Galata Gazete


22 Aralık 2014 Pazartesi

Hayatımız proje!

Hayatımız proje!

Soğuk savaşın son günlerinde proje kavramı yaşantımızın her alanına gireceğini düşünsek kimse inanmazdı ama projeler her nefes alışımızda yanı başımızda olmaya başladı. Projesiz bir anımız yok, her adımımızı, her hedefimizi, her dostluğumuzu, her sosyal medya gruplarımız bu projeler sonuçları ve işlevlikleri içinde yaşar olduk.
Toplum mühendisleri toplumu daha iyi kontrol edebilmek ve yönlendirmek amaçlı bir çok teori üretiyorlar ve bunu toplumlar üzerinde deniyorlar. Her deneme başka sonuçlar çıkarmış olsa da her toplumsal katmana uygun, kültürel farklılıklar göz önüne alınarak damak tadına uygun şekerleme üretir gibi projeler üretilmekte ve hayat içinde sınanmaktadır. Amaç bellidir, proje parası olanın parasını daha güvenli hale getirmek, yaşanabilecek toplumsal hareketliliklerin başı daha küçükken yok etmek. Kısaca kontrol mekanizmasını daha işlevsel hale getirmek.
Proje bir amaç etrafında zamanın kontrol edilebildiği bir süreçtir. Projecilere küçük hedefler konur, o hedeflere en az masraf ile nasıl ulaşılacağı ve ne kadar sürede bu amaca yaklaşık olarak varılacağı sorulur. Proje yazıcısı o konuda ayrıntılı bir rapor verir. Masraflar, zaman, kullanılacak insan ve hangi yöntemler bu projede daha verimli olacağı belirtilir. Projeye para verecek kurum ise bu veriler ışığında kendi bilimsel heyetine sorar, görüş alır ve olabileceği kabul edilerek araştırma ve geliştirme birimine verilecek paranın belki de yüzde bir masraf ile bu amaca ulaşılacağı hesaplanır ve tamam sözü çıktıktan sonra proje hayat bulur.
Bu yaşamın her alanında uygulanan bir yöntemdir. Uzay çalışmasından, aile içi şiddetin önlenmesi konusuna kadar aklınıza gelecek her alan için uygulanan ve başarılı bir şekilde yürütülen çalışmalardır.
Proje modern söylem ile taşeronluktur.
Projelerin amacı para verenin lehine istihbarat yapmak ve onun önüne her türlü bilgiyi açmaktır.
Proje yürütücüleri ise o işi meslek olarak yapanların yerine ucuz emek gücü olmaları yüzünden taşeron işçi konumundalar ama taşeron oldukları hissettirilmeden onlara verilen payeler ile gözleri boyanır.
Ne kadar göz boyanırsa boyansın işlev açısından yapılan iş taşeronluktan başka bir şey değildir.
Son kırk yılda ülkemizde yaşanan tüm gelişmeler bir projenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte her daim karlı çıkan proje yazıcıları ve projeye para veren kurumlar olmuştur.
Siyasi yaşantımızı belirleyen şey siyasi partilerdir. Ülkemiz için siyasi partilerin rolü daha da önemlidir, çünkü siyasi parti gerek olduğunda devlet işlevi görür hale gelmektedir. Devleti yaratan tüm unsurlar bir siyasi partinin içine yerleştirilip, rejim değişikliğine kadar giden bir sürecin yürütücüleri olabilmektedir. Devletin partisi vardır, o parti tüm partileri kucaklar, içinde barındırır!
12 Eylül faşist darbesi ülkemizin rotasını Ortadoğu çöl kumlarına sürmek anlamına geldiği artık gözle görülür konumunda, elle tutulu hale gelmiştir, çünkü ülke yönetimi tipik Ortadoğu liderleri gibi tepki verdiklerini gözlemleyebilirsiniz!
12 Eylül aynı zamanda ülkemiz de projelerin hayat bulduğu miladi tarih işlevini de görür. 12 Eylül rejimin kurmuş olduğu bütün siyasi partiler toplum mühendislerinin belirlediği anlayışa uygun olarak kurulmuş ve bir proje üründür. Turgut Özal Amerika’dan elde etmiş olduğu deneyimlerini bu proje içinde ülkemize uygulamış ve ANAP kurulmuştur. ANAP dört eğilimi içinde barındıran, liberal piyasa üzerine anlaşmış bireylerden kurulmuş olmasına rağmen, geçmişlerinde Kontrgerilla eylemlilikleri içinde yer almış yeni düzende çıkarını kollayan siyasiler içinde bir liman işlevi görmüştür. ANAP içinde yer alan ve halen başka siyasi partiler içinde siyasi yaşamını devam ettirenler bu projeye gönüllü olarak katılmış ve her dönemin insanı olma özelliğini korumuştur. Liderler değişmiş ama devlette devamlılık yerini projede devamlılık daha önemli işlev görür hale gelmiştir.
Gelişen siyasi yaşantımıza uygun proje olarak siyasi partiler kurulmuş, hatta iktidara ortak edilmiş ve zaman içinde proje ile birlikte sonlanmıştır.
Her dönemin kendisine özgü projeler hayat bulmuş, proje bitince proje için kurulmuş yapılan çöplüğe bırakılmıştır. Çöplüğe bırakılan işlevsiz kurumların isimlerinin yaşıyor olması onların tekrar işlevsel hale geleceği anlamını taşımıyor, çünkü günlük yaşantımızın çöplüğü o kadar çok işlevsiz proje artıkları ile dolu ki, hangi amaçla kurulduğunu dahi unutur olduk.
