Galata Gazete


30 Haziran 2015 Salı

Dinciler biat etme özgürlüğü için mücadele eder!

Dinciler  biat  etme  özgürlüğü  için  mücadele  eder!
 
Dine  inanalar  ile  dinciler  arasında  uçurum  vardır,  gerçekten  inanlar  gösteriş  için  meydanlara  çıkıp  kendi  inancını  ranta  döndürmeye  çalışmaz,  bütün  geleceğini  bu  dünyanın  nimetlerine  değil  inandığı  geleceğe  ve  Allah'ın  buyruklarını  yerine  getirmeye  adar.  İnandığı  yola  uygun  dünya  nimetlerini  israf  şeklinde  tüketmek  ve  gözü  açlar  gibi  doymaz  şekilde  mal  varlığına  döndürmez,  çünkü  inanan  paylaştıkça  insan  olacağını  bilir  ve  dini  bilgisini  ve  yüreğine  fiyat  biçmez.  Dinciler,  dini  söylemler  ile  her  şeyi  kendi  kişisel  çıkarları  için  kullanır  ve  oradan  elde  ettiği  geliri  amaçları  doğrultusunda  kullanır.  Dincilerin  hakim  olduğu  siyasi  yapılar  tarihler  boyunca  iktidara  gelip  gitmiştir  ama  dincilerin  hakim  olduğu  rejimlerde  başka  bir  şeylerin  yaşama  şansı  yoktur,  homojen  inanç  uğruna  öteki  olanları  yok  eder  ve  dini  söylemler  içinde  özgürlük  alanı  bırakabilir.  İran  örneğinde  olduğu  gibi  dini  rejimler  içinde  de  laik  bir  düzen  olabilir  ama  Hz.  Muhammed  sonarsı  gelen  tüm  dinlere  acımasız  ve  sorgusuz  yok  etmek  için  elinde  ki  tüm  olanakları  kullanır.
 
Dinciler  ile  dini  söylem  ve  dini  referanslar  ile  mücadele  edilemeyeceğini  Fransız  devrimi  bize  anlatır.  Fransız  devriminde  din  dışında  söylemler  ile  halk  iktidara  gelmiş  ve  dini  olması  gerektiği  yere  çekmiştir.  Bugün  Avrupa  devletlerinde  dini  siyasi  partiler  yer  almasına  rağmen,  hiç  biri  kendi  inancını  devlet  içinde  dominant  olmasını  ve  dini  kıyafetlerin  devlet  kurumlarında  kullanılmasını  savunmaz...
 
Din,  insanlığın  karanlık  zamanlarının  siyasi  iktidarıdır...
 
Bu  bilincin  bizde  oluşabilmesi  için  öncelik  ile  dini  söylem  kullanan  ve  dini  örgütleri  kullanarak  vekil  olarak  parlamentoya  girmeye  çalışanları  siyasi  dünyamızdan  uzaklaştırmak  ile  laik  bir  gelecek  için  ilk  adım  atılmış  olunur.  Dincilerin  Alevi’si,  Sunni’si,  Şii’si  olmaz...
 
Hepsi  aynı  şekilde  dini  kullanır  ve  o  kullandığı  din  ile  kendisine  ve  çevresine  rant  aracı  yaratır...
 
Hiç  bir  zaman  bir  dinci;  özgürlüğü,  demokrasiyi,  çağdaşlaşmayı  savunamaz...
 
Özgür  bir  gelecek  eşit  şekilde  her  insan  için  olabileceğini  hiç  bir  dinci  söyleyemez,  çünkü  dinde  kast  vardır  ve  birileri  biat  etmek  ile  yükümlü  kuldur!
 
Günümüzün  baş  çelişkilerin  başında  yer  alan  dinci  ve  etnik  siyaset  arasında  ki  tercih  konusu.  Çünkü  yükselen  güç  olarak  her  ikisi  bize  dayatılıyor  ve  birinden  birini  tercih  etmemiz  istenmektedir.  Somut  durum,  iki  gücün  arasında  kalmış  bir  emek  özgürlüğü  savunucusu  olarak  kalmış  görünüm  veriyorlar.  Yakın  yüzyıllık  tarihimiz  bir  çok  defa  kanıtlamış  olan  etnik  siyaset  geleceğe  karşı  suçtur,  onların  kuyruğuna  takılmak  intihar  etmek  ile  farkı  yoktur  derken,  nedense  dinci  yapılar  ile  işbirliğinin  üstüne  bir  şey  söylemezler,  çünkü  son  yüzyıllık  siyasi  hayatımızın  belirleyici  olan  etnik  siyasetin  tercih  etmiş  olduğu  ulusallaştırma  ve  ulus  politikası  ve  çatışmasıdır.  Etnik  siyaset  Hitler’i  yaratmış  ve  binlerce  Hitler  örneğini  kanlı  bir  süreç  olarak  bize  sunmuştur.  Diktatörlerin  yaratmış  olduğu  kan  okyanusları  haklı  olarak  korkuyu  beslemekte  ve  büyütmektedir.    Özelikle  Ortadoğu  ülkelerinde  Büyük  Ortadoğu  Projesi  altında  uygulamaya  konmuş  siyasetin  başka  boyutu  ortaya  çıkmış  ve  Ulus  Devleti  öncesi  batı  ülkelerde  yaşanmış  olan  din  merkezli  çatışma  odak  noktası  yapılmıştır.  İran  din  devletinin  oluşturulması  ve  sonucunda  elde  edilmiş  veriler  ile  bu  proje  geliştirilmiş  ve  Hristiyan  dünyası  karşısında  İslam  vahşeti  olarak  algılanacak  bir  yeni  çatışma  süreci  başlamıştır.  İran  din  devleti  demokrasi,  özgürlük,  çağdaşlık  gibi  kavramları  karanlık  içinde  bırakmış  ve  savunanları  dar  ağaçlarına  bırakmıştır.
 
Dincilerin  hakim  olduğu  yerde  toprak  çölleşir  ve  çölde  vahalara  yaratmak  çölü  ortadan  kaldırmayacağını  düşünmekteyim.  Ama  bu  çatışma  koşulu  içinde  etnik  siyaset  ile  dönemsel  işbirliği  yapılabileceği  konusunu  yazılarımda  işlerken,  dinci  yapılar  ile  işbirliği  yapmak,  onların  kuyruğuna  takılmak  İran  -  TUDEH  örneğinde  olduğu  gibi  dini  devlet  çatısı  altında  bir  daha  yan  yana  gelemeyecek  şekilde  yok  olmak  ve  karanlıkta  kalmak  ile  aynı  olduğunu  düşünürüm.  Ülkemiz  solcularının  bir  bölümü  Alevi  dincileri  ile,  diğer  bölümü  iktidara  görünmeyen  müttefik  olarak  işbirliği  içindedir.  Yakın  tarihimiz  içinde  Alevi  dincilerinin  tutumu  ve  tercihini  daha  çıplak  olarak  görmek  açısından  Deniz  Gezmiş  ve  arkadaşlarının  idamı  karşısında  ki  tavırlarını  incelemek  gerektiğini  ve  çıkarı  gereği  sistem  ile  ortak  hareket  edeceği  fikrini  savunmaktayım  ve  iktidardaki  dinciler  kadar  muhalefetteki  dincileri  de  amaçları  açısından  tehlikeli  görmekteyim…  Dinci  söylemler  ile  özgürlük  mücadelesi  olmaz,  dinciler  için  özgürlük;  biat  etme  kültürünün  homojen  şekilde  yayılmasıdır...
 
Dini  söylemler  ile  dinciler  eleştirilemez.  Örneğin  ‘cehennemde  kimse  kalmadı  hepsi  ISİD  safında!’  diye  dolanan  eleştirel  görsel  aslında  dinci  bir  söylemdir  ve  dincilere  dolaylı  destek  vermekten  başka  işlevi  olmaz.  Dinci  iktidara  karşı  değildir,  aksine  cennetlik  vatandaşlar  iktidarda  olduğunu  ve  canilerin  ise  uzakta  olduğunu  anlatır...  İktidarda  olanların  seçilmiş  olduğu  vurgusu  son  yıllarda  giderek  artmaktadır.  Hatta  İslam  dinine  göre  şirk  koşma  durumunda  karşılaştırmalar  yapmaktan  bile  çekinilmez  konuma  gelmiştir.  Benzer  söylemlerin  muhalefette  olan  aleviler  ve  kurumları  içinde  ki  işleyişine  bakın  benzeri  ile  karşılaşabilirsiniz,  iktidardakiler  gibi  pervasız  ve  gösteri  amaçlı  olmazsa  da  kelimelerin  altında  cümlelere  yansır.
 
