Galata Gazete


30 Ağustos 2014 Cumartesi

Faytonların sesleri şehirleri terk ederken…

Faytonların sesleri şehirleri terk ederken…

Şunun şurası yüzyıl önceden az bir süreç içinde tüm şehirler at sesleri ve faytoncuların sesleri sokakların seslerine karışır, bazıları müşterisinin acelesine göre hızlı, bazısı bir seyir halinde Arnavut kaldırımlarını arşınlarlardı. Atlar, şehirlerin vazgeçilmez araçlarıydı, çünkü motorlu aracımız yoktu. Padişahlar bile törenlere atlar ile gelir, saray arabalarını öyle bir şekilde süslerlerdi ki, sultanın gücünü gösterirdi. Bugün uzak doğuda otobüsler faytonlardan aldıkları mirası taşırlar. O kadar süslü, dantelli, her bir parçasında bir başka hikaye anlatılır. Bizde at arabaları ve atlar çabuk şehri terk etti. Atlar doğa ile kucaklaşmadan sur diplerinde kesildi, sucuk olarak marketlerde yerlerini aldılar. Önce eşekler yok oldu, şimdi birkaç yerde gördüğümüz atlarda yok olmak üzereler.
Son günlerde faytonlara karşı bir protesto görüyorum. Güya at dostu olduğunu söyleyenler faytonlara karşıymış. Ben o karşı olanlara soruyorum neden at yarışlarına karşı değilsiniz, çünkü parası olanlar sizin kulağınızı çeker korkunuz var değil mi, ama zavallı faytoncular, onlar varoşların insanları, en alttakiler... Onların ezmek için imza kampanyaları yapın, onlara karşı sesinizi yükseltin, köpekler bile fakirlere havlar...
Faytonlara karşı olmak bana göre saçma bir düşünce, çünkü faytona binmezsen işlevi olmayan atlar zaten ölecek... Şimdi en azından yaşıyorlar!
Atlar yerine arabayı koyalım, araba çevreye verdiği zarar çok büyük. kuşlar ölüyor, ekoloji bozuluyor, organik yaşamı yok ediyor. Ve sizler hepiniz araçlara biniyorsunuz, neden? Binmeyin, çünkü sizler dolaylı katilsiniz, öldürüyorsunuz canlıları... Atlardan daha büyük bir topluluğu yok ediyorsunuz, katiller! Neden faytona karşı gösterdiğiniz duyarlılığı araçlara göstermiyorsunuz, binmeyin araçlara... Fayton duyarlılığı olanlar araçlara binmeyin, ne uçağa, ne gemiye, ne de otomobile... Hele motobisikletlere asla binmeyin... Bindiğiniz an katilsiniz! Çünkü doğanın sırtına hançer saplıyorsunuz...
Faytonlar sayesinde at çiftlikleri dışında en azından atlar hala toplum içinde yaşıyor, faytonlara ve atlara bakarak geçmişte ulaşım nasıl yapıldığını görüyor çocuklar, araçlar yeni icat edildi sayılır, geçmişin yaşayan ulaşım araçlarını yok etmeyin!
Atlar en azından yaşasın, bakın hiç çevrenizde eşek görüyor musunuz? İki ayaklılardan bahsetmiyorum...
At yarışlarına hayır derseniz bir mantığını bulurum ama fayton düşmanlığını anlamadım. Kim bu önermeyi yapmış ise, faytondan sonra orada büyük olasılıkla başka şeyden para kazanmak isteyen biridir... Çıkarınız için faytonları yok etmeyin, bırakın nostaljik olarak yaşasın... Atlar için daha iyi ahırlar ve bakım isteyin... Fayton kullananlara devlet teşvik versin ki, atlara daha iyi baksınlar...
Fayton gidecek yerine ne gelecek? Bisiklet kiralaması yapan firma mı? Atlara acıyorsanız binmeyin faytona.
Faytonlar zaten ne kadar kaldı, hangi şehirde, hangi adada fayton var?
Fayton gidince yerine araç gelecek, çünkü ev taşınacak, kışlık odun. Onları taşımak için araç şart diyeceksiniz ve o güzelim doğaya gaz bırakacaksınız, yağ bırakacaksınız, lastik bırakacaksınız, atlardan daha fazla kirlilik üreteceksiniz, çünkü sizler çöp üreten canlısınız. Doğaya yapmış olduğunuz tek olumlu şey nedir bilmiyorum ama olumsuzluğunuz o kadar çok ki, bugün yaşanan aşırı sıcaklar sizin eseriniz, geliştirdiğiniz ve övündüğünüz teknolojidir. Faytonlara karşı olanlar neden bu ekolojik değişimi yapan sanayicilere ve daha çok kar elde etmek için doğaya hançer saplayanlara karşı seslerini yükseltmezler? Çünkü bu at sevdalısı olduğunu söyleyenler genelde onların yanında paralı köledir! Para için boyun eğerler, ses çıkarmazlar. Ama zavallı faytoncular olunca, onların şartlarını iyileştirmek için kavga etmek yerine, “kaldırın” diye feryat ediyorlar, feryat edenler çok yüzlüdürler… Kimse kimseyi kandırmasın, sizin at sevginiz yalan, inandırmazsınız bana, çünkü at sevgisi olan doğa sevgisi olan ve ona sevgi ile yaklaşandır. Doğa sevgisi olan doğal olanlar ile yaşamını sürdürmenin yollarını arar, betonlar arasında, gaz çıkaran araçlar içinde sadece faytonculara karşı bildiri yayınlamak sadece etik kurallarından yoksun olmak anlamına gelir, faytonculara karşı olduğunuz kadar at yarışlarına ve sporu sanayileştirenlere ve kumar aracı yapanlara karşı olur!
Bugün şehirler, geçmişin seslerini taşımıyor. Geçmişten kopuk, Arnavut kaldırımlarının yağmur sonrasında bıraktığı toprak ve gübre kokusu yok… Şehirler daha çok fosseptik çukurundan yayılan koku gibi, pislik her yerde ve pislik yaratanlar, çevresinde yaşayan canlıları yok ediyor. O coğrafyada yaşayan gerçek ev sahipleri yerini betonlar almış, insanlar o betonların içinde diğer tüm canlıları yok eden ilaçlar üretmiş, evlerini sürekli ilaçlıyorlar. Siz hiç gördünüz mü çevreniz bir kirpinin özgürce dolaştığını?
Faytonlar geçmiş yüzyılın sesini günümüze taşıyan bir araçtır, sadece nostaljik bir sembol olarak çok az yerde varlıklarını korumaya çalışıyor. Bu sembolik şeye karşı olunurken, geçmişinizi yok etmeye ve belki de bilinçaltınızda olan geçmişinizin üzerine sünger çektiğinizin farkında mısınız?
Geçmişten günümüze gelen küçük bir sesi boğmak size ne kazandırır bilemem, çünkü ben ticaretten anlamam. Faytonların yerine ne ikame edeceksiniz, nasıl para kazanacaksınız bilmiyorum. Faytonlara karşı olmadan önce at yarışlarını ve atları yarışçı şekilde yetiştirilmesine karşı olun derim.
İsmail Cem Özkan