Bu projelerin ortak özelliği sağ sol ayrımı yapmıyor olmasıdır. Çıkar birliği var olduğu sürece  projelere verilen rolleri düzgün yaşamaya, proje sonlandığında tarihin deliğinden çöplüğe bırakılması olağan olmuştur, çünkü projeye sponsor olanların çıkarları her şeyin üstündedir.
12 Eylül sonrası her şeyimiz proje oldu!
Sol, proje sayesinde yok oldu, hala yeni projeler yapmak ile meşgul. Ve ben size tüm samimiyetimle söyleyeyim yapılan tüm projeler sola karşı bir hançer işlevi görür...
Kısaca, 12 Eylül sonrası oluşturulmuş tüm sağ- sol siyasi partiler bir proje olarak ortaya çıkmış, bu projelere uygun olarak rollerini yerine getirmiştir. Proje kurucuların düşünmediği bazı kontrol dışı gelişmeler olmuş olsa da yine de şu anda sistemi rahatsız edecek büyüklükte kontrol dışına düşmüş projeler yaşamın içinde yoktur.
Gezi direnişi ilk defa projeler dışında gelişmiş bir toplumsal hareketliliktir, şu anda direnişi tekrar ortaya çıkmaması için gezi ile ilgili değişik projeler hayata konulmaya çalışıldığını görmekteyiz. Sonuçta proje üreten, projeye finans destek verenlerin çıkarlarını korumak ve kollamak zorundadır. Her olay, her ortam bir rant alanı olarak düşünülmekte ve oradan siyasi, ekonomik çıkar gözetilmekte ve ona uygun projeler yaşamın içine bırakılmaktadır.
Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz proje!
Artık saklambaç oynayacak kadar saklanacak yerimiz yok!
Çünkü projeler bizleri birer saydam insan yaptı.
Projeler önümüze dikilmiş duvarlardır, saydam insanlar sürekli bir duvara çarparak kendi çıkış yolunu aramaktadır.
Bir zamanlar Ortadoğu halklarına “önce tanrıyı düşün, çünkü sana tanrı aşını verecektir!” diye umut verildi, birbirini kırdırdılar, tanrı adına öldürdüler. Üretimden önce din merkezi kurmak ve kurulu olanı yaşatmak için acımasızca birbirini öldürdüler. Kan ile aralarına çizgi çektiler. Kan ile toprağı suladılar ve bugün de sulamaya devam ediyorlar. Kan akıtmak üretimden önce geldiği için Ortadoğu’da savaş hiç bitmedi. Bugün, o çöl topraklarında 12 Eylül sonrası yeni bir projenin ayak bastığı, hayat verildiği, “eş başkanlığı” gibi göz boyamalar ile yaşanan gerçeklikten uzakta hayali proje ve amaç uyduruldu. O hayal daha önce Osmanlının son döneminde de kurulmuştu, hayalin sonu hüsran olduğunu tarih tokat atarcasına haykırdı.
Teknoloji üretemeyen, var olan teknoloji kullanarak hayaller gerçekleşemeyeceğini tarih haykırdı. Buna rağmen, tarih bilgisi zayıf olanlar proje sundu, o proje hayata geçirildi. Bugün saydam insanlar proje duvarına çarptı. Bütün kirli ilişkileri ortaya saçıldı. İnkar edildi, fakat başkasının teknolojisi ile uyanıklık yapanların pislikleri, karanlık ilişkileri ortada. Yaratılan ranttan paylaşanlar bu pislikleri halının altına süpürüyorlar ama oluşan tümseklere ayakları çarpmaya devam ediyor.
Projeler; insanın, toplumun önüne görünmez tümsekler oluşturur, tam başardım derken düşersiniz, çünkü para sahibi olanlar ve projeyi sponsor olanlar hiçbir projeciye güçlü olma olanağı sunmaz, sunuyormuş gibi yapar.
Projececinin yaşam kalitesi aslında projeyi sunduğunda belirlenmiştir, onun üstüne çıkamaz, çıktığı an yok edilecek mekanizmalar vardır.
Bugün Ortadoğu insanı hala savaş içinde, hala umudun arayışında ve umudunu başarı şansı sıfır olan projelere adamış konumda.
Savaş, bir çok silah ve ilaç firmasını, sağlık sektörüne organ nakli olarak rant olarak dönerken, o bölgenin insanı kanı ile çöl toprağını sulamakta ve çölde çiçek hala açmamaktadır. Çöl kumlarında insan kanı ile çiçek yetiştirme projesine hayat verenler, bugün bir çok ülkede ülkeyi yönetmekte ve yönlendirmektedir. Üstelik kendileri bir projenin parçası olarak, başka projelere hayat vermeye çalışıyorlar.
Projeciler taşerondur, bir işi daha ucuz ve daha hızlı yapmaya söz vermişlerdir. Her taşeron için amaç “para” olduğundan güvenlik önlemleri göz ardı edilir, hatta hiç yapılmaz. Taşeron işyerlerinde cinayetler iş kazası olarak kendisini gösterir. Ölen ölür, kalan sağlar ile bu proje bitecek paramızı alacağız, ranttan payımızı alacağız diyenler yeni taşeron çalışacakları projeler arayışı içinde olurlar.
Projeciler her daim yeni proje yapacakları olanakları arar, projeye para verecek kurumlar ile ilişki kurmak için takla atmaya devam ederler...
Bir kere projeden para kazananlar, başka projelerin peşinden koşarlar…
İsmail Cem Özkan