Alevi  kurumlarına  hepsi  dini  söylem  kullanır  ve  bugüne  kadar  yapabildikleri  şehirlerde  ve  yurt  dışında  yaşayan  Alevilerin  heterojen  yapısını  homojenleştirmek  adına  kurumlar  kurması  ve  o  kurumlar  aracılığı  ile  dincilerin  Aleviler  arasında  da  yayılmasına  katkı  sunmaktan  öte  bir  şey  yapmamıştır.  Aleviler  için  özgürlük  kavramı  inanç  özgürlüğüdür,  birey  özgürlüğü  geri  plandadır  ve  sonuçta  devletten  bekledikleri  camiler  kadar  eşit  hizmet,  diyanet  işlerinde  temsil...  kandan  geçen  dedelere  maaş,  bakım,  emeklilik  gibi  şeyler...  Bütün  bunları  laik  olan  bir  dinci  devlet  rahatlıkla  verebilir,  bunlar  için  özgür,  çağdaş  olmaya  gerek  yoktur...  İran  dinci  ‘laik’  bir  devlettir,  üstelik  laiklik  kavramı  Türkiye’den  daha  geniş  ve  daha  özgürlükçüdür!
 
12  Eylül  kırılmasından  bugüne  kadar  kurulan  Alevi  kurumları  söylem  olarak  birkaç  konu  etrafında  kamuoyu  oluşturmaya  ve  belirli  günlerde  kamunun  önüne  çıkmaktadır.  Sivas  Madımak  Otelinde  ki  katliam  bir  dönemeçtir  ve  tarihimizin  kırımla  noktalarından  biridir.  2  Temmuz  bir  ‘aydın’  kıyımıdır.  Bu  kıyım  kontrgerillanın  denetimini  ve  yönlendirmesi  ile  gelecek  iktidar  için  hazırlanmış  bir  senaryonun  parçasıdır…  12  Eylül  generallerin  başlattığı  ‘Ilımlı  İslam’  yürüyüşünün  AKP  ile  taçlandırılması  için  bu  kırılmanın  gerektiği  aydınlara  saflarını  ve  hizalarını  belirleme  için  verilmiş  bir  gözdağıdır.  O  süreçten  sonra  aydınlar  arasında  liberal  görüşlerin  yaygınlaşması  ve  yeni  ‘aydın’  kavramının  liberal  duruş  ile  ortaya  çıkması  tesadüfi  değildir.  Sivas  katliamından  sonra  oluşan  yeni  duruma  uygun  olarak  sözde  aydınlar  başörtüsü  özgürlük  mücadelesine  imza  verirken  Alevilerin  ibadet  özgürlüğü  ve  Alevilerin  ihtiyaçlarını  yok  saymış,  onları  asimile  eden  eğitim  sistemini  onaylamışlardır.    Bu  açıdan  2  Temmuz'u  bir  Alevi  kıyımı  olarak  göstermek  gerçekleri  çarpıtmaktan  başka  şey  değildir.  Alevi  kıyımı  olmuş  olsaydı  diğer  şehirlerde  de  Alevilere  yönelik  saldırıların  devam  etmesi  gerekliydi.  O  yüzden  2  Temmuz  etkinliklerini  ve  anmasını  hala  Alevi  dinci  yapıların  yapıyor  olması  sol  örgütlerin  ve  aydınların  ne  kadar  örgütsüz  olduğunu  göstermekten  başka  işlevi  yoktur...  Dinci  yapıların  arkasından  giden  her  sol  yapı  devrim  gibi  sorunu  yok  anlamındadır  ve  de  çağdaş  özgür  ülke  kavgasından  uzak  anlamına  gelir...
 
Dinciler  ile  dini  söylemler  ile  mücadele  edilemez...
 
Dinci  yapıların  uluslararası  boyutu  olarak  karşımıza  çıkan  El  Kaide  ve  onun  türevleri  örgütlerin  kendileri  gibi  olmayan  Şii  camilerine  bomba  ile  saldırması,  Şii’lerin  yoğun  olarak  yaşadığı  yerlere  canlı  bomba  ile  saldırması  bu  projelerin  birer  parçasıdır.  (Pakistan,  Irak,  Afganistan,  Katar,  Yemen,  Kuveyt,  Suriye...)  CIA  ve  diğer  istihbarat  yapıların  denetimi  ile  kurulan  El  Kaide  örgütü  yerini  şimdilerde  cihat  bayrağı  haline  gelen  ISİD  olmuş  durumda.  ISİD  bildiğiniz  gibi  Amerika  güdümü  ve  denetimi  ile  lojistik  olarak  destek  veren  ve  Türkiye'nin  de  içinde  bulunduğu  ülkeler  tarafından  kuruldu.  Türkiye'nin  o  dönemin  dış  işleri  bakanı  ISİD  PR  çalışmasını  yaparken  "memnun  olmayan  Sünnilerin  örgütü"  olarak  tanıtmış  ve  tabanda  yayılması  için  her  türlü  kolaylığı  göstermiştir.  Bu  arada  ISİD  kuruluş  aşamasında  Kürtlerinde  parmağı  yok  sanmayın,  Irak  Kürdistan  yönetimi  ISİD  ile  baştan  mutlu  olan  ilişkisi  ISİD'in  Ezidi  Kürtlere  karşı  saldırısı  ile  bozulmuş  ama  bugüne  kadar  gerçek  anlamda  çatışmamazlık  durumunu  korunmuştur.  Sonuçta  ISİD  üstüne  düşen  görevi  kontrolsüz  büyüme  ile  gerçekleştirirken,  kontrol  eden  ülkeler  ISİD  adına  bir  çok  ülkede  eylemler  yapması  ya  da  yapmamasını  kimse  kontrol  edemez...  Aslında  bir  çok  olay  birilerin  suç  hanesine  yazılırken,  bu  yazılan  hanelerin  karanlık  noktalar  olduğu  ve  gerçek  faillerin  üstü  örtüldüğü  gerçeğini  hiç  bir  zaman  gözden  kaçırmamak  gereklidir.  ISİD  adı  ile  çıkar  çatışmaları  ve  iktidar  kavgası  sırasında  bir  çok  siyasi  suikastta  kullanılması  tesadüf  işler  değildir.  Batı  ülkeleri  içinde  yapılan  bir  çok  eylemin  ISİD'in  etki  alanın  çok  üstünde  ve  birileri  iteklenerek  iç  kamuoyuna  ve  İslam  (Sünni)  düşmanlığının  tabana  yayılması  için  kullanıldığını  göz  ardı  etmemek  gereklidir.  ISİD  sonuçta  taşeron  örgüttür  ve  bir  çok  cinayetin  üstü  örtülmek  için  kullanılan  bir  örtü  işlevini  görüyor.
 
Sonuç  olarak  dinciler  biat  etme  özgürlüğü  için  mücadele  eder!
 
İsmail  Cem  Özkan


29 Haziran 2015 Pazartesi

Öncelikler yaşamda duruşu belirler!

Öncelikler yaşamda duruşu belirler!

İnsanın yaşam kavgasında bazı şeyleri öncelikli görür ve o önceliklere göre duruşunu belirler. Kişisel tarihimiz içinde bir çok karmaşık olay içinde kendimize göre bazı şeyleri öncelikli olarak alır ve bazı şeyleri görmezden geliriz. Somut olaylar içinde somut duruma göre adım atarken bazı gelişmeleri görmezden gelip, hatta müttefik görüp işbirliği içinde önümüze gelen sorun ile mücadele ederiz. Her sorun özeldir ve o özel duruma göre tavır alır ve ona göre adım atar ve duruş belirleriz.

Yaşamın şablonu yoktur, hangi olaya nasıl davranacağımızı önceden bilemeyiz, duygusal tepkiler ile mantıklı görünen gerçekler üzerinden kendi gerçekliğimizi ortaya koyar ve adımlar (tepkiler) atarız. Herhangi bir olay göründüğü gibi olmadığı, geçmişi ve geleceği olduğunu ve olay bitmeden gerçek anlamda adlandıramayacağımızı biliriz ama elimizde değildir, olaylar yaşanırken kendimizce sonuçlar çıkarır ve sonuçların bizim lehimize olması yönünde tepkiler veririz. Adımları atarken önümüze gelebilecek sorunları minimize etmeyi ve o sorunu ortadan kaldırmayı hesaplarız. Kısaca kriz yönetimini iyi başarabilmemiz için iyi bir birikimimizin olması gereklidir. Hayata ve olaylara bakış açımız ne kadar geniş ise o kadar rahat sorunların üstesinden gelirken, açılmayan bir kapı önüne gelip sürekli omuz atarak o kapıyı açmaya çalışmak aslında krizi yönetemediğimizi ve hayatımızı karanlıklar içinde bıraktığımızı kanıtlar. Açılmayan kapı önünde radikal düşünceler içinde olursak aslında kendi kendimizi yok ettiğimizin farkına bile varmayız. Hayat içinde önümüzde binlerce kapı vardır, bazıları açılır, bazıları açılmaz. Açılan kapıdan geçilir ama açılmayan kapı önünde kalırsak hayat ve zaman bizim için durmuş demektir ama hayat farklı bir şekilde akmaya devam eder, geçer yanımızdan. Kriz yönetimi o yüzden çok önemlidir, hangi kriz karşısında olursak olalım önemli olan o krizi aşmaktır ama sol bugüne kadar önüne gelen krizler karşısında o kadar şanslı ve tutarlı olamamıştır, çünkü kriz koşullarını yaratan sol değildir, var olan girdap içine dahil olmuş ve o girdaptan çıkış yollarını el yordamı ile yapmaktadır. Her ne kadar krizler kapitalist sistemin kriz olmuş olsa da kapitalist sistemin yaratmış olduğu zemin içinde kavga edenler ister istemez bu krizlerden etkilenmekte ve ona göre tavır geliştirmektedir. Kapitalist sistem içinde kriz koşullarından müttefik ilişkisi içinde kurtulabilinir, çünkü bizim göremediğimiz alanları görebilen doğru ittifaklar hem zamandan hem de kriz yönetiminde başarılı olmamızı sağlar. Kriz koşullarında duygusal tepkileri en aza indirip, çıkarlarımızı ve beklentilerimizi gerçek anlamda ortaya koyduğumuzda tepkilerimizi sınırlayarak müttefik ilişkisi içinde başkaları ile birlikte sorunların üstünden gelebiliriz. Hiçbir siyasi organizasyon ya da birey tek başına sorunların üstesinden gelemez, komünal mücadele ederken ortak aklın nimetlerinden faydalanır… Organizasyon yaşayan bir hücredir ve bizim varlığımız ve yokluğumuz ile ortadan kalkmaz ama etkilenebilir, yön değiştirebilir.

