Galata Gazete


30 Temmuz 2014 Çarşamba

Tek doğru çatışmayı meydana getirir.

Tek doğru çatışmayı meydana getirir.

Sol kelime anlamı ile dayanışma, özgürlük, barış çağrıştırır. Yani hoşgörü, başkaları ile bir arada yaşama, özgür düşünce ve yaşama hakkını savunur. İlericidir, tutucu olan gelenek ve alışkanlıklara karşı insanlığın kültürüne bir tuğla koyan ve insanlığın ilerlemesi için kafa yoran, destekleyen ve de bilimsel düşünce yöntemini benimsemeyi içinde barındırır.
Dayanışma; farklı inanç, kültür ve düşünce biçimde olanların belli bir amaç için bir araya gelip ortak hedef için yardımlaşmayı ve birlikte iş yapmayı anlatır. Dayanışma geleneğimizde olan imecenin başka bir söylem ve yaşam biçimidir. Geleneksel olanın dışında, yeni yöntemler ve insan onuruna saygılı iletişim biçimini geliştirmesidir.
Özgürlük; sadece emeğin özgürlüğü değil, insanın ve doğanın özgürlüğünü savunur. Özgürlükten solun anladığı liberallerden farklıdır, ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız yağmalasınlar’ yerine farklı olanların bir birilerin alanlarına hükmetmek yerine, birlikte azınlık haklarını koruyan, hakların kişilere göre değişmediği, her bireyi eşit gören bir anlayış içindedir.
Sol için özgürlük; emperyalist ve kapitalist ilişkiler dışında yeniden tanımlanan ve insanın ve doğanın barışık içinde yaşayabileceği yeni bir toplumsal sözleşmesinin en önemli başlığıdır. Özgürlük kavramı içinde bireyin, toplumun geçmiş birikimlerine olduğu gibi sahip çıkan, bu birikimleri daha ileriye taşıyan tüm araçların gerçek anlamda bağımsız olmasını ve bu bağımsız ilişkinin içinde tanımını yeniden yapar. Özgürlük tanımı olmadan sol, sol olarak tanımlanamaz, çünkü kapitalist ilişki her şeyi hükmetmeye ve hükümdarlığı altında köle, kapı kulu yapmasına karşın, üretim ilişkileri içinde bireyin daha çok kendisine ve çevresine zaman ayırmasını sol savunur.
Barış; kavram olarak her kültürün bir arada yaşamasını ve birlikte üretmesini savunur. Barış ortamı ancak ve ancak sol sınıfsız toplumlarda olacağını vurgular. Sol için barış, sınıfların ortadan kalktığı toplumlar için söz konusudur, çünkü kapitalist sistemde ilişkiler savaş ile kendisini değiştirir ve yaşadığı kronik krizden çıkış yolu arar. Sınıfların varlık sebebi, düşmanlık ve nefrettir. Düşmanlık olduğu için devletin varlık sebebi tartışılmaz, çünkü devlet için öncelikle düşman ve nefret söylemini geliştireceği ‘ötekisi’ olmak zorundadır. Bu da potansiyel olarak savaş için ortamı içinde barındırmak anlamına gelir.
Yukarıda kısaca değindiğim noktaları gerçek anlamda özümsemiş ve algılayabilmiş olsaydık, ortada tek doğru kavramına inancımızın olmayacağı gerçeği ile yüzleşmiş olurduk. Bir noktanın düzlemsel ortamda matematiksel 360 derece farklı bakış açısı olduğu, uzayda ise bu bakış açısının milyonları bulacağı gerçeği ile karşı karşıyayız. Kısaca nerede duruyorsanız ona göre doğru kavramı değişir. Marksist bakış açısına göre olaylara nasıl baktığınız önemli değildir, nereden baktığınız önemlidir. Sınıf temeli örgütlenmeyi savunan ve üreten sınıf olarak işçi sınıfının çıkarları açısından olaylara bakarsanız; kapitalistlerin yaratmış olduğu bir çok doğru ve tarih algısı ile çelişkiye düşersiniz. Çünkü sınıfın çıkarı, var olan burjuva çıkarlarının çok dışındadır.  Bugün dahi bir çok emekçi, işçi sınıfının bir parçası olanlar, kendi duruşlarını patronlarının kapısının önünde konumlandıklarında farklı doğruları ve kişisel çıkarlarına göre algılamakta ve yansıtmaktalar. Bugün sol adına siyaset yapan bir çok siyasi yapının tarih algısı işte bu duruş noktasından kaynaklanmaktadır.  Sosyal demokratların tarihsel olarak işçi sınıfına karşı ihanetleri işte bu bakış açısının ve duruş noktasının çıkarsal ilişkilerinde aranmalıdır. Bugün yaşadığımız zaman diliminde kazanılmış hakların teker teker yok edilmesi işte bu sosyal demokrat iktidarların icraatları içindedir. İngiltere, Fransa ve Almanya örneği içinde rahatlıkla tespit edebilirsiniz.