21 Aralık 2014 Pazar

Çok yüzlü şehirler!

Çok yüzlü şehirler!

Şehirler ticaretin gelişmesi ile hayatımıza girdi, şehir yaşantısı ticaret ile orantılı bir şekilde büyüdü ve küçük yerleşimleri yuttu… Bugün gelişmişliğin çağdaşlığı ölçütleri arasında şehirleşme oranı yer alması tesadüfi değildir. Avrupa Birliğine giriş için ön koşullardan birinin köylü nüfusun genel nüfus içinde küçülmesinin yer alması bu şehirleşme ve ticaretin oranı ile ilgilidir. Şehirleşme aynı zamanda sanayileşme ve sanayi de ticaret ve kapitalist sistemin vazgeçilmezi borsa anlamına gelir.  Kısaca üretmeden, üretiliyormuş gibi yapılan kağıtların değer kazanması ve kaybetmesi… Borsa simsarların boy gösterdiği çağdaş kurnazlığın olduğu alanlardır, hiç artı değer üretmeden artı değerin paylaşılması…
Şehirler, plansız ve düzensiz olarak başlangıçta gelişti, zaman içinde yolların önemi ortaya çıkınca, akıcı bir trafik ve üretilen malın en kısa sürede tüketiciye ulaşımı şehirlerin alt yapısı sorununa eğilmeyi zorunlu kılmış ve ona göre şehirler yeniden yapılandırılmıştır. Bu yeniden yapılanma elbette yeni rant alanların oluşması anlamına da gelmektedir. Her yerleşim birimi yeni ekonomi girdabının oluşması ve tüketimin artması anlamındadır. Her yeni oluşan şehir birimi aynı zamanda yeni sorunların oluşması ve var olan sorunların katmerleşmesi anlamına gelmektedir. Çünkü şehrin atardamarı olan arterler ona göre genişlemesi gerekirken, fiziki şartlar gereği buna imkan tanımamaktadır. Bu imkansız koşullar altında toplu taşım araçlarının gelişmesi bir zorunluluk olarak geniş halk kitlesi önüne gelmiş ve ulaşım hakkı bir insan hakkı olmasına rağmen, bu haktan yararlanmak için belirli bir ücret ödemek zorunlu kılınmıştır. Şehir yaşamı içinde temel insan hakları konuları birer rant aracına dönüştürülmesi ve bu rant aracının sorgulanmaması sistemin bir başarısı olarak önümüzde durmaktadır.
Şehirler genelde iki yüzlü olarak üç boyutlu olarak yaşantımıza girer. Önyüzü olan sokağa ve caddeye bakan yüz her daim arka yüzüne göre daha bakımlı ve düzenlidir, arka yüz kimse görmediği düşünüldüğü için inşaatın gelirine göre bırakılmıştır ve önyüze göre daha bakımsızdır. Ön yüzde görünmesi istenmeyen kabloların, klima vb gibi düzeneklerin rahatlıkla orada uygulandığına şahitlik edebiliriz. Bir de Osmanlıda olduğu gibi bir yüzü oryantal, öteki yüzü barok binalara da şahitlik ederiz. Saraydan görünen kısmı oryantal görünüm, caddeye bakan kesimi ise barok binalar bankalar caddesi üzerinde bugün dahi varlığını korur. Bu sayede paraya hakim olanlar saraya karşı daha hoşgörülü ve saraya senin hakiminin altındayım ama asıl efendim benim sözünü sessizce fısıldar. Ticaretin ata damarı bankalar ve bankerlerin olduğu sokaklardır.
İzmir’de klima kirliğini ortadan kaldırmak için klimaların soğutma sisteminin üzerini plastik karışımı bir madde ile kapatmışlar. Ahşap görünümlü bu kaplama sorunun üstüne cila çekmişler. Her daire için yalpan bu kaplama dışarıdan bakınca eskisine göre daha güzel görünüm elde edilmiş ama her dairenin bir kliması olduğu düşünüldüğünde bu hem zaman hem de enerji kayıbı olarak gözüme battı.  Keşke o kadar klima yerine merkezi bir klima yapsalardı, oradan her daireye harcama için ölçer koyup paylaştırılsaydı, bu sayede havanın her klima ile ısıtılacağı yerine tek yerden bu kontrol edilseydi..
her ne kadar başlangıç için (estetik yaşam) güzel bir adım gözükmüş olsa da ülkemizde olaya nasıl başlanırsa öyle gider, keşke toplu ısınma ve serinleme modelleri üzerine çalışılmış olsaydı. Her birey (daire) için harcanan bu kadar masraf boşuna çöpe atılmış olmazdı... Sonuçta görebildiğim kadarı ile tahta görünümlü plastik malzeme ile kaplanmış... Zaten tahta yapılamazdı, çünkü her sene sonunda çürüdüğünü görürdük.. deniz suyu ve güneş arkadan gelen nem kısa sürede rengini atar ve çürütür..
Sosyal şehir anlayışı yerine bireysel çözüme dayalı bir şehir anlayışı sorunu çözmez üzerine sadece bu örnekte görüldüğü gibi cila çeker...
Sorun hala olduğu yerde duruyor...
Buna sanırım klima firmaları karşı gelmiş olabilir, çünkü önemli bir rant kapısı bu klima ve bakı işleri...
İzmir’in çok eksiği var, önce şehir için yeniden planlanması ve yeniden düzenlenmesi gerek, insana yakışmayan sokaklar ve birbirine bitişik binalar, arka binanın hava almasını engelleyen bencilliğin ve görgüsüzlüğün olduğu bir şehir...
Elbette bu değerlendirmem sadece İzmir için geçerli değil, ülkemizin tüm şehirler için geçerlidir. bütün şehirler rant üzerine kurulduğundan olay yaşam, nefes almak değil, para getirecek çözümler üzerine kurulmuştur...
İstanbul’da otoban geçen yollarda yola bakan evlerin yüzeyleri kaplama ile düzgün görüntü verildi ama o görüntünün arkası eskisi gibi nemli, çarpık, bozuk hali ile bırakıldı... İstanbul evlerinin bazıları iki yüzlüdür, tıpkı insanı gibi...
Türkiye'nin bütün şehirleri insana yakışmayan ve yaşamın anlamını beton arasına sıkıştıran ve kaos üreten konumundadır… Bir kaç küçük meydan ve dere kenarı düzenlenmesi bu gerçeği ortadan kaldırmaz...
Şehri planlayanlar, yönetenler için kasalarına akan para insandan daha değerlidir.
İsmail Cem Özkan