Toplumsal olaylar içinde bir çok algı ile uyarılırız. Her algıyı algılama şansımız yoktur, bir anlamda modern dünya bizi algılar ile kör ederken düşünme kabiliyetimizi ve bir arada ortak iş yapma yeteneğimizi de elimizden almaktadır. Bireyselleştikçe sol kültürden uzaklaşmakta ve tüketici konumda olan bir rakama doğru indirgenmekteyiz. Bireyin özgürlüğü vurgusu yapılırken bile aslında özgürlük kavramının içi boşaltılmakta ve özgürlük kavramını sadece tüketim ile özdeşleştirilmektedir. Bireyin özgürlüğü kavramı bugün tüketim özgürlüğü olarak algılanır oldu. Seyahat etmek, bir yerlere gitmek, son çıkan teknoloji ürünü alabilmek, istediği yerde yaşamak gibi kavramların hepsinin temelinde her ne kadar soyut özgürlük kavramının gölgesi varsa da tüketin denmektedir. Tüketim özgürlüğü birey özgürlüğü olarak algılanması liberal düşünce yapısının temelini oluşturmaktadır.

Birey toplumun parçasıdır ve onun bütün kültürel özelliklerini üzerinde taşır. Toplumun biçimlendirdiği bireyin tek başına özgürlüğünün pek anlamı yoktur, çünkü toplumsal algı ve doğrular bireyin hayata bakışının sınırını belirlemekte ve özgürlük kavramı bireyden bireye, toplumdan topluma değişen tanımlar ile karşılaşabilirsiniz. Her ne kadar evrensel tanımlar var olsa da bazı evrensel tanımların bazı toplumlarda karşılığı yoktur. Seyahat etme özgürlüğü vize ile çevrelenmiş bir ülkede söz etmek ancak ülke içi seyahat özgürlüğü olarak algılanabilir. Protesto etme hakkı ülkemizde ülke siyasi idaresine darbe yapmak olarak algılanması gibi…

Ülkemiz içinde demokratik kitle örgütlerin yapmış olduğu etkinliklere polisin tavrı her daim tartışma konusu olmuştur, çünkü polis iktidara yakın olanlar ile iktidar karşısında olanları ayırmakta ve polis halkın polisi olmak yerine siyasi iradeye emir komuta zinciri içinde bağlı ve onun çıkarlarını koruyan konumdadır. Polisin siyasi tercihi elbette olaylar karşısında almış olduğu duruşu da belirler. Bu bilinmesine rağmen demokratik kitle örgütlerinin yapmış olduğu etkinliklere polisin saldırması üzerine "dinci yapılara polis saldırmıyor, bize neden saldırıyor" gibi karşılaştırma yapanlar hangi ülkede yaşadıklarını bilmiyorlar diye düşünüyorum... Polis, ‘devletin öz evladına ve rahatsız Sünni çoğunluğa neden saldıracak’ diye soru sormuş olsalar karşılaştırma yapmaktan hemen vazgeçerler. Zamanında doğru soru sormak, doğru çözüm yollarını açacaktır. Her sorunun pratikte başka bir karşılığı vardır ve o karşılıklardan birini tercih etme hakkı bizlerindir.

Bir çok kitle örgütü içinde yaşayan hiyerarşi ve yapılanma her ne kadar kendilerini özgürlük mücadelesi yapan olarak göstermiş olsa da aksine yaşanan kısa tarihine baktığımızda söylemlerinin tam tersi pratikleri ile karşılaşabilirsiniz. Kendi içinde özgürlüğü yaşamayan, her türlü farkı sese karşı tavır alanların özgürlük talepleri bana hep ikiyüzlü gelmiştir... Özgürlük için sokakta, meydanda birlikte yürüdüğüm bir çoğu “çok” yüzlü geliyor bana, sonuçta onlarda (katı ve keskin sınırları olan kitle örgütleri) kendi iktidarları içinde her türlü baskı yapma özgürlüğü için yürüyor! Var olan baskılardan ders alıp, insanları bunaltırsanız böyle olur yerine baskı yapma özgürlüğü için meydanlarda, siyaset arenasında olanların samimiyetine hiç inanmıyorum... Müttefik ilişkisinde samimiyete inanma kavramı yoktur, çıkarlar olduğu sürece ortak yolda yürünür, çıkarlar ayrıştığında ayrışılır.

Özgürlük kavgam, sadece yaşayan siyasi iktidar değil, tüm iktidarlara karşıdır.

Ülkemizde devlet çökmüş olmasına rağmen, boşluğu dolduracak yeni bir yapılanma (sistem) olamadığından boşluğu ölmüş olan devletin artıkları doldurdu... Özgürlük söylemleri ne yazık ki örgütlü bir şekilde ve sürekli olmadığı için devletin yıkılmasından olan boşluğu dolduramamış, özgürlük alanları yaratamamıştır. Sol, kendisini örgütleyecek yeni bir sistem yaratacak hedefe doğru kilitlenmemiş, tüketim çılgınlığı içinde kendi içinde düşünce ve insan tüketmekten öte bir adım atamamıştır. Sol, her türlü görüşün konuşulduğu, her türlü projenin hayata geçirildiği ama örgütlü gücü olamadığından hepsini yarım bırakan konuma itilmiştir. Örgütsüz sol yapıların yan yana gelip örgütlü güç olma deneyimleri başarısız olmuş olsa da bu deneyimden vazgeçilmedi, yalancı umutların oluşmasına neden olmaktan ve zaman kaybından başka işlevi olmayan girişimler sürekli hayata geçirilmiştir. Devletin yıkıntıları içinde var olan devlet mekanizması ve iktidar bu muhalefet yoksunluğundan dolayı iktidar gücünü kullanmaya ve krizden çıkmak için yollar aramaya devam etmektedir. 

Örgütlü olmayan bireylerin örgütlü gibi gözüküp, örgütsel ilişkiler içindeymiş gibi davranmasının sonucunda oluşan ortamda somut duruma somut tespit yapmak ile kalmışlar ve 11. tez’de felsefecilere söylendiği gibi değiştirmek için adım atılamamaktadır.  Rahatsızlıklar öne çıkarılıp, ortak olarak neler yapılabileceği ve kimler ile birlikte yürünebileceği tespit edilemeyen adımlar her daim boşluk içinde savrulmaya mahkumdur. Siyaset, müttefikler ilişkisidir, sürekli karşına birini alıp sürekli onu düşman olarak görmek değildir... Müttefik olarak göreceğiniz gruplar sizin amaçlarınıza hizmet edenler olacaktır. Elbette siyasetten karşı olduklarınız ile bir gün çıkarlar gereği yan yana gelme olasılığınız vardır...

Sistem ile uzlaşanları tarih pek yazmaz ama isyan eden ve isyanı için canını, düşüncesini değiştirmeyenleri tarihin sayfasında bulmazsanız bile destanlarda bulmaya devam edersiniz...

İsyan edenler düşünen insanlardır...

Biat edenler ve biat kültürünü savunanlar ile müttefik ilişkisi kuranlar, bir gün o mutlak biat içinde kendilerini biat eden bir obje olarak görme ihtimali yüksektir. Özgürlüğün sadece sözde kaldığı mücadele yönetmeleri, özgürlük getirmediğini yaşadığımız demokrasi, özgürlük, bağımsızlık kavgası içinde yaşayarak gördük.

İsmail Cem Özkan


23 Haziran 2015 Salı

Loto toto yaşamın bir yansıması!

Loto toto yaşamın bir yansıması!

