Galata Gazete


29 Ağustos 2015 Cumartesi

Zonguldak’ta bir vekil adayı!

Zonguldak’ta bir vekil adayı!


İşçi şehri, emekçilerin alın terinin siyaha döndüğü şehir yıllar içinde eski görünümünü kaybetti, yerine liberal ekonominin getirmiş olduğu tüketim çılgınlığı içinde doğanın TOKİ olduğu bir düzene doğru evrildi. Ekonominin atardamarı ağır sanayiden inşaat sektörüne, tarımı köylülüğü yok edeceğiz derken hepten buharlaştırdığı bir dönemde yerelin sorunlarını meclise taşımak için genç bir girişimci adaylığını açıklıyor. Cesaret işi, çünkü vekilliğin de para ile alınıp satıldığı, parti başkanlarının iki dudağı arasından sızan bir isim olduğu dönemde her şeye rağmen vekil adayım, yerelin sorununu meclise taşıyacağım demek!

Yerelin sorununu en iyi bilen o bölgede en çok gözlem yapan ve gözlem yapmakla kalmayıp dillendiren, dillendirmekle kalmayıp nasıl çözüleceği konusunda bilim insanları ile sohbet eden medya çalışanı bir anlamda en iyi vekil adayıdır. Vekiller temsil ettikleri yerlerin konu mankeni ve lideri o yerele geldiğinde gidip karşılayan birer protokol insanı değildir. Aksine yerelde biriken sorunları meclise taşıyıp, merkezi hükümetin planları içinde o sorunun yok edilmesi için yer almasını sağlamaktır. Ne yazık ki bu ülke hala yerel yönetimlerin güçlü olduğu ve yerel sorunların sorunun olduğu yerde çözülebildiği ülke değildir. Merkezi hükümetin kararı olmadan yerel bir ihale bile yapılamayacak şekilde merkez tarafından kontrol edilmekte ve kurallara uyuldu mu diye sözde denetimlerin yapıldığı alanlardır.

Merkezin bu kadar güçlü olduğu ülkede bazı sorunlar elbette merkezin gözünde kaçmakta ve hatta siyasi iradenin çıkarına uygun olarak istatistiksel olarak yeninden anlamlandırılmaktadır. Merkezi planlarda sorunların üstü örtülüp her şey güllük gülistanlık gibi gösterilir ta ki bir iş cinayeti ortaya çıkana kadar. İş cinayeti ortaya çıkınca artık suçlu kim diye aramalar başlar ama gerçek suçlular gerçek anlamda ortaya çıkarılmaz.

Merkezden bakılınca olaya merkezin gözlüğü ile olaya bakılır… Merkezin gözlüğünü takanlar yerelde hiç yaşamamış atanmış kişilerdir. Atanmış dediğime de bakmayın parti genel başkanın seçtiği ve aday gösterdiği vekil adaylarıdır. İktidar partisi ya da başka korku ile insanlar kötünün iyisini seçmek adına parti seçilir ve gönül bağı kurulamayan bir süreç devam eder. Bu süreç 12 Eylül’den bugüne kadar sistematik ve bilerek sürdürülmekte ve korku ile seçmenin nabzı tutulmaktadır. Korkutulur ve korkulan başa gelir. Zonguldak bugün ekonomik olarak zengin bir şehir değilse, Zonguldak’ta yaşanan sorunlara yabancı vekillerin temsil etmesindedir. Yerel, yerelde yaşayan ve yerelin sorunlarını iyi bilenlerindir, dışarıdan atanan vekiller ancak maaşlarını ve kariyerlerini düşünürler.

Zonguldak’ta bir arkadaşımız vekil adayı olmuştur, o milletin vekilidir. O Zonguldaklıların vekili olacaktır. Bu seçim ya da başka bir seçim de mutlaka eğer isterse olur. Şimdi önseçim için aday olan ama aday olacağını düşündüğüm Sevcan Özelli’nin vekillik yolunda başarılar dilerim. Biliyorum ki, o doğru bir adaydır ve Zonguldak için bir şanstır, Zonguldak kendi içinden yetiştirdiği bir değere değer verecektir.


İsmail Cem Özkan

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Bağcıyı dövmek ya da Levent Üzümcü’yü işten atmak!

Bağcıyı dövmek ya da Levent Üzümcü’yü işten atmak!


Levent Üzümcü çalıştığı tiyatrodan atıldı ama çalıştığı kurumun haberi yoktu! Bu cümle bir çok ülkede anlamsızdır ama bizim gibi 'gelişmekte olan ülke'ler için doğal ve hatta sıradan bir olaydır. Çünkü bizlerde gece ve sabaha karşı baskınlar ile bir çok insan bilinmeze gitti ve bir çoğu o karanlık dehlizlerde kayboldu. Bir çoğu karanlık dehlizlerden hiç görmediği, bilmediği yerlerde yapılan eylemlerden suçlu bulundu, bir bölümü idam edildi, bir bölümü ömür boyu hapse mahkum oldu. Önemli olan toplumun temiz görünebilmesi için suçluyu bulmak ve mahkum ederek, suç kalkmış olur ve bir daha kimse o suçu ve suçluyu anımsamaz bile!