18 Aralık 2014 Perşembe

Cibali Karakolu

Cibali Karakolu

Nuits de noces (Bir Düğün Gecesi) adlı bir Fransız bulvar komedisinden Refik Kordağ ile Muammer Karaca tarafından uyarlanarak ilk kez 1955 yılında Karaca Tiyatrosu’nda sahnelenen ve o tarihten başlayarak 1972 yılına kadar pek çok temsil veren Cibali Karakolu son temsilinden 42 yıl sonra Şehir Tiyatroları Sahnelerinden seyircileri selamladı.
Üç perde ile seyirciyi selamlayan oyun, ilk perdesi bir düğün, İkincisi düğün sonrası gerdek odası(salonu), üçüncü sahne bir karakolda geçmektedir.
Cafer Sabah komiserdir, sert görünümlü çapkın biridir. Karısından çekinmesine rağmen, bir erkek çapkın olmalıdır düşüncesini hayata geçirmiş ve çapkınlık sırasında Necip Zoka ismini kullanmaktadır. Tesadüf sonucu sevgilisi karısı ile karşılaşmış olsa da isim karmaşalığından yararlanarak rahatlıkla ret edecek ve haksız konumunu ısrarlı sözleri ve kelime oyunları ile ortadan kaldıracaktır.
Oyun basit bir çapkınlık, kadın erkek ilişkisi olarak ilk başta algılanabilir, fakat oyun günlük yaşama göndermeler ile hatta gönderme dışında direkt verdiği mesajlar ile kadın erkek ikiliğinden çabuk sıyrılıp bir orta oyun havasında, geçmiş bütün tiyatro geleneklerini, göreneklerini içine alacak şekilde yeniden biçimlenmektedir. Klasik tiyatro ile geleneksel tiyatromuz harmanlanmış, yaşamın can damarına mesajlar ileten, aynı zamanda eğlenmeyi öne çıkaran, bol kahkahalı seyirlik oyundur.
Oyun o kadar güzel uyarlanmış ki, günümüzde yapılsa bunu ben yazdım diye altına imza atarlardı. Fakat geçmişin ustalar emeğe saygıdan olsa gerek, uyarlama yaptıklarını ve yeninden biçimlendirdiklerini saklamamışlar.
Her yönetmen yeninden yorumlayarak sahneye koyar, her sahne geçmişin kötü bir taklidi değil, yeninden yorumlanması olarak karşımıza çıkar. Bu oyun bu konuda çok şansı, çünkü geçmişte yapılanları taklit etme yerine yeninden yorumlanma ve kurgulanması ile seyirciye ulaşmıştır. Üstelik bunu ben yazdım diye iddia edilmeden ulaşmıştır. Oyuncular ve yönetmen sahneye konulurken dar kalıplar içinde hapsolmamış, kendi özgünlüklerini de sahnede yaşatma ve gösterme şansına da sahip olmuşlar. Zihni Göktay 100. yıl nedeni ile Şehir Tiyatrolarını selamlarken söylediği sözde gibidir. Zihni Göktay; “100. yılında şehir tiyatroları, çok kültürlü, Laz'ı, Kürd'ü, Arnavut'u, hiç ayrım yapmadan bir arada sahne aldığı, sahnelerden seyirciyi selamladığı, ayrımsız olarak bir arada huzur içinde, sahnenin gök kubbesi altında birlikte ürettiği ve bu sahnenin Türkiye gibi bir yüz ölçümde düşünülmesi gerektiği ve var olan çatışmaların yok edilip, birbirini tanıyan, hoşgörü ile yaklaşan, barış içinde bir arada yaşayacağımız bir yarın temennisini iletmiştir.”
Zihni Göktay 50. sanat yılında 50 yaşlarında bir komiseri canlandırmıştır, ustalarından almış olduğu bilgiyi, göreneği, kültürü, konuşma adabını seyirciye başarılı bir şekilde ulaştırmıştır. Umarım ondan el alan sanatçılar da gelecek kuşağa bu kültürü, ahlakı taşıyabilir.  
Oyun üç bölümden oluşmaktadır ve orada bulunduğunuz zaman içinde zamanın akışını izleyemeyecek kadar eğleneceğinizi söyleyebilirim ama  İstanbul trafiğinin (toplu taşıma) 24:00 da bittiği göz önüne alınarak düşünüldüğünde üç saat bir İstanbullu için fazla gelebilir, çünkü gece yarısı biten oyundan çıktıktan sonra İstanbul trafiği gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Benim gibi Anadolu yakasında oturan birinin eve ulaşımında toplu taşıt aracı ve motorlar yoktur. Tek araç vardır, o da taksi! Oyuna gidenlerin bu gerçeği peşinen kabul etmesi gerekmektedir, çünkü benim gibi İstanbul 24 saat yaşayan şehir, gece yarısı biraz zaman aralıklı da olsa toplu ulaşım aracı vardır, karşıya giden motorlar vardır diye düşünürse karanlıkta tek başına kalma durumu yaşayabilir. Oyun Cibali Karakolunda geçerken, gece yarısı makul şüpheli olarak başka bir karakolda sabahlama gerçeği de her daim sizin üzerinizde kara bulut gibi dolanabilir. Bir yandan eğlendiğin bir karakol, diğer yandan gerçek karakol!
Oyunu teknik açıdan incelersek, sahneye düzeni, bölümler arası geçiş, koreografi, dekor oyun ile ve oyuncular ile bütünleşmiş, rahat ve özgür hareket alanı bırakmaktadır. Oyunu izlerken seyirci olarak ben bu rahatlığı hissettim. Işık, ses ve kostümlerin bölümlere göre seçilmesi başarılı olarak gördüm. Ses konusunda zaman zaman hoparlörden gelen seslerde patlamalar olsa da süreklilik taşımadığı için hemen göz ardı edebiliyoruz. Oyuncular Zihni Göktay’ın hızına ve doğaçlamasına doğal tepkiler ile katılması, oyun ritmini yavaşlatacak bir hareket içinde olmadıklarını gördüm. Büyük bir ustayı sahnede büyütenler bu yan oyunculardır. Eğer oyun sahnede büyürken, oyuncularda büyüyorsa burada birlikte üretim ve birlikte çalışmanın huzurunu görebilir, hissedebilirsiniz.
100. yıla yakışan bir oyun olmuş…
İsmail Cem Özkan

Cibali Karakolu
Yazan: Henri Keroul- Albert Barre
Çeviren: Muammer Karaca - Refik Kordağ
Yöneten: Nedret Denizhan
Oyuncular
Berrin Koper, Betül Kızılok Bavli, Cem Karakaya, Cem Uras, Deniz Yeşil Mavi, Derya Kurtuluş, Doğan Altınel, Ertan Kılıç, Eylül Soğukçay, Hülya Arslan, Hüseyin Kefeli, İbrahim Ulutaş, Murat Bavli, Müge Çiçek Türkoğlu, Nacı Taşdöğen, Seza Güneş, Şehnaz Bölen Taftalı, Tarık Şerbetçioğlu, Tuğçe Açıkgöz, Zihni Göktay
Sahne Tasarımı: Rıfkı Demirelli
Kostüm Tasarımı: Canan Göknil
Işık Tasarımı: Mustafa Türkoğlu
Koreografi: Senem Oluz
Efekt: Levent Akman