Loto – toto kumara verilen devlet tarafından verilen isim. Kumar yasalarca yasaktır ama devlet yaptı mı adına da loto dedi mi yasaklar küçük bireylerin yaptığı ile sınırlı kalır. Devlet halk adına kumar oynatır, kerhane işletir, kerhaneden aldı vergiler ile kutsal mekanlar inşaat eder ve onu devlet olarak ben yaptık diyerek siyasi parti liderleri halkın parası ile yaptıkları ile övünürler. Aslında ortada bir kumar vardır ve görünmeyen devlet mekanizması içinde halkın cebinden alınan paralar ile halka hizmet yarışı!

Halk devletin yapmak ile yükümlü olduğu şeyleri liderler tarafından yapıldığında lütuf olarak alır ve değerlendirir. Aslında lider dediğiniz seçim ile gelmiş, kendisini zor ile seçtirmiş ve kendisinin toplumun önünde giden bir at yarışı olduğu imgesini ortadan kaldıran öznedir. Seçimler olan her yerde yarışan birileri vardır ve o birileri kumarda rulet masasında dönen toplun işaret edeceği delik olma özelliğini taşır. Rulet masasına halk giremez ama seçilmiş rakamlar yerlerini alır ve o rakamlardan birisine top değecek ve kazanan o seans için o rakam olacaktır. Şapkasını alıp gidecek ve yedi defa gelecek bir rakam! Lider dediğiniz sonuçta seçilendir, kazanandır. Onun kazanması ile birleri kazanacak ve sevinç çığlığı atacaktır.

Seçimler bir anlamda kumardır, çünkü kumarda kazanan ve kaybeden vardır. Her seçimde de birileri kazanır ve kaybeder. Parasını ortaya koyar, bir de kişiliğini, öter yandan adaylığını netleştirecek liderinin ağzına bakar, onun ağzından çıkacak özne olmak için her şey yapar. Rulet masasında yer alan rakamlardan biri olmak için malını, varlığını, çevresini, geçmişini, birikimlerini kısaca her şeyini ortaya koyar. Sonra seçime girme şansını elde ettikten sonra partisinin barajları aşıp, yeteri kadar oyu olmasını bekler. Kumar içinde hileler olur. Hilesiz kumar olmaz. Olursa zaten kumar değildir!

Seçimler bitti, mecliste koltuğa oturacaklar belli oldu. Şimdi kim hükumeti kuracak, kimler seçim sonrası hükumet ayrıcalığı ile ranttan daha fazla pay alacak dönemine girildi. Muhalefette kalanlar vekil maaşı ile idare ederken, iktidar koltuğunda oturanlar ile ilişkilerini kullanıp biraz ranttan bir parmak daha fazla almak için ter dökeceklerdir. İktidar olmak hesaplarda biraz şişme anlamına gelmektedir ki, bu her türlü iktidarı kapsar. Muhalefet partinin kazandığı bir şehir belediyesinde bile hesaplarda oynama söz konusudur ve burada parti ayrımı olmaz, rant gelen yerde her türlü çıkara kasalar açıktır.

Kasaların kara para ile dolu olduğu yerde kumar meşrudur. Kumarın her türlüsü devletin tekelinde olmaktan çıkarılmalı ve o da artık serbest piyasa koşullarına uygun olarak parası olan, silah gücü olanlara açıkça devredilmelidir! Devlet küçülürken, liberal devlet anlayışı içinde bazı şeyleri tekelinde olması açıklanamaz ve mantığı da yoktur. Bu destura uygun olarak ülkemizde kumar devletin elinden ihale yolu ile özelleştirilmiş, şirketler eli ile dünya çapında köpek yarıştıranların eline geçmiştir. Meclis koltukları üzerine de kumar işletmesi ve programı da (şimdi bilmiyorum ama yazı sonrası bilgi gelirse öğreneceğim bir kumar programı!) yapılıyor olabilir. Arjantin’de bir kumar sever, Türkiye iktidarında kimin oturacağı konusunda iddiaya girmiş olabilir! Sporun sanayileşmesi sonrasında tüm dünyada hareket eden para, seçimler üzerine de hareket etmemesi için neden yoktur. Parası olan bastırır, sonucu etkiler! Kumarda hile olmazsa olmazdır, tiyolar yoksa para etmez!

Birileri sürekli kumar oynuyor, rulette rakamın çıkmasını bekliyorlar. Birileri malını ve varlığını vekil olmak için ortaya koymuş, birileri kişiliğini satmış, birileri seçilmek için dün küfrettiklerinin elini öpmüş, birileri falan filan işte sonuçta kumar oynanmış, sandıktan rulet rakamı çıkmış... Şu anda ise kumarın ikinci aşamasına geçilmiş, kim kuracak, kim başkan olacak?

Seçim sonucu üzerine yapılan kumarlar, at yarışından daha heyecanlı olacak! Nasıl olsa bütün kumar oyunlarında olduğu gibi hep birlikte izleyiciyiz, hükumet kurulmasını izlerken biraz hayatımıza heyecan katalım!
İsmail Cem Özkan

13 Haziran 2015 Cumartesi

Tüketim zamanında her şey yarımdır!

Tüketim zamanında her şey yarımdır!

Her kelimeye anlam veren bizleriz ve bizim geçmişimiz, algılarımız zaman içinde değişime uğruyor, kelimelere ve cümlelere yeni anlamlar yüklüyoruz. Değişim kaçınılmaz, kelimeler aynı ama anlamları farklı, her kelimeye zamanın ruhu şırınga ediliyor. O yüzden geçmişin en nadide eserlerini okuyamıyoruz, okuyunca da anlayamıyoruz… Gözyaşlarına neden olan hikayeler, romanlarda ki pasajlar bugün bize yabancı ve neden göz yaşını bu kelime ile düştüğünü çıkaramıyoruz...
Her şeyimiz ile oynanıyor...

Yaşam,  sanırım birilerinin egosu üzerinde durduğu için olabilir mi, yoksa para ben de benim isteğim her şeyin üstünde diyen ve klasik kapitalist mantık içinde müşteri her daim haklıdır. Yani parası olan her daim haklıdır, çalışan bu haklı karşısında boyun eğmek ve onun egosu altında ezilmek zorundadır…

Genelde başakların verdiği rolleri iyi oynuyoruz, kendi seçimiz olan roller sadece gece yarısı yalnız kaldığınızda o da nadiren oynarız... Yaşamın her döneminde birilerine şirin gözükmek, çıkar ilişkilerimiz bozulmasın diye bizden beklenen role uygun davranışlar geliştirip, ona göre beklentilere yanıt vermek için çok uğraş veririz, hatta bir yarış atı gibi verilen hedefe ulaşmak için tüm enerjimizi harcarız. Bir avuç şeker ile de eğer başarırsak ödüllendiriliriz.

Boşluk olmasaydı, hayatın anlamı olmazdı... İyi ki boşluk var!

Hayatımız içinde bazı dönemler boşluk barındırır, bu boşluk anlarımızda karar verme sürecindeyiz. Nereye ve nasıl gideceğimizi bilmeden önümüze konan sınavlarda başarılı olmak adına gireriz. Puanımız nereyi tutarsa artık bizim planımız, geleceğimiz, yaşam çizgimiz, arkadaş çevremiz puanımızın tutuğu alan içinde olacaktır. Geçmişimiz artık yoktur, geçmişimizde oluşan arkadaşlıklar, çevre, birer nostalji olarak bazılarında kalabilir ama çoğunlukla unutulur gidilir.

Müzikte boş anlar olur, o anlar diğer notaların anlamını daha iyi anlarsınız, hissedersiniz, hatta su gibi içersiniz... Müzikte notalar arasında bırakılan boşluk büyük anlamlar içinde barındırır, nefes almanız gerektiğini anımsatır gibidir. Dörtnala kalmış bir atın eşiğinde doğanın bıraktığı ses ve arabanın içinde oluşan sessizlik anını hiçbir nota adlandıramaz, o an sessizliktir. Sessizce doğada oluşan ses armonisinden uzakta sessizce pencereden dışarıya bakarız.

Kapitalizm tek ruhu vardır, o da tüketimdir.

Tüketim olmadan kapitalizm olmaz. Başlangıçta birikimin önemini öne çıkardı ama yaşam için tüketimin olması gerekliydi. “Üretim kadar tüketim” sloganı sermeye birikimi zamanında öne çıkaran kapitalizm, zaman içinde bu sloganın artık işe yaramadığını anlamış ‘yerli malı’ haftaları sonlanmıştır. Tüketim çılgınlığı liberal ekonominin hayata geçirilmesi ile birlikte insanın düşünebileceği sınırı dahi aşmıştır. Üretim yapan fabrikaların borsalarda ki kağıtları üretimden bağımsız olarak, tüketim amaçlı kullanılır olmuş, üretim olmadan şişirilmiş bir rakamlar topluluğuna doğru eğilim göstermiştir. Olmayan paranın olan rakamları dünya borsalarında hareketli bir şekilde satılırken, tüketim de ’global’ olarak homojen hale getirecek şekilde dönüşüm yaşamıştır. Her ülkeye göre üretim yerine, her ürüne uygun tüketici yaratıma süreci başlamış ve olağan hızlı ile devam etmektedir. Tüketime uygun insan profili zaman içinde heterojen yapısı homojenleşme yönünde bozulmuş ve devam eden bir süreçtir. Tüketen insan artık doğada var olan canlı türlerinden ayrışmış, kendi fanusun içinde yaşamaya başlamıştır. İnsan kendi yarattığı doğası içinde tüketilmektedir.

