Galata Gazete


28 Ocak 2015 Çarşamba

Cansız bedenler çürürken…

Cansız bedenler çürürken…

Etrafta cesetler nefes almadan yatıyor. Üzerlerinde ne bir leş yiyici, ne de leş yiyerek geçinen insan vardı. Sessizlik ortamı kucaklamış, etrafta biraz önce yaşanan savaşın son izi olan duman dağılıyordu. Savaş artık mertçe değil, görünmeyen yerden gelen bir bombanın yer yüzüne yakınken patlaması sonucu bir hançer şeklinde insanın arkasından saplanmasıydı. Düşmanı görmüyordun, nasıl biri, ne konuşur, nasıl yaşar gözünde canlandırmadan onun attığı bir bomba ile yok oluyorsun. Ne bir ses kalıyor geriye, ne de yaşayan her hangi bir şey.
Cesetler sokakların içinde, kapı önlerinde, kokuşmaya henüz başlamadan öyle duruyor. Zaman durmuş gibi gözükmesine rağmen, zaman sürekli kendi devinimi içinde yol almaya devam ediyordu. Bir çok insan ise o ölüm anını beyaz ekranları aracılığı ile şahitlik yapıyordu, bir direğe bağlanmış kameralar aracılığı ile.
Ölüm, sessizce kucaklıyordu tüm yaşayanları.
Yaşayanlar ise bir birini boğazlıyordu.
Her boğazlama ise birilerin elini ovuşturmasına yol açıyor, kasalarına giren dolarları düşünüyordu. 
Birileri ise ertesi gün çocuğunu hangi kreş yuvasına yazdıracağını düşünmekte ve kreş parasını nasıl ödeyeceğini hesapları içindeydi.
Savaş yaşandığı yeri yok ediyor, diğer yerlerde ise savaştan elde edilen sermeye birikimin getirmiş olduğu göreceli refahı yaşıyordu.
Tarih sayfaları kan ile doluydu.
Kan geçmişin izlerini, kelimelerini, zaferlerini şanlı, onurlu, onursuz, yenilmiş, kazanılmış şekilde yazıyor, soykırıma uğramışları ise hiç anmadan geçiyordu, çünkü soykırımın yaşayan çocukları yoktu, yok olan nesillerini, atalarını ansınlar, dillendirsinler.
Sessizlik ölüm anında yoktu sadece, soyu kurumuşların tarihi de sessizdi, kimse anımsamak ve için toprak altını kazmıyor, o dönemden kalan tabletleri popüler şekilde dillendirmiyordu. Sessizce geçiştirilen tabletlerde kanların üzerinde kendi parmak izimiz varsa, o parmak izini silmek için son teknoloji ürünü temizlik malzemeleri ile izleri karıştırmaya çalışıyor buluyorduk kendimizi.
Kan suçu yaratır, suçlular kan izlerini silmek için ellerinde ki her olanağı kullanır.
Suçlular bir arada yaşamak yerine, kendi homojen toplumunda yaşamaya özen gösterir, toplumu içinde bu homojen yapıyı bozan varsa hemen onu yok etmeyi düşünür ve onu yok etmek için iftiralar, linç etmek için ortam hazırlar, sonra onun acı çekmesini büyük bir keyif ile izler.
Kan ile beslenenler, kan aktıkça daha çok mutlu olur ve suçlarına ortak bulmaktan keyif duyarlar.
Suçlular tek olayı sevmez, suçlarını kitleselleştirmek için uğraşılar, çünkü kitlesel yapılan şeyleri suç olarak kabul edilmez. Toplum bir bütün olarak cinayet işlemez inancı hakimdir, çünkü çoğunluk her daim haklıdır ve hakkını zor kullanım aracı olan devlet mekanizmasını kullanarak gösterir.
Devlet, suçluların suçlarını suç olmaktan çıkaran bir araçtır.
Devlet olan yerde, fakirler zenginleri öldürmesin diye yasalar vardır. Zenginler ise suçu kendi güçlerine göre tanımlar ve uygulatır.
Devlet olan yerde suç kavramı, zenginler arasında ki orantısız rekabeti dengelemek için vardır.
Devlet olan yerde kim suçlu, kim suçsuz kavramını çıkar ilişkisi belirler ve uygular.
Çıkar ilişkisi sözde herkesin eşit hakları olduğu, rekabetin eşit güçler arsında yapıldığı farz edilir ama hayatta öyle bir şey yoktur, çünkü maddi gücü olan, güçsüzü yanına alır ve istediği verimliliği elde edene kadar çalıştırır, işine yaramadığı an posasını bir delikten aşağıya bırakır.
Savaş, çıkar ilişkilerin sonucunda oluşur ve çıkarlar olduğu sürece insanlar  birbirine kırdırılır, zenginler daha çok zengin olur.
Savaş olan yerde kara ilişkiler ve para olur ve ama her savaş kontrollüdür ve kontrollü olarak kara paranın ve insan hareketine izin verilir, gerek görüldüğünde izin verilenler suçlu olarak gösterilip linç edilmeleri sağlanır.
Her sömürge toplumunda, toplumun sürekli parçalanması ve atomize olması için iç çatışma sürekli sıcak tutulur, eğitim ile bu çatışmanın tohumları kuşaktan kuşağa aktarılır.
Yarı sömürge ve sömürge toplumlarda ekranlar bu çatışmanın her an gündemde kalması için programlar yapılmasına olanak verilir, ortam hazırlanır.
Her ortam başka bir cinayetin habercisidir. Cinayet işlendikten sonra bu haberleri doğru okumaya gayret ederiz.
TV programlarını genelde balon olarak görürüm ve ilgilenmem ama yaşadığımız zamanın ruhu içinde bizi her yerden kuşatan uyarıcılar var, o uyarıcılara karşı insan ister istemez kafasını dönderip bakıyor.
Savaş sadece silah ile olmuyor, başka öldürme araçları ile beynimizin içi boşaltılırken, geçmiş birikimlerimizin de antika dükkanında satılan metaya dönüşmüş olduğu gerçekliği ile karşı karşıya kalıyoruz.
Sosyal medyadan gelen mesajlara bakınca tartışma değil de sanki cephe savaşı! TV ekranlarında reyting için yapılan popüler programların ister istemez bir izleyici fun club’ü oluyor. Her fun club’ün bir de popüler lideri!
Liderlerin etrafında bileylenmiş taraftarlar ve tutuğu liderin (tartışma programında aslında sıradan bir konuk) sözlerini sosyal medya hesaplarından paylaşırken, aynı zamanda rakip gördüklerini küçümseyen, alaya alan cümleler gördüm.
İlkel bir duruş olarak algıladım, çünkü savaşı isteyen ve cephede birbirini öldüren insanlar, düşünme yerine eylem yapan, eyleminin sonucunu düşünemeyen bir piyon konuma getirilmiş birey ve içgüdüsü ile oklarını (cümlelerini) fırlatırken görürüm.
TV ekranlarında kan dökülmedi, baş yarılmadı ama balon sohbetlerden bugüne kalan sadece öfke, içini boşaltmış, ekran karşısında tatmin olmuş bireylerin bıraktığı kondomları sosyal medya sayfamda kelimeler olarak gördüm...
Sonuçta bu toplum içinde yaşayan ve farklı doğruları olan bireylerin neden bir arada huzur içinde yaşayamayacağının küçük bir deney sahnesi olmasından öğreticiydi.
Bizler bir arada değil, bölünerek yaşamayı ve öldürerek kan ile beslenmeyi kendimize doğru olarak kabul etmiş bir kültürün evlatlarıyız.
Tarihimiz kan akıyor, insanlar kan içinde boğuluyor, doğal olarak onların torunları da kan içmek için kan dökmek adına fırsat kolluyor...
Etrafta cansız bedenler, nefes almayan canlılar. Henüz duman o ölüm yerinin üzerinde.
Sokakta bir direkte duran kameradan canlı olarak o ölüm anını ve sonrasını evimizden, yolda giderken akıllı telefon ekranlarımızdan seyrediyoruz.
Her birimiz her şeyi görüyoruz, ama farkına varamıyoruz, çünkü her birimiz yalnızlaştırılıyoruz.
Yalnızlaşan insan korkar, korktuğunda sosyal medyadaki duvarına bir şeyler yazar, fun club üyesi gibi tuttuğu liderinin her cümlesini paylaşmak için algılarını sadece o ana odaklar ve paylaşır. Karşısında gördüğü düşmanını küçümser, onu işlevsiz bırakıp, tek başına bir çukurda, o cansız bedenlerin arasında görmek ister.
Korku, yaşadığımız toplumu daha da atomize ediyor, parçalanıyoruz. Parçalandıkça kendi doğrumuzun tüm dünyaya egemen olmasını düşünüyor, bizim konuştuğumuz dilin hakim olmasını düşlüyoruz.
Görüyoruz, farkında değiliz!
Cansız bedenler çürürken, çürüyenin sadece o beden olduğunu düşünüyoruz, kendimizi görmeden!
İsmail Cem Özkan


