Galata Gazete


31 Ocak 2016 Pazar

Estel Midyat arası barış konuşulmaz, yaşanır!

Estel Midyat arası barış konuşulmaz, yaşanır!

“Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki”
Ahmed Arif

Bir zamanlar iki ayrı yerleşim yeri, ikisi arasında yaşanan rekabet ve bu rekabetin yaratmış olduğu birlik ve barış ortamı. Her ne kadar farklı olduklarını söylemiş olsalar da, çalınan bir Rebab (Kemençeye benzeyen üç telli çalgı) etrafında buluşup ortak halaya durdukları, o rebab çalarken rebaba ses verenlerin değişik dillerden o bölgeye özgü destanların dillendirildiğine dışarıdan bakan biri olsaydı şahitlik ederdi. Üç dilden söylenir türküler, üç dil ile eğlenilir, üç dil ile ağıt yakılır, üç dil ve dinden insanlar buluştuğu meydanda acısını da, sevincini de ortak yaşar. Devletin hakim olduğu dil uzun zaman orada hakim olamadı ama zaman içinde devletin dili kelime kelime olarak girdi, kültürler arasında yaşanan sorunlarda çözüm amaçlı kullanılan cümlelere dönüştü.
Devletin dili resmi kurumlarda sorunları çözmek için öğrenilmesi gereken zorunlu dil oldu… Bölgeye yapılan okullarda çok dilli, çok dinli, çok kültürlü olan yerde devletin tek dili, tek dini, tek mezhebi, tek kültürü öğretildi, o devlet erki karşısında biat etmeleri beklendi. Tıpkı Osmanlı padişahı Abdülhamit Hristiyan azınlığın üzerine baskı kurmak amaçlı yarattığı Hamdiye Alayları ile o bölgede barış içinde birlikte yaşayanların arasına nifak sokması gibi.
Barış bozuldu, Hristiyan güzel kızlar kaçırıldı, atalarının eşlinde topraklara el konuldu, kiliseler ve kutsal mekanlar yok edildi, binlerce yıldır oralarda yer alan mezarlar yok edildi, taşlarda yer alan resimler parçalandı… Hristiyan, Ezidi kadınlarını Kürt Müslümanlar dağa kaldırdı, evine cariye olarak aldı. İsa'nın konuştuğu dil esaret altında yaşadı, yok edilmeye çalışıldı, bütün yangın yerinden kurtulmayı başaranlar yeniden yeniden yaşamaya ve külleri içinde yeni filizler vermeye devam ettiler.
Elbette tüm Kürtler saldırmadı, bazı Kürtler ise Hristiyanlar ile saldırganlara karşı aynı mevzide yer aldı, vermedi komşusunu katile…
Estel ve Midyat bir dayanışma ile ayakta kalan ender yerlerden biri. Mezopotamya topraklarının renkli yerleşim birimlerinden bir tanesi. İnsanlık orada kendi dili ve kültürü ile rebap eşliğinde halaya durmaya devam etti.
Çok kültürlü bir ilçe, ilçenin iki yakası arasında ki 3 kimlik yol barışın, dostluğun yanında o bölgede konuşulan her dilden söylenen şarkıların, halayların da harmanlaştığı, kirvelik makamı ile bir biri ile akraba olan ama asla bir biri ile evlenmeyen kültürlerin kardeşliği yoludur.
Üç dil, üç din bir ilçe ve iki mahalle. Bu topraklarda doğan her çocuk üç dil bilir, üç dinin geleneklerini bilir, bir birlerini olduğu gibi kabul etmiş ve binlerce yıl bir arada yaşamışlar.
12 Eylül sonrası yaşanan siyasi atmosfer ile bu birlik bozulmuş, Süryanilerin, Ezidilerin önemli bir bölümü doğdukları toprakları terk etmişler ve ilçe fakirleşmiş. Bir dil, bir din kaybolurken dokusunun değiştiğini, çöle dönüştüklerini orada yaşayanlar ve geride kalanlar Eskiden yaşanan hoşgörü bugün yok demekteler, yüzlerinde olan acıyı gizlemeye çalışırken. Eskiye yönelik özlem anıların dillendirildiğinde ortaya serilmekte… Ülkenin tarihi çizgisinde önemli bir kırılma olmadan ülkenin ne acısı tam anlaşılır ve de yorumlanır.
12 Eylül bu kırılmanın önemli bir ayağıdır.
