankara ile sınırlı da olsa modern yaşamın nimetleri ile tanışıyordu. Bugüne kadar çağdaş dünya olarak çağdaş dünyada üretilen silahlar ve ölüm ile tanışmış olan Anadolu insanı, sadece silah olmayan bir başka yaşam ile de karşılaşıyordu.
Almanya’da Hitler iktidarda, Yahudi düşmanlığı had safhadadır. Yahudi tiyatro sanatçıları diğer Yahudiler gibi işsizdir, işlerinde olsalar da pasif konuma iteklenmiş, açlık sınırında yaşamaktalar. Henüz Almanya’dan Yahudiler toplu kaçış içinde değildir, savaş çıkmamıştır. Buna rağmen Almanya’da yer alan Yahudiler fırsatlarını bulduklarında başka ülkelere kaçmakta ve göç etmekteler. Bir anlamda ucuz işçi konumundalar, her ne kadar akademik büyük başarılara imza atmış olsalar da… Karın tokluğuna ve yaşayabilecekleri bir yerlere gitmeleri daha can alıcıdır, kimsenin parayı, kariyeri düşünecek konumunda değildir.
Bu fırsatı iyi değerlendiren bir ülke vardır, henüz savaştan çıkmış, ikinci savaşa girecek kadar ne maddi, ne de insanı açıdan yeterli olmayan bir ülke. Savaşın yıkıntılarından yeni bir ülke yaratılıyor. Yeni hedef çağdaş ülke seviyesine çıkmak, Ortadoğu’nun kader çizgisinden çıkmak olan bir ülke. Çağdaş ülke olabilmek için çağdaş yaşamı bu ülkeye getirmek ve halkın eğitimi daha ön sıradadır. Çağdaş medeniyet denilen hedefe kalkınma planları ile ulaşılacaktır. Devlet, hedefi yönünde “yeni insan” yetiştirecektir.
Bugünlerde elimin altında Teoman Yazgan’ın yazdığı ‘Örnek Bir Cumhuriyet Kurumu Devlet Tiyatrosu’ adlı çalışma var. Kitap benim açımdan birkaç açıdan önem kazandı, bugüne kadar ismini duyduğum ama geçmişlerini tam bilemediğim sanatçıların eğitime başlangıcı, ilk oyunları ve ünlü olma yolunda katlettikleri aşamaları anılar ile verilmiş olması. Türk Tiyatrosu aynı zamanda Türk Sinemasını beslemiştir. Sinema İstanbul’da gelişmiş ve büyümüştür, tiyatro ise her ne kadar sanatın başkenti İstanbul olsa da eğitimin merkezi Ankara’da gelişmiş ve İstanbul’u beslemiştir. Bugün dahi bir çok oyuncu kök olarak Ankaralıdır.
Kitapta bir çok fotoğraf vardır, oyunlardan ve sahnelerden. Tiyatro oyuncusu sahne tozuna tarihini bırakır, o toz o sahne bulunduğu sürece yaşayacağına ve sesini duvarlar ve sahne perdesinde asılı olacağına inanılır, ama bizim gelişen ülkemiz tiyatroyu ve sahnesini verimli olarak görmediği için ya yıkmaya veya yeniden yapacağız diye boşaltıp çürümeye bırakmıştır. Yaşadığımız bugünlerde tiyatro özel bir statüye kavuşturulup, ticari bir araç haline getirilerek, verimlik iş kar zarar üzerine kurumlanarak özel sektörün yağmasına açılmak istenmektedir. Devlet eli ile dünyanın çağdaş tiyatrosunun kalabalık kadrolu oyunlarını kısaca Türk izleyicisinden uzaklaştıracak, nitelikli oyunlar yerine popüler, para getiren ve balon köprü olan oyunları sahnelere teslim edilmek istenmektedir. Çünkü tiyatro bir okul işlevini ve çağdaş dünyanın düşünce ve yaşam biçimini de en ücra köşeye yayan ve akıllarda kalan bir sanat dalıdır. Bu Ortadoğu ve çöllerde politika yapanların pek isteyeceği bir şey değildir. Sevgi yerini savaş, yaşam yerini ölümün aldığı bir siyasi tercihtir.