16 Ocak 2015 Cuma

Seçimler yaklaşırken…

Seçimler yaklaşırken…

Seçimler yaşadığımız çağın olmazsa olmazıdır, dağda ki çobanın oyu ile fabrika sahibinin, sahnelerin yıldızının da oyu tektir, birbirinden ne üstündür ne de aşağıdır. Ama varoşlarda yaşayanların oyları bir araya geldiğinde birbiri ile benim oyum daha değerli, senin oyun daha değersiz tartışmasını sonlandırmış, benim dediğim olur demiş. Elbette bu sözü söyleyebilmesi içinde dış etkin güçlerin çıkarı o yönde olması önemliymiş. Varoluşlar şehirleri kuşattı ve sonunda aldı ve yağmalamaya girişti. Varoşlar oluşurken (henüz gecekondu mahalleri iken) yoktan rantı yaratmayı öğrendi, iktidara gelince her şeyi ranta dönderip koltuğunu sağlama alacak kadar çevresinde bir çıkar birliği kurdu. Seçim ve partiler çıkarlar birliği üzerinde sözünü söyler, düşünce ve özgürlük daha sonra gelir!
Siz hiç ben özgürlük istiyorum diye seçime giren siyasi partiyi, göremezsiniz. Özgürlüğü parçalara ayırır, işine gelen özgürlüğü öne çıkarır, diğerlerini yok sayar, iktidara geldiğinde diğerler özgürlük isteklerini dillendirenleri de yok etmek, asimile etmek için eline geçen gücü onlara karşı kullanır. Başörtüsüne özgürlük isteyenler, Alevilerin inanç özgürlüğünü yok sayması kadar doğal ne olabilir! Başörtüsüne özgürlük diye imza kampanyalarında sıraya girip imza atanların önemli bir bölümü kariyer, iş, bazı imtiyazlar elde etme adına imza atmış, ama özgürlük istemi olan Alevileri yok saymış, hatta görmezden gelmiş. Zamanı gelince onlarda özgür olsun diye fısıldamışlar, özgürlük kavramı geniş anlamda kullanıldığı zaman. Ama artık isimlerinin önünde profesör, doçent, doktor ve de çocuklara kurs verebileceği köy, medrese vb yaptıktan sonra. Her şey çıkardır, çıkar olan yerden imza mı eksik edilir!
Seçimler partiler ve bağımsız adayların kıyasıya yarışıdır ve jüri üyesi oy kullananlardır. Fakat her jüri üyesi kağıt üzerinde eşit haklara sahip olsa da gerçek öyle değildir. Seçim sandığı önünde ağanın, patronların adamları durur, marabanın, işçinin, memurun gizli oy, açık sayım ilkesini kontrol eder. Hadi bakalım ağanın, patronun sözünün dışında oy ver. Didik didik edilir, kimmiş bakayım o vermeyen aranır ve bulunur. Demek neymiş efendim, oy hakkı vardır ama ağanın, patronun ve çıkar ilişkisine uygun olarak oylar verilir, akıldan önce çıkar gelir.
Çıkar ilişkisin çatışma alanı olan sandıklar, her seçimde ülke sathında seçmenin önüne konur. Seçim başlı başına büyük bir rant yaratma kapısıdır. Seçim döneminde ülke ekonomisi canlanır, bayrak imalatçıları, reklam evleri baskı araçları ile seçmene gidecek propaganda araçlarını yetiştirmek için geçici eleman dahi alır. Her seçim dönemi yıpranan iktidar, yıpranan derilerini döker, yeni deri ile yeni parti gibi seçmenin karşısına dikilir, ben iyi yönetiyorum ve sizin iyiliğinizi düşünüyor ve iyiliğiniz için baskı aracı, sansür vb şeyler yapıyorum. Hepsi sizin iyiliğiniz için!
İktidar seçmenin iyiliğini düşünür, muhalefet iyilik düşüneceğini dillendirir. Sonuçta her biri iyilik severdir ve iyilik yapar! Seçim bir anlamda krize düşen iktidarın çıkış kapısıdır, kilitlenen ekonominin can suyudur. Para basılır, dağıtılır, ayakkabı kutusuna konur hepsi iyilik ve devletin bekası içindir. Bazı liderler sarayda yaşıyormuş, o de iyilik almanın bedelidir, göze batmaması gereklidir.
Seçime gelir, çatar, sandıklara oylar atılır. Gizli oy açık sayım yapılır... Sandık başında devlet temsilcileri ve seçime girenlerin temsilcisi vardır. Sonuçlar belli olur ve açıklanır. Birileri kaybeder, biri kazanır. Kaybeden aslında hep kazandığını ama hile yenildiğini açıklar. Kazanan ise balkona çıkar konuşma yapar, havai fişekler eşliğinde sonradan uydurulmuş mehter marşı çalar. Zamanın ruhuna ve halkın nabzına göre müzik eşliğinde yeni dönemin başladığı dünyaya ilan edilir. Kazanan kazandığı, kaybeden kaybettiği ile kalır, itirazları kısa süre sürdürür ve unutulur. Alışmam diyenler alışır, el öpmem diyenler el öper, çıkarı için fır fır dönenler seçim sonucuna göre dönüşünü sonlandırır ve yeni duruma göre konumlanır.
Sonra iç konuşmalarımız ile baş başa kalır ve iç konuşmalarımızı dost sohbetlerinde dillendiririz!
“Seçime girip kaybedenler hep sandık hilesinden bahseder ve güvenlik sorununu dillendirir. Anladım hile var, yazarken kaydırıyorlar falan filan… Hepsi doğru, sen seçime giriyorsun ve sana atılan oya sahip çıkamıyorsun, sahip çıkacak bir teşkilat yapın yok, lojistik faaliyet yürütecek bir profesyonel çalışman yok, sonra hep şikayet hep şikayet... Şikayet edeceğine seçime girme en azından seni bir ciddi parti sansınlar. Seçime girip de her tarafı dökülen parti nasıl iktidara gelir ki?”
“İşte yaşadığımız sonuç, mecliste ki bütün siyasi partiler iktidarın yedek değneği konumunda varlıklarını koruma derdine düşmüşler... Seçim kazanma gibi bir dertleri yok... Olsaydı bugünden sandık güvenliği için yapılanmaya gider ve onun için bütçe ayırırdı... Son dakikada gönüllüler ile yapılan işler ancak bu kadar oluyor...”
“Örnek bir olay anlatayım; bir yerel seçimde etnik kimlik ve inanç seçmene seslenen Turgut Öker aday olmuştu. Gittim oyumu ona verdim. Benim oy verdiğim sandıkta ona oy verecek benden başka kimse yok, çünkü onun potansiyel seçmeni benim oturduğum yerde oturmuyor... Yani sandıkta tek oy benim olmak zorunda... Sonuç açıklandı aaa benim oy yok! Kazanmaya az bir oy kalmış olsaydı kendi inisiyatifim ile o oyun peşinde giderdim ama seçim sonucunda yüzdelerin alt tabanında olduğu için peşine düşmedim. Ama kazanma olasılığı olan ama sandık sayımında ciddi sayım yapanlar olmuş olsaydı, benim o tek oyuma sahip çıkar ve gerekli yere yazdırırlardı.
Başkasının oyuna sahip çıkamayanlar kendi oylarına da sahip çıkamazlar...
Alınacak ders, benim oyum büyük olasılıkla bir sırasına yazılmıştır ve orada bulunan muhalefet sandık başkanları buna göz yummuştur… Ya da geçersiz olarak işaretlemişlerdir… Ama sonuçta benim oyuma sahip çıkamayanlar, ülke yönetimine aday olamazlar... Olamadılar da, hep iktidar kazandı... İktidar partisinin kazanmasına en çok muhalefet partisinin sandık görevlileri hizmet etmiştir…”
Seçim yaklaşıyor, fır fır dönenler, milletvekili olmak için parende atanlar, ceplerine para koyup parti kapılarını ziyaret edenler bugünlerde ortalıkta geziyor. Partiler seçim bildirisi yazdırma derdinde, parayı nasıl denkleştiririz telaşında. İktidar, iktidar gücünden aldığı gücü kullanma derdinde, muhalefet ise parlamentoya girme barajı aşma derdinde kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan köpek gibi dönüp durmakta. Bu dönmeler girdap oluşturmakta ve siyasi ortam kasırgaya doğru giden tartışmalar için şimşekler, yıldırımların yaydığı ışıltılar etrafa ilk kıvılcımlarını yaymakta, seçim için gerekli olan cepheler belirlenmektedir. 
Ülke ne çektiyse bu cepheleşmeden çekmiştir denir ama cepheleşme ekonomiye can suyu olur, var olan sorunlar unutulur, bir anlamda beyim yıkaması gerçekleştirilir. Balkon konuşması ile bazıları doyuma ulaşır, bazıları yeni duruma uygun çıkar ilişkisine dayalı nasıl fır fır döneceğini hesaplar… Seçilenler arasında çocukluk arkadaşı aranır!
Seçimler ekonomi için gerekli, toplumsal tepkilerin sıfırlandığı süreçtir. Bu devlet, bu sistem oldukça seçimsiz dönem olmayacaktır, ne zaman başı derde girse birilerin seçimden bahsedecek, erken, olağan, olağanüstü seçim ile tepkiler sıfırlanacak, beklenmeyen köklü değişimler engellenecektir.
İsmail Cem Özkan


Örgüt, ölüm ile büyür!

Örgüt, ölüm ile büyür!