Ülkede var olan devlet hakimiyetinin kağıt üzerinden kalkması ve pratikte uygulamaya sokulması anlamındadır. Tek dil, tek dil, tek din, tek kültür anlayışına uygun olarak var olan tüm renkler, diller, kültürler yasaklanmış, kullananlar ve savunanlar ise eziyete tabi kalmışlar. Çocukları cezaevinde olanlar bile çocukları ile anadilleri ile görüşememiş, gözleri ile acıları paylaşmışlar. O acıların yaratmış olduğu atmosfer içinde bu ülkeyi terk etmiş, sürgüne gitmiş, bir bölümü de korku ile bir yolunu bulmuş işçi olarak, damat, gelin olarak çekip gitmiş bereketli topraklardan. Toprağının her gözeneğinden bereket çıkan bu topraklar çöle dönüşmüş, taşlar ile yapılan binalar, göz nuru kapılar, el işlemeciliği ile ince ince dokunan kiliseler, evler yalnızlığa terk edilmiş, doğanın acımasız gücü karşısında topraklar ile buluşmasına sebep olmuş. Bugün dahi oralara giderseniz yıkılmış, toprağa karışmış bir ince işçilik ile karşılaşabilirsiniz. Toprak bereketin üzerini örtmüş, çöl kumu güzellikleri yok etmiş. Havada yine aynı kuşlar aynı rotalarından gelip geçerken, toprakta var olan renklilik yok olmuş… Dereler kurumuş, taşlar sökülmüş, mezar taşları artık parçalanmış olarak boş bir arazide durur olmuş. Bölgeye özgü üzüm şerbetinin kokusu kalmış, taslar boş kalmış. Dolu olanlarda eskisi gibi neşe ve heyecan vermez olmuş.
Bu bölgeye özgü aşiretlerin yapısı da yöreye uygundur. Aynı aşiretten köylerin biri Kürt, diğeri Arap, bir ötesi, Ezidi, diğeri Süryani olmasına rağmen hepsi bir aşiretin adı ile anılırmış. Bugünde varlıklarını koruyanlar varmış ama eskisi gibi birlik ve bütünlük içinde değil, tıpkı yöreye özgü el işçiliği süs eşyalarını yapan ustaların eskimiş bir fotoğrafta gösterilen anıya dönmesi gibi…
12 Eylül’ün yaratmış olduğu çöl fırtınası sonrası “çözüm süreci” adı verilen ama şimdilerde rafa kalkan süreç içinde eskisi gibi küllerinden doğan Süryanilerin küçük bir bölümü dönmüş, eski kiliseleri yeniden dönenlere verilmiş ama ne eski neşe var, ne de eskisi gibi güven!
Güven sarsılmış, terk edilen köylere muhacirler gelmiş yerleşmiş, yeşil bağlar olmuş birer çalılık! Şarabın günah olduğu yerde kokulu üzüm mü olurmuş, olmazmış işte. Var olan birkaç kilise için üretilen üzüm dışında bağlar eski rengini ve kokusunu topraktan almaz olmuş. İnsan dokusu gibi üzümün de dokusu değişmiş…
Bundan kırk yıl önce Türkçe ilkokula başlayınca öğrenilen, diğer diller ise yaşanarak öğrenildiği bir yerleşim birimiymiş. Her yerleşim biriminin kendisine özgü hikayeler, destanları, gelenekleri, görenekleri ve davranış alışkanlıkları vardır.
Acılar ve yok edilen kültürün neden yok edildiği bir kere bile sorulmuyor, sorulmuş olsa da orada yaşayanlar elbette gerçekleri olduğu gibi anlatamazlar, çünkü korku hala hakim, yaşananlar çok eskilerde kalmış bir şey değildir.
Çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ve Mezopotamya’nın göz nuru olan bu yerleşim yerinde ne kadar çok şey anlatılsa da hep eksik bir şeyler kalacaktır…
Hangi coğrafyaya giderseniz gidin bir birine benzer çocuk fotoğrafı çekebilirsiniz, sadece çocukların bulunduğu zemin değişir. Çocuk her yerde aynı şekilde güler ve kamera karşısında benzer pozlar verir. Çocuklar bütün kültürleri birleştirir, zaman içinde o kültürler arasında farkı insan ortaya serer. Çocuktan al haberi derler, evet geleceğin haberi çocuklar taşır ama büyükler çocukları ciddiye almaz, onların ortaklaşan gülüşünü görmek istemezler, çünkü dünya zenginliğini paylaşım savaşındalar. Dünyada olan dünyada kalır der yaşılar ama savaşanlar bunu da duymaz…
"Estel Midyat Arası" Esra Alkan, Uğraş Salman yaptığı belgeseli izlerken bunları düşündüm. Her eser bir düşünceye açılan kapıdır, belki birden fazla kapı aralar ama onu ancak zaman içinde farkına varırız. Belgeselde emeği geçenlere ne denir, ellerinize sağlık!