Ülkemizde ise diğer ülkelerdeki soldan farklı bir tarih çizgisine sahip değildir. Her ne kadar üretim ilişkilerimiz içinde sanayinin çok geç gelmesi ile işçi sınıfının tarihsel birikimi diğer ülkelere göre az olsa da bu ülkenin mücadele tarihinde hiç küçümsenemeyecek başarılar da vardır. Ülkemizde işçi sınıfının örgütleri başlangıcı ülke şartlarına göre yer altı örgütlenmesi içinde kendisini ifade etmesi sonucu (belki de) sol için elzem olan ilkeler görmezden gelinmiş ya da şartlar uygun değil diyerek yok sayılmıştır. Bunda elbette Sovyetler Birliğinde ki gelişmeler ve tek ülke sosyalizm anlayışının da etkisi vardır. Sol, ilkleri belli olan ama bazı ilkeleri şartlara göre görmezden gelinerek yapılan örgütlenme girişimleri de elbette bazı hataları içinde barındırmakta ve Lenin’in değimi ile sol hastalık olarak tüm solu sardı, sarmaladı. Başlangıcın çarpık olması sonucu o dönemden gelen çarpık bakış açısını sol olarak yaşamaya devam ediyoruz.
Çarpık ilişkilerin başında tek doğru kavramıdır.
Bizim çarpık sol anlayışımız, mücadele ettiğimiz tek doğru düşüncesinin bire bir kopyası ile sonuçlanmış ve en uç örnekleri yaşantımız içine girmiştir. Tek doğru o kadar ileri gitmiş ki, kendi görüşümüze uygun siyasi organizasyonun yayın organı her şeyi açıklar olarak algılanmış, tartışmalarda o dergide yayınlar referans olarak verilmiştir. 12 Eylül öncesi solun hakim olduğu yerlerde kurtarılmış bölgeler ilan edilmiş, o kurtarılmış bölgelerde diğer sol yapıların örgütlenmesine izin verilmemiştir. Sağ örgütlerin kendilerini ifade etmesi daha özgürce olurken, solcuların bir arada yaşama olasılığı daha düşük ve genelde çatışma ile sonuçlanmıştır. Yaratılan tüm sol örnekler, aslında solun yeniden yorumlanmasıdır. Her yorumlama hep kötüyü işaret etmemiştir, ama kötüler iyi örneklerin üstünü örtmüştür. Sol, algı olarak kısaca hoşgörüsüzdür, çatışmaya yatkındır, krizi yönetemez, en ufak sorunda ayrılma ve çoğu ayrılık durumunda insan yaşamını savunan sol, birden ölümü yüceltmeye ve ölüm üzerine kendisini ifade etmeye başlamıştır. Bu tarihimizin karanlık noktalarıdır. Üzerine de çok düşünülmemiş ve genelde yok sayılmış, ölenlerde kahraman ya da hain olarak sessizce geçiştirilmiştir.
Sol adına savunmasız insanların cezaevinde öldürülmesi, sol adına iç hesaplaşma ve arkasında onlarca ölü bırakması normal sol ilkeler açısından bakarsanız açıklanmaz. En son yapılması gereken eylem biçimlerini en son yerine ilk yapılması ile bir çok birbirinden değerli yetişmiş sol değerin yok olmasını sessizce izlenmiştir.
Çok kısa olan sol tarihimiz içinde sol örgütler arsında çatışmalar, tıpkı iç çatışmalar gibi kanlı olmuştur.
Sol, sol olduğu günden beri iç çatışmalar içinde yoluna devam etmiş ve kriz yönetmeyi becerememiştir. Tek doğrunun olduğu yerde diğerleri doğru değildir ve yanlıştır. Yanlış olanı yok etmek bilimsel mücadeledir! Elbette tek doğru kavramı içinde bakıldığında bu çatışmaların bir anlamı olur.
Birden fazla doğrunun olduğu yerde hoşgörü vardır ve farklı bakış açılarına hoşgörü ile yaklaşım olur. Şimdi tek doğru olan yerde klasik ulus devletinin anlayışını da bulursunuz. Tek millet, tek dil, tek düşünce, tek bayrak, tek tek tek...
Sol, bu tekçi anlayış ile yüzleşmeli ve ne kadar hoş görü içinde olduğunu ve dilindeki diğerlerini dışlayıcı ve de nefret söylemini uzaklaştırmalıdır. Uzaklaştırmadığı sürece kurtarılmış bölgeler ve kurtarılmış bölgede tek başına verilen mücadele onur yürüyüşleri hep olacaktır ama bu sınıf mücadelesi ile ne kadar örtüşür, ne kadar anlamıdır bunu tarih not edecektir.
Bugün yaşanan çatışmaların temelinde anlayış sorunu vardır. Bu çatışmadan nemalanacaklar, özellikle saldıracağı belli olan yere öyle bir eylem konarak çatışma kaçınılmaz olur. Burada yaratılan krizden faydalananlar, o krizi istediği gibi yönlendirenlerdir… sol bu çatışmalar için ortam hazırlamış ve o ortamı algı yönetimini kullanan erk sahibi istediği gibi istediğinde kullanabilir.
Sol kendisini yeniden tanımlayamadığı sürece buna benzer çatışmalar ne yazık ki hep var olacaktır.
İsmail Cem Özkan