“Bunu ben demiştim” yazısı!

“Bunu ben demiştim” yazısı!

Türkiye sürekli bir rotadan öteki rotaya oturuyor, sürekli değişim içinde. Bu rota elbette batıya doğru değil, Ortadoğu çöllerine doğru gidiyoruz. En son bizler Ortadoğu çöllerinde trenlerimizi ve bitle mücadele ederken bitap düşmüş, sonra ayaklanan Arap milislerin attığı kurşunlar ve İngilizlerin sağladığı olanaklar ile çöl kumlarını kan ile sularken bulunmuştuk. Lozan sözleşmesinden sonra çöller yerine yönümüzü Osmanlının kuruluşunda olduğu gibi batıya dönmüş, o tarafa doğru rotamızı çizmiştik. Ulus devletin kapalı ortamında, sınırlarımızı kalın duvarlar ile örüp, içte sermeye biriktirirken hedef batıydı. 24 Ocak kararları sonrası rotamızın yönü değişmeye başladı, sınırlardaki kalın duvarları yok ederken, sermeye birikimi artık yeterli görülmüş, özelleştirme ile dünyanın her yerinden sermaye akışına olanak sağlanmış.  Para girişi ile birlikte oluşmuş olan tüm değerler, giren paranın amacına doğru değerler birer birer yok oldu ve yerini yeni değerler oluşmadı. Yeni Türkiye bu oluşturulamayan değerler üzerinden yeni kültürünü ve rotasını çizdi. Bu rota Ortadoğu ülkesi gibi olacağımız günleri işaret ediyordu. Güçlü iktidar olacaktı, bu güçlü iktidarın da elbette güçlü lideri olması gerekliydi ve lider de zaten kısa sürede bulundu!
Türkiye’nin kaderi iç dinamiklerden daha çok, dış dinamiklerin etkisi ile değişmektedir. Bu kapitülasyonlardan bu yana süreklilik arz eden bir durumdur. Kısaca iç dinamiklerimizin gücü iktidara bir şeyleri değiştirmeye yetmemektedir. Elbette bu sözü söylerken iç dinamikleri yok saydığım anlamına gelmesin. Elbette iç dinamiklerin de etkisi olduğu rota düzeltmeleri olmuştur, fakat o kadar az ki artık genel çizgiyi etkileyecek boyutta değildir. Tarihimiz içinde değişik zamanlarda kırılmalar olmuştur, bu kırılmalarda tetikleyen unsur her ne kadar iç kırılmalar gibi gözükmüş olsa da sonuçta bu işten kimler karlı çıktı diye baktığımızda ne yazık ki bu değişimlerden en çok dışarıdaki dinamiklerin yararlandığını görürüz.
Genel değerlendirme sonrasında günümüze gelelim, çünkü oluşmuş olan 12 Eylül kırılmasının hala bizler artçı kırılmalarını yaşıyoruz. 12 Eylül’de rotamızın oturtulduğu hat henüz aktüel olma özelliğini korumaktadır. Her kriz dönemi, bir anlamda artçı sallantıyı işaret eder, zamanlaması ortalama on yıl olarak düşünebiliriz. Doksanlı yıllarda “çakıl taşı vermeyiz” denemesinden, bugün daha farklı söylemler ile başka kırılmalar yaşamaktayız. Elbette iktidarı güçlendiren ve iktidarı besleyen bir takım olaylar olmuştur. Eğer bir operasyonda iktidar güçlenerek çıkıyor ise, orada yapılan iş iktidara karşı değil, iktidara rağmen iktidarı güçlendiren bir şeydir. Bugün gelinen ve halkın sandıklarda desteklediği bir lider olması gereken yerdedir, çünkü başka seçenek düşünülecek ve onu zayıflatacak her hangi bir siyasi oluşum yoktur. İktidar, bu iktidara rağmen iktidar olma özelliğini koruyorsa, orada onu iktidarda tutan muhalif bir yapının varlığından söz edebiliriz. Kısaca ve açık olarak dersek, iktidarı muhalefet beslemekte ve iktidarın tüm olumsuzluklarının üstüne perde çekmekten başka işlevi yoktur. Çünkü muhalefet, iktidarın sadece bir yönünün kötü bir kopyasıdır, iktidar ihtiyaç duyduğunda o yönü kendi çıkarı için rahatlıkla kullanabilmektedir. Bugün mecliste bulunan tüm siyasi partiler siyasi iktidarın kriz döneminde yan değneği olma özelliğini göstermiştir. Her kriz döneminde muhalefet partisi değişmiş olsa da genel gözlem içinde her biri zaman içinde yan değnek olarak iktidarın iktidarda kalmasını sağlamıştır. Yani iktidar kriz yönetmesini bilmiş ve iktidar ömrünü uzatmıştır.
