Galata Gazete


26 Kasım 2015 Perşembe

Hibrit savaş!

Hibrit savaş!


Yaşadığımız savaşa hibrit savaşlar deniyormuş... Hibrit savaşlarda en çok tekrarlanan cümle hiç bir şey eskisi gibi olmayacak! Ama her zaman hep eskisi gibi akmaya devam ediyor... Değişen tek şey kan gölü kan denizi oldu.
Peki, son günlerde sık tekrarlanan ‘Hibrit’ ne demektir. Bu konuda aslında belirli bir görüş ortaya çıkmış, niyet değil, somut veriler ile bunu tanımlamışlar bile. Bizim bu tanımdan uzak tutulmamız ise algılarımız ile oynanırken olmuş. Evet, içinde yaşadığımız bir savaşın adını koyanlar, elbette senaryoyu ve senaryoya uygun olarak karakterleri ve o karakterlere nefes verecek taraftarları da seçmiş.
Tek suçları belirli coğrafyada ve belirli bir kültürün içinde doğmuş olan insanlar, gelecek beklentisini dahi yaratamadan birileri adına kendi vücudunu bombaya çevirip kalabalığın içinde patlatması. Peki bu eğitimden geçmiş nesil nasıl oldu da bu oyunun içinde bir figüre dönüştü ve kim için, hangi amaç ve nasıl bir düzen için kendisini havaya uçurdu ve neden belirli yerlerdeki kalabalık içinde buna hayat verdi.
Savaşlarda önemli olan nedenler değil sonuçlardır, sonuçlardan kimler kazançlı çıkıyor ve kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğine bakmak gereklidir, çünkü hibrit savaşlarında neden yaratmak çok basit ama sonucundan yararlanmak o kadar basit bir analizi ile ortaya çıkarmıyor. Karmaşık ilişkilerin olmasının en önemli sebebi taşeron olarak başkalarının kullanılması. Taşeron katiller ise kime hizmet ettiğine bakmadan, güdülenmiş bir şekilde kendisini canlı bombaya dönüştürüp patlatması. O patlama sonucunda hiç alakası olmayan birilerin de bu işten karşı çıktığını görebiliyoruz. Yani parayı veren kim, kim bu işten faydalandı bölümü net bir sonuç çıkarmamızda görümü fluğlaştırmış olsa da sonuçta para ve yayılma isterisi ile hareket eden sınıf ve ülkeler bellidir. Taşeron işlerde ana parayı veren, işi yapan ülkeler ve kurumlar maddi olarak kazançlı çıkmakta, kaybeden bu işin emeğinde olan bireylerdir.
Hibrit savaşların en karakteristik özelliklerinden biri vekalet savaşlarıdır. Yani görünürde ortada bir devlet yok ama onun adına birileri çatışıyor... Kısaca bu tanıma göre yukarıda da açıkladığım gibi taşeronlara iş yaptırmaktır. Çalışma dünyamıza giren taşeron işçilik olayı toplumsal olaylarda ve toplumun yönlendirmesinde de araç ve yöntem olarak kullanılmakta ve isim değişikliği yapılarak görünür çıplaklığa kıyafet giydirilmektedir. Parayı veren hiçbir riske girmeden, en verimli şekilde başkasının emeğinin üzerinden daha fazla artı değeri kendi kasasına aktarmasıdır. Burada sanki işçi ve o işçiyi pazarlayan firma / kurum karlı çıkıyor gibi gözükse de sonuçta bu ilişki içinde esas kazançlı çıkan en sonunda taşeron işçiden yararlanan firmadır, çünkü uzun vadeli olarak iş yerinde işçi istihdam etmeyerek hem işçinin sendikal örgütlenmesini hem de onun özlük hakları ile uğraşmamış oluyor. Örgütsüz bir sınıf, var olan kapitalist sistemi yıkamaz, yerine başka bir şeyi ikame edemez yaşadığımız son kırk yıl içinde kapitalist sistem yıkılmış, onun en önemli aracı devlet darmadağınık olmuş ama onun bu kriz ve kaos ortamını iyi değerlendirebilecek gerçek anlamda sınıf partisi ve örgütlülüğü olmadığı için devrim koşullarını kapitalistler taşeron yapılar ile kendisini rehabilite etmeye savaş ile krizden çıkmaya çalışmaktadır. Kapitalist sistem ortaya çıktığı günden bu yana ilk defa bu kadar evrensel anlamda kriz yaşamakta ve evrensel kuralları henüz tam oluşturamadan ulus devletin yaratmış olduğu engelleri ortadan kaldırmaya el yordamı ile çalışmaktadır. Ulus devletten gelen engeller ve çelişkiler bugün yaşanan savaşların da nedenleri arasında yerini almaktadır. Ulus devleti parçalanmakta ve ulus devlet içinde yaratılmış olan pazar ve sermaye birikimi yapan katmanlar dağılmakta ve yeniden oluşturulmaktadır. Pazar aynı coğrafyada ama ürünler artık başka yerlerde başkalarına üretilmekte (taşeron) başkalarının lisansları ile kendi malın gibi piyasa sürmektedir. Montaj sanayi, ulus devletleri birbirine mecbur bırakarak arada kopması olasılığı olan ülkenin o olasılığını da ortadan kaldıracak ilişkiler ağı içinde tutmaktadır. Kapitalist sistem ulus devletlerin iktidarlarına yeni roller vermiş ve kendi çıkarını korumak ve paranın yirmi dört saat rahat hareket edebileceği borsa yapılanmasını sağlamıştır. Fakat, bu yapılanma da açıklar çok büyük ve üretim olmadan üretim yapıyormuş gibi rakamlar ortada dolanmakta ve sanal yaratılan sermaye borsalar arasında rakam olarak hareket etmektedir. Gerçekten olmayan maddi karşılığı olmayan para toplumları değiştirmekte ve kriz ortamına sokup çıkarmaktadır. Ve bunu kontrol edebilecek şimdilik uluslar arası hukuk kuralları yoktur ama fiiliyatta yaşam alanındadır.