25 Temmuz 2014 Cuma

Paralel Sorgu, Tiyatroya Adanmış Hayatlar

Paralel Sorgu, Tiyatroya Adanmış Hayatlar

Tiyatroya gönül vermiş iki insan yan yana gelmiş,; tiyatro sahnesinin üzerinde bulunan tozlara seslerini bırakanlar ile söyleşi yapmışlar. Baştan uyarayım hemen, çünkü bu kitapta soru cevap şeklinde bir söyleşi yazısı yok, böyle bir beklentiye girerseniz yanılırsınız, tam tersi, yazarların gözü ile sohbet ettikleri tiyatro oyuncusu ve yönetmenleri tanıyorsunuz. Sohbet için günler günler beklenmiş, araştırmalar yapılmış, ince ince anılar tazelenmiş ve o anıların izi ile oyuncu / yönetmen ile bir yerde karşı karşıya gelinmiş ve soruyu soranlar (Pınar Çekirge ve Yavuz Pak) kendi kafalarında ki tekste/ araştırmaya uygun bilinmeyenleri, belki de bilinenleri sorumuşlar. Sorular sorulmuş, bol kahkahalar atılmış, zaman zaman gözyaşları dökülmüş, romantik anılar kadar dramatik sahneler yaşanmış ve elinizde tuttuğunuz kitap ortaya çıkmış. Kitabı yazanlar hiç saklamamışlar duygularını, çırılçıplak olarak kelimelerini okuyucusuna sunmuş, okuyucu da kucaklayan bir dil kullanmışlar.
Her soru gönül gözü ile sorulmuş, gönül gözünün bıraktığı kelimeleri kitapta okuyoruz. Pınar Çekirge daha çok romantizm, nostalji atmosferi içinde her baktığı kişiye ayrı ayrı değerler yüklemiş, onlara tiyatro sahnelerinin emekçileri ve değerleri gözü ile bakmakta. Soruyu soran ikinci güzel insan Yavuz Pak, daha çok işin felsefi boyutu içinde, dünya tiyatroları ile özlü sözler ile bağlantı kurup, tiyatronun evrensel bir duruş olduğu, tiyatrocunun da gök kubbe altına ses bırakan ustalar olduğunu düşünmekte ve bu düşüncesini daha çok teori anlamda içsel tartışması ile birlikte oyuncu/ yönetmene yaklaşıyor. O da Çekirge gibi içsel romantizm penceresinden bakarak, konuştuğu kişiye kendi duruşuna göre anlamlar yüklemektedir.
Paralel Sorgu’da kimler var, elbette bütün tiyatro oyuncusu ve yönetmeni ile buluşulmamış, benim bildiğim ileride yayınlanacak kitaplar ile bu tiyatro emekçilerine dokunulmaya devam edileceği yönünde. Hatta bugün sizler bu yazıyı okurken bu iki romantik insan yeni bir söyleşinin içinde olabilir. Evet, sorumuzu tekrarlayalım, bu kitap içinde kimler var? Sıralayayım hemen; Suna Pekuysal, Gazanfer Özcan, Şebnem Köstem, Ferhan Şensoy, Selma Kutluğ, Adile Naşit, Eraslan Sağlam, Oya Palay, Alev Oraloğlu, Tulu Çizgen, Aslıhan Kandemir, Nevra Serezli, Metin Serezli, Ayşe Kökçü, Murat Coşkuner, Haldun Dormen, Sevil Akı, Vildan Gürelman, Zuhal Olcay, Reha Kadak, Nisa Serezli, Ersin Umulu, Hadi Çalman, Deniz Gökçer, Nedim Saban, Jeyan Mahfi Ayral, Şener Şen, Engin Alkan, Aslı Öngören, Hüseyin Köroğlu, Nedret Güvenç.
Bu kitapta dikkatiniz çekecek önemli bir şey kaynakça. Kaynak sohbet edilen kişi, peki kaynakçası nereden çıktı diyebilirsiniz. Hemen söyleyeyim, çünkü kaynak kişi ile sohbet edilmeden kütüphanelere gidilmiş, kitaplar taranmış, sohbet sonrası yine kütüphanelere gidilmiş kitaplar taranmış ve geçmiş ile bağ kurulmuş insanlık birikimin devamlılığı dikkate alınırsa bu taramanın ne kadar gerekli olduğunu farkına varırsınız sanırım. İşin kolayına kaçılmamış, söz söyleyenindir dememişler, sözü söylenin bağlı olduğu birikime de göz atmışlar. Kaynakçalar kısaca ne kadar ince ince düşünüldüğünü, ne kadar araştırma yapıldığını da gösteriyor. Öyle böyle değil, sohbet öncesi ve sonrası iyi bir araştırma ve özen ile seçilen kelimeler ile oluşturulmuş bir kitap. Peki, bu kitabı okuyan ne kazanıyor? Ben kısaca belirteyim, bu kitabı okuyan sanatçıları tanımıyor, aksine onların içinde bulunduğu atmosferi ve o atmosferin içinde bireyin rolünü tarih çizgisi içindeki anlamını yakalıyorsunuz. Çekirge ve Pak bu çizgiye çok dikkat etmişler. Sanatçıyı sanatçı yapan içinde yaşadığı zaman çizgisidir ve o çizginin koşulları içinde bir anlam yükleyebilirsiniz. Sanatçı sadece bulunduğu zamanın değerlerini taşımaz geçmişin birikimini de üzerinde taşır. O yüzden Pak, özellikle bu birikime göndermeler yapıyor ve o göndermeler içinde sohbet edilen kişinin sözlerine atıflar ve anlamlar yüklüyor. Her söz aslında daha önce söylenmiştir ama yeni söz geçmişte söylenen sözün üzerine bir kelime daha katkıdır, o sözün üzerine kelime katkısı sunanın alçak gönüllüğüne şahitlik ediyorsunuz.
Şimdi diyeceksiniz ki, Çekirge ve Pak’ın kelimelerini iç içe geçmiş pasajlar içinde nasıl ayırıyorsun. Efendim, onu da ben bileyim biraz, övünmek gibi olmasın bu iki güzel insanın yıllarca yazısını okumuş biri olarak.  Aslında kitabı okurken bu kelimelerin ayrımına şahitlik edeceksiniz, nerede Çekirge sözü almış, nerede Pak sözü tamamlamış anlıyorsunuz. Çok hoş paslaşma var. Her yazarın kendisine ait söylem biçimleri vardır, birisi daha yuvarlak cümle kurarken, ötekinde daha keskin cümlelere şahitlik ederseniz. Eğer bulamıyorsanız sesli okuyun, ses ve müziksel ritim size bu ayrıntıyı verecektir.
Paralel Sorgu, sizin baştan mahkemelerde yapılan sorguyu çağrıştırdığını biliyorum ama o yöntem ile bu yöntem arasında uçurum olduğunu kitabı elinize aldığınıza hissedeceksiniz. Bu iki güzel insanın romantizm ve gerçeklik arasında yakalamış olduğu öykü tadında sohbetleri pardon sorguyu okurken sizleri de bir yere alıp götürecek ve tiyatronun yaşamış olduğu bu karanlık sürecinde; sıkıntıları, eziklikleri ve bunlara karşı bireyin duruşunu da hissedeceksiniz. Sonuçta oyuncu da bu ülkenin içinde yaşayan ve sorunlar ile mücadele eden bireydir. Tarih çizgisi içinde her şey bir biri ile ilintilidir, ben her şeyden kopup fanus içinde sanatımı yapacağım diye bir şey yoktur. Bu toplumsal çalkantıların bireye yansıması ve tiyatro duvarında yansımasını hissedeceğiniz hoş bir çalışma. Kısaca okuyun ve kazanacağınız bir birikim olacaktır.
İsmail Cem Özkan