İsmail Cem Özkan

25 Ocak 2016 Pazartesi

Mazlumun yanından bakmak!

Mazlumun yanından bakmak!


Toplumun dönüşümünde her ilerici adım mazlumun yanından olmak ve oradan bakmak ile olduğunu tarih sayfalarını biraz kurcalarsanız farkına varırsınız. Eğer duruşunuzu iktidarda yer alan tarafından koyuyorsanız iktidarın sizin için düşündüğü iyiliğine katlanmak zorundasınız, çünkü hiçbir iktidar başkası için iyilik düşünmez, kendi iktidarını daha uzun sürdürebilmek için çıkar ilişkisi çerçevesinden bakar ve ona göre adımını atar. İktidarda olanlar her daim tutucudur ve var olanın değişmesini istemez. Popüler söylem ile istikrar bozulsun istemez.

İktidar da kim olursa olsun baskıyı temsil eder. Çünkü var olanı korumak ve değişimin önünde durabilmek için baskı aracını devlet eli ile kullanmak zorundadır.

İktidar mücadelesini kişisel mücadeleye döndürenler, olayı kişiselleştirip kişilerin yaptığı davranışlar üzerinden siyaset ve politika belirleyenler aslında var olan hakim düşüncenin ve ekonomi politikanın değişmesini istemeyenlerin yapmış olduğu mücadele yöntemidir. “Aslında politika iyi ama yönetenin kişisel hırsları bu iyi olanı kötü yapıyor ve tüm sorunlar bu kişinin ego sorunundan kaynaklanmaktadır” anlayışını temsil eder. Bugün iktidar mücadelesi yapan tüm siyasi partiler kişi üzerinden karşısındakine saldırıyorsa aslında sorunların üstünü örtmek ve devletin çıkarını koruyan bir duruşları olduğunu söylemek sanırım abartı olmaması gerek. Devlet politikası her şeyin üstünde gören ve devletin çıkarına göre duruşunu belirleyenler, iktidar mücadelesini kişiler üzerinden yaptıkları sürece var olan iktidarın değişimin imkansız kıldıklarını ve her seçimin birer referandum gibi algılanarak var olan dengelerin üç aşağı beş yukarı korunması anlamındadır. Kişiselleştirilen her siyasi iktidar mücadelesi öteki anlamında “ben halimden memnunum ve elimde olan ile idare etmesi beni rahatsız etmemektedir.” Muhalefet yapılar kendi iç iktidar mücadelesini acımasızca yaparken iç mücadele biçimi de kişiler üzerinden olmasına özen göstermektedir ve moda değimi ile bizim partinin geleneğinde ve ahlakında liderinin dışında konuşması ve liderin konuşması üzerine başkasının konuşması olmaz lafı dillendirilir. Lider her şeyi bilendir ve onun önsezileri / sözleri doktrin gibi anlaşılır, tartışılmaz. Liderin belirlediği teşkilat yöneticileri, liderinin daha rahat politika yapması ve kamuoyunda daha fazla ilgi bulması için ‘PR’ (Public Relations = Halkla İlişkiler) çalışması yapar. Liderin seçtiği teşkilat ise demokrasi gereği kongrelerde liderlerini seçer.  Liderin seçtiği milletvekilleri ve belediye başkanları ise yine kongrelerde liderlerini destekler ve gelecek seçimlerde bir daha seçilme şansları olsun diye. Demokrasi öyle bir sarmaldır ki, lider etrafında yapılmış örgütlenme içinde örülmüş bir çıkarlar ilişkisi bütündür. Bu ilişki ile bürünmüş siyasi yaşam elbette kişiler üzerinden olaylar yorumlanacak ve politika ve projeler her zaman geri planda kalacaktır. Geri planda kalan projeler de elbette uygulanan projelerden ve planlardan pek farkı olmadığı programlara bakarak görülebilir. Ülkemizin planlarının üzerinde her zaman ABD damgasını görebilir, güvenlik projelerinde ise NATO damgası sürekli yerini korumaktadır. NATO bilgisi ile kurulan Kontrgerilla faaliyetleri sonucu kaç insanımızın kanı toprağa düştüğünü kimse net olarak söyleyemeyecek konumdadır. 