16 Aralık 2014 Salı

Güneş Batarken Bile Büyük

Güneş Batarken Bile Büyük

Goethe alman dilinin kurucusu kabul edilir, felsefe alanında ve edebiyat alanında yapmış olduğu katkılar ile bir anlamıyla Almanların Shakespeare’dir. Yaşadığı çağın bir anlamda ruhunu temsil etmektedir. Goethe yaşamına dair yazılan bu oyunda hem o dönemin sorunlarına, hem bugün yaşadığımız sorunlara göndermeler yapılmaktadır. Özgürlük, bağımsız bir bireyin kendi düşünce dünyası ve var olan tüm sistem mekanizmalarına karşı duruşunu sergileyen özgün bir örnektir.
Oyun Fransız işgalinde olan Weimar şehrinde Goethe’ye ait bir şatoda geçmektedir. Fransız devrimi sonrası Fransa bir kargaşa dönemini yaşamış ve Napolyon’unun mutlak iktidarı ile sonlamıştır. Burjuva devrimi ihtiyaç duyduğu sermeye birikimini ve sömürgeci, yayılımcı geleneğinin de mirası etkisi ile
Öncelikle Avrupa içlerine doğru seferler yaparak, Napolyon Fransız halkına göreceli bir refah sağlayarak yeni düzenin temelini atmıştır.
Napolyon tek başına bir istilacı değildir, onu yaratan Fransa’nın içinde bulunduğu ortamdır, o sadece bir öznedir ve o özne görevini baskı ve yayılmacılıkla kendisini ifade etmiştir.  Burjuvazi feodal beylerinden iktidarı alırken, kendisine bağımlı ve ihtiyaçlarını giderecek yeni bir iktidarı yaratmıştır. Bu yaratılan iktidarın işgal ettiği Almanya’da bu oyuna konu olan olaylara kısa bir göz atarken, baştan da belirttiğim gibi o dönemin ruhuna da göz atmış oluyoruz.
Avrupa o dönemde tutucudur, özgürlükler kısıtlıdır. Özgürlükler ayrıcalıklı sınıfın elinde olması, halkın bu ayrıcalıklı sınıfa hizmet etmekten başka kaderi yok gibidir. Yanı başlarına gelişen, özgürlük çığlıklarının dalgaları Almanya içlerine kadar vurmuş olmasına rağmen, bu işgal o rüzgarın karşısına direnç olarak ve Almanya için ayrı bir tarih çizgisinin oluşmasını da ortaya çıkarmıştır. Bu kargaşa ortamında sanat ve lider insanların ortaya çıkması tesadüfi değildir. Her dönemin liderleri ve kahramanları olduğu gibi, o liderler etrafında bir düşünce ve sanat akımının da oluşması kaçınılmazdır.
Goethe bu kargaşa ortamında alman halkı için ışık olmuştur daha fazla ışık ve aydınlık isterken, gelenekçi Katolik bakış açısını da temel almıştır. Goethe yaşamı bir anlamda bu sürecin aynasıdır, tek farkla Goethe direnmek yerine yaşamı olduğu gibi kabul edip, var olan tüm iktidar hırslarını ret üzerine kurmasıdır. (elbette oyunda bu şekilde yansıtıldığı için bu yorumda bulundum)
Her sanat eseri kendi gerçekliğini yaratır ve yaşatır, okuyucusuna ve izleyicisine bu geçekliğin varlığını kabul etmesini aruzlar. Oyun metni yazılırken gerçek bire bir alınmamış, sanatçının kafasında yarattığı gerçeklik ve tarih yeniden oluşturulmuştur. Oyun bu yeni oluşturulan tarih çizgisi ve anlayışı içinde yorumlanmaktadır.
Goethe kadınlara karşı zaafı vardır, kendi yaratmış olduğu fanus dünyada kadınlara methiyeler dizerken, öte yandan kendi düşünce yapısını ve eserlerinin de konusunu oluşturmaktadır. Yazmış olduğu mektuplar aşk kelimeleri ve cümleleri ile kadınlara seslenirken, öte yandan kendi yaratmış olduğu eserinde dip notlarını oluşturmaktadır.
Napolyon, Weimar şehrini kuşattığında mareşalleri için kalacak ve şanlarına uygun mekan arayışında Goethe’nin yaşadığı şatoyu uygun görür. Oraya mareşalini gönderirken, mareşale yapılacak olan her davranışın kendisine karşı yapıldı vurgusunu da not olarak habercilere iliştirir. Mareşal, bir konttur ülkesinde. Savaş sırasında şanına uygun bir göreve getirilmiş, sanat ve edebiyat sever biridir. Goethe hayranıdır, onun ile tanışmaktan ve aynı ortamda bulunmaktan büyük bir mutluluk duyacağını belirtir. Savaş şehrin her yerini yıkarken, tiyatro binasının sağlam kalması için Goethe ile görüşmeye gelen oyuncusu, bu savaşta arabulucu olmasını ve şehrin simgesel ve kültürel yapılarının savaş nedeni ile yıkılmamasını ve yağmalanmasının önlenmesini ister. Fakat Goethe duruşu buna uygun değildir, çünkü gurur düşmandan bir şeyi rica etmeye hazır değildir. Elbette sadece düşmandan değil, hiçbir kurumdan rica edecek yapısı yoktur, inancı ve duruşu buna aykırıdır. O kendi iç dünyasındadır ve savaş gibi yıkıcı olan devletlerin birbirini yok etmesinin ne arasında ne de karşısında duracaktır. O tercihini barış içinde yaşamaktan yana koymuştur ve yaşanan yıkıma karşı duyarlı değildir. Bu sırada sahneye mareşal ve Napolyon dahil olur, bir fırsattır, fırsatı değerlendirir, dileklerini Goethe son çalıştığı Faust eserinin henüz bitmemiş çalışmalarının okunması sırasında davranışları ile iletir. Napolyon kayıtsızdır.  O öncelikle savaşın gidişatı ile ilgilidir. Mareşali sanat severdir, tiyatro korunacaktır. Savaş ve yaşam… Goethe savaşı görmezden gelir ama sonucunu yaşayarak öğrenir. Schiller ve Goethe arasında görünmez bir rekabet vardır, o rekabet her fırsatta tartışma dönüşmektedir. Her ikisi alman edebiyatı için önemli bir noktadır, bugün dahi alman kültürünü etkilemeye devam etmektedir. Goethe yaşamına yeni kadınları alır, onlara mektuplar yazar, kalplerinden etkilemeye devam eder. Çocuğu yaşında kadınlar bile onun için anlık bir duygu seli yaratır, birlikte olur. Eşi her ne kadar soylu bir aileden gelmemiş olsa da bu yaşama uyum sağlamış, fakat bu çapkınlıkların yaratmış olduğu tahribatı da ruhundan hissetmektedir.
Ölüm, yaşamın olduğu her yerde vardır ve nefesini sürekli hissettirir. Ölüm Goethe hayatında vardır, en yakınlarını tek tek kaybeder ve tek başına kalmıştır. O ikinci perde de o kayıp ve yalnızlığına doğru gidişe şahitlik ederiz. Bu gidiş biraz (bana göre) aceleye gelmiş ve birbirini tekrarlayan cümleler ile seyirciye ulaştırılır. Goethe artık yalnızdır ve ölüme giderken oyun ismi olan “Güneş Batarken Bile Büyük” cümlesini kurarak güneşe ve sonsuzluğa doğru yürür…
Oyun teknik açıdan incelersek; sahne düzenlemesi ve oyuncuların rahat hareket etmesini sağlaması açısından başarılıdır. Bölümler arası geçişler, ışık ve sahne düzenlemesi uyumludur. Müzik seçimi döneme uygun olarak seçilmiş ama zaman zaman sahne düzeni içimde oyuncuların konuşmasını bastıracak kadar boyuta kadar gelebilmektedir. O da doğal çünkü klasik müzik zaman zaman sesini yükseltirken, zaman zamanda en alt düzeye kadar inebilmektedir. Beethoven 3. senfonisi buna güzel örnektir. Daha sonra bestelediği 9. senfonide 3. senfonide Napolyon için gösterdiği hoşgörüyü geri almıştır. Fransız devrimin ayak sesleri bu senfonilerde oldukça coşkulu olarak seyirciye o anı ulaştırır.
İki bölümden oluşmuş olması, her konuyu işlemek istemiş olası doğal olarak içinde tekrarları barındırır. O tekrarlar her ne kadar rahatsız etmemiş olsa da tercih olarak alınabilinir ve oyun daha az zamanda seyirciye ulaşabilirdi.
Oyuncular açısından bakarsak, uzaktan görebildiğim kadarı ile her biri başarılı bir şekilde verilen görevi yerine getirmiş, oyunun içinde seyirciye ulaştırılan metne hayat verdikleri her an hissettirmekteler. Yazan ve yöneten Kazım Akşar metne hayat verdirirken oyuncu seçimini başarılı bir şekilde yapmış, rahatsız edici, sonradan eklenmiş bir oyuncu yoktur. Her biri başarılı olarak rollerini yapmışlar. Reha Özcan, Meral Bilginer, Atsız Karaduman, Ayla Baki Yücesoy, Mehmet Şahin … her biri diğer teknik elemanlar ile birlikte alkışı hak ettiklerini düşünüyorum ve bu alkışı oyun sonunda alıyorlar. Alın terlerinin haklarını alkışlar ile aldıklarını düşünüyorum.
Her tiyatro eserinde mesajlar gizli ya da açık olarak verilir, üstelik mesajlar şimdiki zamana aittir, ama geçmişin gölgesi şeklinde verilir. Bugün yaşadığımız kaos ortamı içinde açık, sade ve hedefi belli mesajlar seyirciye doğru bir şekilde ulaştığını düşünmekteyim.
İsmail Cem Özkan