Levent Üzümcü, Gezi Direnişi sırasında ve sonrasında ismi öne çıkan ve muhalif duruşu ile iktidarın hedefinde olan bir kişi. Onun cezalandırılması aslında simgeseldir, verilen mesaj başkasınadır. Gezi direnişi henüz olaylar olurken bir tiyatro sanatçısı ve Oyuncular Sendikasının başkanı ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve o günden beri ülkesine gelememiş ama sahnelerde yerini korumuştur. Mehmet Ali Alabora sürgündedir ama bu sürgün de resmi değildir. Gezi Direnişi var olan iktidarın çöküşünü miladi olarak belirleyen tarihleri işaret eder. O güne kadar muhalefetsiz sorunsuz olarak yürüttüğü politikaların açıkça karşı konulduğu ve aslında memnun gibi gözüken çoğunluğun memnun olmadığının simgelediği günlerdir. O günlerde bir çok sanatçı da gençler ve işçiler ile birlikte alanlara çıkmış ve dayanışmanın çok yönlü boyutu hayata geçmiştir. 12 Eylül’den bugüne kadar uygulanan tüm politikaların duvara çarpması şiddetli olmuş ve değişimin işaretlerini yaşamın içine bırakmıştır. Kaybedenler yalana başvurur ve yalanı saklayabilmek için yeni yalanlar uydurur. Yalanlar artık hiçbir yalanı örtemeyecek konuma geldiğinde yandaş olan liberaller önce yalan söyleyenleri terk etmeye ama çıkarları gereği de uzağında olmamayı seçer. Güce tapanlar gücün odak noktasına göre hareket eder ama toplumsal olaylarda gücün odak noktasını belirlemek imkansız gibidir. Liberal ekonominin yaratmış olduğu liberal söylemlerin de iflas ettiği ama yerini dolduracak yeni söylemlerin bulunamadığı süreci yaşıyoruz.

Genel olarak kabul ettiğimiz doğrular aslında genel verilen isimlerin farklı farklı algılandığını ve bizim doğruların aslında bizim olmadığı gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Doğru, gerçek göründüğü gibi değil, duruş noktasına göre değiştiği ve algılandığı gerçeğini parçalanmış toplumun, cephelere ayrılmış toplumsal birimlerin kullandığı kelimeler ve cümleler de gördük. Toplumun her bir parçasını temsil eden siyasi oluşumların var olan somut duruma göre kendi cümlelerini kurduğu bir süreçte, iktidarın karşısında duran çoğunluğun aslında homojen olmadığı ve bu heterojen yapının da iktidarı koltuğundan uzaklaştırmadığı gerçeğini seçimlerde gördük. Ülkenin rejimi değişti, artık bitti diye böbürlenerek ve dünyayı ben yarattım havasında olanların hayal kırıklıkları yeni bir sürecinde habercisi oldular. Sıcak çatışmanın uzun bir süre sessizce kapalı kapılar arkasında yürütülen diyalog ve pazarlıklarında sonuna Gezi Direnişinin başlatmış olduğu yeniden tanımlanma sürecinde geldik. İktidar koltuğunu kaybetmemek için pazarlık masasını devirmiş ve o güne kadar yaratılan ve liberaller eli ile yaratılan atmosferin de dağılmasına sebep oldu. Kirli savaşın kirli tarafı yeniden ortalığa serilirken geçmişte olduğu gibi izler bir biri içine girmiş ve muğlaklaşmıştır. Kim nerede ve hangi cümlenin arkasında durulduğunu dahi bilemeyecek konuma geldik. Savaş ister istemez ölümleri ve nefreti körükledi. Nefret söylemi çatışmanın ateşini daha da körükledi. Cenazeler gözyaşı ve karşılıklı kahramanların ve düşmanların daha da büyümesine ve kana kan intikam duygusu eli ile siyasette kaybettiği koltukları savaşın yarattığı ortam ile alma telaşına düştüler. Siyaset katmanlar arasında denge sorunudur, bu denge öyle ince bir çizgidedir ki siyasetten durduğunuz barış çizgisi birden çözümsüzlüğün ve kaosun girdabına düşmeyi getiri ki, savaş koşulları içinde siyasi çizgiler bu girdabın içinde bir gücün taraftarı gibi gözükmeye ve hatta yan yana gelemeyeceklerin bile savaş cephesinde tek sıra emir bekleyen erler gibi olurlar. Siyasette en önemli olan kaosu yönetebilmektir ve Türkiye siyaseti içinde kaos kronikleşmiş olduğu için kimse yönetemez ama tesadüfler ve dış güçlerin ağırlık noktasına göre birileri geçici olarak kaostan çıkmış gibi algılanacak ortamın içinde lider konumuna düşebilir. Hızla giden iki araç yan yana aynı hızda gittiğinde ötekini durur görür, bizim kaos çıktık dediğimizde aslında aynı hızda giden iki ayrı görüşün yan yana gittiğidir.