Paralel Sorgu, Tiyatroya Adanmış Hayatlar
Pınar Çekirge, Yavuz Pak

Opus Yayınları, İstanbul, 2014

20 Temmuz 2014 Pazar

TKP ve Marksizm

TKP ve Marksizm

Sait Almış ve Mehmet İnanç Turan baş başa vermiş ve TKP üzerine bir kitap yazmışlar. Elbette hangi TKP dediğinizi duyar gibiyim, elbette iki kongreyi aynı anda yapan siyaset tarihinde bir ilki başaran son TKP ya da öteki adı ile TKP – Gelenek. Neden “Gelenek”, çünkü TKP resmi teori dergisi olmasından ötürü. Yoksa bizim tarihimizde TKP o kadar çok ki, kimin ne zaman kurduğunu bile karıştırabilirsiniz, çünkü devletin kurduğu TKP bile bu ülkede siyasi yaşamda kısa da olsa var oldu. Yine yeraltında yaşayan TKP aynı anda iki tane bile olabilmiş, ayrı ayrı kongreler toplantılar yapmış ama büyük birader Sovyetlerin müdahalesi ile “korsan” kurulan TKP’nin feshi ve o toplantıya katılanların ağır mahkumiyet almaları ile sonuçlanmış tarih izlerini dahi bulabilirsiniz…  TKP tarihi süreklilik arz etmiş ama tek bir ideoloji ve doğru çizgi takip etmemiş, bunda da elbette Sovyetlerin çıkarları söz konusu olmuş. Bir anlamda TKP çizgisi Sovyetlerin ülkemizde bir lobi faaliyeti ya da başka söylem ile gönüllü konsolosluk yapmıştır. Bunun suçu ya da sorumluluğu TKP’eye tek başına ait değildir, çünkü “Tek Ülkede Sosyalizm” anlayışının ve verilmiş perspektifin sonucudur. Onlar sadece üzerlerine düşen görevi layığı ile yerine getirmeye çalışmışlardır. Parti disiplini içinde olaylara bakmışlar, değişen iktidara göre birbirine zıt kararlar dahi alabilmişlerdir.
Elimizde ki kitapta Almış ve Turan başa başa vermiş TKP’yı konu alarak Stalinizm ile yüzleşmeye girmişler. Kitap, TKP eleştirisi gibi okuyorsunuz ama aslında kitabın arka öyküsü Stalinizm ve onun yaratmış olduğu teori kopuş ve Sovyetlerin yenilgisini anlama çabasıdır. Baştan yazayım, her iki yazar TKP’yi; oportünist, Stalinist, yurtsever, Kürt sorunu karşısında devletçi, küçük burjuva partisi ve çelişkiler içinde olan bir parti olarak tanımlıyor. Bu tanımlamalar ile zaten baştan tartışmayı noktalıyorlar, cevap dahi beklemiyorlar.
Yazarlar kendilerini TKP – Gelenek tüzüğünde olduğu gibi sosyalist devrim inancı içindeler. O perspektiften baktıklarını açıklıyorlar. Ama sosyalist kavramını Stalin gibi bakmadıklarını, devrim sürekli ve her ülkede olduktan sonra sosyalizm geleceği inanıcını taşıyorlar. Yani Stalin’in yaptığı gibi “tamam devrim bu ülkede oldu önce bunu yaşatalım, daha sonra duruma göre bakarız” demiyorlar, çünkü Stalin’in bu bakışı İspanya’da gerçekleşme ihtimali yüksek olan devrimi yok ettiği tezi üzerinden eleştiriyorlar. Sırf Sovyet devrimi yaşasın diye Hitler’in cinayetlerine dolaylı ortak olduğu vurgusunu yapıyorlar. Stalin iktidarı aldıktan sonra öncelikle kendisine rakip gördüğü tüm yoldaşlarını göstermelik mahkeme kararları ile sürdüğünü, öldürdüğü ve bu sayede devrimin önemli birikimini yok ettiği vurgusunu yapmaktalar. Kısaca bugün sosyalist dünyada yaşanan kafa karışıklıkların, Marks ve Lenin’in devrim, sosyalizm bakış açısını ters yüz ettiği için “Stalin suçludur” ve onun ile hesaplaşmak gerektiği üzerinden yaklaşıyorlar.
Kitap ağırlıkla Kemal Okuyan, Aydemir Güler ve Metin Çulhaoğlu yazıları üzerinden eleştiriyor. Onların çelişkilerini, Stalinist bakış açısı taşıdıklarını aldıkları cümleler ile kanıtlamaya girişiyor ve eleştiriyorlar. Marksizm açısından ve ideal olan teoriler ile böyle olmalıdır diyorlar. Kısaca kitap, kendi duruşları noktasından TKP’ye bakışı ve Stalinizm ile yüzleşme devam etmişler.
Bu kitap içinde TKP tarihini bulamazsınız, sadece teorik olarak ideoloji eleştirisi ve kendi duruşlarına göre sosyalizm bakış açısını bulabilirsiniz. Her kitap bir anlamda yararlıdır, çünkü sizin duruş noktanızdan göremeyeceğiniz ayrıntıları göstermesi açısından. Vakti olanlar Stalin’ine eleştirel bakış konusunda bilgi birikimini geliştirmek için faydalı kitaptır, okuyun derim.
İsmail Cem Özkan

Sait Alamış, Mehmet İnanç Turan
Türkiye Komünist Partisi ve Marksizm

Etki Yayınevi, İzmir 2014

18 Temmuz 2014 Cuma

Yeryüzüne savaş düştü!