Erdoğan siyasi bir liderdir. 12 Eylül siyasi perspektifine uygundur. Hatta arzu edilen bir profile sahiptir. Erdoğan iktidara geldiğinde lider konumunda değildi, zaman içinde lider olmaya ve konulara hakim olmaya başlamış, bugün artık her şeyi ben bilirim konumuna gelmiştir. Erdoğan iktidara geldiği günden bugüne hep kendisini güçlendirmiş, çevresini de rant ile beslemiştir. Her şeyden rant elde etmeyi bilmiş, inşaat sektörünü, ekonomik işleyişi rakipleri karşısında gerek gördüğünde bir silah olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Siyasi güç aynı zamanda ekonomik gücü artırmış, ihalelerden “sakal ovuşturmak” doğal olmuştur. Herhangi bir ihaleden aracının yüzde alması, uluslar arası firmaların değişik ülkelerde rüşvet davalarının açılması ve ceza almasına rağmen ülkemizde her hangi bir tepki olmaması bu işleyişin bizde doğal karşılandığını işaret etmektedir.
Erdoğan cumhurbaşkanı yemini ederek yeni bir sürecin de başladığını işaretini vermiştir. Daha yetkili, daha sorumsuz sorumlu olacağı bir süreç. Çünkü devlet işleyişinden başbakan sorumludur, ama bakanlar kurulunu gerek gördüğünde yeni konumu ile Erdoğan rahatlıkla başkanı olabilecektir. Bakanlar kurulu aldığı her kararı Çankaya taşıyıp fikir alacaktır. Bu beklentiyi bizzat Erdoğan seslendirmektedir.
Yeni süreç elbette yeni operasyonel işleri de haber vermektedir, çünkü cemaate karşı başlatılan ve halen süren bir hareket var. Bu operasyonel dönemde bakanlar kurulu ve AKP yeniden dizayn edildi... Bu yeni düzenlemede Hüseyin Çelik kapı önüne bırakıldı bir anlamı ile, peki neden? Hiç vazgeçilmez olan Hüseyin Çelik neden kapı önüne bırakıldı?
Benim aklıma gelen şey; yeni düzenlemede cemaatlere karşı bir operasyon yapılacak, bu cemaat sadece Gülen çevresi değil, daha geniş düşünülüyor! Bunun ile ilgili ilk ipuçları cemaat medyasında verildi. MİT, cemaati gözlem altına almış, içinden bilgiler alıyor. Kim, nerede, ne yapıyor biliniyor. Erdoğan ne demekteydi, “inlerine ineceğiz!”
Evet, bu “inlere inme” işini yeni sorumlu başbakana yaptıracaklar, çünkü devlette devamlılık esastır.
Peki, Hüseyin Çelik kimdir, ne yapar? AKP dışında ilgilendiği işleri var, vakıf yönetiminde ve cemaat işleri ile içli dışlı. Öte yandan Kürt konusunda duyarlı, Kürdistan yönetimi ile ilişkileri var. Ermeni açılımının mimarları arasındadır. Van’daki Ermeni Kilisesinin açılması ve sene de bir de olsa ibadet yapılmasının mimarlarından. Ama onun hükümet için zayıf karnı cemaat ilişkisi olarak görüldüğünü düşünüyorum. O, AKP sözcüsüdür, o yüzden her konuda bilgi sahibidir, şimdi yapılacak olan operasyonda bilgi sahibi olması istenmemektedir. Çünkü en ufak sızma planların ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Çelik, anladığım kadarı ile hükümetin ve AKP’nin cemaat tarafından zayıf karnı olarak görülmektedir.
Kurulan yeni düzenleme, iktidar partisini seçime götürecek kadroları belirleyecektir, yeni milletvekillerini seçecektir. Seçim koşullarına rağmen seçim deneyimi olan Çelik, kapı önüne bırakılıyorsa, basit, sıradan bir şey olmadığını bana düşündürüyor...
Düşünüyorum ama doğru mu çıkacak, bunu zaman gösterecektir