İnsanı tüketen, yaşamı tüketen sistemin adına kapitalizm denir.

Tüketim, ticaretin ve sermayenin doruk noktasıdır...

Yaşamak için tüketen toplumlarda kapitalizm yoktur, takas, imece vardır. Onları da artık eskiden yazılmış roman ve hikaye sayfalarında okur ne anlamına geldiğini bilemeyiz.

Kapitalizmde arzuların üstünde tüketim vardır... Gerçek ihtiyacın dışında tüketim, hatta bazı sosyal hastalıklardan kurtulmak için kullanılan tedavi yöntemi bile olmuştur. Kısaca fazla tüketim yapmak için, tüketim çeşitlendirilmesi, yeni biçimler verilmesi gerektiği kadar tüketim için yeni ihtiyaçların oluşması şarttır, ihtiyaçlarda PR ve reklam sektörünün işidir...

İnsan, tüketim çılgınlığı içinde ilişkileri de tüketilir.

İnsan daha iyisini arayışını tüketim ile sağlamaz, aksine üretim ile arar. Üretimin olduğu yerde daha iyisi vardır, tüketimin olduğu yerde daha ucuzu vardır.

Suriye’de yaşanan iç savaş ortamında kadın fiyatını bir sigaradır, savaşabilecek olan bir erkeğin fiyatı 250 dolarmış. İşte insan fiyatı!

Türkiye’de geleneksel toplum içinde bir kadının fiyatı başlık parası, erkeğin bir maaşı ve biriktirdiği emekli sandığından alacağı kadardır...

İnsan kaynakları diye bir birim oluşturulmuştur iş yerlerinde. O birimler işyeri için gerekli elemanı seçmek ile yükümlüdür. Orada tecrübeler ile hazırlanmış bir form vardır. O formun en son ve alıcı sorusu sizin aslında değerinizi (fiyatınızı) kendiniz belirlemeniz istenir. Kısaca fiyatını söyle demektir. Eğer fiyat yazmazsanız o zaman sen işi bilmiyorsun anlamına gelir, fiyatını belirleyemeyen biri tüketilecek eleman olamaz! Her fiyatı olanın bir kullanım süresi vardır, gençler her zaman yeni teknolojiye daha iyi uyum sağladıkları ve daha verimli oldukları düşünüldüğünden tecrübenin artık değer olmadığı bir süreci yaşar olduk. Firmalar iç eğitim ile o güne kadar alınmış tüm eğitimleri çöpe atar ve kendisi için daha verimli yöntemi çalışanından bekler.

Romantizm çağı bitti, çünkü romantizm çağında üretim vardı. Tüketim çağında değiştirilen çarşaflar ve odalar vardır.

Tüketim çağında her şey yarımdır, çünkü tam tüketemeden yenisi çıkar ve onu almak istersin… Doyumsuz, beklentisi olmayan ama sadece tüketen bir insan profili bu dünyada zamanın ruhu içinde yaşamaya devam ediyor.


İsmail Cem Özkan

8 Haziran 2015 Pazartesi

Bir dönem kapanırken…

Bir dönem kapanırken…

Bir dönem kapanırken elbette başka bir süreç başladığı anlamına gelir. Kimse başlayanın nasıl bir son hazırlayacağını bilemez, yaşayarak öğrenir. 12 Eylül’den bugüne sürekli değişim yaşadık, yaşamaya da devam ediyoruz. Tipik Ortadoğu ülkesi konumuna geldik, ülkenin siyasi lideri bile tipik Ortadoğu liderleri gibi hukuk tanımaz, kanunları işlediği suçu ortadan kaldıracak şekilde düzenleyen biri oldu. Her yaptığını yasalara uydurmadı, yasaları yaptığına uydurdu.

Keyfi suçlamalar, keyfi emirler. Paranoyak düzeyde insanları cezalandırdı. Homojen, emir dinleyen kullar yaratma girişiminde bulundu. Gerçekleri değil, kendi gereğini kabul eden, o gerçek üzerinden kararlar alınmasını arzuladı. Yaratılan sanal gerçeklik, soyut hedeflerin peşinden her türlü eleştiriyi yok sayan, hoşgörüsüz, tek doğruyu bilen olarak emirler saldı sağa sola. Gizli kapaklı işler, örtülü ödeneklerin verdiği rahatlıkla kendi ülkesi dışında ülkelere ayar vermeye çalıştı. Binlerce insanın göç yollarına düşmesinden, katliam uğramasından, iç savaş koşullarının oluşmasından katkısını her daim gizli övünmeler ile kabul etti. Çıkarı ve hedefi için ülkeyi savaş çizgisi üzerinde tutmaktan, Osmanlı idealinin yeniden yaratacağı ve şanlı savaşlar ile kahraman olacağı düşlerini gerçek sanan, oturuşu, yürüyüşünü Kasımpaşalı delikanlı olmaktan çıkarıp, dünyayı Kasımpaşa görüp onun ağası olmaya heveslenen bir savurganlığın tipik bireyi ortaya savruldu. Savrulan sadece kişiliği değildi elbette, kendisi ile birlikte artıklarından nemalanan bir önemli çevre de bu savrulmanın ürünü olarak ortaya çıktı.

Her dönemin bir sermaye grubu vardır, o sermaye grubu palazlanırken, çıktığı kültürü küçük gören, varoşlarda yaşadığını unutan, onları daha da ezen konuma döndü. Din ile her şeyin ağzını örteceğini, kurandan kopardığı ayetler ile suçların üstüne sayfalar atarak yok edeceğini, hac’a gidip imajını değiştireceğini ve de hiç hesap sorulamayacağını düşündü, inandı.  Arkadaşlarının suçlarının ortaklığa savrulması karşısında ve ilişkilerin deşifre olmasından rahatsızlık duyup onlara şemsiye olmayı seçmesi elbette gelmekte olan sonun ertelenmesi için yapılan hamlelerdi... Her türlü muhalefet hareketi kendisine karşı yapılan darbe olarak gören bir paranoyak tutum, ister istemez kişilik parçalanmasına şizofreni tanımının ağızdan ağıza yayılmasını ortaya çıkardı.

Dinci bir rejimin bir ülke için ne kadar tehlikeli olabileceğini ve laiklik denen kurumun neden ortaya çıktığını pratikte kanıtladı. Din ve siyaset yan yana geldiğinde karanlıklar zifiri karanlıklara dönebileceği, hesapsız, ayarsız tepkilerin din adına yapıldığında hesap sorulamayacağı, aile yaşamın, alışkanlıkların, geçmişin tüm birikimlerin bir balyoz altında ezildiğini yaşayarak gördük. Dinci yapıların çıkar etrafında nasıl birleştiği ve yine çıkar çatışması içinde nasıl bir birlerin boğazına sarıldığına şahitlik ettik. Din adına insanların birer bombaya döndüğü, kafalarda soru sormayı ortadan kaldırdığı, her şeyi açıklayan bir liderin olduğu yerde önce biat etmek gerektiği ve verilen emri yerine getir denildiği bir süreci yaşadık. Dinci siyasetin işe yaradığını gören ezilen, horlanan dini gruplarında nasıl siyasete girdiği ve o örnek aldıkları dinci yapıların birer kötü kopyası olduğunu da yaşayarak gördük. Dincilerin olduğu yerler kirlenmeye ve saf duyguları nasıl Hassan Sabbah gibi silaha dönderdiğine şahitlik ettik.

Her türlü dini söylem yapan ve dinden güç alanların ne kadar kirli olduklarını ve çevrelerini nasıl ve hızlı bir şekilde kirlettiklerini yaşayarak gördük. Dincinin Hristiyan'ı, Alevi’si, Şii’si, Sunni’si olmadığını aslında her biri birbirinin kötü kopyasını olduğunu gördük. Dincileri ortak noktada buluşturan kirli hesaplarıdır. Çıkarları için her şeyi yapan ve her şeye bükülenler, hedefleri için girmeyecekleri renk ve ortam yoktur. Elbette bu sadece yaşadığımız son döneme ait gözlem değildir, Alevi inancın siyasi temsilcileri 12 Eylül öncesinde nasıl koalisyon hükümetleri içinde koltuk yarışı içinde, devletin (!) çıkarı için idama giden gençlerin oylamasından kaçıp ortada gözükmemeyi seçtikleri bilinen gerçeklerdir. Dinciler ortak refleksleri vardır, güçlü olduklarında tartışılmaz doğrulara biat eden cemaat isterler… Zayıf olduklarında ise mağdurluklarını nasıl ekonomik güce dönüştürüp, o gücü kendi kişisel çıkarları yönünde harcadıkları ve savurduklarını kısa tarihimiz içinde binlerce örneğini bulabilirsiniz.

