Galata Gazete


12 Eylül 2015 Cumartesi

Antifaşist mücadele!

Antifaşist mücadele!

Türkiye solu tarihi bir çok açıdan aslında çok iyi araştırılmış ve üzerinde tartışılmış değildir, genel doğrular vardır ve o doğruları doğru olarak kabul ederiz… Biraz ayrıntıya girdiğimizde ise bir çok bilinmez ile karşılaşırız. 
12 Eylül öncesi ve 12 Mart sonrası Türkiye solu nasıl oldu da örgütlülük yapısının üstünde kitleye ulaştı ve onları yönlendirdi? Sorunu bugün dahi sormaktayız, çünkü sol bir daha o gücüne kavuşmadığı içinde bu soruya verilecek yanıt önemini koruyacaktır.
Her kişinin durduğu yere göre elbette doğruları ve tezleri olacaktır, duruş noktası homojen olmayan tarihi kendi doğrularını doğuracaktır. Öncelikle benim durduğum noktayı tarif ederek bu olaya nereden baktığımı kısaca anımsatmakta fayda görüyorum, çünkü sübjektif yanıtlar her daim tartışmaya açık olacaktır ve doğrunun bir tarafını tarif etmiş olacağız.
Yenilmiş bir solun, henüz üzerinden travmasını atamamış, dağınık ve örgütlü duruş yerine örgütlüymüş gibi davranan ortak geçmiş ve doğrularımızın olduğu yerden bakıyorum. Her birimizin tarihte rol aldığımız yerin bir aidiyet duygusu vardır, o duygu bugün birbirimize yakına ama o kadar da uzak tutmaktadır. Çünkü yaşadığımız günlük olaylara bakışımız ve tepkimizin zaman içinde farklılaştığı ve bu farklılığın yaratmış olduğu güvensizlik bizim bugün ki sorunlarımızın temelindedir.
Sol tarihimizin en kitlesel halini 71 muhtırasından ve sol liderlerin öldürülmesinden sonra yaptı. Peki, bu kitleselleşme nasıl oldu da örgütlü gücü aşan boyutta oldu?
71 askeri darbesi 60 darbesinden bağımsız değildir, her olayın bir önceliği vardır, o öncelik bizim nasıl bir çizgi izleyeceğimizi de belirler.
60 darbesi ve öncesi yaşanan antikomünist süreç içinde bir çok birbirinden değerleri komünistin üzerine suç atılarak olayların üstünün örtülmesi ile doludur ve bu yiğit insanların acıları ve yaşam öyküleri ile doludur. Rejim, her sıkıştığından ‘kuzeyden gelecek’ düşman ve ‘sıcak Akdeniz’ suları edebiyatını yapmıştır.
18 Şubat 1952 yılında resmi olarak NATO üyesi olduğumuz günden beri ülkenin kader çizgisi de Amerikan ve NATO çıkarları ile uyumlu hale getirilmiştir. NATO kendi varlığını korumak adına üye olan her ülkede üye olduktan sonra hemen ülke içinde yeraltı örgütü olan Gladio örgütlenmesini yapmış ve ülkemizin ilk askeri darbesi bu örgütün bir anlamda sınanmasıdır.
Gladio ve daha sonra Kontrgerilla olarak bileceğimiz yapının varlık nedeni olarak ‘ülke her hangi bir işgal durumunda, o işgalin ortadan kaldırılması için yer altında örgütlenmiş ve silahları ülkenin değişik yerlerine gömülmüş olan sivil gücün adıdır.  Ve bu güç gerilla savaşı taktiği ile düşmana karşı ülkeyi savunmaktır.’ Bir işgal olduğunda uykuya yatılmış yetiştirilmiş savaş gücü olan sivil bir gücün savaşmasının öteki adıdır.
Kontrgerilla her ne kadar ülkeyi korumak adı altında kurulmuş olsa da başka hedefleri ve cinayetleri tarih çizgimiz içinde yaşadığımız olaylar ile ortaya çıkacaktır. Her ne kadar gizli ve örtülü ödenek ile devletin icracı kurumu olan hükümetten de gizlenen bu yapı zaman içinde ortaya çıkacaktır. İlk defa bu kurumun adını ağzına alan Savcı Doğan Öz ve bunu haber yapma konumuna gelen Abdi İpekçi’nin cinayetinin bugüne kadar tam aydınlatılmamasının arkasında ki güç olduğunu artık genel kabul gören bir gerçektir. Ülkenin o dönemin başbakanı bir suikast ile bu kurumun varlığından artık somut olarak haberdardır.