Yeryüzüne savaş düştü!

Savaş çığlıkları yeryüzünü yine doldurmaya başladı. Savaştan çıkarı olanlar, ekonomik kriz var diye kasalarını dolduranlardır. Her savaş yeni zenginleri ve yeni refah düzeyini artırması anlamına gelir ama savaşın olduğu coğrafyalarda tersi söz konusudur. Savaşın olduğu topraklarda insanlık tarihinin tüm birikimlerinin yok olması anlamına gelir. Sadece insanlar ölmez, insanlığın birikimi, geleceği de yok olur.
Savaşın ahlakı yoktur, o kocaman bir yalandır.
Savaş olan yerde hiçbir kural söz konusu değildir, binlerce yıldır savaşan insanlık savaşın kurallarını kağıt üzerine yazmıştır, ama her savaş insanlık suçunun cömertçe işlendiği zamanı temsil eder, savaşta kaybeden insanlık mahkemesinde yargılanır ve mahkum edilir, kazanan kahraman olarak tarih kitaplarında yerlerini alırlar. Savaşta ortaçağ şövalyelerin ahlakı yoktur, zaten onlarda ahlaksızdı. Kuralları koymuşlar ama sonunda ölüm olan çatışmalarda hiçbir kuralı uygulamamışlardır, elbette romantik ortaçağ filmleri dışında. Diri diri insan derisini yüzmek o döneminin ahlakı içindeydi ve bu deri yüzmenin dünya üzerinde bir coğrafi alanı yoktu. Batıda insan yüzerlerken, Osmanlı da insan yüzdü. Osmanlı topraklarında derisi yüzülen şairler, köylü ayaklanmasını yapan “yarın yanağından gayrı, her yerde hep beraber” diyen ‘Dede Sultan’ da vardır.
Savaşın ahlakı yoktur, o kocaman bir yalandır. Ahlakı diye düşünüyorsanız bana bir tane kurallara uyulmuş savaş gösterin. Yoktur, olamaz da. Vietnam Savaşı da tarihin en kirli savaşıdır, Yugoslavya’nın parçalanmasını sağlayan iç çatışmada.  Türkiye kurulduğu günden bu yana Kürtlere karşı yapılan seferler de, adı konmamış savaşlar da kirlidir. Yakın tarihimiz ve hala yaşanan sonuçları ile savaş kirlidir ve kuralı yoktur.
Savaşa karşı öyle duygusal tepkiler ile karşı olunmaz...
Savaşta çocuk ölür, sadece çocuklar ölüyor diye savaşı kınayanları “normal olarak” görmüyorum, çünkü “savaşta sadece çocuklar ölmesin” demek ne demek; “ey bilim adamları çocukları öldürmeyen silah yapın, anasını, genci, yaşlısını, babasını öldürün” demek değil mi? Savaş öldürür, hem de önüne geleni yok eder. İnsanlığın birikimini yok eder, geleceği yok eder. Savaşa karşı olmak demek, çocuklar ölmesin demek değildir. Çocuk fotoğrafı koyup savaşa hayır demek değildir.
Savaşa ya karşısın ya da savaştan çıkarın olduğu için ticaretini yaparsın, ama bunlardan birisi değilsen başını kuma gömmüş bir devekuşusun demektir. Savaştan kaçarı yoktur, sen her ne kadar savaş ile ilgilenmezsen de savaş senin ile direkt ya da dolaylı olarak ilgilenir. Ya canını alır ya da canın ile bütün birikimlerini, ülkeni, gelecek hayallerini de alır götürür. Savaş; cinsel taciz, tecavüz, organ nakli, çocuk ticareti, kadın, erkek ticareti, yaşı erişkin olmayan çocukların geleceği için satıldığı bir zaman dilimine dönderir. 
İki bloklu dünyadan Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinde yerini aldığı günden beri üçüncü dünya savaşı olmasından daha beter savaşlar dünyanın her yerinde olmaya devam ediyor. Dünya savaşı denmemesinin tek nedeni bloklar halinde savaşılıyor olmamasından kaynaklanıyor. Afrika kıtasında savaş değmemiş bir ülke kalmamıştır sanırım, Ortadoğu sürekli savaş halinde. Avrupa kıtası son yılların en büyük katliamına ev sahipliği yaptı, Asya iç çatışmalar ve Afganistan işgali çokuluslu hale aldı. Hindistan ve Pakistan sınırında yer alan halka karşı savaş halinde. Doğu bloğundan bağımsız olan devletler iç savaştan henüz çıkamamış, barış görüşmeleri dahi yapılmadan parçalı yaşamaya devam ediyor. Dünyanın her coğrafyasında savaş sürüyor ama hala adına üçüncü dünya savaşı diyemiyoruz.
Kapitalizm kendisini, savaş bütçesi ile krizden kurtarmaya çalışıyor.
Ortadoğu işgaller, sınır çatışması derken “Arap Baharı” adı verilen domino taşı etkisi ile ülkenin kader çizgisi kırıldı ve yeni süreç iç çatışma ve sınırları kağıt üzerinden de silen savaşlara sahne oluyor.
Son günlerde yeniden alevlenen İsrail - Hamas savaşına tepki konurken; “katil İsrail devleti” demek bana göre devlet kavramını bilmemek anlamına gelir. Devlet her daim katildir ve kurbanları her daim suçludur. Bu evrensel bir yasadır... Devletin olduğu yerde doğa, insanlar ve diğer canlılar ölür... İsrail, Gazze’ye kara harekatı yapıyorsa ona bu olanağı veren ve ortam hazırlayanlar da vardır ve suç tetiği çeken kadar o tetik çekmek için ortam hazırlayandır. Yani cinayet ortaktır ve tek taraflı protesto edilemez...
Savaş, kısaca ahlaksız ve kuralsızdır. Ahlaksız olanlar savaşı savunur.