Hibrit savaşların diğer özelliği de, barış ve savaş dönemlerinin bulanıklaşmasıdır. Öte yandan, hibrit savaşlarda kazanç ve kayıplarda farklı görüş ortaya çıkıyor. Son kırk yıl bizim ülkemizde adı konulmamış savaş yaşanmaktadır, ne zaman çatışmazlık ortamı yaratıldığını ve zaman açık savaş koşullarının yaşadığı olağan üst hal durumunda olduğumuzun kesin çizgisini kimse ortaya süremez. Irak işgali ve sonrası yaşanan durum da daha açık ve nettir. Kürdistan’ında içinde yer aldığı ülke üçe parçalanmış ve fiiliyatta parçalanan üç coğrafyada ne zaman barış süreci yaşandığı ve hangi durumda açık sıcak savaş olduğu ve savaşan örgütlerin yapısal konumlarının sürekli değişim gösterdiği ve ittifak ilişkilerin çöl toprağında olduğu gibi kaygan olduğunu görebiliriz. Örneğin IŞİD ortaya çıkaran koşullar ve destekleyen yapıların karışıklı bu savaş tanımı içinde yer alan bulanıklığı daha net olarak ortaya sermektedir. IŞİD ortaya çıkması ve kısa sürede büyük bir coğrafyada etkili olmasının net fotoğrafı olay yaşandığı için net değildir ama yaşanmakta olayların sonuçlara bakarak ilişkileri çözebiliriz. IŞİD kuruluşunda yer aldığını tahmin ettiğimiz ülkeler ve kurumları kısaca gözden geçirdiğimizde Suriye iç savaşında açıkça tavır alanların olduğunu ve sonuç itibarı ile uluslararası ilişkilerden en fazla maddi kazanç sağlayanlar olarak el yordamı ile hissedebiliriz. Suriye iç savaşından kazançlı çıkmak için sefer düzenleyenlere maddi destek veren ülkeler kategorisinde Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ilk anda gözüme çarpanlardır. Ama ırak içinde yapılanan ve devletleşme yolunda adım atan Kürdistan özel yönetiminin de bu yapıdan büyük ölçüde yararlandığını görebilmekteyiz. IŞİD tehdidine karşı İran dahil olmak üzere bir çok ülkeden silah ve askeri destek almış bir özel yönetim vardır ve fiilen artık orası bir devlettir. Kürdistan Ezidilerin yaşadığı bölge saldırısı dışında gerçek anlamda bir saldırı ile karşı karşıya kalmamış, sınır çizgisi içinde kontrollü bir çatışmazlık ve çatışmamazlık halini korumuştur. IŞİD’in oluşumundan en çok yararlananlar arasında Irak- Kürdistan olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Hem IŞİD karşısında yer almakta (geçmişte Halepçe Katliamını yapan Sünni Saddam Hüseyin (Baas Partisi) tabanı üzerinde kurulan IŞİD!) hem de sonuç itibarı ile en fazla yararlanan ve devletleşme yolunda somut adım atan kurum olmuştur. Petrol satışı, Türkiye ile çatışmazlık halinde olduğu iller üzerinde hakimiyetin artık fiilen değil somut hale geldiği ve kuzey komşusu ile sıcak ilişkiler olmasını sağlamıştır.
Hibrit savaşlarda, psikolojik yöntemin daha yoğun kullanılıyor... Kalabalık ortamda patlayan her bomba sonuçta korkuyu büyütmekte ve korkunun yaratmış olduğu yeni savunma ilişkilerini ortaya çıkarmaktadır. Paris saldırısı tam bu yönteme uygun olarak ve zamanlaması mükemmel seçilmiş bir patlamadır. Avrupa’ya doğru mülteci akımının olduğu bir anda Paris katliamı bu yöntemin kimler tarafından ve hangi amaçlar için kullanıldığının en somut örneğidir. Paris saldırısından kimler kazançlı çıkmıştır diye sorduğumuzda vereceğiniz her yanıt psikolojik yöntemin ne kadar başarılı bir şekilde kullanıldığı gerçeği ile karşılaşırsınız. Ortadoğu’da savaşı besleyenler ve silah satışı ile ülke içinde yaşadıkları krizi aşmak için maddi açıdan yorumlayanlar bu katliamdan kazançlı çıkarken, dışarıdan gelen mülteci akımına karşı kendi ülke içinde karşı bir duygusal duvar örmüşlerdir. Kendilerini saldırı altında hissedenler, işlerini kaybedecek korkusu yaşayanlar, hayat kalitesinin düştüğünü hisseden orta sınıf artık bu savaşın birer taraftarı olmuştur. Savaşı kendi ülkelerinde istemiyorlar ama başka yerlerde katliamlara alkış tutacak konuma gelmişlerdir. Savaştan beslenenler psikolojik yöntemden olabildiğince faydalanmaya devam ediyor, Ankara katliamı bunun en çıplak örneğidir. Suriye iç savaşında taraf olanlar iktidarını korumuş ve güçlenerek çıkmıştır.
Hibrit savaşlarda biyolojik/ kimyasal silah yaygın olarak kullanılmaktadır... Suriye ve Irak’ta savaşan ama dünyanın her tarafında kendisine biat eden taraftar bulan IŞİD orantısız ve kontrolsüz büyümesi ile savaş aletlerine ve çeşitliliğine ihtiyaç duymakta ve onun için savaşın olmazsa olmaz olan biyolojik ve kimyasal silahları kullanmaktan çekinmemektedir. Savaş suçunu araştıran kurumlar bu silahların zaman zaman kullanıldığını rapor etmekteler. Peki bu teknolojiye sahip olan ülkeler / firmalar kimlerdir, IŞİD kendisi bu teknolojiye sahip olmadığına göre kimlerden ve hangi maddi güç ile ele geçirmekte kullanmaktadır. Bu sorunun yanıtı da savaşan tarafların aslında bir biri ile sıkı bir ticari ilişkisi içinde olduğu gerçeği ile bizi karşı karşıya bırakır. Savaşanlar ortak firmalar ile bir birine teknolojik silah transferi yapmaktadır. Bir laboratuvar alanı kullanan silah sanayisi bir çok yeni ürününü bu çatışma alanında kullanarak dünya piyasasına ürününü sunmakta ve satmaktadır. İki dev ilaç sanayisinin tek açtı altında toplanmasına giden sonuç yaşanan bu hibrit savaşın sonucunda olduğu gerçeğini şimdilik kamuoyundan saklamaktadırlar, silah sanayisi ve ilaç sanayisi iç içedir. Biyolojik ve kimyasal silahlar bu ilaç firmaları içinde üretilmekte ve satılmaktadır.
Yaşadığımız sürecin adı konulmuştur, bizler bu savaşta birer figür olarak yerimizi almış ve bize verilen ve bizim da haberimiz olmadığı rolü oynamaya devam ediyoruz. Bu hibrit savaşı sonucunda kapitalist sistem alternatifsiz olarak kendisini yeniden yapılandırmakta ve hatta bu savaşın sonucunda ihtiyaç duyduğu uluslar arası yasaları ve bu yasaları uygulamasını kontrol edecek yapılar kurarak çıkabilir. İslam devletleri ve İslam örgütleri sıcak savaşın alanıdır ve bu alan içinde radikalleştirilen İslam kendisinin yapamadığı reformu yapmaya zorlanmakta ve onun önüne alternatifsiz tek bir yol konulmaktadır. Hibrit savaşları elbette sınırları ortadan kaldırıp yeniden sınırları ortaya çıkaracak ve 3. Dünya savaşı denilen kavramı yaşadığımızın farkına varmadan yaşamış ve sonucuna ulaşmış olarak çıkacağımızı ileride batılı tarihçiler bize not olarak verecektir.
İsmail Cem Özkan