İktidar yanından ya da onun belirlediği noktadan olaya bakınca değişimin ne kadar imkansız olduğunun farkına varmak kısaca anlattığım perspektif ile de ortaya çıkmaktadır. Değişim isteyenler, toplumu ileriye taşımak isteyenler her zaman çoğunluğun ve iktidarın penceresinden değil mazlumun ve azınlığın penceresinden bakmak zorundadır. Tüm toplumsal dönüşümler mazlumların iktidar ile girdiği mücadele sonucunda ileriye taşınmıştır, iktidar ise bu ilerici adımları zor ile bastırmış toprağın kan ile sulanmasını sağlamaktan başka şey yapmamıştır. Eğer bir ülkede her hangi bir azınlığın hakkı yok sayılır ise o ülke çağdaş, demokrat ve insan haklarına saygılı bir toplum değildir. ( Bu tanımın içinde Fransa ve benzerleri de yer almaktadır ve Fransa bana göre en barbar ülkelerden biridir, çünkü orada Bask ve diğer halklar yok sayılmaktadır. ) Azınlık hakları ve ona gösterilen saygı/ olanak toplumun hoşgörülü olup olmadığının da resmidir. Çoğunluk hakları her toplumda zaten korunur ama azınlıklar en ufak ekonomik dar boğazda ya da siyasi kaos içinde hedef olabilmekte ve toplumun nefret söylemleri ve linç kültürü onlar üzerine doğru dönmektedir.

Ülkemiz demokrat, çağdaş, ileri ve azınlıklara karşı hoşgörülü bir devlet yapısından çok uzaktadır. Devlet anlayışımız içinde hoşgörü kelimesi sadece havada sallanan bir balondan farksızdır, uygulamamız ve hukuk anlayışımız zor kavramı içinde yerini bulur. İktidara göre ve çıkarına uygun şekilde devlet olanakları değişim göstermekte ve kararları iktidarın o anki çıkarına uygun şekilde değişime uğramaktadır. Yasalarca hakimlere verilen kişisel tolerans hakkı iktidarın çıkarına uygun olarak kullanılmaktadır.

Mağdurluk her toplum için söz konusudur, önemli olan mağdur olanın bir daha aynı şekilde mağdur olmaması için o koşulları ortadan kaldıran düzenlemelerin yapılmasıdır. İlerleme ancak bu şekilde olması gerekirken, bizde bir birine benzer mağdurların çok olması ve gün geçtikçe de ortaya çıkması aslında biz yaşananlardan ders almadığımızı ve çoğunluğun haklarının korunduğunu idrak etmemize yol açmaktadır.

Yakın tarihimiz içinde birçok olay yaşadık. Bir biri ile bağlantısı olmayan ama bir biri ile iç içe geçmiş birçok cinayet, katliam yaşadık. Dink cinayeti, Trabzon’da öldürülen papaz cinayetinin devamı gibidir, Malatya’da işlenen misyoner cinayeti de onun devamı konumundadır. Katilleri farklıdır ama işleniş biçimi ile hedef seçimi aynı mantığın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Mağdurluk ortadadır ama onu ortadan kaldıracak hiçbir düzenleme olmadığı gibi yeni cinayetlerin oluşmasını sağlayan siyasi ortam her zaman mevcudiyetini korumaktadır. Bu olaylardan ders alıp nasıl bu cinayetleri önleyebiliriz konusunda yasal/idari hiçbir düzenleme olmamıştır.

Halk olarak bizler, bir Ermeni öldürüldü “hepimiz Ermeniyiz” diyerek mağdurun arkasında ve yanında olduğumuzu ilan ettik…

Ben kişi olarak mazlumdan yanayım ve mazlum Kürt olmuş, Süryani olmuş, Laz olmuş, Ermeni olmuş, Gürcü olmuş… diye bakmam, onun yanında durur, ezilmemesi için, yaşaması için, birlikte yaşayabilmek için onun yanında dururum, tıpkı Hrant'ın yanında durduğum gibi…

Mazlumların hakları verilirse hayat daha güzel ve yaşadığım yerler daha renkli olur. Azınlıkların hakları olduğu sürece özgürlüklerden, hoşgörüden bahsedilir, yoksa hakları; orada ne özgürlük olur ne de hoşgörü. O yüzden her gün ölen her Kürt ile ölüyorum, her acı çeken ile kanıyorum, her göz yaşına ortak oluyorum…

Artık yeter!