Örgüt olabilmenin temelinde hedef olmak zorundadır ve bu ortak hedefleri olan insanlar bir araya gelir, ikinci aşamada para gelir. Para olmadan örgüt olunmaz, çünkü işleyiş ve hareketin temelinde para yatar. Para olmadan artık gönüllü olarak bir yerden bir yere yürümez!  Üçüncü koşul ise lojistiktir.  Lojistik hem örgüt iç işleyişi hem de hedefler yönünde hareket alanı sağlayan ana yoldur. Bu yol olmadan insan ya da canlılarda olduğu gibi damardan bir şey akmayınca yapı çöker ve ölür. Devletler yol olmadan var olamazlar örneğin, o yüzden devlet hükmettiği yere en kısa sürede ulaşabilmesi için yolları geliştirir, yolda mola yerleri, ve ikame depoları oluşturur ve lazım olduğunda en kısa sürede o malı oradan alıp hedefe ulaştırmak ile yükümlüdür. Eğer bunu yapamaz ise örgütsel işleyişini kaybeder ve kaos ve kriz yaşar. Kriz yönetimi en kısa sürede krize yol açan sorunu çözmekten geçer. Lojistik aynı zamanda olası krizi yönteme ve çözme aracıdır.
Örgüt olmanın olmazsa olmazı bu üç saç ayağıdır, bir tanesinin eksik olması örgüt olmanın dışında geçici organizasyonlar / inisiyatif / proje vb. adını alır.
Örgüt olmak için kurumlar ve bireyler planlı ve eş güdümlü hareket etmesi zorunludur.
Örgüt olmanın tarifi içinde devamlılık esastır.
Örgüt içinde bireylerin ve kurumaların hareketleri baştan kabul edilmiş kurallar tarafından belirlenir. Böylece belli bir iş, eş güdümlü, iş bölümüne ve uzmanlaşmaya dayalı bu sistem sayesinde yerine getirilebilecektir.
Örgüt kültürü, üyeler tarafından paylaşılan temel değerler olarak tanımlanabilir. Genellikle örgüt kurucuları bu kültürün oluşmasını belirler ve yönlendirir.
Her siyasi örgütün hedefinde kitleselleşme vardır. Kitleselleşebilmesi içinde hedefleri yönünde sempatizanlar yaratması için seçilmiş toplumsal kitle ile iletişime geçmek zorunluluğu vardır. Bu hedef kitle ile iletişime geçmek için değişik araçlar kullanılabilinir. Teknoloji ve kültüre bağlı olarak her örgütsel yapı, hedef kitle ile iletişim kurmak ve sürekliliği sağlamak zorundadır.
Örgüt nedir ne değildir konusu uzun yıllardır sosyoloji ve felsefe alanında tartışmalara neden olmuş, değişik tanımlar yerine getirilmiştir. Ben yaşadıklarımın ve okuduklarımın ışığı altında yukarıda kabaca olsa da bir çerçeve içine oturtmaya çalıştım. Fakat yaşam içinde oluşan siyasi örgütlerin büyümesi ve gelişmesini tarih bilgileri altında incelediğimde yazdığım cümlelerin çok eksik olduğunu düşünüyorum. Fakat kısa ve köşe yazısı formatı içinde ancak bu kadar yazabiliyorum, çünkü yazının konusu için bu örgüt tanımının önemli olmasından ve vurgulamak istediğimi baştan anlatarak giriş yapmak istedim. Çünkü her cümle farklı algıları ortaya çıkarmasını istemiyorum.
Yaşadığımız çağda örgütler kendiliğinden kurulurken, bazıları bir proje ile hayat bulurken, birçoğu devlet kendi varlığını korumak ve zorunlu olduğunu vurgulamak için kendisine karşıymış gibi örgütler kurabilir ve yönetebilir. Genelde devlet dilinde bu örgütlere anarşist ve terörist diye anılır ama genel verilen bu isimlerin gerçeği yansıtmadığı yaşanan pratikler göstermiştir. Elbette gerçek anlamda anarşist gruplar ve örgütler bu cümlemin dışındadır. Devletin ne dediği değil, onların kendilerini nasıl tanımladığı önemlidir.
Afganistan'ın Sovyet işgalinden sonra ortaya çıkan siyasi atmosfer içinde Amerika direkt olarak Afganistan içinde işgale karşı savaşma yerine, yönlendirebildiği, kontrol edebildiği örgütler kurdu. Bu örgütler müttefik devletler içinde müttefik devletin siyasi iktidarına karşı kurulmuş olsa da, Afgan işgali ile birlikte bu örgütler müttefik devletinde mücadele etmesi yerine Afganistan içinde mücadele etmesi sağlanmıştır. Soğuk savaş koşullar içinde geliştirilen bu yöntem yeni bir doktrinin ürünü olarak karşımıza çıktı. Bu doktrin “Yeşil Kuşak” adı verilen bir kuşak üzerinde olan tüm devletlerin geleceğini belirleyecektir. Daha sonra bu BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) olarak değiştirilmiştir.
Örgütler bu kuşak ve projeler içinde yeniden düzenlenmiş, yeni düşman ve müttefik tanımları yapılmıştır. Elbette kurulan her örgüt amacına uygun davranmış olmasına rağmen, kontrol dışı ve kurucularına karşı saldırılar da gerçekleştirmiştir.
Örgütler, kurulduğundan itibaren Amerika ve NATO'nun yarattığı lojistik hatları kullandılar ve çok kolay bir şekilde başarılara imza attılar. Dolar ve lojistik başkasının kontrolü altında büyüyen İslam menşeli örgütler, amaç İslam birliği altında ellerinde ki olanakların kıymetini zaman içinde anladılar. Devleti olmayan devlet gibi çalışan karmaşık ve geniş bir coğrafyaya seslenebilecekleri çok kültürlü, çok uluslu ama tek dinli ve İslam cihadını dünya çapında yaygınlaştırabilecek konuma doğru eğildiler.  Sorun kuruluşunda yer alan üç saç ayağın ikisi başkansın elindeydi. O başkasının elinde yüksek ve henüz siviller tarafından kullanılmayan savaş teknolojisi vardır. Onların bilgileri dışında nefes almaları imkansız gibidir. Fakat zaman içinde El Kaide liderleri bunun farkına vararak kullanamadıkları teknolojiyi kullanmayarak kurtulmaya çalıştılar. Üyelerine ise teknoloji şeytanın işidir diyerek onlarında alışkanlıklarını yok etmeye ve en ilkel koşullarda mücadele etmesini öğretmeye çalıştılar. İşte bu girişim onların sonunu hazırlayan bir süreci anlatır. Bugün o ekolden gelen liderlerin önemli bölümü öldürülmüştür.
Kontrol dışı olan hiçbir yapı bu küresel dünyada yaşama şansı yoktur, çünkü her birey teknolojiyi kullanmakta ve her teknoloji aynı zamanda askeri istihbarat için bir araçtır.
NATO varlık sebebi kara paranın küresel olarak kontrol etmek ve ona göre müdahil olmaktır. Devletler kara para yaratır ve kontrollü bir şekilde bu kara paranın alanı içinde örgütler kurar ay da yönetir. Devlet olmanın temelinde düşman olmak zorundadır,
Düşmanı olmayan devlet, devlet değildir!
Muhalif olan ve devlet ile mücadele eden örgütler, silahlı mücadeleyi temel almışsa kendisini ölüm ve kan ile beslemek zorundadır, çünkü ölüm ve kan örgütün sesinin daha da duyurması ve devlet ile sorunu olan vatandaşların bu zorbalığa karşı direnenlerin kahraman olarak algılanmasını ve destanlaşmasına ortam hazırlar. Ne kadar çok saldırı ve ölmek ve öldürmek o kadar daha çok yeni üye, daha çok para, daha çok ilişki demektir. Ölüm kısaca propaganda aracıdır. O araç hem örgüt ilişkilerini daha sıcak tutar, daha çok disiplinize eder, hem de dışarıya karşı bazı insanların (örgütün hedefindeki) sempatisini kazanır. Bu sempatizanların örgüt üyesi olmasını kolaylaştıran süreçler ölüm sonrası yapılan eylemler ve seremonidir. Üye olacak kişinin hem onuru okşanır hem de amaç uğruna öldüğünde nasıl uğurlanacağını yaşarken görür. Hasan Sabbah bu kuşak sürecinde birden popüler olması tesadüfi değildir. İslam örgütleri canlı bomba eylem biçimini öncelikle Müslümanların çok yaşadığı yerlerde ve farklı mezheplere karşı kullanmıştır. Mezhepler arasında yer alan çelişkiler kullanılırken, mezhepler arası diyaloğu da ortadan kaldırmıştır. Her canlı bomba ve sonucunda ölüm birilerini çok sevindirirken, birilerine yas yaşatmıştır. Canlı bombada amaç çok insan öldürmek değildir, genelde bomba taşıyan ve birkaç kişi ölür ama etkisi bir atom bombası kadardır. Toplum içinde çelişkilerden yararlanılır ve yeni bir söylem zor ile benimsetilir. Toplumun dokusu ve dinamikleri ile oynanır. Bu kargaşaya ve daha çok ölüme yol açar ki, batının silahı ile doğunun insanı bir birini boğazlar.
El Kaide ve türevleri Suudi rejimine karşı kurulmuş ama en çok da Suudi parası ile eylem yapar konumda olmasını kimse sorgulamaz, çünkü ölüm düşünmeyi ve sorgulamayı ortadan kaldırır, güçlü olan kendi sesini duyurur ve toplumun algısı ile oynanarak tercih etme hakkı elinden alınır. Yazılan senaryoya tam uyum yani biat artık tek tanrıya değil, güce ve parayadır.
Danimarka’da yaşanan karikatür krizi aslında kurgulanmış ve bu kontrol dışına düşmüş örgütleri ve öfkeyi kontrol altına almak için yaratılmış suni bir gündemdir. O gündem o kadar iyi bir şekilde kullanılmıştır ki, Irak işgali ve Suriye iç savaşında olması olası direnişleri kontrollü bir şekilde oluşturulan yeni örgütler ve liderler ile yürütür hala gelinmiştir.
İslam dini kendisinden önce olan tüm dinlere sahip çıkan ve hepsini kucaklayan bir din olarak kendisini tanımlar ve uygulamaları eleştirir, Allah'ın kelamına sahip çıkar. Müslüman inancında tüm peygamberler aslında Müslüman’dır der. Çıkan bir karikatür sonucunda bir çok Müslüman ölmüştür, kendisini yakmıştır. Bu aynı zamanda dünyada oluşturulan yeni İslam algısının da biçimlendirilmesi ve var olan yerine; görmek istedikleri İslami yaratma sürecidir. Dinde reform yaşamış, laik devlet anlayışını özümsemiş toplumlarda bu son yaratılan İslam profili aynı zamanda üçüncü büyük savaşın düşmanın da kim olacağını işaret etmektedir. Bu imaj, çoğunluğu Hristiyan olan toplumlarda islamofobi algısının kök salması ve ırkçı örgütleri yaşanan krizde İslam, Yahudi dünyasından gelen ötekilerin dışlanması ve yeni Avrupa ideallerine uygun homojen toplum yaratılması için fırsattır. Yaşanan ekonomik krizi çözememiş, uzun süreli devam eden kriz, kriz olmaktan çıkmış artık kısır döngüye dönüşmüştür. Bu döngüden çıkış yolu olarak savaş ve savaş sanayisi, ilaç / gıda sekötürü güçlendirilmesi ve üretir, ürettiğini satar konumuna getirilmesi gereklidir. Savaş işte bu kısır döngüden çıkmak için önemli bir araçtır, çünkü savaş olan ülkelerde üretim olmaz, silah tüketimi fazla ve yeterli besin olmadığından ilaç tüketimi normal zamanların daha üstünde ve üstelik karaborsadır. Avrupa kendi iç tüketimi için gıda üretir hale gelmiş, çiftçisini destekler ve ona Pazar açmıştır. Afrika’dan, Ortadoğu’dan artık gıda malzemesi Avrupa ve Amerika yolunda değildir. Tersi söz konusudur.
Yapay olarak oluşturulan bu yeni düşman algısı ve İslam algısının Avrupa ve dünya gözünde değiştirilmesini İslam dünyasında yaşayan aydınların ve münevverlerin kabul edilmesi bir uzun süren toplum mühendisliğinin başarısıdır. Ilımlı İslam, bir ajitasyon ve propaganda sürecinin toplum mühendisler tarafından her türlü algı kullanılarak yarattığı bir olgudur. Bu açıdan bakarsanız Sivas yangını bu mühendislerin kullandığı bir propaganda aracı olmuş ve AKP iktidarına giden yolun “hızlı tren” rayını döşemiştir. Sivas katliamı dinci örgütlere doğru kitlesel katılımın ve ülkede oluşturulan yeni hassasiyetleri yaratmıştır. Yeni yaratılan hassasiyette eskiden hoşgörü ile bakılan şeylere, bugün bizim ile dalga geçiyorlar algı değişimine ve düşmanlık söylemlerine doğru dönüşmesi sağlanmıştır.
İslam dünyasının peygamberi Hz. Muhammed’tir ve son kitabın gelmesine aracı olan son ve tek peygamberdir. İslam, Hz. İbrahim’den beri gelen her kutsal kitaba sahip çıkar ve onları için aracı olanlarda bizim tanrımızın elçileridir der. Bugün bunu diyen artık yoktur, sanki son otuz yılda unutulmuş gibidir. Unutulmuş gibidir, çünkü Hz. İsa karikatürüne ses çıkarmayıp hoş görenler, bir provokasyonun piyonu olabiliyorlar. 
Yayınlanan karikatür, fotoğraf, çizgi, minyatür ilk defa yapılıyormuş gibi algı oluşturuldu ve olaylar çelişkilerin ve değiştirilmesi istenen ülkelerde patlama yaptı. Aslında İslam dünyası geçmiş birikimi ile en hoşgörülü dindir, bütün dinlerin ve görüşlerin kendi içinde yaşaması için ortam hazırlar ve olanaklar sunar. Ama bu hoşgörü artık yoktur, en ufak tepki büyütülmekte ve cinayet işlemek için ortam yaratılmaktadır. Bunların hiç biri tesadüfi değildir, çünkü genetiğimiz, kültürümüz ve birikimlerimiz ile oynuyorlar, üstelik başarıyorlar da.
Yaşanan Danimarka ve Fransa olayları ben de farklı duygular oluşturdu, çünkü algılar ile oynanırken birden arkasında olmayacağın bir adamın arkasında bağırır bulduk kendimizi. Derin bir nefes alıp kendi kendimize soru soramaz hale geldik. Nereye doğru gidiyoruz? Biz dışlanıyoruz ama nereye doğru?
Ölümler, cinayetler aslında din adına değildir. Tam tersi örgütün iç dinamiklerini savaşa hazır hale getiren iç iletişimi güçlendirmek, öte yandan düşman olarak gösterilenlere gözdağı vermek, orada (Avrupa ve Amerika’da) yaşayan ve dışlanan ve dışlanacaklara kucak açma eylemleridir. Her ölüm ve cinayet örgütleri daha da büyütmektedir.
İsmail Cem Özkan