19 Kasım 2015 Perşembe

Kayıtsız ve basiretsiz!

Kayıtsız ve basiretsiz!


Kayıtsızlığın ve basiretsizliğin hakim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Kayıtsızlar ama rahatsızlar... Yapacakları güçleri var ama basiretleri yok! Her şeyin farkındalar ama seslerini kısıp izleyiciler. Gelecekleri için, kaybedecekleri kişisel kazançları için...

Kayıtsız ve basiretsizlerin çoğunluk olduğu yerde her mücadele kayıtsız izleyenler tarafından tepkisizce izlenir ve büyük çoğunluk günlük gezmeleri ve eğlenceleri arasında yapılanın farkına bile varmaz. Yapanlara itiraz edenler ve tepki duyanları ise maceraperest ve acı çekmeyi zevk haline getirenler olarak görürler...

Sürekli seçim yapmaya zorlanan biri, var olanın dışında başkasını seçeceğini farz etmek yaşadığı toplumun dışında yaşadığının ispatından başka şey değil...

Sürekli baskı yapanların seçim ile kazandığı bir süreci yaşıyoruz. Ne kadar güçlüyse o kadar iktidarda kalan ve her daim iktidarda kalmak içinde sürekli baskıyı ve baskı içinde fütursuzca harcama yapmaktan çekinmeyen bir erkin yaşadığı süreçte, sessizce olanlardan rahatsız ve sadece homurdanarak günleri geçiriyoruz…

Homurdanıyoruz, her şeyden rahatsızız!

Her şey gözümüzün önünde oluyor, üstelik hiçbir şeyi saklamaya ihtiyaç duyulmayacak şekilde… Ama çıkarlarımız bizim gördüğümüz şeyi fark etmemizi engellediğini, fark etsek dahi ‘çıkarımız gereği’ sessiz kalıp kayıtsız kalmayı tercih ediyoruz. Tercih ediyoruz, açık faşizmi bize zarar vereceğini düşünmediğimiz için... Hep ötekiler zarar görür ve bizim dışımızdadır…

Sessiz kalıyoruz, çünkü yaşam kalitemizin kazançlarımızı ile orantılı olduğunu ve kazancımız yerinde olduğu sürece rejim değişikliğinin bizi etkilemeyeceğini bilinçaltımıza telkin ediyoruz. İran’daki gelişimleri, Afganistan’ı görmeden sadece şimdiki zamanı ve anı yaşamaya özen gösteriyoruz. Parası olmayan ve fakirin zaten tercih hakkı yoktur, gelene paşam, gidene ağam, var olana hacım / efendim demeye devam etmek zorunda…

Kaybedeceğimiz bir şeylerin olduğunu bildiğimiz için devletin değişimine sessizce onay veriyoruz. Çünkü itiraz edenin başına neler geldiğini sürekli ekranlardan görüyoruz, hatta düşene bir tekme atmak için sıraya bile giriyoruz, çünkü güçlüden yana gözükmek her zaman kazançlıdır, en azından çocuğumuzun geleceği için erkin elinden öpmek gerek!…

Onay veriyoruz, çünkü kaybedeceğimiz artık fazla bir şey kalmadığına inanıyoruz, elimizdekini korumak için sadece sessizce bize verilen onay günlerinde gidip sandığa güçlü olanı seçerek ‘istikrarı’ koruduğumuzu kendimizi kandırarak kabul ettiriyoruz.

Bilimsel eğitimden geçtiğini iddia edenlerin ‘zemzem’ suyunun ne kadar yararlı ve şifa verici olduğu üzerinde ki tartışmaları artık sıradan ve günlük bilimsel çözüm yolu olduğunu düşünen bir eğitilmiş kesim var. Bu eğitilmiş kesim hangi üniversitede, hangi kürsüden para kazanacağını ve öğrencilerini müşteri görme alışkanlığı kazandığının farkında bile değil.