İsmail Cem Özkan 

11 Temmuz 2014 Cuma

Fatsa Nokta Operasyonu ve Kemal Türkler suikastı

Fatsa Nokta Operasyonu ve Kemal Türkler suikastı

12 Eylül öncesi, generaller darbe hazırlıklarını tamamlamışlar, gün sayıyorlar. Bu arada bazı testler uyguluyorlar, darbe sonrası bize kimler direnebilir diye... o dönemde en çok dikkati çeken iki örgüt vardır, Devrimci Yol ve sendikalar içinde örgütlü olan TKP. Bu iki örgütün gücünü test edilerek, diğer örgütler ve yapılar içinde tahmini değerlendirmeler yapılabilecek veriler sunacaktır. Devrimci Yol örgütünün gücünü en güçlü olduğu yere bakanlar kurulu kararı ile ‘Nokta Operasyonu’ adı altında Fatsa bir sabah vakti kuşatılıyor.
Fatsa, 11 Temmuz 1980 sabah erken saatlerinde polis, asker ve sivil faşistlerin katılımı ile operasyona gözlerini açtı. O operasyonun gelişi daha önceden belliydi, çünkü yasalara uygun yapılmak adına kararlar alınmış, o kararlara uygun düzenlemeler yapılmış, 8 Temmuz günü operasyon öncesi dönemin genelkurmay başkanı Kenan Evren Fatsa’ya gitmiş, birlikleri denetlemiştir. Fatsa, Çorum olayları sonrası hedeftir, o hedef Kenan Evren daha sonra konuşmalarında böbürlenerek açık hava ve medya karşısında açıklamıştır.
Fatsa, 12 Eylül Faşist Darbesine giden en önemli kırılma noktasıdır, çünkü dönemim darbe hazırlayıcıları nasıl bir direniş ile karşılaşacaklarını zaman zaman test etmekte, kendilerinin bilgileri ile değişik yerlerde olaylar çıkarılmakta ve tepkiler ölçülmektedir. Fatsa dönemin en önemli ve gelişmiş örgütü olarak görülen Devrimci Yol’un gücünün test edildiği önemli bir noktadır. Zaten operasyona adını veren nokta aslında 12’den vuruşu temsil etmekte ve hedefe direk bir atıştır. Orada yaşanması ihtimal direniş, tarihin akışını değiştirecek boyuttadır, çünkü direniş, tahmin edilen örgütsel yapının da gücünü ortaya koyacaktır. Ve beklenen direniş orada direniş gerçeklemeyince dönemin başbakanı Demirel, yeniden gücünü ele geçirmiş krallar gibi böbürlenerek yukarıdan konuşmalar yapmış, hatta operasyonu yetersiz görmüş, kökünü kazıyın anlamına gelen sözler edivermiştir. Aynı zaman dilimine gelen Çorum’u bırak Fatsa’ya bak diyerek, Çorum içinde gerçekleşen katliamın da üstünü örten bir gündem değiştirme siyaseti de gütmüştür. Ama Demirel uzak görüşlü değildir, çünkü orada askerler kendileri için gerekli verileri almış ve test amacına ulaşmıştır. Demirel’in sözünü dinleyecek olurlarsa darbe için bir neden ortadan kalmış olacaktır.
Ve Devrimci Yol Fatsa’da gerekli direnişi gösteremeyerek bir anlamda orada yeniliyor, gerektiği gibi direniş gösteremeden Fatsa’dan çekiliyor, çekilmeyenler ise yine Fatsalı faşistler ile polisler, askerler eşliğinde ev tespiti yapılıp evlerden alınıp işkence tezgahlarına alınıyorlar... Devrimci yol benim bakış açıma göre esas yenilgisini o gün yaşamıştır, 12 Eylül sadece malumun ilanı oluyor...
Buna benzer bir test TKP’ye Kemal Türkler üzerinden yapılacaktır. Çünkü önemli bir sendika lideridir. Önemli bir isimdir ve sıradan biri değildir, itibar sahibidir, ona yapılacak her türlü girişim, hem TKP’ye karşı hem de işçi sınıfına yapılmış hareket olarak algılanacaktır.  Darbeciler, sol ve solun yasal zeminde çalışanları bir solcudan daha iyi bilmektedir. Kime ne yapılacağını, kimin hedefe alınacağını bilecek kadar istihbarat bilgileri ellerinde vardır. Darbe için kimlere eylem yapmaları için ortam hazırlanacağını, kimlerin hangi eylemde nasıl bir tepki vereceğini önceden bilmekteler ve gerekli gördüklerinde tepki verecekleri ortamlar hazırlayıp, o tepkilerin verilmesini beklemekteler. Darbeciler örgütlüdür ve örgüt olmanın gereği, istihbarat ağına sahiptirler, lojistik sorunları yoktur, paraları vardır, toplumu etkileyecek gladio (kontrgerilla) emirleri altındadır.