İkinci dünya savaşı bizim ülkemize sıkı ekonomik önemlerin alındığı, karne ile ekmeklerin dağıtıldığı, olağanüstü durum ilan edilip eli silah tutabileceklerin askere alındığı ve sınırlara yığıldı dönem olarak geçer. Sınırlarımızın hemen yanında toplama kampları için alman askerleri masum insanları toplarken, bizler askeri ocaklara yemek ve yiyecek yetiştirmeye çalışan ve bitler ile uğraşan ülke konumundaydık. Ama bürokrasimize dış dünya başka şekilde yansımıştır. Hitler bıyığı ülkemizin bürokratlarının vazgeçilmez sembolü olmuş, bakanından tutun, en ücra yerde çalışan sıradan bir devlet memurunun burnun ve dudağının altında nokta vardır. Bu bıyık bir anlamda Hitler hayranlığının ve sessiz desteklemenin dışa vurumudur. Adolf Hitler Almanya’da tek bıyıklı olarak kendisini korurken, bizim ülkemizde binlerce kişi Hitler gibi düşünmekte ve kıyafetini ona benzetmeye çalışmaktadır. İkinci dünya savaşı sırası ve hemen sonunda bir çok erkek Hitler taklidi bıyıklar ile sosyal yaşam içinde yerini aldığı gibi devletin bakan koltuğunda dahi oturmuştur. Hitler hayranlığı o kadar üst seviyeye çıkmıştır ki, Alman zaliminden kaçan yüzlerce insanı taşıyan bir gemiyi günlerce saray burnu önünde bekletip, daha sonra Filistin’e geçiş yapmalarına izin vermeden Karadeniz’e doğru savaş gemileri eşliğinde yolculaşmıştır. O gemi Karadeniz’e çıkar çıkmaz, Türk savaş gemileri uzaklaşır uzaklaşmaz düşman gemisi sanılarak batırılmıştır. Bu masum insanların ölümünden o dönemin iktidarı sorumludur, aynı sorumluluk Ege sahillerinde de yaşanmış, ülkemize sığınan Yunan Komünistlerini Alman askerilerine teslim edilerek, o insanların toplama kampında ya da orada öldürülmelerine seyirci kalmıştır. Savaş suçu işlenmiştir ama bu da yasalarımıza uygundur!
Kitap içinde dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, 29 Mayıs 1941 (s.42) de çekilen fotoğrafına takıldı. (http://skyturkvngenc.files.wordpress.com/2012/02/ismet-inc3b6nc3bc-ve-hasan-ali-yc3bccel.jpg) burada bakanımız Hitler bıyıklı.
Devlet Tiyatroları kurmak için Almanya’dan davet edilen tiyatro ustalarını düşündüm bir an. Prof. Paul Hindemith, Prof. Carl Ebert, Dr. Ernest Praetorius, Eduart Zuckmayer ve G. Markowitz. Bu adamlar Hitler zulmünden kaçan insanlar. Başka bir ülkeye gidiyorlar ve Hitler surat değiştirmiş ama bıyığı ile orada, kendilerini denetliyor! Bir an için lütfen empati kurun, bu adamlar ne hissetmiş olabilirler?
Görevlerini en iyi şekilde yapan bu usta sanatçılar, bugün dahi çizgilerini taşıyan usta oyuncular ile sahnelerimizde yaşamaya devam ediyor. Bugün Hitler bıyıklı biri kendilerini denetlemiyor ama seyrek bıyıklı biri devletin kurduğu tiyatroyu yine devletin eli ile kaldırmak istemektedir. Sahneler üzerinde ki tozlara seslerini kayıt ettiren tiyatro ustalarımızın tozlarını bir anlamda üfürmek ve yaratılmış olan bir geleneği ve kültürel birikimi de yok etmek istemekteler.
Tiyatro devlet desteği olmadan popüler dışı eserleri sahneye koyabilecek maddi güce sahip olamaz, eğer devletin yardımlarını ve elini tiyatroda gelir ve gider üzerine oturtulan bir politika geliştirilirse bu ülkede tiyatro olarak yanlış şeyler anlayacağız.
İnsanlık tarihinin birikimi olan bu kültürü ileri kuşaklara doğru bir şekilde aktarmak istiyorsak devlet Tiyatroları yaşamalı ve özerk yapısı içinde sanatçıların özgürlüğü korunmalıdır. Devlet istediği oyunu ve devlet istediği bir propaganda aracına dönderilmemelidir.
Devlet, tiyatro kurdu, yine devlet tiyatroyu kaldırmak istiyor!
İsmail Cem Özkan