14 Ocak 2015 Çarşamba

Hamidiye korucu derken…

Hamidiye korucu derken…

Tarihin bize fısıldadığı bir çok gerçek vardır ve bize der ki yaşananlardan ders almak insanlık tarihinin gereğidir, insanlık ancak ders alarak ilerler, aksi halde bulunduğunuz noktada kalır ve kendi kuyunuzu ve sonunuzu hazırlarsınız. Hamidiye alayları ve korucular konusuna yukarıdan baktığımızda şaşırtıcı bir benzerlik ile karşılaşırız.
Hamidiye Alayları, çoğunluğu Kürtlerden oluşturulmuş silahlı birliktir. Ermenilere karşı kurulmuş olmasına rağmen, amacı dışında Kürdistan eyaleti içinde yaşayan Süryaniler, Ezidiler ve Alevilere karşı katliama girişmiş, hatta Kürdistan eyaleti dışında Karadeniz sahillerine kadar bölgede etkili olmuş bir birliktir.
Hamidiye Alayları devletin silahları birlikleri dışında yöre halktan oluşturulan bir sivil silahlı birliktir. Öncelikle askeri eğitim almamış ama yörenin koşuları içinde silah kullanabilen erkek bireylerden oluşan birlikler, ellerinde ki silahlardan güç alarak kendilerine göre Müslüman olmayan kim varsa ya da su, otlak yüzünden kanlı olduğu aşiret üyelerine karşı katliama girişmesi ve yağmalama olayları o günün koşulları içinde olağan karşılanmış, hatta görmezden gelinmiştir.  Yeter ki devlet bölünmesin, ayrılmaya en yakın halk olan Ermenilerin devleti olmasın anlayışının üründür.
Devlet, Ermenileri düşman ilan etmiş, onların hak arayışlarını ve özgürlük istemlerini açık savaş ilanı olarak algılamış ve bu algıya uygun olarak savaş koşullarında dahi olmayan önlemler almıştır. Abdülhamid’in Hamidiye Alayları, Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeler ve bu bölgede iç içe yaşayan Kürtlerden devşirme bir gönüllü, gönülsüz ama Ermenilerin mallarının ve topraklarının vaat edildiği bir süreçtir.  
Abdülhamid, o güne kadar kaybedilen toprakların sorumlusu olarak Ermenileri görmüş gibi ne olursa olsun, ayağına taş değse Ermeni yaptı histerisi ile Ermenilere karşı gizli istihbarat örgütü dahi kurmuştur. Ermeniler onu koltuğundan alacak bir örgüt kurmuş histerisi içinde Yıldız İstihbarat Teşkilatını kurmuştur. Bu teşkilat her ne kadar gizli çalışmış olsa da istihbarat teşkilatlarından ayıran en önemli özelliği devlete değil padişaha direk bağlıdır ve ona hizmet etmektedir. Yani devlet içinde padişaha karşı olabilecekler, onu amcası gibi koltuğundan alabilecek güçte olanlara karşı güvensiz ve onların her hareketi dikkatlice izlenmiş ve raporları padişah bizzat kendisi okumuş olduğuna dair bilgiler vardır. Halk istihbaratçı dışında Jurnalci olmaları yönünde teşvik edilmiş, bu güvenlik teşkilatı için padişahın örgütlü ödeneği kullanılmıştır.  
Hamidiye Alayları, devlet bölünmesin, tek çakıl taşı gitmesin, vatanın dirliği için olası bir bölünmeye karşı silahlandırılmış, onlarda hedef gösterilen ve gösterilmeyen düşmana karşı silah doğrultmuş ve 80 ile 300 bin insan alayların görev süreci içinde öldürülmüş.
Hamidiye alayları, Abdülhamid iktidarını kaybetmesi ile ortadan kalkmış gibi tarih kitapları yazar ama isim değiştirerek varlığını günümüzde dahi geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde Hamidiye alaylarına “Korucu” demekteyiz. Uygulama, biçim ve anlayış olarak Abdülhamid anlayışından pek farkı olmayan Koruculuk sistemi bugün dahi devlet kurumları içinde varlığını korumakta ve devletten kelle parası almaya devam etmektedir.  
Hamidiye Alaylarının olduğu zamanlarda potansiyel düşman Ermenilerdi, bugün Koruculuk sisteminde potansiyel düşman Kürtlerdir. Ermeniler ülkemiz topraklarında yoktur, yok edilmiştir. Bu yok edilme sürecinde Kürtler önemli rollerini Hamidiye Alayları adı altında yerine getirmiştir. Ermenilerden boşalan yerlere Kürtler yerleştirilmiş, bugün dahi bir çok Ermeni, Süryani, Ezidi yerleşim yerinde Kürtler yaşamaya devam etmektedir.
Günümüzde potansiyel düşman olarak artık Ermeniler yoktur, bu sefer hedefte olanlar, Hamidiye alayları döneminde alaylar içinde Kürt milliyetçili filizlenip bugün bir çınar olarak karşımıza çıkmış olmasıdır.
Devlet değişmiş ama devlet için hala vatanın birliği, bütünlüğü ve de çakıl taşı vermeme fikri vardır. Hamidiye alaylarını kuran düşünce ile bugün korucu sistemini kuran düşünce arasında hiçbir fark yoktur.
Hamidiye Alaylarını yasal olarak ortadan kaldıran İttihat ve Terakki partisi, alayların adını değiştirmiş yine Ermenilere karşı Tehcir sürecinde kullanmıştır. Kullanılan Kürtler çöllere sürgüne giden Ermenilere karşı her türlü eziyeti yapmış, korumasız Ermenilerin eşyaları yağmalanmış, kız çocukları ve kadınların ırzına geçilmiştir. Koruculuk sistemi içinde son kırk yılın olaylarına bakarsanız benzer şeyler ile karşılaşırsınız. Hatta biraz daha ileri gidilmiş Kürt köylülerine sırf korucu olmadıkları için bok yedirilmiş, evleri yakılmış, hayvanları öldürülmüş, ekilmiş tarlaları yakılmış, iş yerlerine el konulduğu gerçeği ile de karşılaşırsınız.
Devlet, bölünme korkusu yaşadığı an benzer tepkiler vermiş, o benzerlikler içinde resmi silahlı güçler dışında bölünme korkusu yaşanan bölge halkına silah verilmiş ve devlet adına cinayet işlemesi teşvik edilmiştir.
“Düşman vardır ve düşmana karşı her türlü mücadele yöntemi meşrudur ve savaş koşulu içinde insan hakları aranmaz, sonuçta savaşı kazananlar son sözü söyler. Savaşı kazanan sorgulanmaz, yargılanmaz, hüküm giymez!” anlayışı bugün dahi devleti yönetenlerin bilincinde yerini korumaktadır.
Sonuç olarak Abdülhamid uygulaması ve yöntemi ile bugün aramızda yaşama devam ediyor,
İsmail Cem Özkan



11 Ocak 2015 Pazar

Haziran, Ocak ayında yaşanır mı?

Haziran, Ocak ayında yaşanır mı?