Levent Üzümcü işten çıkarılması işte bu kaos ortamında siyasi kaosun bir gövde gösterisidir. Bu işten çıkarmak düşman olarak gördüklerine gözdağı vermek değil aksine yandaşlara hala gücüm var ve istediğimi yapabilirimi göstermektir. İktidar partisi yandaşlarına gücünü seçim öncesinde göstermiş ve parasını verdiğim kurumlarda benden habersiz ve benim direktifim dışında kimse bana karşı olamaz, ayağınızı denk alın diye fısıldamaktadır. Şehir Tiyatroları bu işten çıkarma ile yeni sezonun repertuarını içine sindirerek yapamayacaktır, bazı güçleri gözetmek ve ona göre adım atmak zorundadır. Çünkü Levent Üzümcü olayı ‘bu daha başlangıç’ denmektedir ve mesaj aynı şekilde devlet kurumu içinde çalışan sanatçı ve kurumlara da verilmektedir.

Haberi olmadan sanatçısı elinden alınan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu yapmış olduğu basın toplantısında (26.8.2015) okuduğu metinde “Levent Üzümcü gibi bir değer… için mücadele etmeye ve hakkını savunmaya devam edeceğiz.

Bu karar yanlış ve antidemokratiktir.” demektedir. Yasalar içinde mücadele edileceği ve yeniden sahnede yer alması için ellerinden geleni yapacaklarını belirtmiştir. Kısaca var olan bir alanın terk etmedi düşünmediklerini ve bu alanda mücadeleye yasaların izin verdiği ölçüde yapacaklarını belirtmişler ve en kısa zamanda Levent Üzümcü’nün sahnede yerini alacağını belirtmişlerdir.

Yaşadığımız kaos ortamında siyasetten bağımsız bu işten alma konusu düşünülemez. Yeniden seçime giren ve seçimde gücünü ispatlamak için seçimi bir referandum havasına büründüren siyasilerin tercihi ile “…Şehir Tiyatrosu yönetimiyle hiçbir şekilde irtibat kurulmadan, tamamen Belediye Üst Disiplin Kurulu tarafından açılan soruşturma neticesinde, kurumdan atıldığı bilgisi hem kamuoyuna hem tarafımıza tebliğ edilmiştir. Bilinmelidir ki, bugün hem bizim açımızdan hem kurum açısından bir yas günüdür.” İ.B.B. Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği bildirgesinde konu özetlenmiş ve yaşadığımız trajik- komik bir durumu ortaya çıkarmıştır.

Basın toplantısında soru ve yanıt bölümünde Yazıcıoğlu “ Sanat gibi ülke de kin ve nefretle yönetilemez. Bunun olamayacağını gördük. Daha fazla görmeye çalışarak daha fazla insan yitirmeyelim. Daha çok birbirimizin önünü kesmeyelim. Lütfen biraz birlik olsak da, biz de sadece keşke sanatımızı yapabilsek.” Diyerek sözlerini sonlandırmıştır.

Açıklama bittiği sırada söz isteyen Şehir Tiyatrosu Disiplin Kurulu'nda görev yaptığını belirten oyuncu Ayşegül İşsever, “Disiplin kurulu by-pas edilerek istedikleri zaman yüksek disiplin kuruluna göndererek işlerini görüyorlar. Şu durumda etkim olmadığı için hepinizin huzurunda istifa ettiğimi belirtiyorum” diyerek tepkisini gösterdi.

Levent Üzümcü yalnız değildir… Yalnız olmadığını yapılan basın açıklamaları ile sanatçı dostları ve tiyatro severler göstermiştir.

İsmail Cem Özkan

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Yuvarla gitsin!

Yuvarla gitsin!


Köşeli ve kesin sonuç bildiren cümleler 12 Eylül’den sonra pek görülmedi, sanırım bunda en önemli etken yenilgidir. O güne kadar söyledikleri ne varsa yenilgi ile çürümüş ve hayatta karşılığı pratikte olmadığı içindir. O günlerden ders alanlar ondan sonra köşeli cümle kurmak yerine yuvarlayarak cümleler kurmuş ve belirsiz bir geleceğin bulanıklığı içinde her cümle birden fazla anlama gelecek şekilde kelimeler cümle içinde düzenlenmeye özen gösterilmiştir.