Bir proje ürünü olarak AKP!

Bir proje ürünü olarak AKP!

12 Eylül darbesi bir proje olarak global olarak uygulamaya konulmuş projenin Türkiye ayağı olarak hayatımıza girdi. Aynı zaman dilimi içinde bir çok ülkede bir birine benzer darbeler ve toplumsal kargaşalar meydana gelmiş, bir çok ülkede iç savaşlar yaşanmıştır. Bu proje yeni bir şey değildi, daha öncede konmuş ve adına doktrin denmiştir önceler, daha sonra doktrinler çağı geçti denilerek proje adını vermişlerdir. Projelerde süre bellidir, bir diktatörün iktidarda kalma süresi darbe yaptığı gün belli olur ve o süre içinde sivil seçim sandıklarının olduğu düzene geçme şartını baştan kabul eder. Güç bende ben ne dersem o olur yerine, daha uysal, sınırı belli olan ve Amerikan çıkarlarını kollayan bir politik çizgi izlenir.
12 Eylül projesini maddi alt yapısı 24 Ocak 1980 yılında atılmıştı, o proje sahibine iktidar yolu o günlerde atılmış, takunyalar sesi ile iktidar salonlarını dolduracaktı. Batı medeniyetler dünyasına doğru hedef koyan bir ülke, Ortadoğu ülkesi olması gerektiği  konusunda yeni bir proje ortaya konduğunda bu değişim kolay olunamayacağı ve direnişlerin olacağı varsayılmıştı ama projeyi hayata koyanlar ummadıkları bir durum ile karşılaşmış, direniş yerine cezaevi kapsının önünde beni de tutukla diye sıraya giren bir işçi sınıfı liderleri ile karşılaşmıştı. Darbeci generaller ödüllendirilmiş, bir süre iktidarın nimetlerinden yararlanırken, holdinglerin danışma kurullarına danışmanlık ücreti alarak kişisel zenginliklerine zenginlik katmışlardır. Asker vesayeti denen şey aslında holdinglerin danışma üyesi olarak diğer firmalar önünde ihale ayrıcalığına kavuşumlardır. O da iktidar erkinin sıkı şekilde korunması olarak ve askerlerin çıkarlarına göre ekonominin biçimlenmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülke çıkarları korumak ve kollamak ile yükümlü olduğunu söyleyen askerler darbe yaparak ülke çıkarından önce kendi çıkarlarını ve Amerika’nın çıkarlarını kollamış, ülkeyi evrensel borsanın bir parçası yapmıştır. Sözde hedefler ile gerçekler arasında uçurum büyüdükçe elbette onlara karşı da bir direniş ve yeni sermaye akımının ortaya çıkması kaçınılmazdı, çünkü yerli ufak işbirlikçi sermaye de bu ülkede oluşturulan sermaye birikiminden pay istiyordu ve Ortadoğu ülkesi konumuna doğru geçerken, yeni basınç güçleri oluşturuldu. Bu da bir projenin parçasıydı ve geçiş süreci de bir projeydi ve birileri bu projeyi yapması gerekliydi. Yapıldı da! ANAP bir proje olarak oluşturuldu ve dört eğilimi birleştirme ve yeni liberal ekonomiye uygun şekilde yapılandırmıştı. Süresi belliydi, bu süre içinde gelişecek ve kendisini yok etmesi gerekliydi ama her proje riskleri de içinde barındırır, risk yönetimi sayesinde süre biraz geçte olsa sonlandırıldı. Özal’ın ölümü ANAP projesinin tarihte yerini aldığının ifadesidir. Ortadoğu ülkesi çölleri üzerine gelen bir ülkenin o coğrafyaya özgü bir yeni proje hayata geçirildi, o projenin esas belirleyicisi konumunda olan askerlerin desteği ile Sincan’da yürüyen tanklar yeni bir projenin ve liderin de kapsını aralıyordu. Ortadoğu’ya özgü karizmatik bir lider ortaya çıkıyor ve tıpkı diğer Ortadoğu Müslüman liderler gibi tepki veren birisi bu projede önemli bir role büründürülüyordu.