Toplumsal olaylar projeler ile yönlendirilemez, biçimlendirilemez diye düşünürüm. Fakat benim bu düşüncemin ne kadar yanlış ve anlamsız olduğunu son otuz yıllık yakın tarihimize baktığımda anlıyorum. Siyasi yaşantımız içinde birbirinden ilginç projeler hayat buldu, hayat bulan projeleri kimlerin finans ettiğini hala bilemem, çünkü sonuçta kimler bu projelerden faydalandı diye baktığımda faydalananları anlıyor ve hissediyorum.
Ülkemizde sol adına da bir çok proje yapıldı, hayata geçirildi, bir bölümü devam ediyor, bir bölümü sonlandırıldı. Dünyanın değişik ülkelerinde portakal rengini taşıyan, kadife dokunuşlu devrimleri organize edenler ülkemizde de projeler yaptı, yaptırdı, finans etti. Bugün dahi farklı isimler altında projelere devam ediliyor. Liberal düşünce kulüpleri en büyük devşirmeyi solcu bilinenler arasında devşirdi, yeni kurulmakta olan rejimin yedek değneği işlevini gördüler. Kafa karıştırma, muhalefeti parçalama, oluşmakta olanı engelleme şeklinde kendisini gösterdi. İktidarın sorunsuz bir düzlemde eline verilen programı uygulamak için ortam yaratıldı, yaratılan ortamda da en iyi şekilde yararlanmaları sağlandı. İktidar güçlendirildi, güçlendirilen iktidar ise rant alanları yaratmasını ve yaratılan rant ile toplumun nasıl nötralize edildiğini yaşayarak öğrendi.
Para, baş eğmeyenlere bile baş eğdirdi, el etek öptürdü.
Proje içinden proje çıkaranlar, kendi geleceklerini garantiye almak adına milletvekili dahi seçtirdi, ödüllendirildi. Başarılı projeciler toplum içinde hiç sorgulanmadı, onların projeci yönü görünmemeye özen gösterildi. Dışarıdan gelen para dağınık olan solu daha da dağıttı, yaratılan tüm değerler ranta dönüştürüldü, birilerin kasalarında para, birilerin seçim bürosunda oy olarak yansıdı.
Sözü dolandırıp dolaştırıp Haziran Hareketine getirmek istiyorum. Sonuçta bir projedir ve oradan büyük olasılıkla örgüt çıkmayacaktır. Örgütlerin birliği ve birkaç bağımsız insanın girişimdir. İnisiyatif ismi yerine hareket ismini seçmişler, sonuçta sayısını unuttukları inisiyatifler dışında bir de hareket kurma ihtiyacı, gelinen somut durumun dayatması olarak ortaya çıkmıştır. Birbirini taklit ederek yol almaya çalışanlar sonunda bir araya geliyordu. Burada taklit sözü negatif anlamında değil, pozitif anlamda kullanılmıştır, esinlenme diye de okuyabilirsiniz.
Geliyoruz söylemleri ve ülke sathında örgütlü oldukları noktalarda geliyoruz toplantıları dışında başka bir veri olmayan Haziran Hareketi ilk eylemini eğitim konusunda yapma kararı alarak siyasi yaşamın içine girmeye başladığı bugünlerde, elbette eleştiri oklarında hedefinde olacaktır. Çünkü sol cephede iki proje hayata geçirilmiş ve her ikisi de başka duruş noktası olan anlayışı sembolize etmektedir.
HDP, İmralı cezaevinde MİT ile yapılan görüşmeler ile ortaya çıkmış, oradan siyasi bir partinin içinde yer alan Kürt siyasilerin bu partiye katılması ile ülke sathında örgütlü yasal bir parti konumuna gelmiş projedir. Ülke sathında Kürt sorunu çözümüne katkı sunmak ve kamuoyu oluşturması amaçlı yaratılan bu proje, ilk yerel seçim deneyiminde hedefler ve amaçlar yönünden biraz uzak konumda hayatta karşılığını bulmuştur. HDP, Kürt sorununa duyarlı, Türkler ve diğer halklar ile birlikte Kürt halkı ile dayanışmanın somutlandığı adrestir. Merkezinde Kürt sorunu vardır ve Kürtlerin özgürlük istekleri, özgürlük adı altında tanımlanmaktadır.
Öte yandan sol siyasi hayat içinde olan, komünist, sosyalist ve Kürt siyasi merkezli hareket dışında siyaset yapmaya çalışanların oluşturmuş olduğu birlik projesi Haziran Hareketi. Ama ortada somutta gösterilebilecek hiçbir eylemleri yoktur. Şimdilik kağıt üzerinde yapacakları yazılıdır ama yazı sokakta ne kadar karşılığını bulacağı yakın zaman içinde göreceğiz. Ben eleştirilerde işte bu niyet okumaları görüyorum. Niyetler ortada, birileri de bu niyetleri eleştirmektedir ki, buna anlam veremiyorum. Çünkü önce neler yapabileceklerini bir göstersinler, solu kımıldatsınlar. Solun kımıldaması bile başarıdır.
Tamam, başarısız insanlar ve örgütler kurmuştur, buna itiraz etmem ama başarısızların da bir gün başaracakları şeyler vardır.
Bu iktidarın gitmesini isteyenler, iktidarın kuyruğu altında iktidarın niyetleri yönünde karar alan Kürt ulusal hareketini de abartmamak gerekli. Onların arkasına takılınca özgürlük mücadelesi de vermiş olmuyorsunuz. Birilerin özgürlük mücadelesine katkı sunmuş olursunuz.
Asıl özgürlük ulusların özgürlüğü değil, sınıfın özgürlüğüdür...
İşçi sınıfının özgürlüğü, alın terinin renginin olmaması gibi halklarında ayrıştırıcı rengi olmayacak, bütün halklar bir arada özgürce barış içinde yaşayacaktır.
Birlikte, bir arada yaşamak arzusu içinde olanların ayrışmanın özgürlük mücadelesi yapmasını da anlamam. Ama bir ulus devlet, bir halkın üzerine baskı kurmuş ve onu yok etmek istiyorsa işte o zaman ulus devletin parçalanmasını ve o halkların özgür olmasını savunurum.
Kürtler özgür ulus olmak istiyorsa bırakın olsun, önünde engel olmayın!
Dayanışma adı altında Kürt’ten daha çok Kürt olmak bana garip ve anlamsız gelir, onlara yardım etmek istiyorsanız Kürt’ten daha fazla Kürt olmadan kendi işçi sınıfını, örgütleyebileceğin başka kesim varsa onu örgütle, o zaman Kürtlere daha fazla katkın olur. Kürtlerin yanında örgütsüz bireyler olarak durmanın Kürt ulusunun ayağına ayak bağı olmaktan başka işlevi yoktur, “özgürlük önderinin” söylemi ile kamburu olursun ve seni onlar kambur olarak taşımak istemiyor!
Bin kişi ile bir binanın üzerine tabela asmak ile örgüt olunmaz.
Önce hayata olumlu bakmak gerekli, karanlığı hiç bir örgüt tek başına dağıtacak ne güce, ne birikime ne de organizasyona sahiptir.
“Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber, ya hiç birimiz!” eleştirilerden gördüğüm “hiç birimiz” ‘kurtulmayalım’ niyetinde yapılan eleştirilerdir...
Bırakın Haziran Hareketi bir denesin, ne yapabileceklerini göstersin... Belki hiç birimizin görmediğini görmüş olabilirler…
Ben ne yapıyorum sorusuna gelince; izliyorum, engel olacak eleştiri yerine her yapıya olumlu bakıyorum, artık bu karanlık bulut dağılsın, karanlık savaş sona ersin, aydınlık günlere ulaşalım diyorum. Niyet okumuyorum, somut durumlarına bakıyorum... İktidar yanında hiç bir şekilde durmuyorum, duranları da yanıma yaklaştırmıyorum... İktidarı bir destekleyip bir eleştirenleri anlamıyorum, çıkarı için herkesi arkasından bıçak saplayabilecek niyette görüyorum...
Karanlığa karşı olmanın birinci görevi gerçek anlamda muhalefette durmayı, küçük bir çıkar için dahi iktidara meyil etmemek olarak algılıyorum...
İktidar her daim yalan, yanlış yapmaz ama doğru yaptı diye de yıkmak istediğin iktidara yanlışların yanında küçük doğrusuna destek sunmam, sunanı da yanıma almam...
Bırakın efendiler, hanımlar eleştiri yapmayı da muhalefet nasıl olunması gerektiğini kafanızda sorun ve kendinize göre doğrular tespit edin, kendi aklınız ile gidin, başkasının aklı ile yola çıkmayın...
Olumlu olun, olumlu bakın...
Hiç bir karanlık sonsuza kadar karanlık oluşturmaz. Hiç bir aydınlık sonsuza kadar aynı ışık yaymaz!
Geçmişte ışık olanların bugün sönük bir yıldız olduğunu görün, geçmişin parıltısını bugün bulamazsınız...
Belki o sönen yıldızın yerine siz yıldız olursunuz, kendinizi küçümsemeyin…
Ocak ayında Haziran yaşanır mı, bunu siyasi hava durumu söyleyecek!
İsmail Cem Özkan


Not: Projelerden halklar adına olumlu bir şey çıkmayacağı inancımı koruyorum, o yüzden hiçbir projenin içinde yer almıyorum.  

10 Ocak 2015 Cumartesi

Karanlık savaş’ta cinayet karanlıkta işlenmez!

Karanlık savaş’ta cinayet karanlıkta işlenmez!