12 Eylül’ün ilk yıllarında bu işte en çok daha sonraları liberal adını alacak arabesk sol yazarlar başarılı olacaktır. Kül tablalarında biriken sigara ve külleri ile sola çakan romanlar piyasada en çok satan kitaplar listesinde yerini alırken, gelmekte olanın da ilk habercisidir. O liberal yazarlar ileri ki dönemde iktidarın daha da güçlenmesi için yedek değnek olmaktan öte işlere isimlerini yazacaktı. O yazarlar aynı zamanda bir çok yenilmiş ve yenilgiyi ruhuna kadar işleyenler içinde örnek insanlar olacak ve onlar hakkında konuşanlar ile kavgaya kadar götürecek savunma içinde olacaklardı. Taraf olmayan bertaraf olur!

Yenilgi, keskin ve karar belirten cümleleri ortadan kaldırmak ile yetinmemiş, her cümleyi yuvala gitsin, çünkü yuvarlak cümlede önemli olan cümleyi okuyan ve duyanın bulunduğu konuma göre anlam yüklemesi ve öyle anlamasıdır. Bu durumda kimse itiraz edemeyeceğine göre her daim haklı ve ben daha önce söylemiştim hakkını içinde barındıran bir doğruluk gizlidir.

İktidar mücadelesi yapanlar artık iktidardan çok uzakta ve hayat kavgasında ayakta kalma mücadelesi içindedir. Ayakta kalabilmek için müritlerin olması gerektiğini en kısa sürede öğrenecekler ve siyaset; çalışmadan yaşama sanatı diyerek o müritlerin yarattığı olanaklar içinde yaşamaya alışılacaktı. Kaybedeceği şeyi olanlar ellerindekini kaybetmemek için her türlü özveri gösterecek ve o özveri sonuçta yuvarlak cümlelerin ne kadar hayatta karşılığı olduğunu pratikte öğrenilecekti. Kaybedeceği olanlar elerlinde olan olanakları yok olmasın diye renkten renge ve biçimden biçime geçerken, bu değişimin de teorisini yapmadan duramayacaklardı. Her insan ayağından asılacağı liberal ekonomi içinde yaşamıyor muydu, somut duruma uygun somut yaşam biçimi.

Yuvarla gitsin kavramı istatistik rakamları ve banka hesaplarında ortaya çıkan bir durum değildir, yuvarla gitsin yaşamın dayatması sonucunda kanıksanmış bir şeydir artık. Huzurlu olmak için, çatışmadan uzak durmak adına yuvarla gitsin! Çıkarlar için kendilerine konum belirleyenler en az risksiz olanı seçmek ile meşgul olurken, başkalarının emeği üzerinden kendilerine nasıl rant elde edeceklerini yuvarlak cümleler kurarken, yuvarlanırken zeminde yeni limanlar bulacaklardı. O liman adı konulmamış savaşın masa başında muhatap olarak oturan gücüdür. O güç etrafında bulunmak hem geçmiş ile tamamı ile kopmadan, hem de iktidar koltuğunun vereceği yeni olanaklar içinde hayat kavgasında ve adam yerine konulacağı, sözünün medya yer alacağı bir yeni zemin oluşturuyordu. O zemin üzerinden kurulan her cümle başkasının emeği üzerinden kahramanlık söylemi, büyüklük ve haklılık barındıran geçmişin destansı mirasını taşıyor. Geçmişin mirası para ediyordu, bir masanın etrafında bulunan sandalyede oturma hakkını veriyordu. Masa etrafında bulunan sandalyeye oturanın artık geçim derdi yoktur, o sandalyeyi kaybetmemek için güçlü olanın gölgesinden her türlü cümleyi yuvarlayarak kullanacaktır. Katılamadığı yerleri bile karşı çıkmadan ağzının içinden yuvarlayarak konuşurken, rakı masasında keskin cümle kurmaktan çekinmiyorlardı. Zaman zaman yuvarlak cümle kurmadıkları an, akşamdan kalmanın bırakmış olduğu etkidir ve en kısa zamanda o keskin cümlelerin kesik tarafları törpülenerek yeni anlamlar yüklenecektir.

Geçmişte dergilerden kopmalar olur, yeni dergiler çıkarılır ve her dergi bir örgüt olurdu. Günümüzde dergiler yerini yasal partiler almış. Her partiden ayrılan yeni parti kuruyor. Her ayrılık aslında yuvarlak olarak kurulan stratejilerin kişilerdeki yansımasıdır. Çünkü her grup kendisine göre anlamlar yüklediği cümlenin pratik sonucunda yaşadığı hayal kırıklığının bir izdüşümüdür. Her ayrılık hayal kırıklığının sesli olarak ifadesidir. Doğru şeyler söyledik ama diye başlayan her cümle aslında o cümlenin ne kadar muğlak ve değişik anlamlar yüklü olduğunu kanıtlar.