Başından bellidir projede kimlerin ne yapacağı, kimlerin bu işten nemalanacağı ve kimlerin kimler ile çıkar ilişkisi içinde olacağı!
Yeni bir sermaye yaratılmış, İslam sermayesi ‘Al Baraka’ olarak kendisini öznelleştirirken, onu taklit eden yerli işbirlikçi oluşunlar da başlangıçta hedef kitleye göre hareket ederken, birden banka statüsünde çalışmaya dönüşmüşlerdir. Sermaye yeni konumunu oluştururken, kontrol altında bir yapıya da kavuşuyordu. Proje oluşturanlar ve projeyi yönetenler kontrol altında her türlü kara paranın hareketine olanak verirler ve onun içinde ortam hazırlarlar. Kara para olmadan proje olmaz, çünkü yazılanlar ile pratikte olanlar arasında bir fark her zaman olur. Bir harcarsın, faturalar ile bunu on gösterip, dokuzunu ayakkabı kutusuna bırakırısın!
Projeler için seçilen kişiler, hedef kitle, hedef amaçlar baştan bellidir, belli bir süre içinde bu hedeflere ulaşması amaçlanır. Elbette her proje başarı ile sonuçlanmaz, hatta bazı projeler uzatmalara bile gidebilir ama uzatmaların da bir sonu vardır.
Bir kurum ve kişiye proje verildiğinde aslında o kurum ve kişinin denetimin parayı verene açmasıdır. Proje yapanın aslında hiçbir sırrı olmaz, her türlü yazışması, görüşmesi kayıt altına alınır ve gerek görüldüğünde o kanıtlar proje dışında hareket edildiğinde karşısına çıkarılır. Bu sayede gerek görüldüğünde “delikten aşağıya, çöpe atılır”.
AKP’de ANAP gibi bir proje olarak doğmuş ve projenin sonu gelmiştir. İktidarı elinde bulunduran AKP her ne kadar direnirse dirensin bu koltuktan uzaklaşacak ve yerini yeni projelere bırakacaktır. O işlevini tamamlamış, yapıyormuş gibi yapmış, açıklık politikası yapıyormuş gibi yapmış ama 12 Eylül ile oluşturulan politikaları koruyan ve geliştirme dışında demokrasi ve özgürlükler açısından adım atmadığını görürüz. Gölgede kalan yakın tarihin kanlı ellerini karanlığın dehlizlerinde bırakmış ve yeni bir ülke için adım atmamıştır. Bugüne kadar proje ile başarılı bir şekilde gerçekleştirdiği ve kendi hanesine toplum mühendisleri aracılığı ile kazandırdığı tüm artıları negatife kısa sürede döndermiş ve liderinin özelliği ile başarıya ulaşan bir proje, yine önderinin zafiyetleri yok olmaktadır.
AKP muhalefetsiz bir iktidar dönemi yaşadı ve muhalefetsiz bir şekilde tarihin dehlizlerine karışıyor. Çıkar birliği ile kurulan ve bir proje olan AKP, proje süresi sonlandığı anlaşılıyor ve tüm birikimlerini elinden çıkararak yok oluyor. Ülkenin tüm zenginliği el değiştirmiş ve uluslararası sermaye kontrolünde olacak şekilde bitiyor...
Yeni proje yakında hayat bulacak, bu projeyi kimler rol alacak şimdiden bilme şansım yok, çünkü proje yazarları ile ilişkim yok. Sadece olanları izleyerek, onların hedefleri ve ne yapmak istediklerini yaptıklarına bakarak söyleyebiliyorum.