O dönemde TKP gibi güçlü, yaygın bir örgütün gücü, öyle bir insana karşı bir operasyon yapılmalıdır ki, TKP gerçek gücü ortaya çıksın. Yaygın olarak kabul edilen ve olduğu farz edilen örgütlü güze sahipler mi, yoksa bir balon gibi bir olayda patlayıp yok olacak tepki mi verecekler.
Kemal Türkler işte bu 12 Eylül giden yolda ikinci kırılma noktasıdır. 22 Temmuz 1980 günü evinin önünde vurularak öldürülür. Planlı, sistemli bir şekilde yapılan işlemdir. Beklenildiği gibi TKP gücünü bu cinayet sonrası ortaya koyamaz ve genel grev gibi bir tepki ile cinayete karşı tepkisini ortaya koyamaz. Beklenenin altında bir tepki ortaya çıkar, duvarlar yazılır, dergi sayfalarında duygular ifade edilir ama sokaklar sanıldığından ve olağan giden cinayetlerden öte bir tepkiyi ortaya çıkarmaz.
Türkler bir cinayete kurban gitmiş gibi gösteriliyor, kontrgerilla kontrolünde esas suçlular hiç bir zaman açığa çıkmayacak cinayetin bir öznesi oluveriyor. Ama ileri ki zamanda biliyoruz ki, bu cinayet 12 Eylül’ün son dönemecini işaret etmektedir. Cinayetin üstü 12 Eylül örtmüştür. Kemal Türkler ölümünden sonra TKP ne yapacak diye beklendi, ama beklenen ne grev oldu, ne sokak çatışmaları. 12 Eylül günü TKP ve onun etkilediği sendika liderleri cezaevi kapısına dizilip tutuklanma sırası yapmaları tesadüfi değildir, bekleneni yapmışlardır. TKP Kemal Türkler öldürülmesi ile tıpkı 11 Temmuz’da Devrimci Yol’un yenilgisi gibidir, sonuçta yenilmiştir.
Sol, 12 Eylül’de yenildi sanılır ama yukarıdaki bakış açıma göre çok daha önce yenilmiş, ve gelmekte olan darbeye karşı örgütlenememiş, halkı örgütleyememiştir. Yenilginin bir anlamda 12 Eylül ile ilişkisi yoktur.
Generaller testlerden elde ettikleri veriler ile darbe yapmış, darbenin ilk günlerinde önceden planladıkları her ne ise planlı ve sistemli olarak hayata geçirmişlerdir. Her türlü direnişi yok sayma ve işkence tezgahlarını ülkenin her yerine yayarak olması olası tüm direniş alanlarını korku ile yok etmiştir. Darbe uzun sürede planlanmış, alt yapısı en ince detaya göre planlanmış ve 12 Eylül sabahı hayata geçmiştir. Bu darbenin tek kahramanı askerler gibi görülse de bu planların pentagon’da yapıldığı ve “bizim çocuklar başardı!” diyerek kadehlerin kalktığını anılardan biliyoruz. 12 Eylül günü yaşanan kırılma aslında daha önceden planlanarak yapılmış ve direniş gösterebilecek tüm güçlerin gücü test edilmiştir. 12 Eylül ülkede alışagelmiş tarih çizgisinin ortadan kaldırılması ve ülkeyi Ortadoğu ülkesi haline götüren sürecin de başlangıcı sayılır. Ülke yeni ekonomik ve siyasi tercihleri bugün yaşadığımız olayları doğurmuştur ve bu kırılmanın sonucu ve tercihi artık bize olağan gelir konumundadır.
Sol, hep övünür, bizler 12 Eylül geldiğini önceden bildik, bazı örgütler kadrolarının bir bölümünü yurtdışına çıkarmış ama yenilgiden kurtulamamıştır. Devrimci örgütler devamlılık gösterememiş ve yeniden toplanmaları 12 Eylül öncesi gibi örgütlü hale gelmeleri imkansız hale gelmiş, her toplanma girişimi yeni dağılma ile sonuçlanmıştır.
Olayların sonuçlarından duruş noktama göre çıkardıklarım böyle, elbette her kişi duruş noktasına göre tarihi yeniden değerlendirebilir. Belki benim görmediğim başka gerçekler vardır, onları da o olaylar sırasında yaşayanlar açıklasınlar ki, bizden karşılaştırmalı olarak tarih bilgimizi düzenleyelim.