Öğrenci müşteri oldu…

Hasta müşteri oldu…

Afet kurbanları müşteri oldu…

Kronik hasta olanlar müşteri oldu…

Su tüketenler müşteri oldu…

Organik ürünleri tüketenler müşteri oldu…

İşçiler müşteri oldu, kiralık firmaların elinde...

Patronlar müşteri oldu, uluslar arası pazarlama firmaların elinde…


Müşteri olmayan kaldı mı?

Müşteri olarak bakılan yerde, çıkarların çatıştığı noktada toplum içinde basiretsiz ve kayıtsız kalanların artmış olması tesadüfi değildir. Toplum mühendisleri ulusları basiretsiz ve kayıtsızların çoğunlukta olması ile yok ediyor, yerine ne mi gelecek? Şimdiden kimse bunu açıkça telaffuz edemiyor…

Güruhların hakim olduğu bir yaşam alanında, basiretsiz ve kayıtsızların çoğunluk olduğu bir sürü konumunda, olaylar karşısında homurdanarak rahatsızlığımızı kendimiz duyacağımız ses ile sadece kendimize fısıldıyoruz.

Korkuyoruz, korktukça kayıtsız kalmayı tercih ediyoruz…

Basiretsiz ve kayıtsız olduğumuzu kendimize dahi söyleyemiyoruz ama yaşıyoruz…

Arada sırada sokağa çıkıp bir eyleme katılıp ömür boyu onun anısı ile yaşayan sıradan vatandaş olmak dışında artık yapacağımız pek fazla seçeneğimiz olmadığına inanıyoruz…

Tükeniyoruz…

Tüketiyoruz…


İsmail Cem Özkan

13 Kasım 2015 Cuma

Ankara garının önünde…

Ankara garının önünde…

İnsan bedeni üzerime yapışıyordu. Benden kopanlar ise başkalarını üstüne. Beton rengini kırmızıya dönderirken, zemin karanlık olmuş, barut rengini betona vermişti. Etrafa yayılan kendi parçamı görüyordum, benim dışımda bir şeyler oluyordu ama benden kopuyordu bir şeyler. 

Ankara garı önündeydim, soğuk ve ayazın hakim olduğu bir günde uzaktan gelen arkadaşlarımın sıcaklığı ile omuz omuza vermiş halaya durmuştum. Halay havada asılı duran ayazı ısıtıyor, gün henüz üzerimize yeni yeni vuruyordu. Güneş ısıtmamıştı hala, soğuktu, dost sıcaklığı arasındaydım.

“Bu meydan kanlı meydan” diyerek Ruhi Su binlerce yık ötesinden sanki bize sesleniyordu, aramızda olmayanlar bile halayımıza katılmış bizle birlikte slogan atıyordu. Her yer direniş olmuştu, yıllar önce olduğu gibi. Taksim meydanında ortaya çıkan bir pratikten üretilmişti slogan, gerçekten her yer direniş, her yerde özgür alanlar oluşmuştu. Özgürlük türküleri, özgürlük içinde yeni besteler çıkıyor dillere yapışıyordu. Direniş kendi müziğini yaratmıştı, kültürü kucaklaşma ve birbirine danışmadan bir işin ucundan tutmak olmuştu. Direniş kültürünü yaratıyordu, yeni insanına ilk dokunuşunu veriyordu. Parçalıyordu geçmişe ait olanı, yeniden oluşturuyordu. 

Direniş parçalıyordu, yeniden yeniden oluşuyordu binlerce yıldır yoğrulan insan yeniden biçme giriyordu. Ankara garında bu sefer vücudum parçalanıyordu, ruhum ile birlikte. Yeniden biçe giremiyor, arkadaşımın kazağı üzerine bir nokta gibi etim saplanıyordu. Özgürlük türkülerimiz dillerimizden çıkmış barut kokusu ile havaya karışıyordu. Korkunçtu, korkunç olanı yaşıyordum ve korkunç olanın korkunç olduğunun bile farkında değildim. Parçalanıyordum… 

Ankara garı, birinci dünya savaşı başlangıcında Varşova garı önünde gibiydi. Aniden gökten gelen bir bomba patlamıştı Varşova Garı önünde ve onlarca insan hava uçmuştu, umut dolu, gideceği yerin hayalini kurarken, geldiği yerden hayallerini getiren insanlar. Varşova Garı 1 Eylül günü havaya uçmuştu, gökten yapan Nazi bombaları eşliğinde. Ankara Garı önündeydik, arkamızda bir bomba patladı, umutlarımızı, söyleyeceklerimizi ve yaşayacaklarımızı havaya uçurmuştu. Tıpkı Varşova Garı önünde bekleyen isimsiz insanlar gibi, kimse onların acısını ve yasını dahi tutamadı, birkaç günde Almanya bütün Polonya’yı işgal etmiş, işgal güçleri hayatta kalanları kamplara götürmek için trenlere bindirmişti. Gar yıkıntısı altında ölülerin kanlarının üzerine basarak geçmişti kamlara giden Yahudiler, Komünistler… Kanlara barak gittiler acılarını yaşayamadan… Acılarımızı yaşayamadan kanlarımızın üzerine basarak yardıma koştu dostlarımız. Etrafı kaplayan gaz bulutu altında... Yardıma geleceğine gaz sıkmışlardı, kanlarımızı temizlemek ister gibi Toma’lardan su sıkmışlar, nefes alamaz halde bırakmışlardı. Ölüyorduk, nefesimiz ciğerimize gitmiyordu. 