İsmail Cem Özkan

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Obruk tehlikesi şehirlere indi!

Obruk tehlikesi şehirlere indi!

Gün geçmiyor ki ekoloji sistemimizde değişimi konuşmayalım. Yıllar geçmiyor ki, her gelen yaz diğerini aratır hale gelmesin. Yazları çok sıcak ve hatta zaman zaman fırtınalara teslim olduğumuz, felaketler ile iç içe yaşar olduk. Anlık yağışlar ve sel felaketleri toprağı beslemez, çünkü toprak bir anda yağan yağmur etkisi ile suyu içine almaz ve beton işlevi görür.
Yer altı yatırımı olmayan şehirler bir yandan susuzluk tehlikesi ile karşı karşıyayken, öte yanda sel sorunu ile uğraşmaktadır. Çelişki gibi duran bu durum yaşadığımız yazın küçük bir öyküdür.
Kurak bir yaz geçirdik ve geçirmeye de devam ediyoruz. Her ne kadar su baskınlarına neden olan sağanak yağışlar olmuş olsa da; susuzluğumuzu yok edemedi. Kuraklık barajlarımızda suyu buharlaştırdı, şehirler ırmaklardan ve çaylarda son kalan suyu içme suyu olarak çekiyor. Susuzluk artık bir gerçek, su borularından yosun kokusu geliyor, tuz kurudu ve kokuyor!
Bu durum başka bir gerçeği de fısıldıyor, İstanbul ve diğer şehirler için “obruk” tehlikesi var!
Toprağın çökmesi ile oluşan baca veya kuyu görüntüsü veren derin çukurluklara verilen addır, obruk. Çökme içinde yer altında bir boşluk olması gereklidir. O boşluk değişik nedenler ile oluşabilir. Yer altı suyun çekilmesi, maden ocağının üretimi durdurması ve o alanın terk edilmesi ve bir çok neden. obruk için yer altında boşluk olması ve zaman içinde çökmesidir. Bu bilinen bir gerçektir ve ülkemizde Konya Ovasında meydana gelen obruklar ile uzaktan da olsa bilgi sahibiyiz.
Şehirlerimizde obruk tehlikesi varsa, bu tehlikeye karşı nasıl bir tedbir alınıyor?
O konuda bir çalışma var mı?
İstanbul’un altında yer alan kireç taşları üzerine yapılmış bir çalışma var mı?
İstanbul yer altı suları konusunda bir çalışma yapıldı mı, bu konuda elimizde veriler bulunmakta mıdır, yer altı sularının durumu nedir? Çünkü barajların boşalması her ne kadar acil bir konu olarak karşımıza geliyorsa, aynı derecede ve daha tehlikeli olan şey yer altı sularının yok olmasıdır. Ve hayati boyutta önemlidir, çünkü önceden bilinmeyen bir yerleşim yerinde o çukurun oluşması bir çok insanımızın yok olması anlamına gelir. Sadece barajları beslemez yer altı suyu, aynı zamanda toprağı besler. Toprak öldüğünde orada yaşam olmaz.
Elbette şehirler için bu soruyu sormamı gerektiren bir çok neden var ama en önemlisi belediyelerin hizmeti olan yol ve kaldırım çalışmasıdır, çünkü toprağın üstünü beton ile kapladılar, parklar sosyal tesis adına beton ile kaplandı ve doğal olarak yıllardır toprak su ile beslenmiyor...
Bu beton ile kaplanan yerlerin altında bulunan yer altı sularının da yok olduğunu düşünüyorum.
Obruk konusunda sorduğum soru hayati olarak karşımızda duruyor ve depremden daha tehlikelidir...
Yerleşim yerlerinde gözükmez gibi bir düşünce yanlıştır, Almanya’da maden ocakları kapanan şehirlerde gözükmüştür. Araştırırsanız dünyanın bir çok yerleşim yerinde obruk gerçeği ile karşılaşırsınız.
Bu konuda farkındalık yaratıp, sorunu görünür kılmak zorundayız, çünkü birden her hangi birimiz bu çukurlara düşme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Yer altı suları su ile beslenmediğinde kaçınılmaz olarak boşluklar oluşur ve yeryüzünün basıncına dayanamaz. Bu bir depremden daha sinsidir ve ne yazık ki ölümcüldür.
Obruk, Konya ovasından şehirlere indi, bu sorun ile baş edilebilinir, yeter ki elimizde veriler olsun. Görebildiğim ve araştırmalarımın sonucunda elimizde veri yok, hatta bir çok şehrimizin yer altı haritası dahi yoktur. Bu sorun zengin fakir ayrımı yapmaz, neresinin altı boşaldığını bilemeyiz. Hiçbir bina obruk karşısında güvenli değildir, hiçbir gökdelen obruk içine düşmez ve yıkılmaz değildir. Binaları depremlere göre yapanlar, obruk karşısında çaresizdir. Bizim bilmediğimiz ve yer altı sularının yapmış olduğu nice yer altı nehri kurudu, mağaraların içi büyük olasılıkla boş!
Bir çok şehirde kanalizasyon ağı yok, yer altına bırakılıyor kanalizasyon. Kanalizasyonun yaratmış olduğu gaz sıkışması ve patlamasının tehlikesini İstanbul’da yaşanan çöp patlaması ile görmüştük. Yer altında bizi bir çok tehlike bekliyor ya da oluşmaya ve olgunlaşmaya devam ediyor…
Her an bir obruk gerçeği ile karşılaşabiliriz. Bunun tek suçlusu elbette var olan iktidar ve yönetim değildir ama önlem alınmazsa ne yazık ki, işlenen cinayette en büyük parmak izi sahibi olarak anılacaktır.
Şehri yönetenler, lütfen toprağın su ve hava alması için mekanlar yaratın, çünkü o canlıdır ve sürekli değişim yaşar. Ekolojik sistemin en önemli ayağıdır, onun üzerini beton ile kaplamayın, nefes alamazsa ölür. Bırakın, şehir biraz tozlu olsun, yağmur yağdığında şehir toprak koksun!

İsmail Cem Özkan

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Harun Karadeniz’den Burhan Karadeniz’e…