GÜNEŞ BATARKEN BİLE BÜYÜK 
2 perde | 2 saat 30 dakika
Yazan : KAZIM AKŞAR
Rejisör : KAZIM AKŞAR

OYUNCULAR
REHA ÖZCAN
MERAL BİLGİNER
ATSIZ KARADUMAN
HAKAN GÜNERİ
ENGİN DELİCE
AYLA BAKİ YÜCESOY
BERRİN AKHASANOĞLU
MEHMET ŞAHİN
GÖKALP KULAN
CANSU GÜLTEKİN
ŞEYDA TERZİOĞLU
SELİN TEKMAN
PINAR EFE
REZZAK AKLAR
BERK YÜCESİR
TOLGA KORTUNAY

DEKOR TASARIMI
ŞİRİN DAĞTEKİN YENEN
GİYSİ TASARIMI
NALAN ALAYLI
IŞIK TASARIMI
ÖNDER ARIK
DANS DÜZENİ
TANJU YILDIRIM
KUKLA TASARIMI
HAKAN DÜNDAR
YÖNETMEN YARDIMCISI
AYLA BAKİ YÜCESOY
ASİSTANLAR
SELİN TEKMAN
CANSU GÜLTEKİN
SAHNE AMİRİ
AHMET ALİ SARABİL
KONDÜVİT
ZEYNEP REHA DAĞARSLAN
IŞIK KUMANDA
HAKAN ÇAĞLI
SUFLÖZ
HANDE HACER BAHÇELİ
GÖRÜNTÜ - MONTAJ
VURAL ÇINAR


11 Aralık 2014 Perşembe

Lillian'nın onurlu duruşu...

Lillian'nın onurlu duruşu...