İsmail Cem Özkan

23 Şubat 2014 Pazar

Yiğıkili Zülküf

Yiğıkili Zülküf

Her insanın bir hikayesi vardır, her yazarında yazmak istediği bir romanı. Aziz Aydın Doğan yıllardır içinde biriktirdiği ve bir gün mutlaka yazmam gerekir dediği bir romanı sonunda yazmış. Memlekeri Yiğıkili’de adı destanlaşan, uğruna türküler yakınan, şiirler yazılan bir yiğit hakkında. O yiğidin adı Zülküf. Zülküf Erzurum göçmeni bir Çerkez. Boyu boyunca, bir tokadı ile insanın ayaklarını yerden kesen, güçlü, kuvvetli ve soylu bir yiğittir.
Yazar, geçmişine ve kendisine ve yaşadığı yerin tarihine bakmak adına memleketine gider, kentinin insanlarının karakterini anlamak adınadır. O kent ki, yerleşimi milattan öncelere dayanır, çok dilli, çok kültürlü, her rengin kendisine yer bulduğu bir diyardır. Yoktur böyle bir memleket başka yerde. Şimdilerde betonlar arasında sıkışmış, yeni şehrin genişlemesi içinde kaybolmuş gibidir, ama dilden dile ulaşan söylenceleri de vardır. İşte bunlardan biri olan Yiğıkili Zülküf’ün hikayesinin peşine gider ve onu daha yakından tanımak için yaşadığı yerlerde kahvelere gider, mezarını ziyaret eder.
Harput ne acılar görmüştür, ne sevinçler. O acılardan sevinçlerin kısa tarihi bilgisi ile başlar roman. Dersim isyanı, bir babanın oğlunun asıldığı görmesi, acılardan acının en büyüğü. Kurulan karakollar, çatışmalar, mavzerler, yüreğin isyanı. Bağımsızlığına düşkün insanların sürgünü, şehirlerin varoşlarında yaşamaya zorlanmaları. Varoşlarda yaşamın zorluğu, bir ekmek uğruna gün boyu çalışmak, ucuz işçiliğin, ucuz ve en altta yaşamın olduğu yerlerde bir yiğit çıkar ve kapının önüne, ihtiyacı olanın ihtiyacı kadar bir çuval içinde erzak bırakır. Şeyh Bedreddin düsturudur, yarın yanağından gayrı, her yerde hep birlikte ama bu iyiliği yapan görünmez göze, çalmaz kapıyı ama bilirler ki, o’dur yapan!
Yiğıkili Zülküf, çocukluk günlerinden başlar emir almadan yaşamaya, sanki onun genlerinde vardır, soyludur. Özgürlüğüne düşkün olduğu kadar vicdanın sesine de düşkündür ve o vicdan sesi ile dünyaya bakar. Kırmaz, kızmaz fakire fukaraya, onun kızgınlığı, öfkesi bu halkı fakir yaşama zorlayan aç gözlülere karşıdır. O yaşayan bir Bedreddin’dir.
Okulu çift dikiş gider, akranlarına göre iridir, sözü dinlenir, dinletir. Güçlüdür. O bölgenin değimi ile biraz “kırıktır” ama öyle sonradan göre değildir, soyludur. Soylu olduğunu davranışlarına yansıtır. Çok sevilir, sevildiği kadar da düşmanı vardır. Garibanın dostu olmak kolay değildir, devletin hışmını üzerine alırsın, mahpus damları evin olur.
