Galata Gazete


18 Temmuz 2015 Cumartesi

Yine kazacağız, yine kaçacağız!

Yine kazacağız, yine kaçacağız!

12 Eylül sürecinin anlatılmayan yönleri hala var ve yaşadığımız süre içinde de sanırım olmaya devam edecek, çünkü yaşayanlar yaşadıklarını içlerinde yaşatırken, dışarıya en devrimci eylemi yapmaya devam ediyor. Gülümsüyorlar!

İşkencenin her türlüsünü, acının en derini, sistematik olarak uygulanan algı yönetimin en disiplinini yaşamış olanlar, özgürlüklerini göreceli olarak kazandıktan sonrada hala geçmiş ile olan hesaplaşmalarını yapamamış. O günlerin acısını gülümseyerek anımsamaya ve en zor koşulda kurulan arkadaşlıkların, yoldaşlıkların zaman içinde nasıl dağıldığını ülke ve evren sathına yayıldığına acı acı gülümseyerek dudaklarından dökülüyor, bazen anı kitap olarak karşımıza çıkıyor.

12 Eylül karanlığında en karanlık nokta olan cezaevlerinde yaşananların bir bölümü gün ışığına çıkmıştır. Anılar yaşananları süzerek ve acıları tam da olmasa yansıtır şeklindedir. Mamak, Diyarbakır, Metris gibi isimler öne çıkarken, sanki öte cezaevlerinde bir şey yokmuş gibi algılanır. Türküler, Müze tartışmaları, örgütlerin ‘şeflerinin’ yaşadıkları yerlerde yapılan destansı olaylar dışında sanki ‘öteki’ yerlerde yaşananlar hiç olmamış gibi üsten geçilir.

Karadeniz, Akdeniz devrimcilerini aynı işkence odasında buluşturan davalar, hücreler ve o sürece giden yolda yaşananlar anılar ve ortak kitaplar içinde yerlerini almaya başladı. Elbette yaşayanların önemli bir bölümü yaşadığını anlatacak kadar edebili dili olmaz, acının bırakmış olduğu izler ve travmalar bile yaşananları anlatamayacak şekilde olabilir. Fakat 12 Eylül kırılması zaman geçtikçe söze gelecek, kelimelere dökülecektir. Hatta önemli bir ticari meta, ikon haline bile gelecektir. Kahramanlar yaratılacak, yeni destanlar doğacaktır.

“Gerekli müdahaleyi gerektiği zaman yapmak veya gerekeni gerektiği zaman yapmak.”

12 Eylül karanlığına bir kıvılcım olarak ‘teslim olanların’ aslında ‘teslim olmadığını’ kanıtlayan eylemlerden biri cezaevlerinden imkansız olanı imkanı olduğunu kanıtlayan eylemlerdir. Bunlardan biri firarlardır.

Darbeciler ve darbeye alkış tutanların artık her şeyi homojen yaptık, her türlü pürüzü ortadan kaldırdık özgüveni içinde yaşarken aslında toprak altına ittikleri gerçeklik ile yüzleşmeleri bu firarlar ile ortaya çıkmıştı. “Devrimciler boyun eğmiyor”du.  Tünel bir çığlıktı.

12 Eylül insanlar üzerine bıraktığı bir algıyı parçalayan eylem biçimi olarak firarlar bir başkaldırıdır.

“Devrimci bir eylem ve başkaldırı olarak gördüğümüz tünel kazarak firar etme eylemini gerçekleştirdik.”  Sözlerini onurlu ve başları dik olarak demir parmaklıklar arkasından basın önünde bağırmaktan çekinmemişlerdir.

İletişim yayınlarından çıkan ‘Yine kazacağız, yine kaçacağız!! Kitabı Naim Kandemir yayına hazırlamış, Sebahattin Selim Erhan gözü ile olaylar aktarılmış. Kitap içinde ismi geçenlerin özel görüşleri alınmış ve düşünceleri gerekli bölümlere verilmiştir. Bir firar olayının yanında bir tünel açma süreci ayrıntılı ve krokiler ile desteklenerek anlatılmış ve karanlık bir nokta bırakmayacak şekilde önemli bir tecrübeyi okuyucusuna aktarmıştır.

Kitap firar girişimlerini ve bir firar girişimlerinin başarısı ve sonucunda yaşanları anlatmaktadır. 