Amerikan’ın bir dönem oyun yazlarından, kendisini sorgulayan komite karşısında onurlu duruşu ile tarihe adını yazdıran Lillian Hellman’ın yaşamına William Luce’nin satırları ile baktığımız bir oyun. Şehir Tiyatrolarının sahnelerinde yer alan oyun, küçük bir mesajları içinde saklamaktadır.
Uzun soluklu bir yaşam öyküsünün içinde hayatına yön verenler ve olaylar hakkında bilgilere ulaşmaktayız, fakat bu uzun soluklu ve tek kişilik oyun, oyunu sahneye taşıyan yönetmen Orhan Alkaya’nın geçen senelerde sahnelerde sergilediği “Rosenbergler Ölmemeli” adlı oyunun devamı ve aynı yıllara ait bir ayrıntıyı büyüteç altına almaktadır.
Aliye Uzunatağan tek kişilik performansı ile sahnede hayat bulurken, sahnenin arkasında Şehir Tiyatrolarının ekibi bulunmaktadır. Daha önce özel bir tiyatroda hayat bulan oyun bu sene değişen Şehir Tiyatroları yönetimini zora sokmadan geçiş için seçilmiş ama duruşunu da bozmayan bir oyun tercih edilmiş gibi algıladım.
Özel tiyatroların maddi yetersizlikler ve seyirci potansiyeli açsısından kalabalık ve maddi yükü ağır oyunlar sahneye koyamıyorlar. Arkasında ticari bir bakış açısı olmayan devlet ve şehir tiyatrolarının sahnelerinde tiyatro tarihi içinde önemli eserlerin sahnelenmesi daha olağan olduğunu düşünmekteyim. Üstelik kapanma kara bulutlarının devlet ve şehir sahnelerinin üzerinde dolandığı günlerde daha görsel ve özel tiyatroların oynayamayacağı oyunlar sahnelenmiş olsaydı daha bir anlamlı gelirdi diye içimden geçirmedim değil.
Sahne onbir sandalye bir çizgi üzerinde yan yana gelecek şekilde konmuş, üçer halde olan sendeleyeler arasında küçük boşluklar oluşturulmuş. Her sandalye bir anlamda bir paragrafı temsil eder gibidir. Işık her konu değişiminde değişim gösterirken, sandalyelerde oturma ve harekette ona göre değişmektedir. Oyun başladığı gibi sandalye dizimi konumlanması bitmektedir. 
Sandalye ve ışık oyuncunun yardımcı aksesuarıdır, seyirci bir buçuk saat boyunca sahneye bu araçlar ile bağlanmaya çalışılmıştır. Konular ve geçişler bir birinden bağımsız olduğu gibi bütün bakış açısı içinde bağlantılar mevcuttur. Yazarın tercihi seyirciyi değişik anlarda eriye götürüp, ileriye taşıyarak seyirciyi oyunun içine çekmeye ve o tek sesin yaratmış olduğu monotonluktan uzaklaşmaktadır. Seyirci, oyunun içinde konuları takip ederken, aynı zamanda oyunu zamanını da sorgulamaya iteklemektedir. Bir tiyatro yazarı, seyircisi için yazmadığı kendisi için yazdığı fikri Dashiell Hammet ile bir tartışmayı anımsama bölümünde dillendirmektedir. Oyun, seyirciler için değildir, geçmişine yönelik kendi iç dünyasında dönüktür. Fakat seyirciyi de dönemin sorunlarına ve Hollywood dünyasına da göz atmasını ve o dönemin meşhur McCarthy tertiplerine de uzanmaktadır.
Lillian, “Vicdanımı bu yılın modasına göre biçimlendirmem ve biçimlendirmeyi de istemem. Saygılarımla” diye belirttiği McCarthy cadı avı döneminde sorguda kendisini ifade etmiştir. Genel duruşu itibarı ile “kendi hayatı hakkında her türlü soruya karşılık verebileceği, arkadaşları ve tanımadıkları insanlar hakkında görüş bildirmeyeceği” fikrini sorgulayan komite üyelerinin yüzüne söylemiştir.  Ve bu duruşunun yaşama bakış açısı olduğunu vurgulamıştır.
Oyunun can damarı olan bu sahneye büyüteçle bakmakta fayda var, çünkü o dönemin koşullarını bilmeyenler için bu savunma bir anlam ifade etmeyebilir, fakat günümüz savunmalarına ve sorguda sorulan sorulara bakarsanız ne büyük bir irade ve etik bir duruş ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Çünkü baskı dönemlerinde insanlar kendileri dışında, çevresinde olsun olmasın herkes hakkında cadı avının rüzgarına göre ifade verdiği, fırıldak gibi çıkarlar etrafında döndüğüne şahitlik etmekteyiz. İktidara destek sunan, iktidar ile uzlaşama peşinde koşanların olduğu bir zaman diliminde onurlu bir aydın, yazarın ne yapması gerektiğini, yapan birinin gözünden öğreniyoruz.
McCarthy adı ile anılan dönem; 1940'lı yılların sonunda başlayıp 1950'li yılların sonuna değin ABD'de sürmüş anti-Komunist kuşkuculuğunu belirtmektedir.
1938’de kurulmuş olan Amerika Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komitesi’nin faaliyetleri McCarthy senatör olması ile önemli bir saldırı aracına dönüştürüldü. O dönemin FBI şefinin verdiği taraflı bilgiler ile paranoyak bir kişinin günlük aşama nasıl müdahil olabileceği ve bir çok insanın hayatını karabasan döndürebileceğini gösteren bir dönemden bahsediyoruz. Komite üyeleri öncelikle sanat dünyasında ve özellikle de Hollywood’da görüşlerinden hoşlanmadıkları kişileri kara listeye alıp yıldırma politikası yürütmeye başladılar. Geçmişinde herhangi bir sol gruba sempatizan olanlar bile ifadeye çağrılıyor ve arkadaşları hakkında ifade vermedikleri taktirde, şirketlere gönderilen kara listelere almıyorlar, bu artist ve sinemacılara, hiçbir şekilde iş verilmiyordu.
McCarthy, Roosevelt ve Truman’ın yönetimleri sırasında ABD hükümetinin komünist yuvalarıyla dolduğunu, demokratların bu konuda en azından ihmalle suçlu olduklarını ileri sürdü; ama 1952’de Cumhuriyetçiler iktidara gelince, tek bir komünist bile bulamadılar. Diğer yandan seçim kazanıldıktan sonra, bunun hiçbir önemi kalmamıştı, yani en azından o dönemde kimse hesap sormadı; sonra da zaten konu gündemden düştü.
CBS’den Edward R. Murrow, 3 Mart 1954’te “Joseph McCarthy Raporu” adlı bir dosya televizyonda yayınladı. Burada, senatörün ahlaksızlığı ve acımasızlığı açıkça sergileniyordu. Nihayet Senato, 1954’ün Aralık ayında McCarthy’nin bazı eylemlerini kınayan bir kararı, 76’ya karşı 22 oyla onayladı. Bu olay oyunun sonu idi. McCarthy bir avuç şakşakçısıyla baş başa kalınca, kendisini, eski alışkanlığı olan içkiye verdi. Karaciğeri iflas edince de, 1957 yılında öldü.
McCarthy bütün bu karalamaları yaptığı dönemde Amerika halkı tarafından yüksek oranda desteklendiği ve gözden düştüğü dönemde dahi ülke nüfusunun kamuoyu anketleri; halkın yüzde 50’sinin onu desteklediği ve yüzde 21’inin de kararsız olduğunu ortaya koyacaktı…
Oyuna yeniden dönersek, sahne düzenlemesi ve ışık başarılı olarak görmeme rağmen, zamanın ruhu bugüne taşınması açısından anlamlı ama mesaj benim büyüterek baktığım gibi net ve ayrıntılı değildir, çünkü yazar bu dönemi onurlu duruşu alçak gönüllüce anlatmakta ve üzerinden sanki önemsiz gibi geçmektedir.
Yaşadığımız çağ içinde keşke bizde de Lillian Hellman gibi onurlu yazarlar ve oyun yazarları çıkmış olsaydı… Bu zaman diliminin romanları, öyküleri, tiyatro eserleri ileride olacaktır, bundan kuşku duymuyorum, sessizce direnenlerin yaşamları ileride gözler önüne serilecektir. O zaman bizim de Hellman’larımız varmış diyeceğiz.
William Luce’nin yazdığı Orhan Alkaya’nın yönettiği oyun, çevirisini Seçkin Selvi’nin, dramaturgluğunu Sinem Özlek’in, sahne tasarımını M. Nurullah Tuncer’in, kostüm tasarımını Canan Göknil’in, ışık tasarımını Kemal Yiğitcan’ın, müziğini Turgut Onur Avdan’ın, efekt tasarımı Levent Akman’ın yaptığı oyunda, Hellman rolünü 51. sanat yılını kutlayan Aliye Uzunatağan üstleniyor.
İsmail Cem Özkan


3 Aralık 2014 Çarşamba

Tiyatro yok edilemez!

Tiyatro yok edilemez!