60 darbesi içinde yer alan daha sonra siyasi parti başkanı olacak Türkeş ismi bu kurum ile eş güdümlü anılması da onun yaşamına bakınca ne anlama geldiğini kendisinin 12 Eylül savunmasında söylediği sözlere bakarak daha bir anlam verebilirsiniz. Evet, Amerika’daki ve Almanya eğitimin yapıldığı yerler Gladio’nun örgütlenmesi için ordu içinde başarılı öğrencilerin seçildiği noktalardır.  Orada eğitilenler kendi ülkelerinde gitmişler ve ülke tarihi içinde verilen rollerini en iyi şekilde uygulamışlardır.
Türkiye’deki solun tarihi bu örgütten bağımsız düşünülemez. Elbette bu örgüt solu örgütlememiştir ama solun üzerine solun taşıyamadığı yükü bindirmiştir. Sol, 60 darbesinden sonra yaratılan göreceli özgürlük ortamında ilk kitlesel çıkışını yapmış ve sınıf içinde kendisini ifade etmeye başlamıştır. TİP ilk defa mecliste koltuk sahip olurken, buna karşı iktidar ve onun desteklediği kurumlar solun bir daha mecliste yer almaması için önlemler almasını da beraberinde getirmiştir. Gladio yaptığı darbenin sonucunun istenmeyen sonucu karşısında yeni stratejiler çizmiş ve kitle içinde açık alanda örgütlenmeyi de kendisinin önüne koymuştur. MHP bu stratejik değişikliği sonucunda ortaya çıkmış ve Türkeş bu partinin değişmeyen tek lideri olmuştur. MHP ve gençlik örgütlenmesi bir iki defa isim değiştirmesine rağmen her daim her olay içinde kendisini ifade etmiş ve kendisine rakip gördüğü Milli Selamet Partisi gençlik örgütlenmesi ile çatışmadan da geri durmamıştır. Aslında her ikisi de aynı ilklere sadık ama vurgu farkı olan örgütlenmelerdir. Birinde İslam vurgusu üstteyken, diğerinde ırk kavramını öne çıkarılır…
Ülke 12 Mart öncesi yaşanan süreçte her iki gücün zaman zaman meydanlarda sol avına çıktığına şahitlik ederiz. En masum gösterilere bile damga vurarak saldırmışlardır. Sol bütün bu saldırlar altında kendisine özgü ve tartışmalar içinde yeni yollar aramaktadır. Sol içinde gençlik örgütlenmesi olarak görülen ayrılma bugün bir çok sol içinde ana damarın da ortaya çıkmasına sebep olmuştur. THKP-C, THKO ve TKP-ML bu süreç içinde örgütlenmiş ve çok küçük bir etki alan içinde kalmış olmalarına rağmen liderlerinin öldürülmesi için yapılanlar abartılmış ve sürek avı yapabilmek için ortam yaratılmış ve bu ortam içinde sol içinde yer alan bilinen kişilerin hangi olaya ne tepki vereceği üzerine büyük olasılıkla çalışma yapılmıştır… Olaylar lider kadronun ölüme giden yolu açmış ve onların kavgayı orantısız koşullar içinde karşılamaları sağlanmıştır. Liderlerin kişisel tercihleri ‘kavga varsa, kavgada yerimizi alırız!’ şeklindedir ve orantısız güç koşullarında girişilen kavgada lider kadronun yenileceğini ve öleceğini bilerek hazırlanmıştır. Liderler bu sonucu etkileyecek ne yazık ki güçleri örgütsel yapıları yoktur. Fakat onların gösterdiği cesaret ve bir liderin nasıl olması gerektiği gerçeği o günün ruhunu en iyi şekilde yansıtmaktadır.
Gladio Amerikan  / NATO çıkarları yönünde algı operasyonları yapmakta ve ülkenin yeni çizgisini belirleyen Amerikan doktrinlerine uygun adımlar atmaktadır.
12 Mart solu tamamı ile ortadan kaldıramamış ve sol tarihsel çizgisine devam etmiştir.
Sol tarihinde en önemli kitlesel güce eriştiği yıllar lider kadronun ortadan kaldırılması sonrasına rastlar. Liderlerin ve örgütlerin yerine gelen devamcısı olanlar yeni sürece sihirli bir değnek ile dokunmadılar ama o güne kadar solun düşünemeyeceği kadar kitlesel konumuna kısa sürede erişmiştir.
Bu kitlesel konum tecrübe eksikliği olan sol yapıların her yere yetişememesi ve olaylara homojen şekilde müdahale etmeyi olanaksız kılmıştır.  Gladio denetiminde olan sağ her yerde ulus devleti yaratmak ve oturtmak adına öteki olarak gördükleri Alevilere, Kürtlere ve diğer azınlıklara planlı ve sistemli olarak saldırmış ve onları potansiyel tehlike kategorisine sokarak, bir anlamda Alevileri ve Kürtleri Türkiye soluna doğru iteklemiştir.