Sonuç olarak ve sözü fazla uzatmadan, dincileri siyasi hayatımız içinden uzaklaştırdığımız an çağdaş dünyayı kucaklayabilir, onların yarattığı kirlik ortamından çıkabiliriz. Din insanın içinde yaşaması gereken özel bir alan olarak sınırlandırıldığın da, devlet ile din kurumların ilişkileri kesin çizgiler ile belirlendiğinde hayat daha da güzel olacaktır. Boğaz kesmeler, insan katletmeler, bir otele koyup yakmalar, dine küfretti diyerek mizah dergilerini basmalar tarih olacaktır. Dinciler karanlığı zifiri karanlığa dönderir, ırkçılar karanlığı kan gölüne dönderir. İnsanlık kendi elleri ile yarattığı karanlık ortamdan çıkmak zorundadır. Bunun için öncelikle gerçek anlamda laik sistem yaratılmalı, ırk politikasının temeli olan ulus devlet anlayışından uzaklaşılmalıdır…

Bir dönem bir bomba patlaması ile kapanıyor…

Karanlıkta yaşamak istemiyorsak çevremizde yer alan karanlık dincileri gerçek yüzlerini ortaya sermek ve onları çevremizden uzaklaştırmamız gereklidir...

Dini kendi kişisel çıkar hedeflerine alet edenler dincidir, inandığı için dinci değildir.

İsmail Cem Özkan 


Bir bomba!

Bir bomba!

Bir bomba ile bütün hayatının değiştiğini gelecek zaman içinde daha iyi anlayacak, ama bombanın bıraktığı keskin koku henüz dağılmadan bunun farkına bile varmayacak. Bomba yaşamın akışı içinde bir çok insan için son nefes olurken, tarih çizgisinin de kırılma noktası olacağını kimse önceden bilemezdi.

Diyarbakır, 5 Haziran 2015. HDP düzenlediği miting. Halk büyük bir coşku ile HDP eş başkanlarını beklemekte. Her mitinge olduğundan daha fazla coşku ve umut içinde. Devletin yıllar önce ‘Kürtler meclise girmesin’ diye ortaya çıkardığı %10 baraj. O baraj ya aşılacak ya da yıkılacaktı.

Riskli bir seçim.

12 Eylül ülkenin kaderinin ve konumunun değiştiği kırılma süreci anlatır. O dönemde yasaklar o kadar ileri boyuta taşınır ki, Kürtçeden başka dil bilmeyen analar mahpus damlarında çocuklarını görür ama konuşamaz. Çünkü Türkçe dışında tüm diller yasaklanmış, Kürtçe ve Kürtlerde zaten yoktular. Yok olanların konuşması mı olurmuş, siyasi organizasyonlar  mı? Olamazdı. Olamazdı ama Kürtlere karşı önlemeler alınır, Diyarbakır cezaevi Kürtler işkenceden geçirilir, işkence altında Kürtçe ifade alınır ama Türkçe savunma yapmaları istenirdi. Olmayan ve anlaşılmayan diller savunma içinde olamazdı. Olduğu an, anlaşılır dil olana kadar işkenceden geçirilir, savunma ihtiyaç duyulmadan cezası kesilir, kalemi kırılırdı. Kürtler yoktular ama cezaevleri onlar ile doluydu.

Devlet yeni rotasına doğru yapılanırken, Türkçe konuş! Afişleri sağa sola asılırken, direnişin ateşini de yakmıştı. Devlet olmayan halka karşı silahlı milislerini oluşturup, korucu köylülerden sivil bir düzensiz ordu kuruyordu. Aşiretler ve ağalar arasında ki çatışmalar incelikle kullanılıp kendisine taraf topluyordu. Savaş bir orduyu dinamik tutar ve her daim savaş koşulları altında bir koyup üç alacak seferlere çıkabilecek özgüveni oluşturabilirdi. Güçsüz, birkaç anlaşılmayan dilde konuşan vatandaşlar direnci küçük bir kıvılcımdan ateşe dönerken ordunun dinamik olmasını, adı konulmamış savaşın olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyenlerin lobi faaliyetleri ile savaş kontrollü olarak devam edeceği planlanmışken, o planın suya düştüğü yıllar içinde anlaşılacaktı. Güney’de devam eden Irak İran savaşı yeni boyutlara sıçrarken, Güney’de gelişen Kürt direnişin etkisi karşılık bulacak ve özgür alanlar yaratacaktı. Kontrollü savaş, kirli savaşa, düşük yoğunluklu savaştan kontrol dışına çıkmış Ortadoğu siyasetinin bir figürü konuma gelecek bir sürecin de işaretlerini iyi okuyamayan devlet, yok saydığını Başbakan Süleyman Demirel (1992) Diyarbakır’a giderek realiteyi tanıdı. O gün olmayan halk olduğu, konuşulmayan dilin konuşulduğu, olmayan tarihlerin olduğu gerçeği ile karşılaşıldı. Fiili olarak artık bu ülkede bir şeyler değişiyordu. Sokaklarda Kürtçe türküler söylenir oldu. Ama bunun yasal süreci hiçbir zaman gerçekleşmedi. Fiiliyatta olan yasal zeminde yok. Bugünde yasal düzenleme henüz gerçekleşmemiştir. İktidar elindeki yasları zorlayarak yeni duruma uygun yorumlar yaparken yasal düzenleme yapma konusunda fazla adım atmamaya özen göstermiş ve çözüm süreci realite tanınma ile başlamış olmasına rağmen, pratikte adımlar atılırken, hukuki zeminde üstü örtülü ve kapalı kapılar arkasında fısıltı sesleri duyulması dışında önemli bir gelişme olmamıştır.

16 Şubat 1999 yılında Ortadoğu merkezli PKK örgütünün lideri yeni mekanı olacak olan adaya yolculuğu başlamış, yargılanmış ve ceza alarak bir adanın içine yerleştirilmiştir. Bu süreç içinde hukuki düzenleme yapılıp, Kürt sorunu için önemli adımlar atılacağı düşünülürken, koalisyon hükümeti seçime gitmiş ve yenilgi ile çıkmıştır. Bu yenilgi bir anaysa kitabının atılmasını işaret etmiş olmasına rağmen, Kürt sorunun çözümü konusunda kafaların net olmaması, dışarıya verilen sözlerin etkili olduğu fısıltıları yayılmıştır. Yeni bir parti ve lider bu sürecin sonucunda doğmuş, kısa sürede iktidara gelecektir. AKP’nin iktidar süreci bu dağılmanın sonucunda toplayıcı ve sorunları çözen bir iktidar beklentisi ile yola çıkmış ama beklentilere yanıt vermek yerine kendi önceliklerini öne alarak ülkenin daha da Sunnileşmesi için geçmişten gelen ve hukuk kitaplarında olan yazılı olanları işine geldiği gibi yorumlayarak yeni bir sürecin çatışmasını da ortaya çıkarmıştır. Çatışama ile iktidarını güçlendiren ve her çatışmada farklı bir partiyi yedek değneği olarak kullanarak sorunların üstünden gelmesini bilmiştir. İhtiyacına göre yasalarda düzenleme yaparken, Kürt sorunu, Alevi sorunu, Romen sorunu gibi başlıklalar belirlemiş ve o kavramların tanımlanmasını yapmak adına Gülen Cemaatinin organize ettiği Bolu toplantılarda pratik adımların neler olacağını taraflar eşliğinde tartışmasını yapmıştır. Fakat her şeyin sözde kaldığını ve yasal ihtiyaçların göz ardı edildiği ve çatışmalar içinde öne çıkarılan başlıkların her seçim döneminde birer pazarlık aracı olarak öne çıkmıştır. AKP iktidar partisi olmaktan çıkıp devletin partisi olma süreci içine girdiğinde, devletin yönetimin içinde yer alan ordunun söz hakkının elinden alınması için Ergenekon Davası’nı araç olarak kullanarak başarmıştır.  Arkasından bu davanın önemli taraftarı olan Gülen Cemaati ‘paralel devlet’ diyerek Ergenekon davasında izlediği yolun bir benzerini izleyerek iktidarın tek sahibi olduğunu ilan etmek için adımlar atmıştır. Bu sırada en önemli ittifak yaptığı kesim pazarlık masasında yer alan yok sayılan Kürtler ve onun temsilcisi PKK olmuştur. PKK yıllardır aradığı muhatabını bulmuş ve bulmuşken sonuca gitmeye her türlü AKP karşıtı hareketi nötralize ederek çıkarına göre adımlar atmıştır. Gezi Direnişi bu sürecin en önemli kırılma noktasıdır. Gezi Direnişi, cemaat – AKP çatışmasını gün yüzüne çıkarmış, AKP – PKK pazarlık masasını görünür kılmıştır.