Harun Karadeniz’den Burhan Karadeniz’e…

“Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya." Kazım Koyuncu 
Bir Karadenizli olan Kazım koyuncu dillendirdiği bir gerçeği, Karadeniz soyadını taşıyan iki güzel insan ile bağlantı kurduğunu acaba biliyor muydu bilmiyorum ama hiç bir şekilde birbirinin yüzünü görmeyenler aynı duygular içinde birbirini kucaklamış, bir geleneğin devamcıları ve geliştiricileri olmuşlardır. 
Harun Karadeniz kanser hastası olarak aramızdan ayrıldı ama onun kansere giden yolculuğu işkence, zulüm ve 68 tarihidir. Öğrenci lideridir, Amerikan hegemonyasının ülkemizden sökülüp atılması, tam bağımsız Türkiye şiarıdır. Halk için halkla birlikte, imtiyazlı değil, fırsat eşitliği, ortak üretim ortak yaşam, işçi sınıfı ile birlikte aydınlığa inandı. Yoldaşı, dostu Vedat Demircioğlu öldürüldüğünde kavgasının sınıfsız olamayacağını daha güçlü sesle haykırdı. Öğrenci lideriydi, öğrencilerin sınıf ile buluşmasına doğru adımlar atmıştı, doğal olarak onun bu çıkışı, oligarşinin oklarının da ona doğru dönmesini kaçınılmaz kıldı. Tutuklandı, işkence gördü, direndi. 
Direnişi, kaldığı yerlerin kötü koşulları onun kanser hastalığına yakalanmasına neden oldu. O bir kanser hastasıydı ve tedavi olması gerekliydi. Devlet onun tedavisine izin vermedi. Ölümü dört duvar içinde karşılaması için elinden geleni yaptı. Cezaevinde hayatını kaybetti. 
O  bir simgeydi, o bir devrimciyi, o bir liderdi. 
Yaşadıklarını kaleme aldı, düşüncelerini, beklentilerini yazıya döktü. O sadece yaşamakla kalmadı, yaşadıklarını da yazıya alarak tecrübelerini, birikintilerini ve zamanının ruhunu ileriye taşıdı. 
Harun Karadeniz şimdi bir mezarda yatıyor, sessiz. Karacaahmet mezarlığında bir yolun kenarında, önü mezarlık duvarı ile çevrili bir şekilde yatmaktadır. Yolda geçenlerin hiçbir şekilde göremeyeceği bir yerde yatmaktadır. Ancak bilenler bilir, o nerede yattığını.  
Harun Karadeniz ölümü büyük bir kayıptır ve cinayeti devlet işlemiştir. O hastalığa yakaladığında henüz başındayken tedavi için yurtdışına gönderilip tedavisi yapılabilinirdi ama Ruhi Su gibi o da ülke sınırları ve sınırların içinde cezaevi duvarları arasında bırakılarak devlet eli ile cinayet işlenmiştir. Onun ölümü devletin bir tercihidir. O tercihi yapanlar Harun Karadeniz’in ölümüne parmak izlerini bırakmıştır. Katil bellidir. 
Harun Karadeniz anarken yine aynı soyadı taşıyan doksanlı yıllarda tanıdığım naif, temiz yüreği yaralı bir kırlangıç olan dost bir insanı da anmadan geçemeyeceğim. Burhan Karadeniz. Burhan Karadeniz’in kişisel tarihi doksanlı yılların karanlık döneminin tarihidir. 
Burhan Karadeniz bir faili meçhul cinayetinin mağdurudur. Öldürmek için kurşun sıkılmış, ama kurşun bile o güzel insanı dünyadan koparamamış, felçli bırakmıştır. “Gerçeğin pahalı” olduğu bir dönemde, gerçeğin peşinde koşup, gölgede bırakılmak istenen cinayetler, kirli savaşın tüm kirlerini görünür kılmak için canla başla çalıştığı Özgür Gündem Gazetesinin muhabiriydi, ve gazetenin görünmeyen kahramanlarından biriydi. Özgür Gündem Gazetesi doksanlı yıllarda hedef tahtasında yerini almıştır. Merkez bürosu bombalanıyor, çalışanları kurşunlanıyor, gazete dağıtıcısı çocuklar dahil vuruluyor, kaçırılıyor, sessizce bir derede cesetleri bırakıldığı dönemde, Burhan’da hedef olmuştu. 
Onu vuran bellidir, tıpkı Harun Karadeniz’in katilleri gibi açıktadır. 
Yüzlerini dahi saklamıyorlardı, çünkü bir ülke için “kurşun atanda, yiyende şereflidir” dönemini yaşıyorduk. Kurşun atılıyordu, kurşunlardan biri Burhan’a geliyordu, öldü diye bırakılmıştı ama kurtulmuştu. 
Ülkede kirli savaşı adı konulmadan yaşıyordu. Analar çocuklarına kendi dillerinden sevgi sözcükleri bile söylemekten korktukları dönemde, özgürlük için kendi yaşamlarını ortaya koyanlardan biriydi Burhan Karadeniz. 
Burhan, tedavi amaçlı yurtdışına getirildi, uzun bir tedavi süreci yaşarken, memleketinden uzakta, öldürülen arkadaşlarını, meslektaşlarını gördükçe çaresizliği onu içten içe bitiriyordu. O haklı olduğuna inandığı bir kavgada tesadüfen hayatta kalmıştı, uzaktaydı. Tedavi beklenildiği gibi yanıt vermiyordu. Yüreği daralıyordu, sıkıntısını yine kendisi ile aynı dili konuşan, acıları yaşamışlar ile birlikte atlatmaya çalışıyordu. Yalnızdı kalabalık içinde. Farklı bir coğrafyadaydı, kendi kavgasının tam ortasında. Bochum şehrinde tek yaşıyordu, dostları her daim çevresinde onu dinliyor, onu arıyor, onun ile gelecek günlerin ütopyasını konuşuyordu. Arada gidip televizyon için program yapıyor, kavgaya elinden geldiği kadar destek veriyor, kavganın uzaktaki yansımasını daha sert yaşıyordu. 
Bir gün, beklenmeyen bir gün de evinde tekerlikli sandalyeden düşüp ölmüş. Tek başına evinde ölü bulundu.  Onu bir kurşun canını almadı ama kurşunun yaratmış olduğu gelecek hikayesi onu elimizden alıp gitti. Belki aynı soyadı taşıdığı Harun ile bir ortak noktada buluştu. 
Her ikisi de özgürlük hayali kurdu. Her ikisi de yalnız öldüler. Biri dört duvar içinde yurt içinde, ötekisi yurtdışında yine görece özgür olduğu dört duvar içinde… Her ikisinin katili bellidir. Her ikisini de aynı hınç, aynı nefret öldürdü. 
Burhan ve Harun her ikisi dünya güzeli iki insan, her ikisinin de gelecek beklentisi vardı. Her ikisi de özgürlük için öldü. Bir kavga sürdü, bir kavgayı hiçbiri birini görmeden devam ettirdiler, bugün de onların kavgası sürüyor, ta ki özgürlük elde edilene kadar… 
İsmail Cem Özkan