Bu koşullar içinde sol; karşılıksız, beklentisiz olarak mücadele alanına girmiş ve savunma çizgisini örgütlemeye çalışmıştır. Sol, kendisine doğru iteklenenlerin düşmanı olan sivil faşist güçlere karşı mücadeleye girişmiş ve savunma konumunda kalarak örgütlenmiştir.
Bu mücadele antifaşist mücadele şeklinde örgütlenmesi için ortam yaratılmış ve devlete karşı sol örgütlenememiştir.
Ortanın solu söylemi ile ‘Karaoğlan’ efsanesi ile CHP seçmenini belirlemiş (AP ve diğer sağ partilerin seçmeni dışında kalan) sahip çıkmış ve öteki olarak görülen Kürtler ve Aleviler CHP’nin potansiyel ve sürekli seçmeni konumuna gelmiştir.  Sağ iktidarlar tarafından hep iteklenenler bir anlamda CHP ve solun kucağına iteklenmiştir. Bu sayede ülkenin ve demokrasinin sağlıklı işlemesi için batıda ki gibi sağ ve sol yaratılmıştır.
Ve sağ içinde örgütlenen Gladio bu ayrışmayı Amerikan ve NATO çıkarları için değerlendirmiş ve örgütlenmesini ve Gladio için seçilen militanların eğitimi var olan düşmana saldırarak gerçekleştirilmiştir. Bu saldırlar sonucunda bazı militanlar Gladio için devşirilmiş ve uluslararası cinayetler içinde kullanılmıştır.  
Maraş Katliamı bir anlamda Alevilere ve Kürtlere karşı bir gözdağıdır, öteki taraftan da Gladio için devşirilenlerin bir anlamda imtihanıdır. Bir taş ile iki kuş vurmak bu katliam ile ortaya çıkmış ve daha sonra bir çok cinayette bu strateji izlenecektir. Tetikçi olarak kullanılanlar medya içinde popüler dahi yapılacaktır.
Tarih gerekli görüldüğünde taklit edilir ve bilinçaltına işlemiş korkuların yeniden canlanmasına olanak verilir. Maraş katliamı öte yandan 1917 yılında ki ‘Tehcir’ olayına bir göndermedir.
Demokrat kesim bu katliamdan sonra daha ciddi bir şekilde korkuya karşı örgütlenmiş ve savunma konumunda yaşam hakkı için mücadele eder konumuna gelmiştir. Sol bu örgütlenme içinde üstüne düşen görevi kabul etmiş ve örgütlülük boyutunu çok kısa sürede aşan konumuna gelmiştir. 1 Mayıs ‘77 katliamı işçi sınıfına verilen mesaj, bir yıl sonra halka ve daha geniş kesime ulaşan mesaja dönüşmüştür.
Sağ saldırmış, sol mücadelesini savunmada kalarak kitlesel boyuta ulaşmıştır. Eğer sağ bu kadar saldırgan bir çizgi izlememiş olsaydı solun birden bu kadar büyük kitlesel konuma erişmesi kolay olmayacaktı, savunma çizgisinde kalarak büyümesi de sol örgütlerin örgütsel boyutunu aşmış ve kontrol edemeyecek kadar büyük kitlenin içinde üstüne düşen görevi en iyi şekilde yapmıştır.
Sol, antifaşist mücadele içinde yaşanan gelişmeleri tahmin edebiliyor ama örgüt psikolojisi içinde örgüt çıkarlarını öne alarak tavır almaktadır. Sol geniş coğrafya içinde yaratılmış olan kurtarılmış bölgelerin oluşması ile birlikte rekabet koşulları içinde gelişmiş ve birbiri ile incir çekirdeğini doldurmayan meseleler yüzünden bile örgütler çatışır konumuna dönüşmüş ve var olan örgütler kasaba bazında bile ayrışmalar içine girmiştir.
Sol, ülke sathında her tarafta örgütlenmiş gibi gözükmektedir.
12 Eylül öncesi duvar gazetesi olan duvar yazılar, hangi örgütün hangi sokakta söz sahibi olduğunu gösterir imajlar olduğu gerçeği ile karşı karşıya kaldık…
12 Eylül geleceğini sağır sultan duyar da sol duymaz mı, elbette duymuş ama rekabet koşulları ve yaşanan günlük çatışmalar yüzünden bu gelene karşı önlem alamamış ve hatta göreceli olarak büyük fraksiyonlar arasında birlik görüşmeleri yapılması gerekirken aksine bu son süreç içinde silahlı çatışmalar bile olmuştur.