Roman, tarihi bilgilerin alınmasından sonra Yiğıkili Zülküf’in hikayesine çocukluğundan başlar. Erişkinliğe doğru gidişi ve askerlik. Askerlik çok önemlidir, çünkü emir altına giremeyen birinin emir altına girmesi. Eskilerin en çok anı biriktirdiği yerdir askerlik. İstanbul’dan başlayan, Isparta, Ankara sürgün günleri ve Ankara’da tanıştığı kişiler ile artık gelecek de atacağı adımı somutlaştırır. O artık eli iş tutması gereklidir, Elazığ’a yapılacak barajın şehri büyüteceğini görürler ve o İhtiyaca göre bir iş yeri açımı vardır.  Açar da, açmasına açar da o açılan mekan kendi ölümünü hazırlar. Şehre sonradan gelenler artık oluşan zenginlikten pay almak isterler. Fakire giden yardımın sonlanmasını isterler. Mazlumun daha mazlum olmasını, eğlence mekanlarında satılan et olmasını isterler. Onların isteminin tersi duruşundadır Yiğıkili Zülküf. O artık bir hedeftir ve bir gece yarısı kurşunların hedefi olur.
Kanı toprak ile buluşur, ağıtlar yakılır, o artık bir destan kahramanıdır. Dilden dile geçer ve okuduğum kitap olarak karşıma çıkar.
Aziz Aydın Doğan, son romanı ile bir üzerine görev edindiği işi başarır. Roman olur ve kendi yayınevi olan Yaba yayınlarından çıkarır. Gözlerinde bir ışıltı vardır, çünkü o başarmıştır, üzerine görev edindiği bir yiğidi sözden çıkarıp yazıya büründürmüştür. Adnan Yücel’in uğruna şiir yazdığı Yiğıkili Zülküf işte kelimeler arasında yaşıyor.
İnsan gözü gibi baktığı, büyüttüğü bir şeyi sunarken aynı şekilde karşısındakine sunamıyor. Yayıncı olan Doğan, kendi kitabına o kadar özen göstermemiş gibidir, çünkü harfler onun yazdığı satırlar, kendi gözünde hep doğru dizilmiştir, o harfi okumaz, resme bakar gibi bakar satılara ve bir anlamda gözü kör olur. İşte insan kendi yazdığı yazının hatasını göremez ya, Doğan’da aynı şekilde göremez. Basar kitabı ama kelimeler yana yana boşluk bırakamadan çıkmıştır. Okuyan zorlanmaz, anlar ne demek istediğini ama yayıncılık için pek hoş durum değildir. O heyecan yapar, kimin yapmıyor ki?
Elazığ kültürünü merak eden, Harput gerçeği ile kısa da olsa tanışmak isteyen, Dersim isyanın Harput sınırlarına yansımasını öğrenmek isteyenler romanın keyfi içinde bu tarihin süzgecine Aziz Aydın Doğan gözü ve birikimi ile de şahitlik edebilirler.
Yaşadığımız yere bakarsak, orada yaşananları, destanları geleceğe aktarırsak, yok olmakta olan kültürün o güzelliğini de geleceğe taşımış oluruz ve deriz ki, biz bu dünyaya boşuna gelmedik. Yaşadığımız yerden, kültürden, konuştuğumuz dilden o kadar gurur duyarız. Bugünlerde moda olmuş, Amerika’da ki ne yerse buradaki de onu yiyor, tüketiyor. Biz tüketirken kendi kültürümüzün o lezzetlerini de yok sayıyoruz. Yiğıkili Zülküf bizin diyarın bize özgü kişiliğidir, rengidir. Onu tanımadan Harput anlaşılmaz! Harput bir sürgünlerin geldiği diyar değil, aynı zamanda sürgün gelenlerin oraya uyum sağlayıp yaşamı renklendirdiği yerdir. Çerkezlerin sürgünü, diyar diyar gezmeleri ve gezdikleri yerlerde duruşları ile destanlar oluşturmaları onların ne kadar soylu olduklarını gösterir. Boşuna değildir, ağıtlar, şiirler, romanlar…
Bu roman boşuna yazılmamıştır, bir dert var ki ileriye taşınmalıdır…
İsmail Cem Özkan