AKP iktidarı her sıkıştığında meclis içinde yer alan partileri işine geldiği gibi kullanmış ve bir anlamda düşman yok müttefik var anlayışını hayata geçirmesini bilmiştir. İşine gelen her türlü değişimi yaparken, toplum içinde biriken muhalefeti göz ardı etmesine sebep olmuştur. Özgüveni artan AKP lideri, her şeyi bilen, her şeyi anlayan ve her şey hakkında görüşü olan biri olduğu pompalanmış ve ona inanmıştır. O özgüven içinde kafasına yerleştirilen başkanlık ve tek adam profili devletin ve ülkenin iyiliği için kaçınılmaz olduğunu düşünmüş ve bu konuda adımlar atmaktan çekinmemiştir. Düşmanlarını bir bir risk olmaktan çıkaran, sorunsuz bir siyasi düzlemde her şeye kadir ve muktedir olan iktidar sahipleri ilk yenilgilerini Ortadoğu politikasında almış, Arap Baharı ile Arap dünyasının ve İslam aleminin liderliğine soyunuş ama kısa sürede olamayacağını anlayarak onlardan gelecek paralar ile ülkeyi yeni biçimine döndüreceği hesapları yapılmıştır. Örtülü ödenekler sorgulardan uzakta, dışarıdan gelen sermayenin aracılık payı adına özel hesaplarda para birikimi yeni bir kast oluşturulmuş ve yaratılmıştır. Para her deliği açar hale geldiğinde “bir bilen’nin” de sonun başlangıcı süreci hızlı bir şekilde devam etmiştir.

Seçim 2015 yılı bu sürecin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bir bilenin kafasında yarattığı dünya gerçekler ile çatışmasına şahitlik edeceğimiz bir sürecin adı oldu.

Bir bomba, başkan hayali görenin hayalini Titanik gemisi gibi batırdı... Son bombayı (Diyarbakır’da konulan bomba, 5 Haziran 2015) kim koyduğunun artık pek önemi yok, çünkü o bombanın patlamasını engelleyemeyen beklediği sonuca ulaşamadan hayallerinin altında kaldı... Her şeye hakimim, her şeyi ben yaparım ve ben belirlerim diyen biri, aslında ne kadar zayıf, ileri görüşü olmayan, diktatör hevesli, ne yaptığını bilemeyen, egosu ve gücüne tapan birisi olduğunu ortaya çıkardı. Sürekli karanlık iş yapan ve karanlık işlerinden güç alan, adaleti, hakimleri, savcıları, vekillerini, valilerini kendisinin kölesi gören, hanımlarını cariye olarak sunanların arkasında olduğu hayali cemaat ilişkisinde bir bomba ile dağıldı, yok oldu. Şimdi dağılan ve yok olan hayallerinin peşinde koşarken; can aldığı, can acıttığı, cezalandırdığı kesimlerin önünde güçsüz, çıplak ve savunma yapacak kadar bilgi ve birikimi olmayan biri olarak çıkacak... Artık çocuklarının geleceği için yağmaladığı, gemicikleri malı olarak gören, hastanelerde, sitelerde, İsviçre banklarında olan gizli hesaplarının da ortaya serilmesi ve haksız kazanç yaptığı için elinden tek tek alındığını göreceği günlerin başladığını sanırım o bombanın patlaması ile olacağını hiç düşünmemiştir...

Son başlamıştır, haksız olarak elde ettiği ne varsa elinde tek gecekondu kalıncaya kadar alınması adalet için önemlidir... Böyle birinin tekrar lider olamayacağı bir gelecek için hesap sorulmalıdır, sorulmaz ise bu suça sormayanlar ortak olmuş olacaktır...

"Bir bomba patladı, tüm hayatı değişti" sözü birilerin anılarının başlangıç cümlesi olacak...

İsmail Cem Özkan

5 Haziran 2015 Cuma

Sağ - sol yok, çıkar çatışması var!

Sağ - sol yok, çıkar çatışması var!

Ülkemiz tarihinde her daim sağ sol çatışması varmış gibi hava yaratılır ve insanlar bu yaratılan sağ ve sol içinde yer alan cemaat, fraksiyon gibi şeylerin içinde kendilerini ifade etmeye çalışırlar ve bu cepheleşme ve çatışma durumunda da başarılı olunmuştur. 12 Eylül öncesi sürekli vurguladığımız bir cümle vardı, “sağ – sol çatışması yok, faşist katliam var ve ona karşı direnen devrimciler!”

Türkiye devleti kurulmadan önce, Osmanlı son dönemlerinde de devlet yapımız ve insana bakışımız kul, köle ve efendi ilişkisi içinde Almanya’dan gelen o dönemde henüz adı konmamış olan ‘toplum mühendisleri’ tarafından biçimlendirilmiş ve devlet hiyerarşik yapısı modern batı dünyasına uydurulmuştur.  Yeni kurulan cumhuriyet, Osmanlıdan aldığı devlet geleneğini ve anlayışını devam ettirmiş, padişah yerine cumhurbaşkanı oturtmuştur. O devrin zamanın ruhuna uygun devlet adamı ve devlet anlayışı hakim olarak kabul edilmiş ve ulus devleti bakış açısı içinde homojen toplum yaratmak için devlet adına baskı araçları kurmuş ve yönlendirmiştir. ‘Padişah’ adı yerine ‘Türk Milleti’ adına kararlar verilmiş ve padişahın keyfiyeti yerini alan yeni mekanizma aynı keyfilikte devletin çıkarı için önüne geleni ezmiş, yok etmek için her türlü aracı kullanmıştır.

Fransız devrimi sonrası feodal yapının tasfiyesi ve yeni rejimin oluşması sürecinde eğitimin önemi anlaşılmış ve homojen toplum için en gerekli şey ‘eğitim birliği’, ‘dil birliği’,  olduğu anlaşılmıştır. Bu sayede ulus devleti içinde yer alan diğer kültürler ve halklar asimilasyona uğratılmış ve onların yok olma süreci hızlandırılmıştır.  Kapitalist sistemin doğuşu için sermaye birikimi ve feodal yapının iktidara güçlü şekilde gelmesini engelleyecek tek modelin homojen toplum yapısından geçtiği düşünülmüş ve uygulanmıştır. Sermeye birikimi, ulus devleti içinde yeteri kadar sağlandıktan sonra yeni sınıf ve iktidar sahipleri, geçmişten aldıkları miras olan emperyalizmi bu sefer kendi çıkarları için kullanacak ve geliştireceklerdir.  

Osmanlı bu emperyalist bakış içinde o dönem için sonsuz gibi gözüken ve fabrikalar için gerekli olan enerji kaynakları neden ile paylaşılması gereken topraklar olarak görülmüştür. Az gelişmiş ve ortaçağ teknolojisi ile 21. Yüzyılı yakalamaya çalışan Osmanlı, karşısında olan güç karşısında sürekli geri adım atan konumdadır. Ve reform yapabilecek ne gücü vardır ne de sermaye birikimi. Sermaye birikimi o dönemin ruhu içinde ulus devleti olmazsa olmazıdır. Homojen toplumlar kendi ırk temelinde kapitalistler ile sermaye birikimi sağlayacağı fikri yaygındır ve ilk kriz ile birlikte faşizmin temeli bu ulus devleti anlayışı içinde doğacaktır. Her şeyin üstünde gören (… über alles) ırkçı bakış açısı elbette Mussolini ve Hitler’i yaratacaktır…

Cumhuriyet, Osmanlıdan aldığı mirası sorgulamamış, olduğu gibi kabul etmiştir. Kurumları bugün dahi yaşamaktadır. Devletçi olarak kurulan cumhuriyet, yanı başında yer alan Sovyet ve ittifak içinde olduğu batı dünyası arasında bir tampon ülke olarak kurulmuş, bu sayede Sovyetlerin Akdeniz’e inmesi için bir duvar görevi görmüştür. Cumhuriyet rejimi ilan edilmeden, devletin biçimi ve tercihi İzmir’de toplanan iktisat kongresinde batıya ilan edilmiştir. Bu yeni rota sayesinde Lozan anlaşmasında yetkili devlet temsilcisi olarak kabul edilmesi sağlanmıştır.

Sermeye birikimi yapacak özel girişimcinin olmadığı ulus devleti sınırları içinde karma ekonomi çözüm yolu olarak bulunmuş ve bu sayede devlet eli ile kapitalist yaratma sürecine girişmiştir. Heterojen olan ve Osmanlıdan aldığı mirasını olabildiğince hızlı bir şekilde homojen yaratma sürecine girişmiştir. Elbette bu girişim cumhuriyet ile olmamış, ilk adımlarını Abdülhamit, Hamidiye Alayları ile Anadolu -  Mezopotamya topraklarında Hristiyan’sız bir ümmet birliği kurma girişimi ile atmış ama bunda başarılı olamamış, onun düşüncesinin başka boyutu ve daha ırkçı şeklini İttihat ve Terakki Partisi eli ile yapılacaktır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu politika devam ettirilmiş ve Mübadele ile ülkede Hristiyan azınlık daha azınlık konumuna getirilerek ülke yönetiminde etkili olmaları şansını dahi ortadan kaldırmıştır. Azınlıkların ticarette başarılı olmaları (ki bu zorunlu bir şekilde olmuştur, Osmanlı rejimi altında Hristiyanların,  Yahudilerin ve diğerlerin toprak sahibi olmaları engellenmiş, onların yaşam alanı olarak ticaret yapmaları teşvik edilmiştir.) onların ulus devleti anlayışı içinde kaderlerini çizmiştir. Kaderlerinde; sürgün, aşağılanma ve katliam vardır.  