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Algı yöntemi ve propaganda

Algı yöntemi ve propaganda

Propagandanın amacı algıları yönetmek, yeni bir gerçeklik yaratmaktır. Propaganda ile toplumlar o şekilde algıları kapatılır ki, neyin doğru olduğunu, ne yaşadıklarını, ne düşündüklerini dahi bilemez konuma gelebilir. Yanı başlarında duvarlar içinde işkence sesleri dünyayı kuşatırken, onların algıları o sesleri algılamaz, kapı altından sızan kanı dahi göremezler. “Terörle Mücadele” adı altında doğal görürler, seslerini dahi çıkarmazlar.
Propaganda yöntemi, televizyon ve sinemanın yayınlaşması ile tek merkezden tek amaç doğrultusunda kısa dönemli çalışmalar olarak hayatımıza girmiştir. Aslında Fransız devrimi ile eğitimin millileştirilmesi ile eğitim yolu ile yapılan propaganda daha sistemli, uzun vadeli olarak insanlık tarihi içinde yerini almıştır.  Fransa anakarasında şivelerin ve diğer dillerin yok edilmesi bu milli eğitim sayesinde olmuştur.
Propaganda iktidarda kalma aracı olurken aynı zamanda iktidara yürüyüş aracıdır da.
Ulusal devletin oluşması ile propaganda sermaye birikimi için gereklilik olarak ortaya çıkarken, ulusal sermaye birikiminin artık gereksiz olduğu günümüzde propaganda sadece küresel olarak tüketimi teşvik eden, üçüncü dünya ülkelerinde diktatörlerin ne kadar demokrat ve iktidar için gerekli olduğunu belirten birer algı yönetimi olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda Büyük Orta Doğu Projesi içinde var olan iktidarların değiştirilmesi ve yeni ılımlı İslam devletlerin oluşumu içinde toplumun kültürel birikimlerini dahi yok sayan yöntemler ile o coğrafyada yaşayanların birer tüketici güruh olarak karşımıza çıkıyor. Bunun ile birlikte bireysel kurtuluşunun; dil öğrenmek ve diploma almak ile özdeşleştirildiği bir süreç bu algı yönteminin ne kadar başarılı olduğunu bize fısıldamaktadır.
Soğuk savaş döneminde istihbarat örgütleri propaganda ve algı yönetimini taşeronlar aracılığı ile başarılı bir şekilde yönetmiş ve dış düşmana karşı NATO ülkelerinde Gladio örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Gladio örgütlenmesi sadece askeri bir örgütlenme olarak düşünmek yanıltıcıdır. Çünkü algı yönetmelerinin içinde sıcak çarpışma (askeri operasyon) yanında psikolojik savaş da önemli yer tutar.  Dışarında gelecek saldırlar ve içeriden dışarıdakine yardım edeceği düşünülen potansiyel düşmanlar ile hiçbir kuralın geçerli olmadığı yöntemler ile savaşılmış, kitlesel katliamlar gerçekleştirmiştir. Kitlesel katliam yapanlar bu ülkenin geleceği için yaptıklarına ve ülke sanrılarını ülke çıkarları için koruduklarına algı yöntemi ile inandırıldılar ve bu inandırılanların sayısı azımsanmayacak kadardır. Bugün dahi katliama katılmış insanların suçluluk duymamasının temelinde bu algı yönetiminin başarısı vardır.  
Gladio örgütlenmesini bir ülkenin başbakanı bile tesadüfen öğreniyor, öğrendikten sonrada suikasta uğruyorsa ve bu olayın üstü örtülebiliniyorsa, propaganda ve algı yönetiminin o ülkede ki başarısını gösterir.
İstihbarat örgütleri algı yönetimi ve propaganda işlerini iyi bilir. Psikolojik savaş teknikleri içinde geçen algı yönetimi aslında toplumun düşünce yapısını değiştirmek ve toplumu meydana getiren bireylere at gözlüğü takmaktır. At gözlüğü takılan bireyler olayları bir bütün olarak görmeyeceği için; her türlü gerçek kavramının izafiyeti içinde yanlış karar alması ve yanlış davranış içinde girmiş olmasını göremez ve yaptığının hep doğru olduğunu düşünür. Algı yönetiminden kesim; neden ve niçin, kimin çıkarına sorularını sormadan tepki verir. Algı yönetimi bir anlamda bireyleri köreltme durumudur... Algıyı yok edip, yeni algılar yaratma durumudur.
Yaşadığımız yakın tarih içinde algılarımız ile o kadar çok oynandı ki, artık neyin doğru, gerçek olduğunu ayıramaz olduk. Tek yönlü yıllardır eğitilen bizlerin elbette duruşuna, içinde bulunduğu kültürel algısına göre doğrular değişir.
Ülkemizin yakın tarihinde adı konmamış savaşın sonucu olan propaganda ve savaş yöntemleri bizlerin algılarını olduğu gibi değiştirmiş, çelişkiler içinde yaşamamızı beraberinde getirmiştir.  Kürt sorunu karşısında nerede duracağını bilemeyen, ulusal çizgi ile eğitilmiş birinin Kürt sorunu karşısında çelişkili tepki vermesini onlarca yıldır verilen propagandanın etkisi olarak okuyabiliriz. Geçmişin ilericilerinin birden gericileşmiş olması bu algı yönteminin başarısını ortaya çıkarmaktadır.
Sorgulama ve yeniden konumlandırmak zorundayız.
Algı yönetimi, propaganda araçları olan iletişim araçları ile yapılmakta ve orantısız bir şekilde kullanılmaya devam edilmektedir. En uzun iktidarda kalma rekorunu kıran bu iktidar döneminde algılar ile sürekli oynanmış, propaganda aracı olarak her türlü yöntem kullanılmaktan çekinilmemiştir.
Algı yönetimini sadece devlet gücü olanların yönettiği bir işlem değildir.
Devlet ile mücadele eden ve belli bir güce erişmiş ve propaganda aracı olan her kurum da kullanabilir ama ne kadar başarılı olabilir konusu tartışmalıdır. Çünkü devlet erkini elinde bulunduranların olanakları elbette diğerlerine göre daha fazladır, o olanaklar içinde gerekirse kendileri için düşman kurumlar kurar ve mücadele edebilir. Amerika FBI teşkilatı 11 Eylül’den sonra İslami kökenli örgüt kurup mücadele ettiği bilgisi gazetelere kadar yansımıştır.
Diyarbakır’da çocuğu dağa çıkmış anaların eylemi bir algı yönetimi olarak karşımıza çıkmaktadır. O algı yönetimini kimler kullanabilir? Çünkü çocuklar ilk defa dağa çıkmıyor, ne oldu da şimdi bu analar eylem yapıyor ve devlet ve yandaş medyada sürekli haber olabiliyorlar, soruları kafanıza geliyorsa orada bir algı yönetimi ile karşılaşırsınız. Algı yönetimi içinde kimler kime karşı kullanır sorusuna sessizce yanıt verilmesine rağmen, nedense kimse bu soruyu yüksek sesli olarak yanıtlamaz.