22 Şubat 2014 Cumartesi

KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ

KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ 

Halley Kuyruklu Yıldızı’nın dünyaya çarpacağı söylentisi mahalle halkı tarafından dedikodu konusu olan bir olaydır. Özellikle kadınlar, şuradan buradan duydukları yalan yanlış haberleri, bire bin katarak birbirlerine anlatırlar. Genç ve hevesli bir gazeteci olan İrfan Galip Bey, genç bir kadının kendisine müspet cevap vermemesi dolayısıyla bütün kadınlara düşman olmuştur. Bu bilgisiz kadınları kandırarak onlardan öcünü almak ister. Bu doğrultuda bir konferans düzenler… Bu konferanslar devam ederken bir isimsiz mektup alır. Mektup, genç bir kadından gelmektedir. Çok samimi bir üslupta yazılmıştır ve kuyruklu yıldız hakkında malumat istenmektedir. İrfan Galip, bu mektubu yazan kadına âşık olur ve cevaben çok duygulu bir aşk mektubu yazar. Uzun süren yazışmalar sonunda kadın evlenmeyi kabul eder fakat düğünün kuyruklu yıldızın dünyaya çarpacağı gece olmasını ister. İrfan Galip bunu kabul eder. 
Bir romandır, roman mizah unsurları içinde düşündüren, düşündürürken güldüren, güldürürken kendi gerçekliğin ile karşılaşmanı sağlayan bir mantık düzemli içinde okuyucusu ile buluşur. Türk romanı bir tiyatro eseri olarak sahneye uyarlanmıştır. Bugüne kadar filmlere uyarlanan romanların dışında benim izlediğim ilk Türk romanı tiyatro eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeşim Gökçe romanın içeriğine dokunmadan onu sahneye uyarlamasını oyun sonunda ayakta alkışladım. Kazım Akşar bu oyunu sahneye uyarlarken, dekor, ışık, müzik ve oyuncu seçimini öyle bir ahenk ile yapmış ki, sanki yıllardır bu oyunu sahnede canlandırmak için bekliyorlarmış da, bu fırsat önlerine gelince gönüllü olarak sahnede yerlerini almış gibidirler. Şamil Kafkas İrfan rolü ile muhteşem bir performans sergiliyor ve yüksek ritim ile iki perde olan oyun boyunca seyirciyi oyunu ile tutmakta ve yönlendirmektedir. Mimikleri, olağan gibi yaptığı doğal ama abartı sanatının inceliklerini davranışlarına yansıtışı ile sahnede bir anlamda devleşmektedir. Elbette bir sanatçı sahnede devleşiyorsa, onun bu yükselişini ortaya çıkaran diğer oyunculardır. Diğer oyuncuların yüksek ritme uyum sağlamaları ve bu uyum içinde oyunu keyifli, izlenir ve neşeli saatleri de yaratmıştır. Olay her ne kadar 1910 yılında ki İstanbul’da geçiyor olsa da günümüze gönderdiği mesajlar ile anımızı ve zamanımızı da yakalıyor.
Halley Kuyruklu Yıldızı her ne kadar dünyamıza çarpmamış olsa da başka bir yıldız sahnelerimize ve benliğimize çarptığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Oyun kuralları olan ve illa tek bir anlayış çizgisi izleyen bir sahne düzenlemesi ile karşımıza çıkmıyor, aksine tiyatronun sahne uyarlamaları içinde değişik tekniklerin iç içe geçen ve bizleri hiç rahatsız etmeyen bir tiyatro tarihine de yolculuk etmekteyiz. Zaman zaman Türkiye’nin orta oyunu havasını yaşarken, bir anda İtalya sahnelerinden bir Commedia dell'arte ile buluşabiliyorsunuz. Müzik geçişler arasında o kadar uygun yerleştirilmiş ki, rahatsızlık duymadan ve konu bütününden kopmadan olaylar zinciri içinde seyirciyi kucaklamaktadır. 
Sahne düzenlemesi ve sahne içinde hareket eden unsurların oyuncular tarafından taşınması çok ince düşünülmüş ve oyun temposu içinde tempoya uygun değişimlere olanak sunması açısında çok başarılıdır. Sahne düzenlemesi ve sahnenin kullanımı açısından Türk tiyatrosu gelişmiş tiyatro arasında hiçbir fark kalmadığı gibi belki de onları aşmaktadır. Elbette her sahne düzenlemesi maddi bir durumdur, maddiyat ne kadar iyi olursa sahne içinde uygumla da para düşünülmeden yapıldığında daha da başarılı işlere imza atılacağını biliyorum. Bu kıt imkanlar içinde sahne düzenlemesi yapan sanatçılar gerçekten büyük başarılara imza atıyor…
Tiyatro, bir birinden değişik sanat kollarını sahnede buluşturan bir sanat dalıdır. Bir biri ile akraba dahi olmayan sanat dalarını bir sahne içinde buluşması bir alanda yaşadığımız evrenin ne kadar çok renkli, dilli olduğunu bize hissettiriyor. Tiyatro hoşça zaman geçirtirken, düşünmeyi, yeni dünyalara kapı aralamayı ve bizlere bu aralanan kapıdan içeriye bakmayı sağlar.
Kadın cinayetlerinin bu kadar yaygın olduğu ve 8 Mart Emekçi Kadınlar günü yakınlaştığı bu günlerde eşinizi, sevgilinizi, dostlarınızı ve de erkek arkadaşlarınızı alın bu oyunu izlemeye gidin, çünkü kadınların ve erkeklerin eşit şartlarda  muhakeme gücüne sahip olduklarını ve “kuyruklu yıldız altında izdivaç” bir kere daha kara mizahın keskin çizgisi ile yüzleşeceksiniz… Oyun mutlu bir son ile noktayı koyarken, salonu terk ederken sizinde yüzünüzde mutlu bir gülümseme kalacaktır…
İsmail Cem Özkan


KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ 
Yazan : HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
Oyunlaştıran : YEŞİM GÖKÇE 
Rejisör : KAZIM AKŞAR

DEKOR TASARIMI
ŞİRİN DAĞTEKİN YENEN

GİYSİ TASARIMI
MEDİNE YAVUZ

IŞIK TASARIMI
ENVER BAŞAR

BESTECİ
MURAT KODALLI

ŞARKI SÖZLERİ
YEŞİM GÖKÇE

KOREOGRAF
TANJU YILDIRIM

DRAMATURG
YEŞİM GÖKÇE

YÖNETMEN YARDIMCILARI
AYLİN GÜRSOY
AHENK DEMİR

ASİSTANLAR
KEREM KURT
ÇİÇEK ÜSTÜN

SAHNE AMİRİ
REŞİT ARSLAN

KONDÜVİT
ERSİN SÖNMEZ

IŞIK KUMANDA
SERDAR YAMAN
SUFLÖZ
HANDE BAHÇELİ

MASKE TASARIMLARI
AHŞAP ÇERÇEVE KUKLA ATÖLYESİ

OYUNCULAR
ŞAMİL KAFKAS
İSMAİL İNCEKARA
SEVİNÇ NİŞ
LALE ERTİŞ GENÇTÜRK
FİLİZ KILIÇ
AHENK DEMİR
SELDA ÖZLER TAŞDEMİR
MERVE ÜNAL
DİLEK DEMİR
RABİA KAYA
FATMA İNAN
ÇİÇEK ÜSTÜN
DEMET GENÇ
CENK DİNÇSOY
NİHAT KELEŞ
KEREM KURT
EREN PEKGÖZ
DİRENÇ DEDEOĞLU