Erzincan Cezaevi ve ilk defa yapılan eylem, sonuçları ile okuyucuya verilirken, eylem içinde olanların duyguları ve çatışmaları da içten bir şekilde verilmiştir. Erhan, kişilere bakışı ve eylem içinde nasıl ortak hareket edilmesi gerektiği ve kişiye özgü nasıl davranılması gerektiğini vurgularken “Gerekli müdahaleyi gerektiği zaman” fikrini sürekli kendisine tekrarlamaktadır.  Erzincan cezaevinde kaçanların Almanya’da tanıma fırsatı buldum ve kitapta tespit ettiği gibi olduğu konusunda hemfikir olduğumu gördüm.

Kaçmak kadar kaçtıktan sonraki süreci de iyi kontrol etmek olduğunu kitabın ana fikri içinde bulabilirsiniz.

Son günde açığa çıkan ve birbirinden habersiz iki tünel çalışmasının nasıl küçük bir dikkatsizlik sonucunda ortaya çıktığı ve artık buradan kimse kaçamaz denilen yer olan Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nden kaçışın mümkün olduğunu göstermesi ayrı bir öneme sahip anıları kitap içinde bulabilirsiniz.

Son tünel olan macerası ise Buca Cezaevi süreci ve çıkan af ile sonlanamayan bir kaçış hikayesini kitabın içinde bulabilirsiniz.

Somut duruma, somut tahlil devrimci mantığın içinde “Gerekli müdahaleyi gerektiği zaman yapmak veya gerekeni gerektiği zaman yapmak.” fikrini hayata geçirenlere bu yazı ile bin selam gönderiyorum.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra günümüz AKP iktidarı ve bu sürece fütursuzca destek verenleri düşündüm. Bazı kitaplar yayınevleri seçilirken daha dikkatli olunması gerektiği ve her şeyi para görenler ve para için yapılan işler içinde olmaması gerektiğini düşünüyorum. Geçmişi yaşayanlar maddi bir metaya döndürmez ama yayınlayanlar ve pazarlayanlar için kitabın içeriğinden daha çok getirisi ile ilgilenirler… Sonuçta yayıncılık bir sektördür ve ticari koşullar içinde yaşamaya çalışmaktalar…

Geçmişi ile yüzleşirken bugün ki iktidar ile flört dahi yapanlardan uzak durulması gerektiğini düşünmeden edemiyorum…  Devrimcilik, zaman zaman iktidarın koltuğunun altına girmek değil, sürekli ve sistematik olarak savaştığı rejimin karşısında olmaktır. Eğer karşısında olunmasaydı, 12 Eylül sürecinde generallerin sağlandığı olanaklar içinde viski eşliğinde piyano sesi ile boğaz keyfi yaparak bir süreç atlatılabilinirdi.

İsmail Cem Özkan


16 Temmuz 2015 Perşembe

Çocuklar katil olmasın!

Çocuklar katil olmasın!

Çocuklar, çocuk gibi büyüme hakları ellerinden alındığının farkında bile değiller. Çünkü çocuklar hangi zaman içinde ve kime hizmet edeceklerini bilemeden hormonlu bir şekilde ve de doğadan uzakta büyümeye devam ediyor. Çocuklar beton binaları arasında ekranlar karşısında büyürken, hangi siyasinin gelecek perspektifine hizmet edeceğini bilemeden, ekran içinde savaş oyunları ile zamanını öldürürken, birey olarak odasından çıkmadan yaşamaya devam eder.

Çocuklar hangi ülkede ve hangi coğrafyada büyürse büyüsün, savaşın dolaylı ya da direkt ilişkisi içindedir. Geri kalmış ve bugün üçüncü dünya savaşının devam ettiği coğrafyalarda çocuklar oyun aracı silahların bıraktığı kovanlar ve kurşunlardır. Büyün hayal dünyasını savaş ve kan belirlemektedir. Eğer olanak bulursa Hollywood yapımı savaş filmlerinde kahramanlar gibi olmayı hayal eder! Yenilemeyeceğini ve kötü olanları öldüren bir kahraman!