Bir olayın anatomisi olay olup bittikten sonra, kadavraya kaldırılan ceset üzerinde yapılan analizler ile aydınlatılmaya çalışılır. Yaşadığımız çağda hiçbir şey göründüğü gibi değildir, taşeron eller işin görünür kısmını oluşturmuş olsa da hedef, amaç ve sonuç ilişkisi içinde taşeronların elleri sadece görmek istediğimiz olayı görmemizi sağlayan bir algı yönetme ve yönlendirme becerisinin sonucudur.
Her gün dünyanın değişik yerlerinde toplu katliamlar, cinayetler işlenmektedir ki, bir çoğu profesyonellerin yaptığı iş olmaktan çıkmış, usta katillerin gönüllü olarak yaptığı işlere dönüşmüştür. Profesyoneller bir katliam yaptıktan sonra iz bırakmadan oradan ayrılıp, izini kaybettirmeyi hedeflerken, günümüzde son dönemlerdeki işlenen cinayetlerde katiller aksine yakalanmakta ve cinayeti işlediği için zafer işaretleri ile kutlama yapmaktadır. Bu da yeni bir algı ile karşı karşıya olduğumuz ve at izinin it izine karışmasını istemeyen ama yapılış itibarı ile baştan karışan ve algılar ile oynan bir stratejik oyunun parçasıdır.
Fransa’da kanlı günler, sanırım başka ülkelere de sıçrayacak. Bu sayede küresel bazda oynan oyunun sadece bir bölümü sahneye sürülürken, bu işten henüz olayın dumanları ve kan izleri sıcakken kimlerin işine geldiği kafalarda soru işaretleri ile soyut resimler oluşmasına sebep olmuştur.  Bu soruların başında ülkede yaşayan azınlık üyelerin ne aralıkta ve zaman dilimi içinde usta birer katile dönüştürüldükleridir. Bireylerin en küçük hareketleri izlendiği, kara paranın küresel olarak izlendiği ve her para ve insan hareketinin kayıtlara girdiği bir dönemde nasıl olur da usta katiller dünyanın her hangi bir yerinde gönül rahatlığı ile gezebilmekte ve gerek görüldüğünde sahneye çıkabilmektedir.
Afganistan, Fransa arasında sınır kalkmıştır. Afganistan’da işlenen bir cinayetin benzeri Fransa’da şehrin en işlek caddesinde de rahatlıkla işlenebilmektedir. Bu sayede yaratılan korku, karanlık savaşın hedeflerinden biridir. Korkan insan daha fazla adaletsizliğe ve insan hakları ihaleli karşısında sessiz kalacak, daha fazla sömürülecektir. Bu küresel bir algının ortak sonucudur. İnsan hakları, güvenli yaşamak için göz ardı edilmekte ve silah sanayisi daha fazla kar için daha fazla çatışma ve çatışma alanını küresel yayılma stratejisine uygun dizayn edebilmektedir. Savaşın yayılması demek, işçi sınıfının bir daha ayağa kalkacak kadar birlikte hareket etmesi olanağını ortadan kaldırır. Savaş sırasında ve çatışma koşullarında en ucuz iş ve iş gücü sermayenin hizmetine verilir ve yaratılan ihtiyaçlar karşılansın diye silah ve ilaç sanayisi ve şimdilerde buna yapılan gıda sanayisi dünyayı istediği gibi bölmekte ve yeni sınırlar ve düşmanlar oluşturabilmektedir. Küresel olarak insan bu sanayinin bir kobayıdır. Güvensiz olduğunu düşünen insan, gönüllü olarak kobay olur. Bu karanlıkta yapılan savaşta sesini çıkaramaz!
Fransa’da eylemler usta işiydi, profesyonel olup olmadığının önemi yok. Yetiştirilmiş, suikast ve kaçma dersi almış, o bölge için iyi çalışılmış ustaların yapabileceği bir saldırı. Tesadüf olmayan işler ustalık işidir. Ustalık işine profesyonel demek hem ölenlere hem de öldürenlere haksızlık anlamına gelir.
Burada parantez açayım ve profesyonel tanımını bir kere daha vereyim; para ile iş yapan her kişi profesyoneldir. Kerhanede çalışan kadın da, gazetede çalışan bir muhabirde profesyoneldir. Üniversitede ders veren de, ekmek üreten bir işçi de profesyoneldir. Ama ustalık başka şeydir.  Ustalar para alarak ama sistemli düzenli ve aynı beceriyi sürekli gösteren kişidir. Her ustanın el hüneri ve beyin algısı kendisine özgüdür ve imzasını öğrencisine aktarabilendir. Profesyonel olup da amatör iş çıkaranlar olabilir. Para karşılığında iş yapanlar her daim usta değildir. İşte Suriye iç işlerine karışan profesyonel politikacıların acınacak durumu.
Fransa’da işlenen cinayet usta işi ve çok iyi çalışılmış bir iş… Öldürenleri öldürerek ustanın okulu gözler önünden silindi. Bu demek ki ustanın eğittiği bir çok çocuk, idealist ustalar yeni cinayetler için ortalıkta dolanacak... Karanlık çağ ve karanlık savaş dedikleri kavram sanırım bu usta katillerin sınır tanımadan her ulustan bireylerin ortalıkta dolanması ve kan gölünü büyütmeleri süreci...
Örgüt kavramı artık üzerinde çok ciddi düşünülmesi gereken bir şeydir. El Kaide ve türevleri çok uluslu ve tek amaçlı bir örgüttür. Örgüt olmanın birincil koşulu para, kinci koşul hedef, üçüncü koşul istihbarattır. Bunlardan birinin eksik olması örgüt yapmaz, kendi kendini tatmin eden bireyler topluluğu yapar... Bireyler topluluğu da her daim amatör ve gönül işi yapılan işlerdir ki, başarı saman alevi gibidir. Amatör örgütler yanan saman alevini büyütür ve başarı olarak gelecek kuşaklara anlatılan bir destan halini alır. Karanlık savaşın kendisine göre ilkeleri ve yolları vardır. Her savaşın kendi hukukunu oluşturması gibi bu karanlık savaşında kendisine göre kuralları daha ciddi, daha büyük ve daha geniş kesimleri etkileyen bir kurallar zincirini oluşturmuştur. Bu kurallar kanlıdır ve gerek görüldüğünde hukuk kurallarını belirleyen erk sahibine karşı da gücü kadar vurabilmekte ve ona şok dalgalar yaymasına sebep olabilmektedir. Bu savaş ortamında artık büyüklüğün bir önemi yoktur, küçük büyüğü yok edebilir, kısmı felç geçirmesine sebep olabilecek eylemlere imza atabilir.
Karanlık savaşta cinayetler karanlıkta değil, her bireyin gözü önünde, kameralar önünde işlenmekte ama algı ile o şekilde oynanmaktadır ki, kimin katil kimin kurban olduğunu her olay sonrası kadavraya girip, ipuçlarını titizlik ile araştırmak zorundayız. Çünkü polisiye romanlarında olduğu gibi katil bir kapıcı ya da uşak çıkma olasılığı yüksektir hatta yatağa baş koyduğun eşin senin katilin olmuş olabilir.
Cinayet gözlerimiz önünde işlendi, hala gerçek katili kim olduğunu göremiyoruz!
İsmail Cem Özkan

8 Ocak 2015 Perşembe

Dünya mizah günü 7 Ocak’tır!

Dünya mizah günü 7 Ocak’tır!

7 Ocak 2015 tarihi kanlı bir gün olarak mizah tarihine geçti. Mizah dergisi olan Charlie Hebdo dergisine yönelik saldırıda çalışanları, mizah yazarları ve karikatürcüleri hayatını kaybetti. Yapılan saldırı dergiye yapılmış gibi gözükse de aslında mizaha karşı yapılmış saldırıdır.
Mizah elbette ilk defa saldırı altında değildir, sürekli mizah ve mizah yapanlar hakkında saldırılar düzenlenmektedir. Mizahın keskin dili, erk sahipleri ellerinde ki baskı araçları ile törpülenmekte ya da yok etmek için her türlü araç kullanılmaktadır.  Osmanlı zamanında padişah ve onun gölgesinden güç alanlar; mizah üretenlerin ve orta oyunu ile düzeni hicvedenlerin derileri yüzülmüş, şehir içinde eşek/ deve üzerinde yüzülmüş derileri ile halka sergiletilirlerdi. Bu sayede halka dilinize mukayyet olun, yoksa sonunuz bu adamlar gibi olur denirdi. Osmanlıda oyun bitmezdi ama mizahçıda bitmedi. Her dönem, her tiran yönetimi altında bile mizahçılar eserler üretmiş, halk ile kucaklaşmıştır. Osmanlı zindanları her dönem bir mizahçıya ev sahipliği yapmıştır. İşkence aletleri buna şahitlik eder. Osmanlıda arşivleri ve tarih yazıcılığını elinde bulunduranlar bu büyük mizahçıları yok saymış, hatta tarih defterlerinden silmek için her türlü oyunu oynamıştır. Sözlü olarak günümüze kadar gelen mizahi eserler, onları yaratanların simlerini fısıldar…
Mizaha hoşgörüsü olmayan toplumlarda baskı, zulüm, tiran yönetim yaşamın günlük olayı olarak karşımıza çıkar.
Osmanlı'dan miras olarak doğan Türkiye de aynı uygulamanın daha çağdaş hali ile karşılaşırız. Mizah yazarları, şairleri de aynı sonucun başka boyutu ile karşılaşırlar. Sürgün, işkence, işsiz bıraktırılarak açlık ile eğitime tabi tutulmuşlardır. Dergileri kapatılmış, yazdıkları sayfalar boş olarak çıkmıştır.
Sürgün, işkence, mahpus damları mizahçılara yabancı değildir, onları kucaklar.
Mizah her dönemin dogmalarına dokunur ve o dogmalardan nemalananların şimşeklerini üzerine çeker. Sadece şimşek mi, elbette taşeronları aracılığı ile dolaylı saldırı altında kalırlar. Evleri kurşunlanır, ateşe verilir, elbette devlet mahkemelerine kadıların huzuruna çıkarılmak istenmiyorsa. İşverenine gözdağı verilir, açlık ile eğit derler, törpüle derler.
Mizahçı dokunulmaz değildir ama dokunulmazlara dokunur.
Mizahçı korkar, bazı mizahçılar artistlerin donlarından mizah üretmeye çalışır, işi rast gider ev alır, kendisini güvende hisseder. Dokunmaz dokunulacak konulara ve der ki toplumun hassasiyeti vardır, o hassasiyete mizahçı olarak dikkat etmek gerek. Bu otosansürün başka bir ifadesidir.
Korkuya boyun eğmiş birinden mizahçı olmaz, olursa işte popüler işlere imza atar ama yaşarken rahat, öldükten sonrada kimse onların eserini dahi anımsamaz.
Irkçı, faşist dönemde faşizmin gücünden etkilenen ve onların ırkçı söylemlerini ülkemizde uygulamış bir çok mizahçı olarak kabul edilen karikatürcü tarihimiz içinde varlığını korumaktadır. Hatta o kişilerin heykelleri bile şehir meydanlarında bulunmaktadır.
Mizah dikenli tellerin arasında keyif ile uçan ve dikenler ile dalga geçebilecek yürekliliğe sahip olmayı getirir.
Mizahı dalga geçme aracı olarak algılayan ve onu küçültmeye ve küçümsemeye çalışanlarda olacaktır. Elbette mizahın içinde dalga geçme keyif verecek boyutta vardır ama sadece dalga geçmez, onun esas işlevi dalga geçerken dokunulmaz olarak görülen, dogmaları yıkmasıdır. Kısaca mizah riskli bir iştir.
Mizahçılar ile şarlatanları karıştıranlar çok olur. Şarlatanlar erk sahibinin yanında erk sahibini güldürmek için emek sarf eden kişidir, sarayın soytarısıdır. Soytarı içeriği boş, balon cümleler ile anlık espriler ve anında unutulacak iğnelemeler ile erk sahibini ve çevresini güldürürken, mizahçı eserinde yapmış olduğu nükteler anında hissedilmese de daha sonra acı verecek boyutta bir etki yaratır. Eğer bu etki yoksa orada mizah işlevini tam yapabilmiş değildir.
Mizahçılar elbette her konuya dokunmak ve savaşmak zorunda değildir. Her mizahçı bulunduğu koşullar içinde tercihini yapmak ve o tercih içinde olaylara ve olgulara yaklaşmak özgürlüğüne sahiptir.
Mizahçı erk sahibinin yanında, lehinde ürün vermez, verdiği an mizahın işlevine, tanımına, duruşuna hançer sokmak ile birebir anlamdadır. Mizahçı her koşulda muhalif olmak ve ezilenlerden yana tavır almak ile yükümlüdür. Mizah, ezenin haksız kazancını, kara paranın kaynağını ve kullandığı dini, dili, ırkı ve işlevini sorgulamak halka “kral çıplak” diyebilme özgüveni içinde haykırmasını bilmektir.
Mizah ezene methiye düzmez, eleştirir, yerer, nükteler ile alay eder. Çünkü bilir ki, ezenden kaynaklanır bu dünyanın düzensizliği, adaletsizliği...
Mizahçı bilir ki bu düzenin devamı, insanı yok eder, özgürlüğü ortadan kaldırır, özgünlüğün yerini fabrikasyon bilgiler alır. Mizah var olan tüm düzene, sistemli işleyişe, karşıdır, eleştirendir.
Mizah olan yerde bir adaletsiz işleyiş vardır.
Fransa’da gerçekleştiren saldırı mizahadır.
Ve mizah susmayacak!
Mizaha karşı yapılan bu saldırılar gerçeklerin üzerini örtmeyecek!
Dogmaları açığa çıkarılıp, insanoğlunun yaratmış olduğu zavallı biat kültürü mizahın dilinden nasibini alacaktır.
Mizah tabuları yıkacak, yerine yeni tabu oluşturmayacaktır. Oluşan tabuya da karşı mizah dilini kullanacak ve yıkacaktır.
Mizah yıkıcıdır, o yüzden hiçbir saldırı, hiçbir güç mizahı yıkamaz!
Mizahı hiçbir tiran yok edemedi, bugün ki taşeronlar ve erk sahipleri de yok edemeyecek!
7 Ocak dünya mizah ve mizahçılar günüdür. Bu katliam her sene bugün mizah gününde anılacak ve o katillerin çirkin suratları her sene tekrar tekrar deşifre edilecektir.
İsmail Cem Özkan



5 Ocak 2015 Pazartesi

Yalandan kim ölmüş!