Bazı tiyatrocular ve tiyatro severler hükümetin tiyatroyu ortadan kaldıracağı fikrini taşıyor. Ben o fikirde değilim, çünkü tiyatro bir hükümet istedi diye ortadan kalkmaz.
Tiyatro yerleşmiştir, geçmiş birikimi vardır, geleceğe mesaj taşımaktadır, evrenseldir, sınırları ortadan kaldırmıştır...
Hükümetin amacı tiyatroyu ortadan kaldırmak değil, öyle olduğunu da düşünmüyorum, çünkü tiyatroyu kendi propaganda amacı olarak kullandığı alanlar vardır, fakat etkili değildir, çünkü onun amacı yönünde üretilmiş eserler denizde bir damla kadar etkisi yoktur. Yetişmiş tiyatrocu kadro, geçmişin izlerini üzerinde taşımakta ve yaşama oradan bakmaktalar. Hükümetin amacı doğrultusunda değil, farklı duruş sergileyenlerin parasını veren devlet, yeni konumu ile kendi içinde çelişkiye düşmekte, “madem parasını veriyorum, o halde benim dediğimi yapmak zorundalar” görüşünü maddi güç ile dayatmaktadır ama ‘başarılı’ olamamıştır. Hükümet her istediğini hukuk kuralları içinde düzenlemeler ile yaptığından TÜSAK adını verdikleri yeni bir düzenlemeye giderek tiyatro, bale ve operaya yeni duruşu konumlandırmak istemekteler. ,
Her rejim kendisine uygun hukuk kurallarını dayatır ve toplumu o kurallar içinde bir homojen şekilde hareket etmesi beklenir. Rejimler, kendilerinin ihtiyacı yönünde tarih algısını ve kültürel duruşunu homojenleştirmek için eğitimin bütün araçlarını kullanarak istenilen insan profili yaratılması için mücadele eder. Ulus devleti, homojen bir ulus yaratmak amaçlı, kültür alanın tüm araçlarını amacı yönünde kullanmış, tiyatro, opera, bale millileştirilmesi için sanatçılar desteklenmiş, dışarıdan öğretim üyeleri getirtilmiş ve eğitmen ve sahnede rol  alan sanatçıları yetiştirmiştir. Eğitim politikasının sadece bir parçasıdır. Okullarda çocukların hayalleri yeniden düzenlenirken, yeniden tarih algısı organize edilirken onun bir parçası olan yan etmenlerinde düzenlenmesi bir zorunluluk olarak devleti biçimlendirenlerin karşısında çıkmaktadır. Rejim, yeni kurbanlarını sistem için bıçak altına yatırırken, yeni bir kuşak yaratma amacındadır.
Tiyatro ile popüler hale gelen kültürel alanda değişim bir rejimin ihtiyacı yönünde atılmış adımdır. Bu zamanın dayatmasıdır, çünkü parayı veren Nasreddin Hoca değimi ile “düdüğü” çalacaktır! Devlet adına parayı veren hükümettir, hükümetin uzun süre iktidarda kalmasının getirmiş olduğu “devlet benim, ben devletim” anlayışının yansımasıdır.
Peki, hükümet neden devlet kurumu olan opera, bale ve tiyatroyu devlete ait olmaktan çıkarıp, sermayenin bir para kazanma aracı yapmak istiyor? Bu soruya verilecek her yanıt aslında hükümetin algısı içinde var olan düşüncelerin seslendirilmesidir!
Dünyanın mirası olan klasik eserlerin sahnelenmesi, seyirciye ulaştırılması önemli bir masraf gerektirmektedir ve kamu hizmeti olarak ancak sunulabilinir. O sunumdan kar beklenilmez, beklenildiği an ekonomik ‘verimlilik’ yasası içinde ortadan kaldırılması gereken bir gider hanesi olarak karşımıza çıkar. Devlet işte bu birikimi kendi hükmettiği halkından yoksun bırakarak, izole altında yaşayan bir nesil yetiştirmek istemektedir. Tarih kendisinden başlamasını istemektedir. Kısaca geçmişin birikimi ile bağı koparıp, geçmişinden ve dünya mirasından kopuk bir nesiller yaratırsa, o kadar başarılı olacağını düşünmektedir. Ülkemizde liberalizm geçmiş birikimlerinden kopuk, geçmiş değerleri paraya döndüren, para kazanma için atılan her adımı meşru gören bir anlayışa sahiptir. Bu anlayışın içinde sağ, sol liberal ayrımı yapmadan genel kabul gören bir duruşa sahiptir.
Klasik tiyatro eserlerin ortadan kalkması demek yerine küçük, (hedef kitlesi parası olan seyirci) oda tiyatroların yaygınlaşmasıdır ki, bu da klasik ve büyük bütçeli ve oyuncusu olan dünya mirasının ülkemizin sahnelerine ulaşmaması anlamını taşır. Çünkü oda tiyatrosu yapacak olan özel tiyatroların bütçesi bellidir ve o bütçe ile en az masrafla seyirciye ulaşmak ister... İşte bu az masraf ile ulaşılan eserler hükümetin canını hiç bir şekilde sıkmayacak ve zaman içinde tiyatro algısı bu ülkede yaşayanlar için değişecektir. Başarılmak istenen şey budur.
Tiyatro ortadan kalkmayacak ama tiyatro kültür mirasının önemli eserlerinin bu ülkeden uzaklaşması istenmektedir. Sorgulayan, yeren, eleştirel olan ve sahneyi dolduran eserler bu ülkenin seyircisine yabancı kalacaktır...
Oda tiyatroları konumuna gelecek özel tiyatrolarda devletten alacağı yardım için takla atacak, onların istediği gibi oyunu sahneleyerek küçük eleştiriler dışında bir şey yapamayacaktır. O eleştirilerin de direkt olacağını düşünmeyin, dolaylı eleştiri ile algıya göre değişen cümleler kurulacak!
Devlet tiyatrolarının ortadan kalkması kültürlü, tiyatroyu bilen seyirciyi ortadan kaldırıp, eğlence aracı olarak algılanan bir seyirlik olarak algılanacak tiyatro yaratılacaktır...
Tiyatro ortadan kalkmayacak, ortadan kalkacak olan tiyatro tarihinin en önemli eserlerinin ülkemiz sahnelerinden kalkmasıdır... Ticari olmayan değerli eserlerin yok olmasıdır.
Devlet kültür kurumlarının ortadan kaldırılması veya dönüştürülmesi aslında şu anda gözlemci ve seyirci olanların değişimini beraberinde getirmektedir. Seyircilerin koltuklarının yönünü değiştirip, karanlık salondan aydınlık sahneye bakanların ortadan kaldırılması ve yeninden biçimlendirilmesidir. Seyirci oda tiyatrosunda karanlık salondan bakmayacak, sahne ışıklarının aydınlığı kadar alandan sahnede olanları izleyecektir. Kısaca sahne artık aydınlık olmayacak, dekorlar hiçbir zaman görsel değil, sadece ihtiyacı karşılayacak en düşük bütçeli halde olacaktır.
Tiyatro yok edilemeyecektir, sadece tiyatro algısı değişecektir!

İsmail Cem Özkan