Sokak, darbe koşulları içinde panzer seslerini duyulmakta ama müdahil olmadan izleyici konumdadır. Asker sıkıyönetim içinde gelecek günlerin provasını fütursuzca yaparken; meclis, seçim ile uğraşmakta ve yaşananları bir anlamda görmezden gelmektedir. Buna rağmen Gladio örgütlenmesi içinde yer alan siyasi partinin Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak İngiliz hükümetinden “şemsiyeniz altına girmek istiyoruz” talebinde bulunmuş ve İngiltere bu öneriyi ret emiş. (http://www.cnnturk.com/2010/dunya/12/23/gun.sazak.ingiltere.ile.gizli.iliski.istemis/600533.0/ ) Gelmekte olan darbenin rengini anlayamayan MHP bu darbe karşısında açıkta kalmamak için her türlü istihbarat alanını kullanmış olmasına rağmen rengini öğrenmeyecektir.
Gelen darbe aslında ülkenin kaderi ile oynayacak ve Büyük Ortadoğu Projesinin bir stratejik ortağı yapacak ve bu değişen tarih çizgisi ile Avrupa’ya yaklaşmaya çalışan ülkenin artık zemini Ortadoğu çöllerinin kumu olacaktır.
NATO ve Amerika ülke içinde kendi çıkarını canı pahasına savunmak ile yükümlü olana rağmen darbe planlayacak ve uygulayacaktır. 12 Eylül bildirisi radyolarda okunurken Amerika’da Pentagon’da “Bizim çocuklar başardı!” denilerek kadehler havaya kalkacaktır.
12 Eylül öncesi yaşanan sol kitlesel olmuş ama iktidar hedefinden uzakta, antifaşist mücadele yaparak bir anlamda hazırlıksız yakalanmış ve çok kısa sürede panzer altında kalacaktır. O günden bugüne sol hiçbir zaman iktidara gelememiş ve hatta kendisini gerçek anlamda örgütleyememiştir.
Sol, antifaşist mücadele ile kitleselleşmiş ve bu kitleselleşme iktidar hedefini ortaya çıkaracak örgütlenmeyi yaratamamıştır. Örgütsel boyutunun üstünde kitleyi savunmuş ve elinden geldiğince onu yönlendirmiş ama onu faşist mücadele koşulları içinde nasıl davranması gerektiği ve savunma birimlerini oluşturamamıştır. O güne kadar sadece antifaşist örgütlenmede kalarak gerçek gücü gözden kaçırmasına sebep olmuş ve bugün dahi yenilmiş solun bireyleri hala dayak yedikleri, panzer altında bırakan devletin çıkarını savunmakta ve devletsiz bizler hiç bir şeyiz anlamına gelen cümleler kurmaya devam etmektedir.
Bir anlamda devleti savunan taraflar (sağ -  sol) bir birleri ile mücadele ederken ve kurtarılmış bölgeler yaratırken, öte yandan başka bir güç başka hesaplar içinde ve bir sabah marşlar eşliğinde amacını ilan etmiştir.
Ortadoğu ülkesine ‘Rabıta’ eşliğinde marşlar ile yol aldık ve bugüne geldik!
Toplumsal olaylarda yönlendirme ve algılar ile oynama yeni bir durum değildir. Gladio İrlanda iç savaşında İngiltere merkez hükümeti tarafından ilk defa uygulanmış ve orada kazanılan başarı NATO içinde hayata geçirilmiştir. Bugün dahi bir çok NATO ülkesinde bu örgütün yapmış olduğu cinayetler ve siyasi müdahaleler ortaya çıkarılamamış ve yüzleşilememiştir. Her ne kadar Gladio cinayetleri genelde karanlıkta ve kuşku içinde kalacak olsa da bugün artık sonuçlara bakarak hangi olayların kim tarafından işlendiği tahmini yapabiliyoruz. Fakat son 40 yıldır ülkemizde yapılan ‘Düşük Yoğunluklu Savaş’ ya da başka söylem ile ‘Kirli Savaş’ bu iç içe geçmiş cinayetleri ayırmamız için olanakları ortadan kaldırmış konumda…
Antifaşist mücadele devletin varlığı ve çıkarını değiştirmemiş, ülkenin kader çizgisini değiştiren 12 Eylül için sadece bir neden olarak karşımızda durmaktadır. 12 Eylül mahkemelerinde savunma yapanların “bizler suç işlemdik, halkımız ile birlikte halkımız için mücadele ettik” derken ne kadar haklı oldukları bugün daha çıplak olarak görmekteyiz.
Halk için halka birlikte mücadele edenler onurumuzdur, onlar bir dönemin içinde olduğu gibi değerlendirmek ve onların emeğinin küçümsenmemesi gerektiği bir kere daha vurgulamak istiyorum.
Marx’ın değimi ile başka "tarihte ne olduysa öyle olması gerektiği, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur."
İsmail Cem Özkan