Köşeli cümle kuramayan sol, en son sanırım ‘devrim hemen şimdi!’ gibi iddialı bir cümle kurdu. O cümle fazla uzun yaşayamadan buharlaştı gitti, yerine daha suya sabuna dokunmadan temiz kalma cümleler havalarda uçuşacaktır. Her grup durduğu yere hep haklıdır ve en doğruyu kendisi söylemektedir ama …

12 Eylül öncesi cümleler gibi saflar netti, kim nerede durduğu belliydi, olaylarda at izi, it izine karışmıyordu. Kimin ne yaptığı olay sonucuna bakılarak söylenebiliyordu. Bugün hangi olayı araştırırsanız araştırın kesin kanaat vermek çok zordur. Bu durumun farkına varanlar bir olayda imzaları olmasını istiyorlarsa tetikçiyi yakalatarak medya önüne çıkarıyorlar. Her cinayetin her daim haklı olduğunu gören tarafı vardır ve o taraftan olanlar kahramanları ile övünürken, öleni her daim suçlu çıkarmaya uğraşır, çünkü bu ülkede kader kurbanı kavramı vardır ve kader kavramı en yuvarlak kelimedir. 

Bu ülkenin bu kadar karışmasının tek sebebi yoktur ama sebeplerden biri siyasetçilerin ve liberal aydınların yuvarlak cümle kurup, duruş noktasına göre anlam değiştiren cümlelerdir... Her kesim çıkarına uygun şekilde cümleye anlam yüklemiş ve beklentisini o şekilde büyütmüştür. Artık bu yuvarlak cümlelerin yaratmış olduğu beklentinin de sonuna geldik, gerçek niyetler daha çıplak olarak kanlı bir şekilde bize dönüyor...

İsmail Cem Özkan


8 Ağustos 2015 Cumartesi

Seçim mi, referandum mu?

Seçim mi, referandum mu?