İsmail Cem Özkan

6 Temmuz 2014 Pazar

Önce güvenlik!

Önce güvenlik!

Madenlerin girişinde yazılıdır; "önce güvenlik" ... Tıpkı bizim sol örgütler gibidir madenler, güvenlik vurgusu yapılır ama hiç bir şekilde güvenlik önemli alınmaz, bir birine benzer cinayetleri yaşarlar ve hep suçlu karşı taraf olur. Bu kadar cinayet, bu kadar ölümlerden hala ders çıkarılmamış ki, aynı hatalar ve aynı boş vermişlik sürüp gidiyor.
Yakın tarihimiz içinde bir çok ölüm oldu ve zamanı geldiğinde anma toplantıları yapıyor, belleğimizde o yaşananları tazeliyoruz, neden, çünkü unutmamak ve ders çıkarmak için. Fakat bugün dahi o olaylardan ders çıkamadığımızı el yordamı ile yol almamızdan bellidir. Hala denenmemiş bir şey var mı, deneyelim, yeni birliktelikler, cepheler kuralım arayışları devam ediyor.
Sol kendi içinde ve dışında oluşmuş olan kriz yönetimini yönetememektedir.
Kriz yöntemini başarılı bir şekilde yürütüyor olsalardı, bugün birbirinden küçük örgütler olmaz, birbirine çelme takmak için fırsat kollayan taraftarlar olmazdı. En ufak bir eylemde pankartını alıp en önde yürümek ve fotoğraf çekmek için birbiri ile kavga eder konumda olmazdı.
Maden girişlerine tabela asmak sorun değil, öncelikle o tabelada yazılı olanı gerçekleştirmek için mücadele etmek gereklidir. Güvenlik önemli alınmayan, kurtarma odası olmayan madende; örgütlü olan işçileri çalıştırmamak için mücadele etmek gereklidir. Maden kazası adı altında cinayet işlenmeden kavga verilmelidir, sonra cinayet işlendiğinde suçu karşıda aramaya devam edebilir ama örgütlü yapılar üstüne düşeni bir yerine getirmek zorundadır.
İş yerlerinde iş cinayetlerini durdurun demek kolay ama iş yerlerinde iş güvenliği için işveren ile kıyasıya mücadele etmek işçi sınıfının örgütlü yapılarının görevidir. Orada tek başına ve bireye özgü güvenlik olmaz, güvenlik her çalışanı kapsar ve onların sağlıklı çalışma için ortam yaratılması ile sonuçlanır.  Sendikalar, iş yerinin güvenliği ve sağlığı için mücadele işini yasalara ve kararnamelere bırakmış gibidir, bunların yetersiz olduğu yaşanan cinayetlerden bellidir.
Sol yaşama hakkı için mücadele eder... Her şeyin üstündedir yaşama hakkı. ‘İşkenceyi durdurun!’ derken bile yaşama hakkına sahip çıkılır, ‘savaşı durdurun!’, ‘savaşa hayır!’ derken temelde yaşama hakkıdır, ‘iş cinayetleri unutulmayacak!’ derken bile yaşama hakkına vurgu yapılır... Ama bu kadar vurgu yapılırken nedense güvenlik önlemi alınmaz...
Sol kadere inanmaz...
Mücadele alanlarında nedense güvenlik eksiliği mevcuttur, oraya gelen her şeyi göze alarak gelmiştir, tüm saldırılara açık olarak, yaşama hakkını hiçe sayarak...
Örgüt olmak demek, kendi kitlesinin yaşama hakkını en üst seviyede korumasını bilen ve her türlü olasılığı düşünüp ona göre önlem almasını bilmektir...
Olay olduktan sonra çözüm aramak ve başkasının yardımına muhtaç olmak örgütsüz olmak ve bireysellik anlamına gelir...
Örgüt vurgusu bol olan bir yazı oldu ama örgütsüz toplum parçalanmaya ve her türlü yaşama hakkı yok sayılmaya devam eder. Bugün her birimiz sadece mücadele alanında değil, karayoluna çıktığımız ama güvenlik sorunu ile karşı karşıyayız, çünkü freni patlamış bir araç hiç beklemediğimiz an üzerimizde olabilir. Örgütlü olan bireyler işte devlet denen mekanizmaya sadece temsil ettiği kitlenin çıkarını savunmayı değil, halkın çıkarını savunacak güvenlik önlemleri almaya da zorlar. Arabanın frenin patlaması bir maden kapısında yazılı olan “önce güvenlik” sözünün yok sayıldığını kanıtıdır. O araç o halde trafiğe çıkıyorsa, orada bir suistimal ve güven zafiyetinin kanıtıdır ve bunu kontrol etmek ancak örgütlü yapıların denetimi ile olur. Bugün araçların güvenliğini bile bir Alman kurumuna (TÜV) bırakıyorsak, bu ülkede ne kadar örgütsüz ve kaderi ile baş başa bırakılmış bir kitle ile yüz yüze olduğumuz gerçeği ile karşılaşırız… Elbette sadece karayolları ile değil, her alanda güvenlik eksiliği söz konusudur.
Sol, öncelikle örgütlü toplum yaratmak için uğraşmalıdır. Yaşamın her alanını kucaklayacak şekilde denetim mekanizması kurmalı ve onun içinde yapılanmalıdır. Sadece politik hedefler ile devrim olsun sonrasına bakarız mantığı ile yapılan her iş başarısızlığı ve devrim sonrası yaşanacak kaos ortamına yapılan bir yatırımdır.
Yaşama hakkı için önce güvenlik!
Güvenlik içinde öncelikle örgütlü toplum yaratmaktan geçiyor.
Örgütlü toplum, karşılaştığı sorunlar karşısında kriz yönetmesini ve kriz koşullarında nasıl davranmasını bilir, ona göre esneme gösterebilir.
Bugün yaşadığımız solun dağınık hali, solun krizi yönetemediğinin bir kanıdır. Krizleri yönetmesini bilmiş olsaydı, bugünlerde yaşanan bir siyasi partinin iki ayrı kongresi olmazdı.
Krizleri yönetmiş olsaydı, 12 eylül öncesi siyasi yapılar ile direk bağlarını korumuş ve devamlılık esasını sözde değil, yaşamın her alanında göstermiş olurdu.
Bugün dahi sol, eski gücüne ulaşamıyorsa, kriz yönetmediği ve eski üyelerinin eteğinde birikmiş taşları yok edemediği içindir.
Hala her şeyi ben bilirim, her şeyi bir dergi sayfaları açıklarım ve tek doğru mantığı ile hayata baktıkları için başarılı olamamışlardır.
Sol örgütler her şeyi bilmiş olsalardı ne dine, ne de bilme ihtiyaç olurdu.
Sol, koşullara göre değişen, dinamik yapısını geliştiren, fırsat eşitliği ilkesini savunan, yaşama hakkının temeline alan bir ideolojinin üründür, aksi halde mücadele ettiği kesmin kopyası olur ve kopya aslının yerini hiçbir zaman alamaz.
Sol iktidar mücadelesi yapmak istiyorsa, mücadele ettiği kesimi kopya etmekten vazgeçip, kendi önceliklerini ve sınıf mücadelesini öne almak zorundadır…
Yaşama hakkını sol savunur, o yüzden hemen şimdi barış demek için sesini yükseltir.
İsmail Cem Özkan