7 Eylül 2015 Pazartesi

Artık havalar kararmasın!

Artık havalar kararmasın!

Havaların kararmasını istemiyorum, ne zaman hava kararsa bir yerde kan toprak ile buluşuyor...
Hava kararıyor, önce silah sesleri sessizliği bozuyor, arkasından bir bomba…
Uzaktan bir yerde bir çocuk son nefesini veriyor.
Tekbir sesleri ile zafer çığlıkları atan özel harekatçılar.
Bayrak edebiyatı, bayrak altında bir tabuta sarılmış bayrak.
Bayrak için ölenler, öldürenler. bayrak dediğinizde bir bez parçasının üzerine yapılmış baskı renk... Onun ile verilen hakimiyet imajları. Ben buraya hakimim diyerek dikilen bayraklar ama bir cenaze evine bayrak dikilmez asılır. Orada çığlık gökyüzü ile buluşur. Gün ağarmıştır ama kimse günün ağrıdığının farkında olmaz.
Kana kan intikam sloganları.
İçerik aynı dilleri farklı...
Sonra yine karanlık, yine silah sesleri, ölümler...
Yılanlar bile artık çıkamaz olur saklandığı yerden, ne engerek vardır ne de akrep. Onlara da artık gerek yoktur, doğa çürüteceği eti bulmuştur...
Kan ile sulanan yerde ne ot biter, ne yaşam...
Her karışını kan ile suladığımız bu vatan bizim!
İçerik aynı diller farklı...
Bir arada yaşayamayanlar bir biriniz boğazlarken, onların kullandığı kurşun üreten fabrikanın sahibi kasasına giren dolarları saymakla meşguldür...
Havalar karardı mı, birilerin iktidar koltuğu için insanları nasıl öldürülebileceği toplantısının hayatta uygulamasına şahit eder olduk. Rejimi seçim ile değiştireceğim, ben hep lider kalacağım diyerek ortalığa emir yağdıranların kamuoyunu etkilemek için ölümü bir seçim çalışması olarak kullandığına şahitlik eder olduk.
Hava karardı mı savaşın olmadığı yerlerde hangi bara gidip kafa dağıtayım diyenlerin şen şakrak seslerini duyar olduk…
Bazı bölgeler için hava karadı mı kurşun sesi, ölüm demek…
Bazı bölgeler ise yalan haber yazıyorsunuz diyerek medya basmak olağan ve tekbir sesleri eşliğinde savaş olan yerde tekbir getiren özel harekatçılar ile dayanışma içinde olduklarını haykıranlar.
Savaşın bölgesi olmaz, sınırı yoktur.
Mültecileri küçümseyenler bakmışsın bir günde mülteci oluvermiş. Savaşın kimin kapısını ne zaman çalacağı belli değildir.
Birileri hafta sonu hangi adada ne yapacağını tasarlarken, karanlığın altında yaşamak zorunda olanlar hayatta kaldık diye şükür duası ediyorlar...
Havaların kararmasını istemiyorum...
Ne zaman hava kararsa bu günlerde ölüm haberi geliyor...


İsmail Cem Özkan

4 Eylül 2015 Cuma

Savaşı durdurun!

Savaşı durdurun!