Yalandan kim ölmüş!

Tarih yalanlar üzerine kuranlar bugün yaşadığımız çarpıklığın ve kafa karışıklığının da temelini kurmuştur. Karşılaştırmalı tarih eğitimi ve anlayışı yerine tek doğrunun hüküm sürdüğü ve tek doğrunun mutlak ve değişmez olarak tarih sayfalarına yazıldığı kabul edenler, diğer ulusların tarihçileri karşısında afallayıp, ne savunacağını bilemez kanıt ve belge yoksunu birer ırkçı konumuna düşer. Çünkü onlara verilen eğitim kanıtlar üzerine değil, büyüklerin kabul etmiş ettiği doğrular üzerine kuruludur. Resmi tarih; iktidardaki erk ideolojisinin ihtiyacını karşılayan tarihi yalanlar bütünüdür.
Bir ülkede resmi tarihin varlığı, o ülkede halkına karşı yalan söylendiğinin bir kanıtıdır. Gerçek tarih sayfaları arasında yalanlar arasına gizlenerek varlığını devam ettirir ama yaratılan ön yargılar var olan gerçeğin inkarını üzerinedir ve bu inkar edilen gerçekliğin kabulü yalanın kabulünden daha zordur. Bir ulusun resmi tarihini çöplüğe atmak ve yeniden oluşturmak demek, o ulusu yeni baştan düzenlemek ve yeni hedefler koymak anlamına gelir.
Bir ülkede resmi tarihi devlet maaşı ile geçinen profesyonel yazıcılar dışında gönüllü edebiyat yazıcılar eli ile de yaratılır ve halka aslında benim yazdığım gerçektir denir. Söz arasında edebi eserler kurgudur, oradan gerçekleri öğrenemezsiniz vurgusu yapılır. Sanat, resmi tarihin hem destekleyici ve toplum içinde kabulün yaygınlaşması için bir silah olarak kullanılırken, tersi de aynı anda kullanılabilmektedir. Sanat zıtların bir arada olduğu ama erk sahibinin olanaklarını kullananların daha baskın olduğu bir çizgi izler. Elbette erk sahibinin ihtiyacına göre bu çizgi eğrilebilir… Romanlarda / öykülerde sanatın diğer alanlarında gerçekler kurgunun arasında fısıldar, bazen bağırır... bu fısıltı ve bağırmayı ancak karşılaştırmalı tarih okumasını yapanlar duyabilir ve görebilir… Çünkü tarih tek bir bakış açısından yazılamaz, yazıldığı an bir ideolojiye hizmet ve sınıflı toplumda sınıfın silahı işlevini görür…
Tarih üzerine konuşmalarda kaynak olarak alınan belgelerin ne kadarı gerçek, ne kadarı toplumun doğrularını yansıyor diye kuşkular içinde yaklaşmayı getirir, çünkü her çağın, sosyal gelişmenin gerçekleri farklıdır ve o fark farklı algıları ortaya çıkarır. Tarih çizgisi bugünden geçmişe bakmayı değil, aynı zamanda geçmişten bugüne bakmayı da gerekli kılar. Bugünün doğruları geçmişi anlatamayacağı gibi, geçmişin doğruları ile de bugünü görme şansına sahip değiliz. Tarih bir birikim işidir ve tarih yazıcılığı kazananların övünme alanı hiç değildir.
Bir şair geçmişte yazılmış bugün dikkatli bir göz ile ortaya çıkarılan dizeler ve kelimeler üzerine bir destan yazabilir, fakat yazdığı dizeler gerçekleri fısıldamayı bırakın, sadece kendisinin bugünden geçmişe bakışını yansıtır. Toplumsal olayda olaylar bittikten sonra ancak onun ile ilgili öyküler ve romanlar yazılabilir, olay yaşanırken yazılan her türlü bilgi sadece bulunduğu noktadan ve görmek istediği gerçekleri anlatır. Yani ihtiyacına uygun yaratılmış gerçekliğe dokunur, gerçek her daim dışarıdan bu yaratılan gerçekliğe gülümseyerek bakar, çünkü mesnevi’de yer alan karanlıkta filin tarifi gibidir.
İzmir’de bir şair yaşadığı şehri anlatan birkaç cümle görmüş, o cümleyi doğru kabul etmiş ve o doğru üzerine bir şiir yazmış. Aldığı kaynak ne kadar güvenilir olup olmadığını sorgulayamaz şair, onun başka bir derdi vardır, o derdini dizeler içinde seslendirir. Fakat o seslendirdiği şeyin gerçek olduğuna inanıp, o doğru olduğu şey için bir anma toplantısı yapılıyorsa ortaya gerçekler üzerine oturmayan yeni bir tarih yazıcılığı ile karşı karşıya kalırız. Resmi ideolojinin yaratmış olduğu gerçek kadar gerçektir. Bugüne kadar resmi tarihin verilerini doğru kabul edip anma toplantıları düzenleyenler bu yeni söyleme uygun anma toplantısı yapmışlardır. Aslında yoktur birbirlerinden farkları ama biz … diye devam cümlenin öznesi konumuna gelebilmekteler.
Tarihte neler doğru olabileceği, nelerin yalan olabileceği karşılaştırmalı tarih araştırması yapanlar için büyük sorun değildir. Şairler tarihçi değildir, istedikleri konuları özgürce işleyebilirler, fakat şairlerin dizlerini doğru kabul edip gerçek tarih budur, oradan bir destan yaratmak resmi tarih duruşundan başka bir şey değildir…
İzmir üzerine bugüne kadar resmi tarih dışında neden karşılaştırmalı tarih yazılmamıştır. Belediyenin oluşturmuş olduğu ve devletin tarih defterinde yaratılan bir İzmir tarihi neden kuşku ile yaklaşılmamış da bir grup komünistin idam konusu işlenmiştir? Çünkü daha zararsızdır, daha risksizdir. İzmir yangını, azınlıkların İzmir’den kovulması için, İzmir’in Türk askeri tarafından alınmasından haftalar sonrası, azınlıkların yaşadığı yerlerde aynı anda üç farklı yerde kundaklanması, bu kundaklamada kimlerin tetikçi olarak kullanıldığı, kimler bu yangın sonucunda karlı çıktığı sorulmaz! İzmir yangını sonucunda İzmir ‘gavur’ olmaktan çıkmış homojen toplum idealine uygun şekilde yapılandırmaya gidildiği, birkaç Rum papazın linç edilmesi ve “acı çektik, acı çektiriyoruz!” diye keyif ile olaylara gönüllü karışan Kadıfekale ahalisinin gerçekliğini yazmaz! Yazamaz, çünkü küçük çıkarlar şairlerin, öykü, roman yazanların, resim çizenlerin işine gelmez. Bugün dahi bu insanların ağızlarını, ellerini devletten aldıkları maaşlar tutar…
İzmir'e Yunan askeri geldiğinde Ege bölgesinde neden halaylar çekildiği, sevinç çığlıklar atıldığı bugün yaşayanlara anlatılmaz, çünkü atalarının sevinçleri bugün yaşayanlar için kara bir leke olarak görülür ama Osmanlı'nın şerrinden bıkmış, çocuklarını alıp Arap çöllerinde, Sarıkamış dağlarında telef edenlere karşı duyulan öfkenin bir dışa yansıması olduğu görmezden gelinir. Savaş yorgunu bir halk, savaş içinde her şeylerini telef edenlere karşı duydukları öfkenin bir patlamasını yaşar. Yunan kökenli komşuları ile beraber ve birlikte yaşayabilecekleri umudun yansımasını kimse görmez. Elbette zaman içinde bu hoşgörü hayal kırıklığı ve direnişi ortaya çıkarmıştır, gelen Yunan askeri de Osmanlı askeri gibi kendisine baskı ve zulüm yapar bulur… Direniş, zaman içinde başka bir umudun rüzgarı üzerilerine estiğinde ortaya çıkar.
Resmi tarih sadece bizim tarihimizde yok değildir, Yunan tarihinde de resmi tarih söylemi vardır ve bugün dahi bizde ki gibi söylenmeye devam ediliyor...
İzmir yangını yalanı bugünde söyleniyor, elbette yalandan kim ölmüş ama bu yalana inanan kuşaklar yetişti, bu yalanı sorgulamak zahmetine katlanmak yerine yeni yalanlar uydurmaya ve yeni destanlar yaratma peşinde koşuyor. Popüler kültür içinde kendi ismini popüler bir olay ile gündeme getirmek popülizmin yaratmış olduğu rant pastasından biraz daha pay almak için girişilmiş hareket olarak ortaya çıkmaktadır.
Bir şair bir dize yazdı, o dizeyi doğru kabul edenler kendilerine rant yaratır umudu ile gerçek diye o dizelere sarıldı. Türklerin değimi ile “yalandan kim ölmüş!”
İsmail Cem Özkan