Gelişmekte ve gelişmiş ülkenin çocukları ise bilgisayarlarına indirmiş oldukları ya da canlı olarak bağlandıkları oyun sitelerinde savaş sanatının inceliklerini öğrenirken, çizgi filmler aracılığı ile ölmenin bir oyun olduğu imajı içinde büyür. Silahşorun gözü ile keskin nişancı olarak düşmanı öldürür. Hatta bir çok oyun gerçek savaş sahnelerinden ve gerçek düşman olarak görülen askerlerin kıyafetleri ile oluşturularak hayat ile bağ kurulması sağlanır. Büyük Amerikalı işgalci güç askeri düşman gördüğü Afgan, ıraklı, ya da Ortadoğu ülkesinden birini hiç vicdan acısı duymadan öldürür.

Çocuk, öldürür.

Sanal ya da gerçek anlamda öldürür!

Çocuk kendi hayal dünyası içinde kısıtlı ortamda yapılan oyuncakların nasıl yapıldığını bilemeden, eline verilen oyuncakların yaratmış olduğu dünya içinde hayal kurmaya zorlanır ve hayalı kanlıdır!

Çocuklar büyüklerin gerçek dünyasında yaşamış olduğu çatışma ve cephelere göre biçimlendirilir.  Geleceğin askeri olarak, keskin nişancı olarak yetiştirilir.

Çocuklar, büyüklerin amaçları ve isteklerine göre davranan, onların hedefleri için araç olarak, tüketilmesi gereken bir piyon olarak hayatta rolünü kabul etmek zorunda kalır.

Bireyin tüketim çılgınlığı içinde çocuk hakları kağıt üzerine kalmış, siyasi liderlerin asker ihtiyacını karşılamak için üç çocuktan biri oluverir.

Batı dünyasında ilk çocuktan sonra ikinci çocuk ilk çocuğun oyuncağı ve oyun arkadaşı olarak dünyaya getirilir. Çünkü beton arasında sıkışmış çocukların sosyal olabilmesi ve başka bir canlı ile oynaması için ikinci çocuk planlı ve programlı olarak hayata getirilir.

İkinci çocuğu istemeyenlerde evlerine çocuklar için hayvan alır ve çocukların canlı oyuncağı oluverir…

Bir çok ülkede çocuklar gerçek silahlar ile talim yaparken, bir çok ülkede çocuklar ekranlar içinde oyunlar ile insan öldürmeye ve talim yapmaya devam ediyor.

Silah sektörü çocukları öldürmek üzerine güdülürken, cepheleşme ve gruplaşmalar atom parçacığı gibi çoğalmaktadır.
Parasını veren için adam öldüren profesyoneller yanında inandırılmış aptallar da ellerinde silahlar ve bıçaklar ile ekranlara poz vermeye ve cinayet işlemeye devam ediyor.

Çocuklarınız bugün birer potansiyel katildir, hangi ülkede yaşadığına bakmadan rahatlıkla söylenebilir.

Çocukların eğitimi eskiden devlet için yapılırdı, bugün daha fazla para kazansın, daha az emek harcayarak yaşaması için gelecek programları yapılır ve onların geleceği için ebeveynler bütün enerjilerini harcarlar. Çocuk ailenin tüm davranışını ve planını belirler konuma geldiğinde, artık tüketim toplumunun vazgeçilmez örnek ailesi olmuş olur.

Çocuk için hayatını düzenleyenler çocukların ihtiyaçları için, psikolog ve aile sağlı uzmanlarının tavsiyeleri yönünde hayatını biçimlerken, aslında sadece tüketici konuma düştüklerini dahi düşünemezler.

Tüketim çılgınlığı içinde her birey aynı zamanda tüketilen, tüketen konumunda çevresinde yaşanan gelişmelere duyarsız, kendi çıkarı ve beklentisi için her türlü aracı kullanır konuma düşer.
Bugün çocuklar, hem tüketen, hem de tüketilen birer meta konumuna gelmiş ve betonlar arasında nefes almaya çalışmaktadır.

Çocukları daha iyi uysallaştırma programların hepsi tüketim çılgınlığını çocuğun genetiğine yapılmış müdahaledir.

Çocuklara daha çok biat etmesi öğreten öğreti de dindir. Din kapitalizmin hizmetinde olan bir araç konumun dönüşmüş ve dini ritüellerin hepsi birer turizm aracına dönüştürülmüştür.

Dönüşen sadece dini ritüeller değil, çocuğun hayalidir. Çocukların hayalleri eğitim adı verilen sistem ile ortadan kaldırılmış ve siyasi iktidarın istemlerine ve de kapitalist sitemin çıkarına uygun biçimlendirilmektedir.