Ülkemiz yakın tarihi içinde kırılma noktası olan 12 Eylül’den bu yana onun yaratmış olduğu bir çok kırılma yaşadık ama hiç biri sistemin ve rejimin yönünü değiştirmeye yetmediği gibi, darbe sonrası planlanan yolda daha istikrarlı bir şekilde yol almaya devam ediyoruz.
12 Eylül rotasını Ortadoğu bataklığına ve dinlerin çatışma noktası olacağı BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) içinde yer alacak şekilde evirildik. Bu evirilmemizde iç dinamiklerden daha çok dış dinamiklerin istemleri ve yönlendirmesi etkili olmuştur. Dış dinamikler ülkenin yeniden düzenlenme süreci zamana yayarak ve sinsice var olan rejimin tabanını boşaltı, obruk tabanı gibi 12 Eylül karanlığına bizi bırakıverdiler.
Ülke delikten aşağıya bırakılırken, yerini ikame edecek olan yeni bir devlet yaratılma süreci yaşadık. Bu sürecin içinde devletin koruma mekanizmalarının tek tek zayıflatılması ve yerine yenilerinin ikame edilmesi sürecini olayları izlerken farkına bile varmadık. Susurluk geçmiş ile hesaplaşma olarak önümüze konulurken, aslında gelmekte olan için açılan bir yol olmuştur. Bugün kazaların artık içeriğine değil, kaç kişinin rakamsal olarak bilgisine sahibiz! Kazaları kimler yapar sorgulamak yerine, kader çizgimizin falına bakar gibiyiz! Ülke olarak ve geleneğimizde yer alan birikimlerimiz bizlere kazalardan ders almamayı öğretmiştir. Bir birine benzer kazalarda binlerce insanımızı kaybederiz ama önlemi dışarıda her hangi bir ülkede alınmasını ve bize dayatılmasını bekleriz.
İç dinamiklerimizin tarih çizgisi içinde verilmiş rolleri iyi bir şekilde oynayan oyunculardan oluşmaktadır. Her ne kadar ellerinde senaryo bölüm bölüm verilmiş olmasına rağmen, bazı oyuncular yetenekleri ölçüsünde doğaçlama girişimlerde bulunmaya kalktıklarında kulağının çekilmesi gerekmektedir. Dış dinamikler kendi senaryolarına göre rolleri bitenlerini delikten aşağıya bırakıp, tarih çöplüğünde kaderi ile bir de emekli maaşları ile baş başa bırakır. Delikten aşağıya bırakılanların tarih içinde yeniden sahneye çıkması bizim gibi dış dinamikleri ile yönünü bulanlar için zordur!
Yıllardan beri bizlerde oynanan oyunun ve figürlerin değişimini anlatan şey seçimlerdir. 12 Eylül gününden bu güne kadar seçimler referandum özelliği göstermiş, sürekli bir şeylerin yapılmamasını veya yapılmasını onaylayan biçimde olmuştur. 12 Eylül sonrası ilk seçim boğaz köprüsünü satılıp satılmaması üzerine olması tesadüfi değildir. Liberal ekonomi doğal olarak liberal siyaseti yaratacaktı ve liberal siyaset ise karma devlet sisteminde üretilen devlet için tüm artı değerler veya rant alanı olacak alanların özelleştirilmesi adına birilerine peşkeş çekilip yeni sermaye birikimini ve grubunu yaratacaktı. Yarattı da!
Onu izleyen her seçim de (konular değişmiş olsa da) referandum özelliği gösterdi. Faşist rejim altında öyle olması da doğaldı.
Referandum şeklinde yapılan en son seçim de başkanlık üzerine olmuş ve bu ülkede başkanlık sistemi görünen zaman dilimi içinde rafa kaldırılmıştır. İlk defa rejimin sahibi gözükenler açıkça yenilgi ile karşılaşmıştır. Bu yenilgi başka bir konuyu referandum sürecinin başlamasına sebep oldu. Savaş!
Önümüzde seçim sonunda geldi, dayandı; iki şeyi seçmemizi istiyorlar savaş – barış!
Seçmen bu sefer iki şıktan birini seçmeye zorlanacak ve kazanan ona göre siyasi rotasını belirleyecektir.
Geçmişte bir başbakan adayı kanlı mı kansız mı olacak bilemem ama biz geleceğiz demişti!
Seçim ile tarihte ilk defa bir savaş rejimi kurulmuş olmayacak, daha öncesi Almanya örneği hala belleklerde canlı olarak durmasını sağlayan filmler gün be gün ekranlara getirilmeye devam ediliyor.
Savaş kabinesi olan ülkeler rejimlerini savaş ile devam ettiriyor, başka ülkelerde iç savaşlara da müdahil oluyorlar.
Faşizm kan ile beslenir ve savaş onlar için krizden kurtulma ve iktidarını daha uzun süre homojen şekilde yönetme olanağı verir.
Savaş koşulunda kimse ekonomiyi, ölen çocuklarını, yapılan soykırımları, savaş suçlarını filan düşünmez.
Ölmek ile yaşamak arasında bırakılan insan vahşileşir ya mülteci olur, ya da nefer...
Önümüzde ki seçim savaş isteyenler ile barış isteyenler arasında olacak.
Savaş isteyenlerin hedefi belli, kime karşı nasıl savaşılacağını zaten yıllardır yapılan yönetmeler ortada. Ders alınmamış kan gölünü kan denizine döndürmek üzerinedir.
Barış isteyenler savaş isteyenlere göre işleri daha zordur, çünkü barış kelimesinden her siyasi oluşlum durduğu konuma göre anlamlandırmakta ve ona göre strateji izleyecektir. Bu da barış isteyen bloğun elini zayıflatacak ve savaş isteyenler karşısında daha güçsüz görülmesine sebep olacaktır. Çünkü ülkemizde adı konulmamış bir etnik temelli iç savaş koşulu varlığını korumakta ve her gün ülkenin değişik coğrafyalarına bayrak sarılı genç insanların bedeni gitmektedir. Acı düştüğü yerde karşı gücünü yaratmakta ve intikam duygularını alevlendirmektedir. İntikam duygusu mantıklı düşünmeyi ortadan kaldırır ve duygusal tepkiler de toplumun dağılmasını ve bölünmesini hızlandırır…
Sonuçta eğer savaş bloğu kazanırsa ne yazık ki ülkemizin üzerine çöreklenmiş karabulut artık gücünü fırtına olarak göstermesi, kan ile toprağı sulamasını yaşayarak göreceğiz. Barış isteyen bizleri ise ne yazık ki fırtınanın yaratmış olduğu girdap içinde savrulmamızı ve o güce karşı olmayan silahlı gücümüz ile barış için savaşmak düşer...

İsmail Cem Özkan 

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Dördüncü güç!

Dördüncü güç!