Galata Gazete kapatılırken…


Galata Gazete kapatılırken…

Galata Gazete, cadde gazetesi olarak basılı yayın hayatına başlamış ve Galata Kulesinden evrene bakan  dijital günlük gazete olarak yayın hayatına devam ediyordu, ama gelinen zaman diliminde  yayın sürecine bir nokta  ya da üç nokta yan yana koyma durumu ile karşılaştı. Çünkü var olan yasalarda düzenlemeler ve MİT yasası ile medyanın artık hiçbir şekilde bağımsız olamayacağı ve sürekli olarak birilerin denetimi altında olacağı anlamına gelmektedir. Denetim altında olan medyanın özgür ve özgün olma ihtimali azdır, bir birine benzeyen metinler ve haberler ile okuyucusunun karşısına çıkmak zorunda kalması anlamına gelmektedir. Bugün bir çok haber (yazılı veya görsel) karbon kağıdı ile çoğaltılmış şekilde kelimeler değiştirilip, öz itibari ile aynı metinler olarak karşımıza çıkmaktadır. Var olan iktidar bu havuz habercilik ve ajans metinlerini medya için yeterli sansür olarak görmemiş, medya çalışanlarının özel bilgilerine ve dosyalarına ulaşmak için yeni bir kanun tasarısı hazırlamaktadır. Hazırlanan her yasa torba içinde çıkmakta ve çağdaş dünya standartlarından biraz daha uzaklaşmaktayız.  
Gazetenin özel yazışmaları, haber kaynakları, köşe yazarlarının özel bilgilerinin tamamı ile dış istihbarattan sorumlu olan bir istihbarat kurumunun; iç istihbarat yönünde biçimlenmesi ile daha sıkı ve tamamı ile hükümetin denetimi altında olacak bir yapılanmaya gitmektedir. Medya ile doğrudan ya da dolaylı ilişkili olan kurumların başına istihbarat biriminde çalışmış ya da çalışanların getirilmesi ile tam bir denetim söz kkonusudur.
Galata Gazete; devlet ile doğrudan ya da direkt olarak hiçbir şekilde istihbarat ilişkisi içinde olunamayacağı, basın kartının dahi başbakanlık memuru tarafından verilemeyeceği  görüşü doğrultusunda çalışmalarına devam etmiş ve bu anlayışından taviz vermeden yayın hayatı boyunca ilkelerini korumuştur. 
Gelinen bugün ki somut koşullar içinde her medya; özel ve gizli kalması gereken bilgileri dahi istihbarat birimlerine vermek ile yükümlü kılınmaktadır. Bu sayede basın özgürlüğünün temelinde yer alan ilkenin de ortadan kalkması anlamına gelmektedir.
Polisin bildiğini okuyucusundan saklayan ve gizleyen yeni bir medya yaratılacaktır.
İstihbarat birimlerinin bildiği, gazetecinin de bilgi sahibi olduğu ama yayınlanması ve paylaşılmasına izin verilmeyen her bilgi özgürlük üzerine sıkılmış bir kurşun gibi medyanın kara defterine sansür olarak yazılacak ve bu sansür geleceğe yönelik kara bir leke olarak medya sahiplerinin alnına yazılacaktır.

Galata Gazete medyayı tam denetim alma girişimi karşısında sayfalarını karartma kararını almıştır, açık kalması ve ilkelerini koruyabilmesi bu koşullar altında ne maddi, ne de manevi olarak imkanı gözükmemektedir.

Gazetenin çalışanları başka gazetelerde yazı yazmaya ve kişisel blog sayfalarında görüşlerini  kendi sorumlulukları içinde açıklamaya devam edecektir. Kişiler özgür iradeleri ile her türlü soruşturma karşısında özgürce kendilerini savunma hakkına sahiptir. Bu kişisel konumda istihbarat birimlerinin bildiğini okuyucusundan saklamadan dürüstçe duruşlarını koruyacaktır.

Galata Gazete

www.galatagazete.com kapanıyor ve yeni adresimiz;


Not:  Bugüne kadar olduğu gibi okuduğum, seyrettiğim ve de gördüğüm her konuyu kişisel blog sayfamda (http://cemoezkan.blogcu.com/)  ve köşe yazısı yazdığım medyada yazmaya devam edeceğim.
İsmail Cem Özkan