1 Ocak 2015 Perşembe

Güvenlik açıkları büyürken…

Güvenlik açıkları büyürken…

Devletin var olma sebeplerinden biri güvenliktir. Var olan düzenin devam etmesi ve sürekliliğin sağlanması için güvenlik çok önemlidir, hatta hayatidir. Güvenlik olmayınca devletin varlık sebebi tartışmaya açılması ve hatta devletin yok edilmesi kavramı bile gündeme gelebilir. Devlet kendi güvenliğini içinde oluşturmuş olduğu kurumlar aracılığı ile yapar. Sınıf mücadelesinin olduğu devlet organizması içinde, sınıflar arası dengeyi sağlamak ve bu dengenin elbette erk sahibi yönünde kullanılması devletin varlık sebebidir. 
Ülkemiz koşullarını göz önüne alarak yaşadığımız sürece kısa bir göz attığımızda devlet kendi güvenliğini koruyabilmek için silahlı ve silah dışı bir çok güvenlik kurumu kurmuştur. Bismark tarafından geliştirilen emekli sandığı ve emekli için oluşturulan sosyal güvenlik şemsiyesi devletin varlık sebeplerinin en önemli savunma aracı olarak önümüzde durmaktadır. Çünkü insanların kaybedeceği bir şey olduğunda ondan vazgeçmesi çok zordur ve düzene karşı sesini ve gücünü gösteremez. Ulus devletinin başarmış olduğu en önemli güvenlik sistemi okulların yaygınlaştırılması, küçük bir zümrenin yararlandığı eğitim sisteminin ortadan kaldırılıp ülke sathında her vatandaşın çocuğunun zorunlu olarak okulda okutulmasıdır. Bu sayede Fransa örneğinde olduğu gibi, Fransız devrimi olduğunda Fransa’da var olan kültürlerin asimilasyonu gerçekleştirilmiş, tek ulus, tek dil, tek bayrak konusunda büyük başarılara imza atmıştır. Okullar devlet sistemi için en önemli savunma aracıdır. 
Sağlık hizmetleri devletin başka bir savunma aracıdır. İngiltere’de olduğu gibi işçi sınıfının partisinin iktidara taşıyıp, iktidarda reform yapmasına olanak sağlayan sağlık alanında ve sendikaların örgütlenmesi konusunda yapmış olduğu düzenlemedir. Bu düzenlemeler ile işçi sınıfının kaybedeceği bir düzen kurulmuştur. İngiltere’de monarşi düzeni kendi oluşturmuş olduğu bu savunma araçları ile varlığını güneşin batmadığı bir imparatorluğa dönüştürmüştür. Tuvaletlerin sağlıklı bir şekilde kullanımı, çabuk ve bireye özgü ulaşılır hale getirilmesi, sağlık ocakları aracılığı ile parası olmayana hizmet sunulması İngiltere örneğinde olduğu gibi devlet kendisini korumuş ve geliştirmiştir. 
İngiltere’den başlamışken devam edelim Büyük Britanya sınırları içinde İrlanda örneğinde olduğu gibi ayaklanmalar ve bağımsızlık hareketlerine karşı yer altı örgütlenmeleri kurmuş, bugün NATO ülkelerinde halen devam eden Gladio örgütlenmesinin ilk başarılı sonuçlarını İrlanda özgürlük mücadelesine karşı gerçekleştirilmiştir. Ülkemizde halen Kontrgerilla adı altında bu güvenlik sistemi devam etmektedir. 
Devlet kendisini koruyabilmek için silahlı örgütlenmeleri ilk devlet fikri ortaya atıldığından itibaren kullanmıştır. Devletin varlık sebeplerinden biri düşmandır. Düşmana karşı hep güçlü ve hazırlıklı olmalıdır. Dışarıda ki düşman her daim toplum iç düzeni için gereklidir ve her devletin her daim bir dış düşmanı vardır. Onun içinde ordusu vardır, ordu savaş olmadığı dönemlerde savaşa hazır halde tutulması için aşırı harcamaya tabi olmasına rağmen itirazlar sessizce yapılmaktadır. Zaman içinde iktidar kavgası iç düşmanı ortaya çıkarmıştır, kardeşler her daim bir birine düşman olarak gösterilmiş ve çatışmaları teşvik edilmiştir. İç düşman yeni bir güvenlik kurumunun doğmasına sebep olmuştur. Şehir yaşamı için polis, kırsal bölgeler için jandarma. Bu iç düşmanlara karşı örgütlenen kurumlar aynı zamanda düzenin devamı için disiplin aracı olarak da kullanılır. 
Devlet kendi bakisini güvence altına almış ve bir düzlemde giderken liberal ekonominin getirmiş olduğu yeni anlayış ile bu denenmiş, sınanmış güvenlik zincirlerinde önemli değişimler meydana gelmeye başlamıştır. Özelleştirme adı verilen bu değişim, parası olanın parasının daha çok olması, ulusal olarak biriken sermayenin uluslar üstü sermeye ile birleşmesi ve onun içinde erimesi ile devlet anlayışı ve sınırlar kavramında büyük değişimler oldu.  Hemen hemen her alanda devlet kurumları işlevsizleştirmekte ve etki alanı daraltılırken, parası olanın hizmet aldığı ve parası kadar güvende yaşayacağı bir devlet sistemine geçildi. 
Sağlık alanında bizde açıkça yalan söylenmektedir. Herkese eşit koşullarda sağlık hizmeti! Devlet ve şehir hastanelerinde sağlık hizmeti verebilecek deneyimli sağlık çalışanı artık yok denecek seviyeye gelmiştir. Poliklinik hizmeti boyutuna geriletilen hastaneler ilaç firmalarının denetimi ve yönlendirmesi altındadır. Konulan teşhisin tedavisi özel sigorta kapsamı içine alınarak bir anlamda özel sigortası olmayana kaderin ile baş başa kal, kefenini hazırla denmektedir. Şimdilik mezar hizmetleri bedavadır, yakında o da özelleştirilerek cenaze sigortası aranır hale gelecektir.
Okullar özelleştirilmiş, öğrenciler hastanelerde hastalar gibi müşteri konumuna getirilmiştir. Ulus devleti çıkarından daha çok iktidar çıkarına uygun eğitim programı uygulanmaya ve sürekli değişiklik yapılır hale getirilmiştir. Uluslar arası karşılaştırmalı tarik ve bilim eğitimi yerine hurafeye dayalı kendilerin oluşturmuş olduğu doğruları bilimsel doğru kabul eden eğitim programı okullarda verilmektedir. Asimilasyon devlet için değil, iktidar için uygulanır bir silaha dönüşmüştür. 
Dış düşmana karşı kullanılan gizli servis artık iç düşmana karşı da kullanılır boyuta getirilip, istihbarat kurumlarının tek elde toplanması ve gerekli araçların oluşumu için ortam hazırlar hale getirilmiştir. İktidar için istihbarat devlet için istihbaratın önüne geçmiştir. 
Şirketler ve parası olanlara özel güvenlik sistemi geliştirilmiştir. Bu sistem içinde kendini güvende hissede bilmen için özel güvenlik sistemine dahi olman ve o sistemin gereklerini yerine getirmen gereklidir, aksi halde her türlü saldırıya açık halde olursun fikri yeni düşünce yapısı içinde geliştirilmiştir. Bu fikir özel güvenlik sisteminin verimli olmasını da arkasından çağırmıştır.
Ne demektir verimli olmak? Parası olan az para ile daha çok hizmet almak ister. İşte özel güvenlik adı verilen ve mali yapıları güçlü olmayan özel güvenlik firmaların doğmasına ve yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Kısaca özel güvenlik sistemi taşeron sistemidir. Ve taşeron işçisine ve firmasına her türlü hizmetini karşılaman için fırsattır. Özel güvenlik sistemi işte bu fırsatı sundu. Güvenlikten sorumlu olanlara çay dahi demletilir hale getirildi. Firma önüne gelen yükün boşaltılmasından, yer temizliğine parası veren firmanın ihtiyacına göre “küçük işler” yaptırılır hale geldi. 
Üniversite içinde karşı görüşlü öğrencilerin mücadelesine taraf olarak katılan özel güvenlik personeli, polisin gözetimi ve bilgisi dahilinde öğrencilere saldırır ve acımasızca kavga eder konumuna gelmiştir. Özel güvenlik bir anlamda işverenin tetikçisi konumundadır. İşverenin ihtiyacını karşılayamıyorsa değiştirilir, çünkü mali alt yapısı zayıf olan bir özel güvenlik firmasının personel parasını düşündüğünden her türlü işi kabul etmek ve yerine getirmek için insan haklarına aykırı, çalışma sözleşmelerine aykırı uygulamalara gittiğine şahitlik eder olduk. Özel güvenlik kuruluşundan itibaren taşeron olarak yaratılmış ve yaygınlaştırılmıştır. Bu ayrı bir güvenlik sektörün oluşmasına sebep olmuş, güvenlik aynı zamanda parası olanların bireysel terör olarak toplum önünde kurumsal olarak yerini almıştır. 
Özel güvenlik devletin varlığı ve geleceği için bir yeri olmamasına rağmen, güvenlik mekanizmasının bireyselleştirilmesi ve şirket boyutuna kadar geriletmesi devlet kavramının iç ve dış düşman tanımları dışında yeni bir düşman tanımına ihtiyaç duyar hele gelmiştir. İşte bu ihtiyaç HES, RES vb... karşıtı gösterilerde kendisini göstermiştir. Şirket kendi düşmanına karşı bu güvenlik sistemini kullanarak ulus devletin artık tarihin çöplüğüne doğru iteklendiğinin kanıtıdır. 
Devlet, kendisini koruyan ulus devlet anlayışı yerine yeni anlayışı yerleştirirken sınıflar arası ayrım daha da büyümekte ve parası olanın hizmetlerden yararlandığı ve parası olana uygun bir devlet anlayışı geliştirilmektedir. Bu parası olan anlayışında çok kültürlü, çok dilli, çok dinli, hetero bir toplum siyasi sınırların yeniden çizildiği bir süreci de işaret etmektedir. Bu yeni düzen ne imparatorluklarda olduğu gibi bir alanı, ne de ulus devletlerde olduğu gibi sermaye birikimi anlayışına tekabül eder. Bu yeni düzende neyi nasıl pazarlarsan pazarla makbuldür, üretimden daha çok tüketim ve parası olanın malını parası az olana borçlandırarak tüketmekten geçiyor. Hizmet sektörü yeni taşeron iş sahalarını açarken, taşeron çalışanların evlerine gidemeden kazandıklarını tüketmeleri hesaplanmakta ve  hizmetten yararlanmak istiyorsan devletin yeni güvenlik sistemi olan sigortalardan yararlanmak zorundasın demektedir. Artık devletin emekli sandığı işlev görür halden çıkmakta ve onun yanında özel bir emekli sigortası yaptırmak, sağlık sigortası, hukuk sigortası… gibi sigortalar yaptırmayı zorunlu kılarak ailenin de parçalanmasını ve bireysel çözümler ile sorun bireyselleştirilerek oluşacak olan toplumsal muhalifin önüne yeni güvenlik sistemleri oluşturtmaktadır. 
Geçmişe göre güvenlik açıkları büyümekte ve yeni düzene göre yeni güvenlik sistemleri hayatın bir parçası olmaya devam etmektedir. Bu düzene uygun devleti eritebilecek yeni bir mücadele aracı geliştirmek zorunludur, çünkü eski sisteme uygun geliştirilen her türlü mücadele yöntemi artık işlevsizdir, yenilginin yaratmış olduğu travmayı aşamaz haldedir. Devletin yaraymış olduğu güvenlik açıkları iyi değerlendirilip bireylere doğru mücadele yöntemleri gösterilebilirse bu ülkede daha çok gezi direnişleri patlak verecektir. İktidar için güvenlik ve iktidarın sevdiği parası olana göre hizmet anlayışı ile mücadele etmenin bir çok yöntemi vardır, önemli olan somut duruma uygun somut mücadele yöntemlerinin geliştirilmesidir. 
İsmail Cem Özkan