Toplum dinamikleri arasında güçlere rakamlar verilmiştir. Dördüncü güç olarak İngiltere’de bir görüşmenin halka sızdırılması ile basına dördüncü güç olma payesi verilmiş ve siyaseti denetleyerek sistemin çalışması için önemli bir işlevi de üstlerine bırakmıştır. Dördüncü güç olma yolunda ilk adımı atan amatör muhabirler o dönemde yakalanıp idam edilmiş ama gerçeklerin üstünü örtememiştir.
Ülkemizde ise medya dördüncü güç özelliğini gösteremeden silinmiş ve embedded yapıya dönüşmüştür, o yüzden medyanın gücünü temsil eden rakamı başka bir güce devretmek istiyorum!
Ülkemiz resmi olarak kurulduğundan bu yana sürekli çatışma koşulları içindedir. Devlet geleneğini Osmanlıdan olduğu gibi alan devlet yapımız yeni isimlendirme ve yeni özneler ile geleneği olduğu gibi sürdürmüş ve çatışma koşullarına özgü devlet kendisini korumak için çeşitli önlemler almıştır. Ülkemizde çatışmaların kökeni her daim devlet mekanizmasının koruyucu unsuru olarak görülen jandarmanın tarihi (1836’den başlar) kadar ve daha da gerilere kadar giden eskiliği söz konusudur.
Siyaset sahnesine giren ve çıkan özneler toplum içinde önemli bölünmenin parçası olabildiği gibi aynı zamanda nedeni de olabilmektedir. Toplumsal yapımızda fay hatlarının temelinde ve yeni fay hattının oluşmasında bireylerin önemi tebaanın kul olmasından kaynaklanıyor olabilir. Çünkü tebaası kul olan toplumlarda birkaç birey toplumu düzenleyebilmekte ve gerek gördüğünde toplum içinde var olan farklılıklar kullanılarak komşusunun katili ya da kurbanı yaratılabilmektedir. Osmanlı devleti devlet hazinesini işgaller ve savaşlardan elde ettiği ganimetler ile biçimlendirmiş, şehrin başkentinin refahı askerlerin ganimetlerden elde ettikleri zenginliği harcayarak hizmet sektörünün refahını belirleyen konumda olmasındadır. Ülkemizin şehirleri sanayi ile değil, hizmet sektörünün çeşitlenmesi ile büyümüş ve montaj sanayisi ile birlikte gelişmiştir. Osmanlı’nın başkenti bugün mega kent olmuşsa bu hizmet sektörünün çeşitlenmesi ve ganimetler ile elde edilen gelirin burada sermayeye dönüşmesi ile oluşmuştur.
Ulus devletinin kuruluş amacı milli sanayinin kurulması için sermaye birikimin yapılması ve yerli sanayinin ürettiği ürünlerin öncelikle toplum içinde tüketilmesi ve ticaretin gelişimi ile uluslar arası arenada boy göstermesi ve yer elde edinmesi için oluşturulmuş bir tercihtir. Sermayesi güçlü olan güçsüz olanı kendisine üretim aşamasında montaj yapan yan küçük ortak yaparak kendi ürünün başka uluslar içinde daha çok tüketimini sağlayan işbirlikçi yapmasıdır. İşbirlikçi sermaye ise her daim içinde bulunduğu toplum için virüs işlevi göstermiş ve tamamı ile dışa bağımlı sermayenin kendisine ait teknoloji üretmez konumunda olmasıdır. Başkasının markasını kendi markası gibi pazarlaması ancak işbirlikçi sermayenin büyümesine ama evrensel bakışı olmayan yerel bir zengin görünümündedir. Burjuva kültürünün nimetlerinden yararlanan ama burjuva olamayan bakkalın üzerine süpermarket yazan uyanık bir işbirlikçi kültürün sahibidir.
Cumhuriyet kurulmadan ve kurulduktan sonra Kürt halkının talepleri her daim baskı ile yok edilmiş ya da yok sayılmıştır. Hatta cumhuriyetin dersim katliamı sırasında dördüncü güç olan gazetelerinde kuyruklu insan diyerek Kürtler üzerinde imaj çalışması bile yapılmıştır. Psikolojik hareket dairesi Kürtleri hep yam yam, ilkel, görgüsüz, gürültücü, yağmacı, adam öldüren, adam kaçıran, cinayet işleyen ve bakımsız insanlar olarak tanıtmıştır.  Gelenekleri küçümsenmiş, alay konusu yapılmıştır. Ulus devleti için çalışanlar, homojen toplum yaratmak uğruna bırakın başka dilleri aynı dilin şivelerini bile yok etmek için olağanüstü çaba sarf edilmiş ve güzelim şiveler ortadan kalmış. Şiveli konuşanlar toplum içinde alay konusu edilmiştir. İstanbul şehirleşme demektir ve o şehir içinde yaşayanların hepsi İstanbul Türkçesi ile hitap etmeye bilinç altında ve toplumsal baskı ile yüklenilmiş ama bunda başarılı olunamamıştır. İstanbul Türkçesi yerine sonradan uydurulmuş bir Türkçe hakim olmuş ve bugün konuşma dilimizi belirlemektedir. İstanbul Türkçesi eski filmlerde kalan bir hatıradır.