Mülteci sorunu ancak savaş bittiğinde ortadan kalkar, savaş olduğu ve devam ettiği sürece mülteci kavramı ile yakinen tanışacağız. sokaklarımız, şehirlerimiz, parklarımız savaş kaçkını insanlar ile dolması, el açan insanların her an size anlamadığınız bir dilden bir şeyler söylemesi başlarda şaşırtıcı gelecek ama zaman içinde kanıksayacağız. Çünkü savaş olan ülkeden gelen insanlar sınırları aşarak kendilerini daha güvenli ve yaşayabilecekleri ortam ararlar, gittikleri ülkenin içinde yaşayacakları alan yaratırlar ve yaşarlar.
İnsan için her şeyin önünde önce yaşama hakkıdır, daha sonra seyahat, çalışma, eğitim alma… kısaca insan haklarında yer alan her hak mülteciciler içinde talep edilmeye başlar. Çünkü artık onlar geçici değil, savaşın uzamasına göre kalıcı, hatta bizden birileri de olabilirler. Savaşlar biter ama mülteci yaşamı göçmen yaşama dönüşür ve kendi dünyaları içinde etnik oluşan bir pazarın içinde yaşamaya devam ederler. Hatta ileride gelecek olan mültecilileri büyük olasılıkla istemeyecekler, tırnakları ile kazdıkları serveti paylaşmak ve yaşam standartlarını düşürmek istemeyeceklerdir. Bir ülkede yabancı düşmanlığı mülteciciler ile ortaya çıkmaz ama artar, bu artış dönemleri olağanüstü koşulları temsil eder. Bu koşullar içinde gelen her mülteciye karşı yerli halk kadar göçmen halkta düşmanlık besler ve yaşadıkları ülkeden gitmelerini isterler.  Düşman görünürken, düşman görmeye başlar göçmenler…
Savaş artı değer olan her yerde vardır, o yüzden savaşın tarihi insanlığın artı değer üretebildiği zamandan beri vardır. Zenginliğin olduğu yerde fakirlik, çalışmanın olduğu yerde yağmanın olması tarihin bize fısıldadığı gerçeklerdir. Artı değer zenginlik yaratmadığı zamana kadar da bu böyle gidecek! Zenginleri fakirleştirmeden, fakirleri zenginleştirip onların seviyesine çıkardığımızda savaş ortadan kalkacaktır. Savaş, devlet mekanizmasının ortadan kalması ile tarihin çöplüğüne bir daha doğmamak için atacağımız zaman artık bu yıkımları konuşmayacağız!
Savaşı devlete ihtiyaç duyduğumuz sürece konuşacağız, her dönemde de mülteci olacak, ölenler olacak, katliamlar kaçınılmaz olarak kendisini gösterecektir. Düşman ve kurban sürekli değişecek ama devlet için ölüm her dönemde kendisini kitlesel ya da bireysel olarak hissettirecektir.
Savaş ve yarattığı sorunlar her dönemde farklılıklar ve kendisine özgü sorunları da beraberinde taşımıştır. Her savaşın özgün koşulu olduğu için bir birleri ile nedenleri ve sonuçları ile karşılaştıramayız, çünkü hızlı bir şekilde ilerleyen kitlesel imha silahları ve üretenler her dönem için çıkarları gereği başka senaryolar ile karşımıza çıkacak ama sonuç hep aynı olacaktır. Ölüm! Kan toprak ile sulanacak ya da bir kaldırama insanın gölgesi sonsuza kadar kalacak şekilde kendisi buharlaşacaktır.
Savaş yeniden kapımızda, hatta sahillerimize sonuçları vurmaya başladı. Ülkenin her yeri mülteciciler ile yüzleşmekte. Sınır kapısından geçenlerin önemli bir bölümü batıya göç etmeye ve orada kendilerine uygun bir yaşam kurma savaşının ilk adımlarını atıyorlar. Bu mülteci dalgasına değişik kesimlerden değişik tepkiler gelmeye başladı. Avrupa’da siyai otoriteler farklı, halkı farklı tepki vermeye ve işin çözümü için adım atmıyorlar, sadece geçici çözüm yolları ile günü kurtarma telaşı içindeler.