İsmail Cem Özkan

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Duruş noktasına göre…

Duruş noktasına göre…

Olaylara nasıl baktığını değil, nereden baktığınız önemlidir. Sol, işçi sınıfının çıkarları açısından bakar ve oradan olayları yorumlar. Dinci gruplar ise kendi grup çıkarına göre yorumlar, ırkçılar kendi ırkının çıkarı açısından yorumlar ve her biri kendisine göre doğruları yaratır. Her biri aslında doğruların bir açısını görürler, ama insanlığın çıkarı açsından bakarsanız işçi sınıfının çıkarı ve sınıfı ortadan kaldıran bakış açısı insanlık tarihi için elzem olanı tercih olarak ortaya çıkarır.
Sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Bugün ki yaşadığımız zaman dilimi iki sınıfın bir biri ile kıyasıya mücadelesine şahitlik ediyoruz. Şimdi hakim olan sınıf, işçi sınıfını ortadan kaldıramıyor, çünkü varlık sebebi işçi sınıfının sömürülmesidir. Onu sömürerek yani kanını emerek hayatta kalabilir. İşçi sınıfı olmadan kapitalist sistem olmaz. Ama işçi sınıfının hakim olduğu yerde ne burjuva ne de kapitalist ilişkiye gerek yoktur, zorunluluk değildir. Yani proletarya diktatörlüğü döneminde sınıfı ancak iktidarda olan temsil eder, yani ötenazi (kendi kendini yok edecek) yapacak tek sınıf işçi sınıfıdır.
Irkçı bakış açısı ile dinci bakış açısı birbirine çok yakındır, faşistler dincileri rahatlıkla kendi arka bahçelerinde barındırmalarının sebebi, bu yakın akrabalık ilişkisidir. Nazilerin katliamına onay veren ve soykırım yapmaları için ortam hazırlayan Katolik Roma Kilisesi kadar Almanya içinde örgütlü olan Protestan Kilisesinin rolü tartışılmaz. Aynı konum ülkemiz içinde de geçerlidir. Ülkemiz faşist dönemler yaşamıştır, faşist iktidar dönemlerinde dinci örgütlerin duruşları ve iktidar yanında iktidarın izin verdiği kadar yer almalarının tek kaynağı, olaylara aynı yerden bakıyor olmalarıdır, kısaca çıkarları ortak olmasıdır.
Ülkemizde dinci yapılar içinde hep ötekisi konumunda bulunan Alevilerin durumu daha karmaşıktır, çünkü Osmanlı devamı olan Türkiye, Osmanlıdan aldığı miras gereği Alevileri hep düşman olarak görmüş ve açıktan örgütlenmelerine izin vermemiştir. Türkiye koşullarına uygun laiklik anlayışı ile Alevileri baskı altına alıp, Alevileri devlet eli ile sunileştirme politikasını hep korumuş ve geliştirmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığının tek varlık sebebi suni vatandaşların inanç ihtiyaçlarını gidermek değil, Aleviler ve diğer dini görüştüklerini yok etmek ve asimile ederek toplum içinde erimelerini sağlamaktır. O yüzdendir, devleti yönetenler iki de bir ülkemiz %99 Müslüman’dır diye fetva vermeleri. O söz tesadüfi olarak ortaya atılmış söz değil, hedefin sadece seslendirilmesidir.
Aleviler, solcular ile aynı kaderi paylaştıkları yani ötekileştirildikleri için yan yana gelmiş iki kader ortağı gibidir. Solun Aleviler içinde yaygın olmasının sebebi bir anlamda dayanışma hissiyatıdır, çünkü 12 Eylül öncesi Alevilere ve solculara karşı yapılan katliamlar bu iki farklı bakıştaki insanları yan yana getirmiş ve direniş komitelerinin vazgeçilmezi kılmıştır. Aleviler bugün haklarına kavuşmuş olsalar ve negatif ayrımcılık yerine pozitif ayrımcılığa uğramış olsalar; sol ile tüm bağlarını koparacak ve kendi içlerinde yaşamayı tercih edebilecek potansiyele sahiptir. Hatta bunu zaman zaman sesli olarak ifade ediyorlar, ellerine çıkan ilk fırsatta dinci örgütlerin ve devletin sözde “Alevi Açılım Çalıştay”larına koşmalarının altında bu gerçek yatmaktadır. Aleviler ibadet özgürlüğü ve pozitif ayrımcılık için iki temel hedefi henüz net olarak koymamıştır. Demokratik haklar ve eşit muamele beklentisi içinde siyasi hedefleri çarpık bir konumunda oldukları için ne Aleviler arasında gerçek anlamda yaygınlaşabiliyorlar ne de ‘devrimci’ yapılar içinde. Olayların akışına göre yön belirleyenler, Alevi örgütünü “Madımak Müze Olsun!” sloganına sıkıştıranlar bugün yaşanan Alevi ve devlet ilişkisi içinde çarpıklığın sorumlularıdır.
Sol, Alevileri hep devletin ötekileştirmesi sonucu yanında görmüştür. Doğal müttefiki görmeye devam etmektedir.
Devlet bugün dahi elinde solu ve işçi sınıfını yalnızlaştıracak potansiyele sahiptir ama tercihi henüz bu yalnızlaştırma yönünde değil, Alevileri hala inat ile asimile etme yönündedir.