Kapitalizm, tüketim ile kendi ömrünü uzatırken, yaşamış olduğu krizi savaş sanayisine yapmış olduğu yatırımlar ile kurtulmaya ve o girdaptan çıkmaya çalışıyor.

Kapitalizm kendi çıkarı için çocukları birer potansiyel katil yapıyor.

Kapitalizme hayır demek, çocuklar katil olmasın diye bağırmak demektir!

Çocuklar tüketim çılgınlığı içinde meta olmasın demek, kapitalizme hayır demektir!


İsmail Cem Özkan

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Vestel, bir global firma mıdır?

Vestel, bir global firma mıdır?

Türklerin övünç duyduğu firma sayısı dünyada pek fazla değildir. Nedeni ise teknoloji alanında ve pazarlama ve satış sonrası hizmet konusunda yeterli olumlu tecrübelere sahip olmamalarıdır, olanların ise bir elin parmak sayısı kadar olması şaşırtıcı değildir. Fakat bütün bu gerçekliğe rağmen dünya zenginler listesinde Türklerin yer alması şaşırtıcı ve onların gelirlerinin kaynaklarının her daim sorular altında kalmasına sebep olmaktadır. Yasalara, piyasa koşullarına uygun, bir marka olmuş firmalar evrensel olarak tanınmakta ve her ülkede kendisi için çalışan yan firma kurmuş ve yönetmektedir. Ulus devlet anlayışının bundan kırk yıl önce büyük değişime uğramasına sebep olan da işte bu piyasa koşullarının devletler üzerine yapmış olduğu baskıdır. Firmaların müşteriye yönelik hizmetleri; üretim ile sınırlı değil, üretimden ve çöpe kadar gidiş süreci içinde her basamakta oluşan tüm sorunlara çözüm getirmek ile yükümlüdür. Bu yükümlülük elbette yaşadığımız tecrübelerin ve tüketici mahkemelerin almış olduğu kararalar ile paralellik gösterir. Evrensel firma ile merdiven altı üretim yapan firma arasında ayrım işte buradadır.  Uluslar arası bir firma her türlü üründen ve tüketim alanında oluşan her türlü sorundan sorumlu olduğunu bilir ve ona göre tavır alırken kurumsal yapısını oluşturur. Bir çok otomobil firması hatalı ürettiği küçük bir parça için tüm otomobillerini servislerine çağırıp, o parçasını değiştirecek kadar olgun davranması diğer alanlar içinde geçerli olduğunu gözden uzak tutmamamız gereklidir. Kısaca bir firmanın gerçek anlamda marka olabilmesi için öncelikle satış sonrası müşteri memnuniyetini göz önüne alıp hizmetini kurumsal olarak aksatmaması gereklidir, aksi halde kurumsal yapı kuramayan her firma merdiven altı üretim yapan firmalar ile eşdeğer konumunda olur.

Manisa merkezli Vestel adında bir firmanın varlığı yaptığı reklamlar ile dünya kamuoyuna duyurulmakta ve hatta uluslararası medya alanlarında büyük fabrikalarda büyük üretim harikası olarak tanıtım reklam filmleri bile yapılmıştır. Her ne kadar gurur verici gibi görülen her uygulamanın gurur verici olmayan bir yönü de vardır. Her büyük fabrikanın çevreye vermiş olduğu artıklar ve işçilerin yaşam kalitesini göz önüne almayan ve onların işe gidiş, geliş, çalışma koşulları konusu sürekli tartışma konusu olmuş olsa da Vestel firmasının işçi güvenliği ve sağlığı açsından ne kadar başarılı olup olmadığı konusunda elimde veriler bulunmamaktadır. (O yüzden sorunun o yönünden bu yazı konusu içinde bir şey yazmayacağım ama ileri günlerde Manisa merkezine gidip bu konuda araştırma yapmayacağım anlamına gelmiyor.)  Ama Vestel firmasının bağlı olduğu holdingin İstanbul merkezinde yapmış olduğu beton yığını görerek emekçilerin sırtından nerelere, ne yatırım yapıldığı konusu tartışma götürecek tarafı yoktur. Emek hırsızlığı yüksek olanlar Soma Medeninde olduğu gibi İstanbul’a gökdelenler yapıp, oradan işçilerin en kötü koşullar içinde yaşadıklarını göremezler. Yaşanan pratik bilgiler bize Zorlu Center’e bakarak bunları düşündürüyor.