Bu kadar acı çektirmeyin bize, birlikte yaşayalım!


İsmail Cem Özkan

20 Ocak 2016 Çarşamba

Harakiri ya da kendi kendini yok etmek!

Harakiri ya da kendi kendini yok etmek!

Ülke tarihi içinde birçok kırımla yaşanmıştır, yaşanmaya da devam etmektedir. Her kırılma geçmiş ile bağlantısı olan hareketlerin ve toplumsal ilişkilerde değişim anlamına gelir. Her değişim pozitif anlamında değildir, birçok davranış alışkanlığımızın da tarihin çöplüğüne atılması anlamına gelen negatif yönü de mevcuttur.

Siyasi örgüt olmanın temel üç saç ayağı olduğu vurgusunu değişik zamanlarda yazdığım yazılarda vurguladım, onların başında para, lojistik ve istihbarattır. Bunlardan birinin eksik olması o siyasi hareketin örgüt olup olmadığı tartışma konusu içinde yerini alır. Bugün devlet denen mekanizma bu üç saç ayağı üzerine oturmuş ve baskı aracını da bu ayakları yere basan örgütlenmesi sayesinde yapmaktadır. Devletin olanağını kullanan her siyasi parti ve yapı ondan aldığı güç ile rakiplerini baskı altına almakta ve hatta onlara yaşam alanı dahi bırakmamak için her türlü kanun dışı ama fiiliyatta olan uygulamayı hayata geçirmekten geri durmadığını da şahitlik ediyoruz.

Türkiye sol hareketi kendi içinde tutarlı örgütlü bir tarih çizgisine sahiptir. Örgütsel yapısı içinde insanını çabuk harcayan ve tarihin çöplüğüne atarken günahlarını ve uydurulmuş günahları açıklamaktan çekinmemiştir. Mahkum etmiş, yargılamış ve işe yaramaz diyerek de damgalamaktan geri durmamış, hatta bir bölümü Sibirya toplama kamplarına gidenlerin arkasından el sallamayı da unutmamıştır. Örgüt içi hesaplaşma veya başka söylem ile cinayet farklı gerekçeler sürülmüş olsa da varlığını hep korumuştur. Örgüt içinde liderlik kavgası ve tek doğru kavramı hep var olmuştur. Dergiler, örgütün doğrularını yazmış ve taraftarlarının ve sempatizanlarının da o doğruları mutlak doğru kabul ederek sol yapılar arasında yaşanan çatışmaların da gerekçeleri olmuştur. Kapitalist sistem eleştirisi var olan sosyalist sistemleri mutlak doğru kabul edenler ile bunların dışında orta yol yerel denemeleri de kendisine doğru kabul edenler kendi hakimiyetleri altında başka devrimci örgütlerin yaşaması ve gelişmesi için olanak vermemiştir. Merkezi örgütlerin bu şekilde katı uygulamaları, kırılma süreci ve sonrasında yaşanan sorunlarında temel nedenlerinden biri olarak gördüğümü baştan belirteyim.

Çıkış noktaları ve zamanı farklı olan sol hareketleri birleştiren devletin onlara yaptığı operasyonlar ve karalamalarıdır. Devlet solu tek tipleştirmiş ve hepsini düşman olarak görmüştür. Kontrgerilla eğitimi ve uygulamaları solu yok etme üzerine kurmuş ve onlara uygulanan her zulüm meşru görmüştür. Türkiye kendisine özgü tarihi içinde solu besleyen öteki olarak kabul edilen toplumsal katmanlardır. Kürtler ve aleviler sol yapıların ana omurgasını oluşturmuş olmasına rağmen, sınıf merkezli örgütlenenlerin içinde ırk ve din / mezhep ayrımı en azından tartışmalar içinde gündeme gelmemiştir. 12 Eylül zindanlarında azınlıktan gelen örgüt üyeleri birbirlerini sahiplenmesi ve örgüt ayrımı yapmadan bir arada dayanışma içinde olmaları eteklerde birikecek taşlar için ileride bir neden olarak güdeme gelecektir.