Yeni devlet ulus devleti yolunu seçecek ve sermaye birikimi ile yeni sınıfı devlet eli yaratılacak ve bu süreç devlet korumalı sınıf 24 Ocak 1980 yılına kadar sürecektir.  Ve o dönemden sonra uluslar üstü kapitalistlerin ‘Liberal Ekonomi’ adı altında bütün devlet korumasının kalktığı ve yaratılan sosyal devletin yerine parası olanın parası kadar hizmet alma sürecini başlatmıştır. Devlet birikimi ile yaratılan tüm işletmeler ulusal ve ulus üstü firmalara ‘zarar ediyor’ gerekçesi ile devredilmiş ve devlet eli kapitalist sistemin yeni ihtiyacına göre ortadan kaldırılma süreci devam etmektedir.

12 Eylül sonrasında devlet yapımız yeniden yapılandırılmış ve dış etkilerin etkisi ile tipik Ortadoğu ülkesi refleksi gösteren liderlerin hakim olduğu ideolojisi, uzun vadeli hedefi olmayan parti görünümlü yapıların meclis içinde Karagöz - Hacivat gölge oyunu oynar gibi bir senaryonun parçası oluvermişlerdir.

12 Eylül öncesi gibi sonrasında da sağ -  sol çatışması yoktur. Bu dönemde tipik Ortadoğu liderleri gibi bölge lideri olduğuna inanan, ‘bir koyup üç alma’ peşinde olan kendi kasasını ve çevresindekilerin kasasını öncelikle doldurma peşinde olan, devlet olanakları ile yaratılan rantın paylaşımının yarattığı göreceli zenginlik içinde olanların oluşturmuş olduğu kaos vardır. Bu kaosun yaramış olduğu kriz girdabından bugün dahi çıkamadık. Gün be gün geçmişin tüm birikimleri yok edilmekte ve din bu süreç içinde erozyona uğratılarak liderler elinde maşa konumuna gelecektir. 

Din, yükselen değer olarak tüm ülkelerin gündeminde yer alamsı bu “Liberal Ekonominin” uygulanası için birer araca ve bir şeylerin üstünü örtülme aracı olarak ortaya çıkacaktır. Savaş, kapitalist sistem için krizden çıkış kapısı olarak kullanılması yeni bir durum değildir. Son krizden kurutulamayan kapitalist sistem, din kullanarak güçsüz ve kontrol altında bir düşman yaratmış ve resmi ilan edilmeyen savaşlar içinde kapitalist sistem kuzey ülkelerin yıkılan devlet yapısını göreceli refah sayesinde ayakta tutmaya çalışmaktadır.

Kapitalist devletler içinde hoşgörü devlet yapısı içinde oldu mu sorusu aklınıza gelebilir. Homojen toplum arzulayan ülkelerde hoşgörü göreceli olarak varlığından söz edilmesine rağmen, aslında yoktur. Bizim ülkemiz öznelinden diyebilir ki, hiç bir zaman hoş görü olmadı. Kısa tarihimiz içinde sürekli baskı ve iktidarın gücünü kullanan bir Sünni devlet yapısından söz edebilirim. Her dönem içinde ulus devlet bakışını özümsemiş ırkçı, mezhepçi ve batı karşısında aşağılık kompleksi olanların hakim olduğu sistem içinde masumlar, mazlumlar ve öteki olarak gördüklerinin üstüne her türlü baskı unsurunu kullanarak gitmiş bir devlet biçimi varlığını korumuştur ve korumaktadır…

Bu ülkede hiç bir zaman özgürlük olmadı.

Her daim bir baskı yapan vardır ve suç işleyenler masumları her daim cezalandırmış ve ölenler suçlu, katiller masum olarak ya da kader kurbanı olarak anılmıştır.

Sürekli olarak devlet dilinde yer alan ve propaganda aracı olarak kullanılan ülkemiz için sağ ve sol kavramları aslında aynı şey olduğunu ve ayrım olmadığını bugünden bakarak rahatlıkla söyleyebilirim.  

Günlük siyasi parti isimlerini kullanarak söyleyebilirim ki, AKP ile MHP, CHP ve de HDP (yarın başka partiler olabilir, parti isimleri çok hızlı bir şekilde tüketilmekte ve yenileri çıkmaktadır.)  arasında büyük fark yoktur. Kök olarak her biri aynı düşünceden gelen ve kendi hakimiyetini ve gücünü sürekli tutmaya çalışan bir birliktelikten bahsedebilirim. Bunlara ne sağ diyebilirim ne de sol. Çünkü sağ ve sol düşünce devlete bakışı ve devletin konumlandırmasında görüş farkı vardır, bunların o konuda yani devlete bakışları bile sağlam değildir, çıkarı için her şeyi yapabilecek konumda ve zihniyetteler… O yüzden bugün iktidarda olan AKP, sağ parti değildir. Mezhepçi ve ırkçı çıkar birliği etrafında toplanan güruh özelliğini göstermektedir. Çıkar ortadan kalktığında ANAP gibi dağılma potansiyeli taşımaktadır. İdeolojisi ve çizgisi yoktur. Hedef diye koydukları ideal bir gelecek projeleri bile yoktur. Olanlar ise var olan çıkar birlikteliklerin kısa vadeli hedefleridir, rant yarattığı sürece birlik sorunsuz devam etmektedir. Muhalefet partilerinde alternatif düşünceleri yoktur, o yüzden iktidar ne zaman sorun ile karşılaşsa, zor konuma düşse mecliste olan bir parti onun yedek değneği olmuş ve sorundan kurtulması için canla başla çalıştığına şahitlik edebilirsiniz. .

AKP - cemaat ayrışması işte bu çıkar kavgasının sonucunda ortaya çıkmış ve arlarında hiç bir uygulama ve çıkarı için her şeyi yama anlayışı arasında fark yoktur. AKP cemaattir, cemaat AKP’dir. Tek sorun liderlik sorunudur. Her ikisi de dincidir ve dini kullanan açgözlüler birliğidir. Gerçek anlamda dine inanmış olsalardı bu kadar yalanı arka arkaya her iki tarafta kullanamaz, vicdan hesaplaşmasına girmeleri gerekirdi. 

Devlet adına işlenen tüm cinayetler, devletin çıkarını korumaktan daha çok iktidarın çıkarını ve iktidar ile işbirliği içinde olan sermaye birikimi içinde olanları çıkarı doğrultusunda olmuştur. Kayıp silahların başka ülkeye birileri tarafından ihraç edilmiş olması, onlara rakip olan işadamların bir bahane ile vurulması veya korkutulması arkasında kontrgerillanın kuruluş amacından çok uzakta çıkar çatışmasının sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Homojen toplum, homojen ırk, dil, mezhep ve din yaratma süreci insanlık tarihinin son yüzyılında ortaya çıkmış ve kan göllerini kan okyanuslarına döndüren süreçtir. Bu süreçten ne yazık ki ülkemiz nasibini almış ve almaya da devam etmektedir. Ulus devlet savunmak bir anlamda öteki gördüğünü yok edip, onun birikimini sermaye birikiminde kullanmak anlamındadır. Devlet adına işlenen tüm cinayetlerin arkasında bu sermaye hareketlerin olduğu gerçeği çatışmaların sağ – sol ve başka bir adla anılmasını doğurmaz, sadece üstü örtülmek için kullanılan cümlelerdir.

Son cümleye doğru geleyim, hoşgörü bu topraklara en yabancı olan şeydir. Eğitim diye verilen kafa yıkama yeri olan okullarda hoş görü yerine çocuklar at yarışında yarışan atlar gibi görülüp belirli hedeflere koşan ve koştuğunda ödül alan bireyler olur… Yarışan insanlarda hoş görü olmaz, rekabet vardır. Rekabet ise ister istemez cepheleşmeyi yaratır. Çatışma ile beslenen AKP ve diğerleri meclis içinde varlıklarını korur, ortak çıkarları için hep birlikte el kaldırırlar… Bütün vekillerin ortak çıkarı maaşlardır, vekiller için sunulan olanaklardır…

Bu ülkede keşke sol yaşama alanı bulabilmiş ve kendisini geliştirme şansı bulsaydı, insanlar daha özgür ibadet eder, daha özgür kendisini tanımlayabilirdi... Bu mecliste olanların ortak düşmanı özgürlüktür... Özgürlüğü sahiplenenler ise soldur, geleneklere sahip çıkarak hoşgörü kültürünü savunanlar da sağdır...

Sonuçta hoşgörü ve özgürlük bu ülkede yoktur, sağ sol ayrımı da yoktur...

İsmail Cem Özkan