Nefesimizi ciğerimize gitmiyordu, son nefesimizi gaz bulutu eşliğinde veriyorduk. Eskiden olsa öksürür, küfür ederdik, şimdi sesim çıkmıyordu, son nefesim gaza karışmıştı. Üzerimizde bomba patlamış, arkasından gaz fişekleri yanlarımıza düştü, beyaz dumanlar çıkararak.  Ölüyorduk, ölürken bile etrafımızda yaşanan koşturmaların farkındaydık, izliyorduk. Her şey bizim dışımızda gerçekleşiyordu. Bizim dışımızdaydı ama merkezinde biz vardık. Parçalanıyorduk, uçan parçamı gördüm biraz gözlerimin önünden geçti, tansiyon düştüğünde gözün önünden geçen bir karaltı gibi. Geçti gitti… 

Geçti gitti, gözlerimin önünde her şey geçti gitti, farkındaydım, izliyordum. Vücudum beni terk etmişti ama bilincim hala benimleydi. Duman, kan, beton, arkadaşımın bir parçası üzerimde. Kanım kanına karışmış, kanı kanıma karışmıştı. Kan kardeşi olduk. Hiç tanımadan, istek yapmadan, bir olduk, tek gömleğe giren canlar olduk, bir olduk. Hepimiz birdik, birimiz hepimiz oldu. İnanmıyorsanız gelin bakın gömleğimizin içine, her birimizi görürsünüz. Kimse bizi birbirimizden ayıramayacak, çünkü arkamızda patlayan canlı bomba bizi tek yapmış, yüreğimizi arkadaşımızın eline düşürmüştü. 

Bu meydan kanlı meydan, bu meydan barış isteyenlerin sesi oldu.

Bizler de bir gün bir kavgada, bir meydanda sizlerin sesinize karışacağız, sessizce. 

"O büyük gün geldiğinde 
ben kimbilir kaç yıldan beri 
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde 
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım 
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi 
uyanıp, sesimi kimse duymadan 
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla 
kara toprağın altından, ben de haykıracağım. 
Unutup geçmişte kalan acı dünü 
kimbilir belki bir kış günü 
üzerimi yorgan gibi kaplayan 
bembayaz karın soğuğundan.... 
ya da sonbahar mevsiminde 
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım 
ve milyonları saran o doyulmaz sevince 
ben de sessizce ortak olacağım. 
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da 
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım 
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da 
kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım 
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma 
o müjdeyi ben doğadan alacağım 
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama 
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.”

20 Ağustos 1981'de Adana Cezaevi'nde haykırmıştı Mustafa Özenç, 10 Ekim günü saat onu dört geçe aynı şekilde haykırdık. 

Duygularımız ortaktı, dileklerimiz ortak. 

Ankara Garı önündeydik, an KARA oldu!


İsmail Cem Özkan

5 Kasım 2015 Perşembe

Lobi mi, devrim mi?

Lobi mi, devrim mi?

Kürt sorunu ülkemizin en zayıf noktasıdır ve bu zayıf nokta ülkede oluşan ve oluşmakta olan cepheleri ve kırımlarda belirleyici olmaktadır. Çatışmanın düşük yoğunluklu olmaktan sıcak savaşa evrildiği dönem sonunda yeninde düşük yoğunluklu çatışmazlık ortamının başlaması umut edilmektedir. Çünkü Kürt sorunun tarafları olan devlet ve PKK bu süreç içinde kendi ellerinin güçlendirmek için ara verilen (buzdolabına kalkan) dönemde masa başında yaşanan bilek güreşini açık alanda sıcak çatışmaya dönüştürerek, halk desteğini ya da desteksizliğini kanıtlamaya gitmiştir. Masa başında, ‘hani halk arkandaydı, hani güçlüydün’ diyebilmek için var olan tüm örgütlü yapıları susturmak ve dağıtmak adına baskısını artırmıştır. Düşük yoğunluklu savaş henüz sonlanmamıştır, çatışmazlık ortamı güçlerin masa başında yerleri alması ile başlayacaktır. Ama sorun çözümü basit bir yol değildir, Ortadoğu’da yaşanan her gelişme bu sorunun çözümünü daha da karmaşıklaştırmaktadır.

Her etnik mücadele ulus devleti için yapılan mücadeledir…

Ülkemiz ulus devletidir, anlamı homojen toplum yaratmak için içinde bulunduğu ‘öteki’ olarak görünenlerin toplum çoğunluğu gibi olmasını sağlamak adına, eğitim, ordu, emniyet, maliye, sanayi… vb devlet kurumları aracılığı ile baskı kurmak ve onu eriterek yok etmektir. Ulus devletin en önemli koşulu ya içindekini asimile edecek ya da mübadele yolu ile devleti olanı kendi devletine anlaşmalar içinde göndermek. Ulus devleti, belirli bir coğrafyada yaşayan, belirli bir bayrak altında olan her vatandaş o ülkenin bireyi olmayı kabul ettiğini kabul eder, çoğunluk millet adına cezai yollarını meşru görerek uygular. Öteki aslında ceza alması gereken ve çoğunluk içinde erimesi gerekendir. Hangi ulus devleti olursa olsun bu kural Fransız devriminden sonra genel doğru kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Soykırım ve mübadele bu kavram ile anılması tesadüfen değildir, her ulus devleti katliamlar zemine oturmuştur, asimilasyonun adı uyum ile değiştirilmiştir. Ulus devletlerin doğuşu hep sancılıdır, doğduktan sonra daha büyük acıları içinde barındırır. 