Sol, içinde ki çatışmaları ve sonuçlarını gerçek anlamda özeleştiri mantığı içinde üzerine gitmemiş ve bir daha oluşmaması için örgütsel yapısını değiştiremediği için sol içinde ve sol yapılar arasında çatışmalar güçlü olduğu süre içinde her daim varlığını korumuştur. Çatışması gereken kesim ile çatışma yerine sol bir biri ile girdiği güç kavgasında önemli kadroları kaybetmiştir. Bu durum ileride oluşması muhtemel güven ortamı için güvensizlik yaratmış ve bu güvensizlik ortamında oluşan her türlü birlik ve cephe girişimi gerçek anlamda başarılı bir iş yapmadan dağılmasına sebep olmuştur. Saldırganın ortak olduğu yerlerde sol yapılar ortak mücadele alanında yer almış, birlikte savunma konumunda kalarak daha fazla ölümlerin oluşmasını engellemiş olsalar da bu birliktelik yerel olmaktan öteye bir anlam ifade etmemiştir.

Solun hakim olduğu bölgelerde kendi kitlesini oluşturan tarafsız gibi (ya da başka yapılara sempati duyanlar) gözüken insanına sahip çıkmamış, örgütsel gücünü yandaş olarak gördüklerini koruma üzerine kurmuştur. Bu tercihini hiçbir şekilde sorgulamamış olması kırılma süreci içinde kendisini arkadan hançerleyecek yapıların kendi içinde yeşermesine olanak vermiştir. Sonuç da özeleştiri eksikliği ve olayların peşinde sürekli olaya göre hamle yapmak zorunda kalan solun 12 Eylül sonrası oluşan atmosfer içinde örgütlü bir şekilde dağılmasına sebep olmuştur.

12 Eylül, Türkiye sol hareketinin örgütlü bir şekilde yok olmasına olanak sağlayan ortamı yaratmıştır. O ortamda solcular örgütlü gücünü korumak yerine kızgınlıkları ve hayal kırıklıklarını toplayarak ‘eteklerine taş’ biriktirmişlerdir. Eteklere toplanan taşlar o kadar güçlü gerekçelere dayandırılmıştır ki, örgütlü olarak yargılananlar kendilerini örgütlü olmadıklarını ispatlamaya girişmiş...

Örgütsel yapısını elinde bulunduranlar örgütü, örgütlü ve sistematik olarak zamana yayarak 12 Eylül öncesi ile var olan tüm bağları zayıflatmaya ve hatta tamamı ile yok etmek için eteklerde oluşan taşları gerçekçe göstererek örgütsel olması gereken kanallar yok edilmiş, birlikte Filistin askısında ifade verenler arasında diyaloglar bile kopmuştur.

İşkenceden geçen sol, duvarlara sesini bırakırken, aslında başka şeyleri de işkence duvarlarına asıyordu. İşkence sistematik olarak hapishanede de devam etti, kafese konanlar, hücrede tecritli yaşayanlar, hayattan kopmuş kendi can derdine düşmüş merkezi yapıların bireyleri olaylara müdahil olmak yerine, olayların kendilerine müdahale etmesine izin verdiğini cezaevinden çıktıktan sonra yaşanan tartışmalar ve örgütsel olarak çıkan dergilerde satır aralarına düşen kelimelerden çıkarıyorduk.

Ölenlerin hepsi onurumuzdur ama ya yaşayanlar?

12 Eylül mahkemelerinin vermiş olduğu kararlar sonrası cezasını çekenler, zaman içinde göreceli olarak özgürlüklerine kavuştuktan sonra dağılmış olan örgütsel yapısını toparlamayı acil iş olarak görmeyen ama geçmişten gelen isimden aldığı güç ile örgütsel yapılar arasında nasıl bir gelecek ve yaşama nasıl müdahale ederiz içerikler ile toplantılara müdahil olan geçmişin lider kadrosu, toplantılarda kararlar alınıyor ve yasal zeminde birlik adı altında partiler ve dernekler kuruluyordu. Ortak bir şey yapılması gerektiği fikriyatı öne sürülürken, kimse bulunduğu zemini ve örgütsel gücünü tartışmaya bile açmıyordu. Bireyler yana yana geliyordu, ortak bir şeyler oluyordu ama ortada onları ileriye taşıyacak ne fikir birliği ne de ortak mirası ileriye taşıyacak örgütsel yapısı vardı.

Genel anlamda sol dağılmıştı, dağılmayanlar ise büyük yaralar almıştı. Nefes alamaz koşullar içinde yurt dışından gelecek para ve dışarıda kalmış henüz ilişkiler deşifre olmamışların ilişkilerin yaratmış olduğu taze kan ihtiyacını karşılıyordu, fakat her ne kadar aktarma su ile değirmen dönmeyeceği gibi 12 Eylül ile sonrası oluşan zeminin farkları net olarak tespit edilmemiş, somut duruma uygun somut tahlil yapılamıyordu.