Yaşadığım son tecrübe ile Vestel firmasının web resmi sayfasına yapmış olduğum başvurular sonucunda ben de Vestel firması 12 Eylül öncesi Türk firmalarının üretmiş olduğu beyaz eşya kalitesi ile yarışacak şekilde ürün verdiği ve satış sonrası hizmeti o günler ile yarışacak konumunda olduğu fikrini kafamda oluşturuyor. (Keşke tersini düşünebileceğim bir pratik yaşasaydım.)  Liberal ekonominin ve serbest piyasa koşulları içinde; Vestel firması en kaliteli malı en ucuz şekilde tüketiciye ulaştırma adına olsa gerek “hizmet alanında” bir çok kalemde olması gerekenleri yok saymış ya da görmezden gelmiş gibi örgütlenmiş ve yapılanmış şeklinde olduğu izlenimi içindeyim. 

12 Eylül öncesi karma ekonomi koşullarından ayrı olarak bugün paramız ve tercih edebileceğimiz mallar vardır ve paramız ile kimlerden mal (ürün) alacağımız konusunda tercih etme hakkımız vardır. Adını andığım Türk firmasın bugüne kadar pozitif anlamda başarılı bir çalışmasını şahsi olarak hiç görmedim ve geçmiş dönemde olduğu gibi ‘yerli malı, yurdumun malı’ fikrinin da artık hayatta olmadığı gerçeğini gördüğümüzden “çürük” mal alacak kadar zengin değiliz. (çürük mal kavramı içinde satış sonrası hizmette olan aksaklılar da malın değerini ortaya serer, çok kaliteli mal da üretmiş olsanız, satış sonrası hizmet yoksa o malın çürük kategorisi içinde almaktayım.) Yaşadığım son tecrübe ile Vestel alacak kadar hiç birimiz aslında zengin değiliz. Bugüne kadar açık kalması da ‘sanırım’ teşvikler ile ayakta olduğunu gösterir, çünkü kurumsallaşamayan bir şirket yapısı son tecrübe ile görebildiğim kadarı ile söz konusudur.

Eğer kurumsallaşmış olsalardı, bugüne kadar yapmış olduğum üç başvuruya olumlu ya da olumsuz dönmüş olmaları gerekliydi, ne yazık ki dönüş konusunda benim bildiğim somut bir adım atılmamıştır. Bir kere ikinci başvuru sonrası gerekli yerlere mesajınız ulaşmıştır diye telefon ile bilgi verilmiş ama somut adım atılmamıştır. Somut adım atamayan her firma amatör ve piyasa koşulları dili ile konuşursak merdiven altı firma özelliğini gösterir. Eğer merdiven altı üretim yapmıyorlarsa, kurumsal ağları varsa neden bugüne kadar basit bir sorunu çözecek adım atamamıştır?

Vestel, merdiven altı bir firma mıdır?

Yok değiliz diyorlarsa öncelikle bunu kanıtlaması gereklidir, çünkü vergi dairesinden alınan vergi verdiğine dair bir belge onun kurumsal bir firma olduğunu kanıtlamaz.   Merdiven altı üretim yapan ülkemizde bir çok firma hala vergi vermeye devam ediyor. Bunu da nereden öğreniyoruz, değişik bakanlıkların insan sağlığına aykırı, teknoloji hatalı ürün yapan ürünleri teşhir etmesinden...

Kısaca Vestel, kurumsal olmak için neden bugüne kadar gerçek anlamda adım atamamış ve bir kasaba firması özelliğini göstermektedir? Yok, göstermiyor diyorsak, basit bir sorun karşısında neden uzun zaman tepki verecek konumda ve örgütlenme içinde değildir?

Vestel ürün satma ve pazarlama yanında müşterisinin basit bir sorunu karşısında gösterdiği duyarlılık ve o duyarlılığa uygun kurumsal yapılanması ile kendisini dünya markası olarak tanıtma hakkını alabilir, aksi halde yukarıda sürekli vurguladığım gibi bakkal kafası ile piyasada sağlam ayaklar üzerinde oturmayan kapitalist bir firma, en ufak bir rüzgarda darmadağınık olacak borsa kağıdı kadar hükmü olur…

İsmail Cem Özkan