Türkiye kurulmadan önce ve kuruluktan sonra Kürt ulusal mücadelesi ile yüzleşmiş ve her seferinde birbirine benzer yönetmeler ile bu uluslaşma yolunu kendi siyasi hakiminde olan coğrafya içinde sorunun üstünü örtmüştür. Bugün artık saklanamayan bu gerçek ile uzun süren düşük yoğunluklu savaş ya da başka değim ile kirli savaşın sonucunda artık hepimizin kabul etiği ve saklanamayan bir gerçektir. Bu kadar ortalık alana düşmüş ve her bireyin bir şekilde canını acıtan bu sorun her hangi bir şeyin altına itilecek konumda değildir ve ertelenen sorun artık çözüm bulunmak zorundadır. Bu çözümün zorunlu olmasının  nedenlerinden biri elbette dış ülkelerde ya da komşu ülkelerde gelişen iç savaşın ve sonucunda bize yansımasıdır. Katliamlar, sorunun çözümü için acil bir şeyler yapılmasını zorunlu kılan uluslar arası vicdanın kanamasına neden olmuştur. Eğer Saddam Hüseyin Halepçe Katliamını yapmamış olsaydı, Irak bu kadar kısa sürede işgal edilecek konuma gelmeyecekti. Halepçe Kürt halkının uluslaşma sürecinde en önemli kırılmalarından biridir, bugün devlet gibi özerk bölge olmasının başlangıcını işaret eder. Elbette Halepçe öncesinde bir çok katliam yaşanmış, ulusal mücadelede en ileri uçlar ortaya çıkmış olsa da o coğrafyada değişimi sağlayan iç güçlerden daha çok dış güçlerin etkisi olduğunu son yaşadığımız çağdan bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Irak’ta yaşanan bu değişimin elbette ülkemize etkisi büyüktür, çünkü Kürt ulusu artık uluslar arası ilişkiler içinde önemli bir konuma gelmiş ve korunması gereken uluslaşma sürecinde olan haklar konumundadır. Güney Kürdistan olarak kabul edilen ırak Kürdistan’ı devletleşme için önemli adımlar atmış ve devlet mekanizmasını kurmuştur. Fiili olarak devlet konumunda olan özerk yapının artık pratik atılacak adımın zamanı kollanmaktadır. 

Suriye iç savaşının başlaması ile devlet gibi ama devlet olmayan Kürdistan yeni bir parça sınırları belli olacak şekilde eklemlenmektedir. Lider ve önder kadrolarının farklı olması bu iki parçanın hemen birleşmesinin önünde en büyük engel gibi durmaktadır. Elbette burada ki siyasi adımları iç dinamiklerden daha çok dış ülkelerin çıkarları belirleyecektir, ya ayrı ya da birlikte ya da bunların dışında başka bir çözüm yolu ile devletleşme yolunda olan ulus devleti gerçeği ile karşı karşıyayız. 

Türkiye içinde yaşanan gelişmeler bunlardan bağımsız yorumlanamaz, yorumlandığında ise eksik kalır. Türkiye NATO ülkesidir. NATO bizim ülkemizin tarihini darbeler ile içli dışlı ilişkileri olan bir kurumdur. NATO hem geçmişimizi hem de geleceğimizi belirleyen en önemli kurumların başında yer alır, çünkü NATO bilgisi ve şemsiyesi altında oluşturulan GLADİO (Kontrgerilla) yapısı günlük cinayetlere ve katliamlara parmak izini bırakmaktan çekinmemiştir. Ülkemiz içinde bağımsız bir ulus devleti kurma amaçlı savaş yaptığını söyleyen bir örgüt yoktur. Uluslaşma yolunda önemli adımlar atmış, ulus kimliğinde olması gerektiği gibi aidiyet duygusu gelişmiş, diline ve kültürüne sahip çıkan bir hareketten söz etmekteyiz. 

Birlikte yaşama ve bir arada geleceğe bakma söylemini hem iktidar hem de masanın diğer tarafında olan PKK söyleminde dile getirilmektedir. Ortak bir söylemin yakalanmasında elbette yaşanmış geçmiş bir sürecin tecrübesi yatmaktadır. Bugün ki somut durum, NATO’ya rağmen, dış ülkelerin konumuna ve çıkarına rağmen sorun eskisi gibi yok sayılamaz, askeri ve silah ile bastırılamaz konumundadır ve çözüm kaçınılmazdır. O halde olması olasılığı yüksek olan henüz ilk işaretleri siyasi arenada görülmeyen bir durumu tartışmaya açmayı doğru buluyorum. Eğer Güneyde bir bağımsız Kürdistan kurulursa Kuzeyde yer alan Kürtler hangi tercih ile baş başa kalacaktır? Eskisi gibi silahlı mücadele yapmaya kalkarsa lojistik destek aldığı yeni kurulmuş ülkenin çıkarına uygun olmayacağı için orada çatışma kaçınılmazdır. Bu çatışma Kürt ulusuna vereceği zarar beklenenden daha büyük olabilir. Ya da tek devlette Kürt devletini büyütmek ve yaşaması için Stalin’in 1924 yılında geliştirdiği ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ kuramına bezer bir tercih yapacaklar. Bu da yeni kurulmuş Sosyalist devletin çıkarı için ülkemizde TKP’nin aldığı tavra bezer bir tavrı Kürtler almak zorunda kalabilir mi? Bu şu anlama gelmektedir; modern söylem ile ‘Lobi’ faaliyeti yürüten ve yanı başında yeni kurulan ülke çıkarı için her türlü özveriyi gösteren o ülkenin kültürüne sahip insanların tercihi ve örgütsel yapılarını belirleyecektir. 

Kürdistan devletinin güney sınırlarımızda kurulması ülkemiz içinde gelişen uluslaşma sürecinin bir devlet ile taçlanmasının önünde ki en büyük engel olacak ve bir arada yaşamanın yolları aranacaktır. Modern dünyanın ve ülkemiz gerçekliği içinde kabul görebilecek en önemli bir çözüm sürecinin kapıları güneyde yaşanan gelişimlere bağlı olarak açılabilir. Ülkemiz son kırk yılını sürekli ve istikrarlı bir şekilde kriz ve kaos ortamındadır. Bu kaos ve krizden çıkabilecek ne alt yapısı mevcuttur ne de siyasi irade. Onlar çevremizde gelişen olaylara bağlı olarak savrulmakta ve akıllı tepkiler yerine duygusal tepkiler vererek ülke toprağını daha fazla kana bulamaya ve haklar arasında düşmanlığı geliştirmekten öte bir şey yapmamaktadırlar. 