Yapılıyor gibi yapılıyor ama daha çok duygusal yorumlar olduğu zaman içinde ortaya çıkıyordu, çünkü her şey konuşuldu denilen birlik çatıları altında sorunlar ortaya çıkıyor ve duruş noktasına göre değişen olaylara bakış değişim yaratmıştı.

Kürt ulusal hareketlerinin yaratmış olduğu yeni mücadele alanı ve ilişkileri artık hiçbir şeyin eskisi olamayacağını işaret ediyordu.

Yeni konumlanmış ülkenin siyasi zemini, Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi işlemeye başlamış, kan ile para kazanan liberal ekonominin hakim olduğu düzlemde sol hala eski alışkanlıkları ile duygusal olaylara bakma eğilimi içinde ama eteklere biriktirilmiş taşların da atılamadığı ve ayak bağı olduğu bir sürecin içindeydi. Bu süreç örgütlü yapıların bir bölümü örgütsel olarak eskisini yok etmek ve yeniden konumlanmak için uygun koşulların oluşmasını olayların akışına izin vermiş, müdahil olma yerine izlemeyi seçmişti.

Birlik arayışları Özgürlük ve Dayanışma (ÖDP) ile taçlandırılacak ve bu süreç açıkça örgütlü yapıların yeniden biçimlendiği ve ayrıştığı süreci ne olarak ifade edecekti.

Yeni somut duruma uygun olarak Kürt sorunu merkezli tartışmalar yeniden yapılanmayı ve örgütlenmenin yollarını açacaktı. 12 Eylül öncesi ülke gündemine müdahil olacak kadar kitlesel örgütlerin artık kitlesel olmadığı kurulan yeni siyasi partilerin seçimlerde gösterdiği performans ile ortaya çıkacaktı.

Görünen ile somut olan arasında oluşan algı farklılığı yeniden duygusal birliktelikleri oluşturmuş, sol içinde hiçbir zaman olmayan tartışmalar yeniz zemin üzerinde ortaya çıkacaktı. Bu süreç örgütlü olanlarında artık örgütsüz bireyler topluluğu haline dönüştüğü süreci yarattı.

Geçmişin sembolleri ve dergileri söz söylemek için kullanılan birer simgeye indirildi, yeni söylemler bu simgeler üzerine oturtulmaya çalışıldı. Duygusal bir arada duranların duygusal olarak bireyselleşmeleri bir bölüm bireyin geçmişin ticari olarak nasıl kullanılacağı konusun önünü açmıştır. Var olan sosyal demokrasi partisi içinde ihale almak ve ihale işlerini yürütmek için geçmişte yaratılan ilişkiler açıkça kullanılmış ve eteklerde oluşmuş olan taşlara daha fazla taşın birikmesinin de yolunu açmıştır.

Maddi anlamda zenginleşen ve fakirleşen ve sahipsiz bırakılanlar arasında uçurum artmıştır.

Bu sürece müdahil olması gerekenler sessizce olayları izlemek ve olacağı yere kadar gitmesi içinde sessizlik içinde kalmayı tercih etmişlerdir. Liberal düşünce ve yaşam biçimi adlandırılmadan ve etiketlendirilmeden sol yapıların da üzerine yapışmış ve kimse bu etiketi üzerinde atmak içinde hareket dahi etmemiş, sessizce olayı geçiştirmişlerdir.

Sol, 12 Eylül tarihinden önce başlayan yenilgi sürecini, 12 Eylül sonrası cezaevi süreci sonrasında tamamlıyor ve yeniden örgütlenmek için yol arıyordu.

Olaylar ister istemez bireyleri bir birinden uzaklaştırmış, bir bölüm ise inat ile yan yana durmayı seçerek belki de istem dışı üstlerine kalan yapılardan nasıl yeniden örgüt kurabiliriz ve yeniden nasıl yaşama müdahil oluruz arayışına girmiştir.

Dağıtılan ve yıkılan örgüt taşlarından yeniden yaratılmaya çalışılan bir birliktelikler bu süreçte devam etmektedir.

Elbette, hayat ve tarih boşluk kabul etmez, yaratılan boşlukların yerini mutlaka bir şeyler alır, ama bu boşluklarda oluşanlar ne kadar sol ve ne kadar örgüt olarak adlandırılacaklarını tarih ileride bize anlatacaktır.

Tarihsel kırılma süreci içinde en son büyük kırılmada Türkiye sol hareketi genel olarak neden harakiri yaptı?