İnsanlık tarihi içinde bu kadar kanlı bir göç dalgası hiç olmamıştır. Kitlesel olarak savaştan kaçanlar Akdeniz sularına gömülüyor ve yok oluyorlar. “No Name” adı verilen bir gündemde, isimsiz insanlar yok oluyor. Akdeniz’in güneyinden ve doğusundan kuzeye doğru bir göç dalgası günlük yaşam içinde artık görünür oldu ve ölümler kanıksanmaya başlandı. Libya açıklarında büyük gemilerin içinde kitlesel ölümler artık sıradan olay olmuş, gemiyi batıran kaptanları yakalama telaşına düşülmüş. Elbette gümrüklerden geçen hiçbir şey devlet bilgisi dışında değildir. Yasal ya da yasa dışı kabul edilen her şey istatistiğin bir rakamıdır.
Avrupa’da yaşayan bir bölüm eski mülteci, şimdilerin göçmenleri gelenlere karşı hoşgörüsüz davranırken, bir bölümü de sınırları açın diye bağırmaktadır. Fakat bu çıkışlar sorunu tam olarak tanımlamamakta ve geçici ve acil çözüm olarak önümüze getirilmektedir. Her iki tavır bana göre yanlıştır, çünkü savaş devam ediyor ve savaştan beslenen batı ülkeleri isterlerse savaşı durduracak güçleri vardır ve o güçlerini kullanmaları için baskı gurubu kurulmalıdır. Savaştan gelen refahı istemiyoruz, savaşa hayır!
Mültecicileri oluşturan koşul olan savaşı durdurun!
Batı dünyası (emperyalist devletler) savaşın kazanan tarafında, savaşın yükünü çeksin demek güzel ama insanları yerinden alıp başka yere götürmek insanlık dramıdır. Savaş koşulları içinde kara paranın (Avrupa için ) harekatı kontrollüdür, kontrol dışı emperyalist devletler için tehlike çanının çalmasını anlamına gelir ki, bu riski göze alamazlar. (istihbarat bu işin kullanılır). Sınır geçişlerinde (ne geçerse geçsin) ülkelerin güvenlik birimlerinin haberi olmaması diye bir şey olmaz... Yani karanlık noktalarda yaşanan dram, trajedi birileri için gelir kaynağı ve korkuyu yayma aracı oluveriyor…
Sınırları ortadan kaldırın! Emperyalist savaşa ve emperyalistlerin oluşturduğu sınır çizgilerine hayır!
Avrupa halkları bu mülteci akımı karşısında nasıl bir tepki vereceği birileri önceden planlamış ve beklentiler yönünde iç kamuoyu oluşmasını bekliyor. Yabancı düşmanlığı İslami fobi kavramları bu sürecin sadece adlandırılmış halidir.
Avrupa beklentisi karşısında İslam ülkelerinden gelen mültecicilerin de başka amacı göç sırasında ‘Kızıl Haç’ yardım kuruluşu tarafından verilen yardımları ret eden bir kesimin olması başka hesaplarında olduğunu ilan ediyor... Evet, cihat mülteciciler tarafından gavur ellerinde başka bir yöntem ile kutsal amaçlar için hayata geçiriliyor...
İşgal savaş ile değil, savaşın sonucu göç ile de olabilir.
Beklenmeyen bu durum ve sonuç karşısında Avrupa devletleri nasıl bir tavır içinde olacak? Çünkü El Kaide ve 11 Eylül tecrübesi henüz unutulmuş değildir. 
Avrupa Ortadoğu’da enerji kaynaklarına göz dikerken, kendi içinde başka şeyleri kaybetme ve halkına sunduğu hayat standardını kaybetme ile karşı karşıyadır.
Yaşadığımız sürecin net bir tarih çizgisi yoktur, iç içe geçmiş ve ilişkiler de bu geçiş içinde fluğdur...
Evlerimizde şimdilik gözlemciyiz bu yaşanan trajediye, fakat savaş ateşi sınır tanımaz, birden bizler de mülteci olabiliriz...
Savaş durdurulsun, halklar savaş nedeni ile göç etmesin!
Emperyalist savaş ve onun sonuçlarını durduracak gücümüz ne yazık ki bugün ki örgütlü yapımız içinde yok! Ama bu yok olanı ortadan kaldıracak ve imkansızı isteyebiliriz...
Emperyalist savaşa hayır!
Emperyalistler tarafından çizilen yapay sınırlara hayır!
İsmail Cem Özkan