Sorun mutlaka bir şekilde çözülecektir… 

Kürt halkı ve onun temsilcileri olma olasılığı yüksek olan bir Kürdistan Devleti karşısında alacağı tavır, lobi faaliyeti yürüten demokratik kitle örgütü olmak yolunda mı, ya da devrim için mücadele etmek şeklide mi olacağını kendileri karar verecektir. Elbette bu konuda homojen bir sonuç çıkmayacaktır ama çoğunluğun tercihi ülke içinde yaşanacak ‘yeni’ barış sürecinin belirleyicisi olacaktır. PKK ve devletin masa başında ve kapalı kapılar, kalın duvarların arkasında izole edilmiş odalarda yapılan her türlü pazarlık halktan kopuk ve üstten aşağıya dayatma şeklinde olacaktır. Ülkemizde her türlü siyasi gelişme tabandan değil, yukarıdan aşağıya şekilde uluslar arası emperyalist güçlerin çıkarına uygun şekilde olmuştur. 

Halka sorulmayan ve halka rağmen bir değişim sürecini yaşamaktayız. Bu süreç sonucunda akan kanlar bizden, çıkan sonuç emperyalistlerin çıkarına uygun olacaktır. Her ne kadar ‘Tek Ülkede Kürdistan’ fikriyatı çatışma halinde olan güçlerin çıkarlarına uygun olsa da siyasette genelde bizim öngörülerimiz değil, yaşamın akışı belirleyici olmuştur. Eğer lobi faaliyeti içinde olacak olursa ülkemizin sağ iktidarı bir taş ile birden fazla sonuç elde edecektir. TKP’nin yirmili yıllardan başlayan ve kendisini fesih ettiği döneme kadar Türkiye devrimci çizgisine yapmış olduğu katkı ne kadar ise lobi faaliyeti içinde yer alacak ‘solcu’ Kürtlerin de katkısı o kadar olacaktır. Öncelik Kürdistan’ın çıkarı görenler elbette Türkiye’de gelişecek olan her devrimci çizginin önünde çıkarları gereği engel olmaktan başka seçenekleri yoktur. İlk işaretini Gezi sürecinde elde edilmiş bir ‘muhatabı’ kaybetmemek için yapılan tercihlerden anlayabiliriz. 

Çözüm eğer bağımsız bir devlet kurmak ve ayrışma değilse, o zaman koşullara uygun şekilde ortak bir yol bulanmalı ve artık akan kanın durması zorunludur. 

Katliamlar, cinayetler bu hakların kaderi değildir…

Barış hemen diyorsak, öncelikle silah ile güçlerin güç gösterisinden vazgeçmesi, namluların ucundan silah değil çiçek çıkmalıdır. Yaşanan tüm geçmiş ile yeniden yüzleşilmeli ve işlenen cinayetlerin faillerinin üstü örtülmemelidir. Bir arada yaşamanın gerekliği olan düzenlemeler yapılmalı ve ulus devletten olmaktan çıkarak çok kültürlü bir devlete eğilirken, kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıkların ortadan kalkması zorunludur. 

Geleceğimiz Ortadoğu ülkesi olmaktan değil, tek doğrunun hakim olduğu, tek liderlerin yaşandığı, tek dilin, tek dinin, tek mezhebin çoğunluk olmadığı, azınlıkların hakları korunduğu ve pozitif ayrımcılık ile güvence alındığı çağdaş olmasını arzuluyorsak öncelikle bunun önünde yer alan ulus devlet anlayışını yıkmak, bir arada yaşamın koşullarını geliştirmek zorundayız. 

Ne yazık ki bugün ki karanlık ortamda bunları söylemek bile karanlık içinde kıvılcım olmaya yetmiyor. Karanlık ortamın yarattığı kaos ve kriz ortamında ülkemiz geleceği hakkında bizlerin söz söylemesi dışında müdahil olabilmemiz için örgütlenerek artık iç dinamikler ile bu karanlığı parçalayabileceğimiz söylemek isterdim. Ben olma olasılığı olan bir durumu erkenden tartışmaya açarak, 12 Eylül’de çamurlu bir zemine düşen sol güçlerin bir an önce toparlanmasını ve yeniden ayağa kalmasını arzuluyorum. Çünkü lobi faaliyeti içine girecek Kürt güçlerin solu hepten daha derin kuyuya iteklemesi kaçınılmazdır. Onların iradesi dışında gelişme olasılığı yüksek olan bir durumdur. 


İsmail Cem Özkan

1 Kasım 2015 Pazar

Perdeler kapanırken…

Perdeler kapanırken…

Tiyatro yaşamın üç boyutlu olarak sahnede canlandırmasıdır, üç duvar vardır sahnede ve duvar olması gereken yerde ise seyirci vardır. Oyuncular için bu olmayan duvar arkası dönülmemesi gereken yerdir, çünkü orada seyircisine duygusunu mimikler ile aktarırken yüzünün ve vücudunun oynadığı rolün içinde birer araç olarak kullanır.  Yaşamın bir aynasıdır ve yansımasını sahnede görür. Üstün Akmen “Ayna... İnsanın aynasıdır. İnsanı, insana anlatan bir sanat dalıdır.” der tiyatronun işlevi üzerine sorulan bir soru karşısında.

Tiyatro çok karmaşık ilişkilerin iç içe geçtiği ve her türlü aracın sahne üzerinde ve arkasında kullanıldığı ve değişik tekniklerin iç içe geçmiş halde seyircisine sunabilen bir sanat daldır ve o sunumların hepsi canlıdır ve hata yapmaya veya mükemmele ulaşmaya çabadır her sahnenin ışığı yandığında. İşte bu tatlı telaşın bir de ayrılmaz parçası vardır ki, ona eleştirmen denir. Tiyatro eleştirmeni olmadan daha güzele ve daha mükemmele doğru adım atamaz, eleştiri alkıştır ama tek alkış yeterli değildir, çünkü sahne üzerine yaşananları bir bütünden bakıp, öznel durumlarına kadar ince ayrıntısına kadar inceleyen gözler gereklidir. Dramaturgisinden, oyuncuların o sahnede ki performanslarına kadar. Sahne dekorundan, sahne ışığına… bir yönetmenin bütünü yakalayan gözü gibi eleştirmen de yönetmenin göremediği noktalara dikkate çekerek daha keyifli, seyri daha güzel oyunun sahnede hayat bulmasına katkı sunar. Aynı zamanda izleyicileri de eleştirmenler ister istemez yönlendirir, oyunun daha fazla sahnede kalmasına katkı sunar.