Sol içi çatışmalar son yıllarda yeniden alevlenmiştir. Bu çatışmanın dolaylı /direkt tek etkilenen kesimi Alevilerdir. Sol, kendi kendine sapladığı hançerden Alevilerde yara almakta ve kendi öz evlatlarını toprağa uğurlamaktadır. Bu çatışmadan etkilenen ve sorgulayan Aleviler devlet ile daha çok yakınlaşmasına ve sistem içinde kendi sorunlarına çare aramaktalar.
Alevilerinde paradigmaları vardır ve o paradigmalar ile olaylara müdahil olmaktalar.
Aleviler tarihsel olarak Kürtlere karşı güvensizdirler. Çünkü bir çok katliam içinde Kürtleri karşılarında Osmanlı idaresinin yanında görmüşlerdir. Bu tarihsel miras gerçeği ve Kürt çoğunluğunun dini inançları Alevileri düşman görmeleri ve “Alevinin bahçesinden bir taş indirmek bile cennetliktir!” anlayışının hakim olması bu güvensizliğin temelini oluşturmaktadır. Bugün ulusal mücadele yapan Kürtlere karşı olan solcu bir yapının içinde Alevi çoğunluğu görmek ve o solcu yapı kendisini Alevilerden aldığı destek ile güçlü görmesi sadece izafi bir yansımadır.
Sınıf temelli mücadele ettiği söyleyenlerin bakış açısında ve duruşunda dinci bakış açısına paralele hiçbir yön yoktur, eğer var gibi görüyorlarsa örgütlenmelerinin feodal ilişkiler içinde olup olmadığını sorgulamalılar.
Bugün Alevi bakışı ile solcuların arasında yazı yazanların yazılarını biraz analiz ederseniz şu gerçek ile karşılaşırsınız; ırkçı bakış açısı! Sınıf yerine sözde demokrasi özlemleri ve ibadet özgürlüğüdür. Irk yerine cemaat almıştır. Cemaat (Alevi) yerine herhangi bir ırkın ismini yazın aynı sonuç ile karşılaşırsınız. Sınıfsız bir dünya özlemi yoktur ve sınıfsız bir dünyayı nasıl gerçekleştirecekleri konusunda hiçbir ipucu bulamazsınız. Sadece ümmet ilişkileri vardır ve ümmet ilişkileri de kapitalist ilişki ile karbon kağıdı kopyasıdır.
Unutmayın, tarih kanlar içinde bir çok şeyi hala saklar.
Kısaca adını andığımız sol içi çatışmalar solun olduğu yerde olur, sağcıların içinde sol içi çatışma olmaz... Sağcıların iç çatışması da solun hakim olduğu yerde olmaz. Bir çok Alevi bugünlerde kızgınlıklarını neden hep bu sol işçi çatışma Alevilerin içinde oluyor sorusu ile dillendiriyorlar. Neden sadece bizim olduğumuz yerde sol içi çatışma olmaktadır? Bunun yanıtı sol ve Alevilerin tercihleri dışında olduğu ötekilerin yani ezilenlerin zorunlu bir arada yaşamasında yer aldığı gerçeği ile karşılaşırız. Bazı mahallerde Aleviler ve solculardan oluşması Alevilerin ve solcuların tercihi ile değil, buna devletin izin verdiği gerçeği ile yüzleşiriz. Devlet o ortamı hazırlamış ve ona göre oralarda yaşamasına izin vermiştir. Elbette her hangi bir faşist idari tercihte o varoşlar adını verilen ama modern söylem ile gettoları birer toplama kampı gibi kullanabilecek potansiyele sahiptir. Bunun örneği dünya tarihi içinde kanlar ile yazılmıştır. Her getto aynı zamanda potansiyel olayların olduğu ve en alttakilerin üzerinde test alanı olma özelliğini de taşır. Toplum mühendisleri genel toplum üzerinde deneme yapmadan ellerindeki tezleri bu bölgelerde denerler ve tepkilere göre yeniden biçimlendirirler. Gazi katliamı ve diğer katliamlar bu bölgelerde olması tesadüfi değildir. Elbette bu gettolar sadece Alevilerin yaşadığı alanlar değildir, geleneksel olarak dinci (potansiyel düşman olarak görünen kesimlerin yaşadığı yerlerde)  yapıların örgütlü olduğu bölgeler içinde geçerlidir.
Kapitalist sistem kendisini yaşatacak ve ayakta tutacak her türlü olasılığı kullanmaktan çekinmez. Toplumsal çelişkilerden yararlanır ve her zaman bir düşman var edecek ve yaşatarak; barış içinde yaşamaya olanak vermeyecektir. Kapitalizm çatışmadan beslenir ve kan ile kendisini geliştirir. İçine girdiği bunalımları, kaotik ve kriz koşullarını savaş ile çözmeye çalışması kapitalizm için bir tercih değil, zorunluluktur.
Osmanlıdan devraldığımız devlet yapısı, tercihleri ile bugün dahi yaşamasının tek sebebi, iktidarı elde bulunduranların çıkarının bu yönde olmasıdır. Elbette iç dinamiklerde her zaman “bir düşman gelirse” korkusu ile kendi yandaşını korkutarak bir arada tutacaktır. Sermaye birikimini yaratan kapitalist ilişki, artık ulusal temelde değil, uluslar arası temelde ilişkiler içinde sadece bir dişli işlevini görürken, kendi iç dünyasında kendi evreninde, hükmettiği toplumun iç çelişkilerinden olabildiğince yararlanmaya devam edecektir. Bu yeni süreçte değişim dış güçlerin çıkarları yönünde ve istekleri doğrultusunda olacaktır. İç dinamiklerden daha çok dış dinamikler ülkenin gelecek tercihini belirler konumundadır.  Elbette solun bu kadar zayıf olduğu ülkeler için geçerlidir.
İsmail Cem Özkan