Ülkemiz içinde dördüncü güç her daim devlet için bakan ve devletin çıkarlarına göre olayları gören ve yorumlayan olmuştur. O yüzden dünya nezdinde dördüncü güç her ne kadar medya olarak gösterilmiş olsa da bize özgü yapımız içinde dördüncü güç yoktur, yerine başka güçler vardır.
Konumuz şiddettir. Bugünlerde yeniden tırmanan şiddet ve cesetlerin evlerin önüne getirildiği zaman diliminde dördüncü güce ne kadar çok ihtiyaç duyduğumuzu bir kere daha hissediyoruz, çünkü algı yönetimi konusunda yılların tecrübe ve birikimi ve de dışarından  gelen teknoloji  / bilgi sayesinde uzmanlaşan birimlerin bizi yönlendirdiği koşullarda dördüncü güç ihtiyacı kaçınılmazdır. Çünkü bizler doğruyu ve gerçekleri algılayacak olan bilgi hareketinden yoksunuz. Tek yönlü yapılan propaganda ve algılar ile oynamalar sonucunda olmayan şeyleri gerçek, gerçekleri yok sayıyoruz.
Şiddet sarmalı daha doğru ifade ile girdabına girdiğimizde her daim üçüncü bir yol gösteren güç / odak noktasının olması önemlidir. Eğer o odak noktası yoksa boğazlama bir birinin soyunu kurutana kadar gider. Kan davası şekline bürünen çatışmalardan hiç bir zaman barış ortaya çıkmaz.
Üçüncü güç ülkemizde hakem rolünü oynayan her daim emperyalist güçler olmuştur. Onların çıkarına uygun olarak çatışmalar bıçak ile keser gibi kesilir ve yeni rotaya yeni özneler ile yol alırız ama kısa zamanda gelir yine aynı girdaba saplanırız, çünkü bağımlılık ilişkisi öyle bir şeydir.
Bizler girdap içinde yaşamaya mahkum olmuş uyuşturucu kullanan birey gibiyiz. Toplum olarak hastalıklıyız ve hastalıklı toplumda sağlıklı düşünme beklenemez.
Sol işte bu girdabın dördüncü gücü olarak kendisini örgütleyebilmiş olsaydı bugün ne PKK - devlet çatışması ve buna bağlı olarak ABD bölge çıkarları için çöl kumunda siyaset yapmaya iteklenmemiş olurduk.
Solun önünde en büyük engel ise örgütsüzlüktür.
Solcu bireylerin örgütlüymüş gibi yaptığı ama örgütsüz oldukları ortada dururken, geçmişin örgütleyici gücü olan bireyler ise örgütsüz yaşamanın daha çok işlerine geldiğini görmüşler. Çünkü işkence görmeyecekler, hapse girmeyecekler, elleri serbest ve dışarıdan gazel okudukları içinde elleri hiç bir zaman kana bulaşmayacaktır. solun akil insanları örgütlüymüş gibi yapan örgütçükler kurmuş, geçmişin hülyasını ranta dönderip duygusal rant elde ettikleri alan olmuştur.
Bugün ülkede dördüncü güç olan sol yoktur ama en azından geçmiş deneyimi olmayan bireylerin iyi niyetli girmişleri devam etmektedir. Onlar da bir yere kadar ilerleyip Osmanlı marşı gibi iki adım geri atıyorlar...
Dördüncü güç sol olmadan bu ülkede gerçek anlamda çağdaş, demokrat, en kötüsünün iyisi olan liberal toplum dahi kurulamaz...
Solcuların önemli bir kesimi geçmiş sol çizgiden uzaklaşmış liberal yaşamı benimsemiş olmalarına rağmen hala sol adına konuşmaya ve solcu gibi davranmaya devam etmektedir. Geleneksek sol yapıların miraslarını taşıyanlar eleştirdikleri liberaller ile de siyasi ilişki kurmak ve ortak projeler içinde de yer almakta da vazgeçmiyorlar...
Sol yok ama en azından hedefinizde sosyalizm ve devrim gibi hedefleriniz yoksa liberal bir sol parti veya örgüt kurulmalı bu ülkede... ABD çıkarları ile çatışan, bu coğrafyada yaşayan her birey ve kültürü önemseyen ve eşit hakları olduğunu savunan, bir arada yaşam ve çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ve de mezhepli bir ülke bu coğrafyada mümkündür diyen bir sol parti kurulmalı ve dördüncü güç olarak çıkmalıdır.
Üçüncü güç ABD'nin oyununu bozmak için dördüncü güce ihtiyaç vardır...
Çatışma girdabından çıkmak için dördüncü güç olan sola ihtiyaç vardır, yaratılmalıdır.
Burada parantez açayım HDP dördüncü güç değildir, taraftır. O taraf olduğu kesimin çıkarını korumak ve kollamak ile yükümlüdür. Bu girdap içinde yaşayan çözüm sürecinde önemli adım atan her ülkede taraf olan partiler vardır ve meclislerde görüşlerini açıkça dillendirecek olanaklara sahiptir. HDP’de dillendirmelidir ama dördüncü gücü örgütleyecek alt yapıya sahip değildir, olamaz da. Masa kurulmuş, taraflar ortada ve o taraflarda yer alanlarda artık rollerini oynuyor, bu saatten sonra sen o rolü bırak demek doğru değildir.

İsmail Cem Özkan