Sanat eleştir, eleştirdiği içinde toplumun idarecileri tarafından kontrol edilmesi bir güç görülür ve sanatın her daim iyiliği düşünürler. İdarecinin iyiliği her zaman daha fazla sansür ve daha fazla kontroldür. Sanat bu baskı koşulları altında kendi dili ile sansürü parçalar ve istediğini dolaylı da olsa mutlaka söyler ama sanatçıların geçim kaygısı bu söylemlerin yerini balon ve anlık tepkilere bırakır ki bu sanatın suçu değil sanatçının tercihidir. Eleştiri yerine kapı kulu olmayı seçen, eleştirmek yerine övmeyi seçen sanatçılar yaşarken güzel yaşarlar ama sanat alanından ayrıldıkları an, üretimleri durduğu an kimse o kişileri anımsamaz. Binlerce yıldır ülkemiz topraklarında yaşayan tiyatro sahnelerinden binlerce oyuncu / yazar geçmiştir ama bugün dahi anımsananlar ancak sanatın işlevine uygun eleştirel olarak dünyaya bakan sanatçılar kalmıştır. Sarayın soytarısını kimse anımsamaz ama soytarılar sanatçılara göre daha varlıklı ve göreceli olarak daha güzel yaşamışlardır.

Üstün Akmen eleştirmendir ve hakkını veren yazarlardandır. Eleştirdiği oyunu ve oyuncuları kırmadan kıvamında Köy Enstitüleri mezunu öğretmenler gibi bilgece ceza vermektedir. Sahneye hakimdir, sahnede hareket eden etmeyen her şeye karşı dikkatli bakar. Eleştirmenlik yorucu bir iştir ama bu yorucu işi yaparken dahi bundan büyük keyif alan ve tiyatronun daha da ileri gitmesi için çaba sarf eden ideal biridir. Tiyatroda oyuncu oyununu oynar, bazen doğaçlama yapar ama hakkını vermeye çalışır. Işıkçı oyuncuyu izler ve yönetmenin tercihine göre ışık yaparken üç boyutlu sahnede gölgeler ile sahneyi daha da büyütür. Ses teknisyeni yan sesleri öyle anda verir ki sahnenin tepesinden bir martı bize bakıyor hissedersiniz, ses sahneyi daha da büyülerken, ışık ile dansa durur. Sahne üzerinde hareket eden oyuncuya kostüm eşlik eder, kostüm öyle bir şekilde olmalıdır ki oyuncunun daha rahat hareket etmesini sağlarken oyunun ruhuna ve zamanına seyirciyi taşımalıdır. Ve dekor! İşte bu dekor eleştirmenlerin gözüne ilk vuran uyarıcılardır, öyle bir dekor yaratılmalıdır ki seyirci oyunun içine dahil olsun ve sahnede görünmeyen duvar tamamı ile ortadan kalkarak salon bir sahne olsun… Bütün bunları bir yönetmen yardımcıları ile birlikte düşünürken, bir de eleştirmen düşünmek ve bütünü görmek zorundadır. Üstün Akmen bütün bunları ince ayrıntısına göre görür ve yazar. Perdeler kapanırken Üstün Akmen ve diğer eleştirmenler için perde kağıt üzerine kelimeler döküldükten sonra kapanır. 

Türkiye’ye geldiğim günden sonra medya alanında değişik işlerde çalıştım. En çok keyif aldığım alan ise cadde gazetesi çıkarırken tiyatro eleştirmenliğidir. Eğitimim sinemadır ama benim işgüzarlığım yüzünden bir çok alanda kendimi geliştirdim. İşte beni bu işgüzarlık ve yaşamın tüm parçalarını sahneye taşıyan tiyatroya itti. Tiyatroya teknik bir yönetmen gibi bakmadım, bir oyun yazarı olarak kurgulayarak izlerken yeniden kafamda yorumlamadım, çünkü benim önümde Üstün Akmen gibi bir usta vardı ve onun eleştiri yazılarını okuyarak ve onun baktığı doğru noktayı tespit ederek sahneye nereden bakmam gerektiğini bilerek baktım. Eleştiri yazılarımı bir öykü anlatıcısı ya da bizim geleneğimizde olan masal anlatıcısı gibi oyunu yorumlayarak kendime özgü bir dile doğru eğrilirken ustamdan feyz almaya özen gösterdim.

Üstün Akmen, aramızda konuşurken ben ona Üstün Abi, ustam, üstadım derdim.
Üstün abi benim için önemli biriydi, sürekli yazı gönderir, düşüncesini paylaşır, bende kısa yanıtlar yazar ve sessizce anlaşırdık. Tiyatro gösterilerinde fuayelerde sohbet eder, tiyatroya başka açılardan bakar ve görüşlerimizi yazıya dökerdik. Her izlediğim oyun hakkında acaba derdim Üstün abi ne demiş... çünkü o benim gözümde duayen bir tiyatro eleştirmenidir. Eleştirmenler Birliğinin başındadır. Bir kalp krizi sonucu aniden aramızdan ayrıldı, boşluğunu kimse dolduramaz ama tiyatro perde diyecek ve birileri izleyip eleştirecek…

Üstün Akmen’in eleştirel bakış açısı salonda ve gazete sayfalarında gölgesi hep olacak..

Huzur içinde uyu, seçimde oy kullanamadan gittin ama tercihini biliyordum. Umarım o tercihin hayatta karşılığını bulur, son yazında dediğin gibi ‘mavilikler barışın simgesi’ olacak...

İsmail Cem Özkan
31. 10. 2015- İstanbul