2 Eylül 2015 Çarşamba

İçim daralıyor…

İçim daralıyor…

Suriye’de savaşı başlattılar, sahillerimize artık çocuk cesetleri vurmaya başladı.
Sahile vuran çocuk cesedine içimiz acıyarak bakmak zorundayız, yaşanıyor...
Sahillerimize kaç çocuk vurdu belli değil...
İzliyoruz...
Ruhumuz daralarak...
Yalanlar ile çevrili olan yaşam alanımızda artık vahamız ve sığınacağımı yerde kalmadı...
Mülteci yolda ölüyorsa, birisi bunların üzerinden para kazanıyor demektir...
Batan ülke ekonomisine, çöken turizm sektörüne taze kan olsun diye büyük olasılıkla lüks otellerin limanlarından batıya botlar kaldırılıyordur...
Artık hangisi gerçek, hangisi yalan bilemez olduk ama tek bildiğim sahilimize çocuk cesedi vuruyor, ellerimiz bağlı sadece ama sadece izliyor ve gözlerimiz kapatıyoruz...
Bizim çocuğumuzun başına gelmemesi için belki dua ediyoruz...
Savaşta bir koyup üç alayım diye düşünenler, ölenleri birer rakam olarak görme eğilimindedir. Orada bin insan ölmüş, milyon insan ölmüş onların umurunda değil. Irak işgalinden bu güne kadar Irak denen ülkenin topraklarında kaç milyon insan öldü, kim hissedebildi savaşta ölenlerin yakınlarının acısını, bizden uzaktı ve ekranlardan Bağdat’ın vurulmasını izlerken yılbaşı partisi yapılıyor diye bakanlarımız oldu. Patlayan her bombadan bir çocuğun ödü patladığını, her annenin ağıtlar ile zılgıt çektiğini kimse duymadı. O cinayeti bir sağır, bir kör duydu, bizler sadece gülerek ekranlardan baktık.
Hissetmedik, işgalin neler getirebileceğini. Duyumsayamadık, işgal edilen ülkede acılar içinde yaşanan gerçekleri.
Ülkenin diktatörüne verdiler gazı, attılar başka ülkelerin topraklarına, sonra iktidar gücünü korumak adına, üniter devlet adına, homojen ulus devleti kurmak bahanesi ile kendi ülkesinde yaşayan ve öteki gördüğü Kürtlerin, Şiilerin üzerine bombalar attı, katliamlar yaptı. Gazı verenler, bu ileri gitti deyip iktidar koltuğundan hemen almadı, daha fazla işkence, daha fazla acı çekti orada yaşayan haklar ve artık yeter derken işgal edenlerin çıkarına dokundu ve işgal başladı!
İşgal mülteci kapıların açılması demekti...
Savaş mültecililik ile eşit kelimedir.
Savaştan kaçanlar sığınmak ve güvende olmak için batıya göç ettiler.
Çünkü batı ışıltılar içinde, dünyanın en refah ülkesiydi…
Çekici özelliği vardı.
Savaş öncesi insanlar gitmek isterdi belki ama hayat kavgası kimseyi mülteci yoluna düşürmezdi.
Savaş, büyük yıkım olduğu kadar gelir kapısıydı…
Savaştan nemalananlar savaşın ganimetlerini ülkesine götüren işgal güçleriydi…
Birde onların çevresinde olan sırtlan gibi yağmacılar… Kan emiciler, zora düşmüşlerin organlarını satın alıp batıda pazarladılar. Güzel kız ve erkek çocuklarını alıp pazarladılar. Boş kalan topraklara uyuşturucu ekip sattılar… Kara paranın oluştuğu yerde karaborsa oluşması kadar doğal bir şey yoktur. Paranın gücü ile her şeyi mubah, her şeyi yapacaklarını düşündüler ama kontrol altında olduklarını da gözden uzak tutmadılar, cesaretlerinin de bir sınırı vardı, o sınır batının çıkarıdır.
Her savaş işbirlikçiyi yaratır, mülteci yarattığı gibi.
Her savaşın mağduru ve mağdurluk üzerinden para kazanların olduğunu kulağımızın arkasına koyalım, çünkü mağdur denilerek duyguların sömürülmesi ve o sömürüden yeni bir ekonomi yaratıldığı da unutmamak gereklidir, çünkü paranın olduğu yerde her şey mubahtır ve o işleyişin kuralı yoktur. Savaş kuralları ortadan kaldırır ve kendisine özgü yeni kuralları yaratır.
Ortadoğu bugünün ve dünün sorunu değildir, fakat dünün sorunu bugünü kana bulamaktadır. 
Dün yaratılan savaşın sorumluları mutlaka ama mutlaka yargılanmalıdır.
Ortadoğu lideri hayali kuranlar, Sünni çoğunluğun rahatsızlığını ileri sürüp silah sevkıyatı yapanlar, mutlaka ama mutlaka bu çocuğun cesedinde parmak izi vardır.
Olay yeri incelemesi yapan kriminal daireler neden gerçek suçluyu yakalayamaz?
Neden, çünkü hepsi suçlu, hepsi o batan mülteci botunun içinde gölgeleri, korkuları, yaydıkları yalanları vardı...
Dünyanın hakimi olamadılar ama bir çocuğun katili oldular...
Çocuğun cansız bedeni sahilimize vurdu, batıdan tatile gelenler o sahilde beden dinlendirme eksersizleri yapmaya devam etti…
İçim daralıyor…
İçimden bir çocuk hıçkırarak ağlıyor…
Kan denizinde tatil yapmak ve denizde kulaç atanlar, o denizin balıkları insan bedeni ile beslendiğini hiç düşündüler mi?
Savaş, yanı başımızda!
Savaş sahilimizde!
Savaş ne yazık ki artık içimizde ve gözlerimiz kapatmış olsak da artık canımız acıyor!
Savaşlar son bulsun demek kolay!
Önemli olan savaş koşullarını yaratanların bir daha erk sahibi olmasını engellemektir…
Sahile vuran cansız çocuk bedenin de kimlerin parmak izi var?
O çocuğun bir ismi vardır mutlaka ama kimse bilemeyecek, çünkü o bir istatistik rakamına döndü, bugün sahilimize vuran bilmem kaç çocuk!
Ceset torbalarına konulacak ve gözlerimizden uzakta bir yerde, vatanından ve varmak istediği memleketten uzakta elinden çalınan hayalleri ile yok olup gidecek…
Unutacak mıyız!
Elbette!

İsmail Cem Özkan