Bu soruya verilebilecek her yanıt gelecek için atılacak adım için önemli ipuçlarını vereceğini düşünüyorum. Çünkü kırılma zamanında ve sonrasında oluşan siyah noktalar içinde yaşananları dışarıdan bakan bizlerin bilebileceği somut veriler elimizde yok. O süreci yaşayanların önemli bölümü ne yazık ki doğanın yasası ve yaşadıklarının ona vermiş olduğu hastalık ile aramızdan ayrıldılar, ayrılmayanlar ise duruş noktalarına göre yaşanmışlıkları henüz gerçek anlamda anlatmadıkları için bilgi kırpıntısı ile ancak hissedebiliyoruz. Hissettiklerimizi ise ne yazık ki her zaman dillendiremiyoruz, çünkü var olana zarar vermesin, hiç yoktan eldekiler ile idare edelim duygusal tepkisi ile olaylara bakıyoruz.

Sol örgütlü yapıların önemli bir bölümü, büyük kırılma ile örgütlü olarak kendilerini yok ettiler, şimdi o yıkıntılardan yeniden yapılar kurulmaya çalışılıyor.

Geçmişin yapı taşları ile yeniden geçmiş yaratılamaz ama geçmişi eleştiren ve bir daha olmaması için önemli dersleri bize verebilir.


İsmail Cem Özkan

7 Ocak 2016 Perşembe

Yıldönümünde taciz!

Yıldönümünde taciz!

Bundan bir yıl önce İslamcı militanlar Paris’te yayın yapan ve mizahtan başka bir şey yapmayan Charlie Hebdo dergisini basarak mizah ustalarını öldürdü. Bu mizah ustalarının ölüm günlerine denk gelen günlerde Köln garında taciz olayı gündeme düştü. Köln polisinin açıklamasından taciz edenlerin İslamcı oldukları ön duygusu verilmekte ama direkt olarak isimlendirmemekteler. Suriye ve Irak gibi ülkelerden gelen ve bütün Avrupa’yı doğudan batıya yürüyerek geçen mülteciciler bu olayın faili olarak gündeme getirildi.
Olaylara karikatürize ederek bakarsak gerek Charlie Hebdo baskını gerek Köln garında gerçekleşen olay bir kurgunun sonucu olduğu hissiyatı güçlü bir şekilde bende oluştu. Çünkü Almanya / Fransa polis devletidir ve her türlü önlemini yılların birikimi ile almış ve polis’ten habersiz hiçbir şey yapılamayacağı gerçeği ile karşı karşıyayız. Alman istihbaratı her türlü olumsuz durumdan sonuç çıkarmış ve bir daha aynısını yaşamamak için önlemini almış güçlü bir örgütlenme ve gelenek sahibidir. Bizdekiler gibi işkence ile sonuç almaz, olayların izlerini sürer ve o sürmeden çıkardığı tecrübeyi meslektaşlarına aktarır. Bu gelenek Prusya İmparatorluğundan başlayarak, bugün birleşmiş Almanya istihbarat için geçerlidir. Alman istihbaratı çoğu zaman diret istihbaratçı çalıştırmak yerine dolaylı istihbarat bilgileri toplayanlar eli ile çok gelişmiş bir bilgi hazinesine sahiptir. O kadar gelişmiş bilgi hazinesi vardır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun kirli çamaşırları bile orada durmaktadır. Bırakın son dönem teknoloji ile elde ettikleri bilgileri.
Fransa’daki saldırı masum değildir, saldırının olduğu dönemlerde yazdığım yazılarda da vurguladım, gelişmiş bir emperyalist kültürün kendi topraklarında olacak her türlü olumsuz olayı önceden tespit edip engelleme özelliğine sahiptir. Fransa açık sömürge döneminde sömürgelerden gelebilecek terörist ve anarşist (Fransa öyle adlandırmış ama bana göre bireysel saldırılar dışında örgütlü bağımsızlık mücadelesi bu kavramlar ile tanımlanamaz.) saldırırları nasıl kendi toprağına ulaşmadan yok ettiğine dair birçok kayıt ararsanız bulabilirsiniz. Topraklarına yakın Cezayir’de gerçekleşen iç savaş (kurtuluş savaşı) Fransa’yı ateş çemberine atmamış, aydınların başkente gösterileri ile sınırlı kalmıştır.
Gerek Fransız gerek Alman istihbarat örgütleri ve birleşik hareket ettikleri ortak yapılanmalar Avrupa üzerinde olabilecek her türlü siyasi girişimi titizlik ile takip eder ve kendi iç kamuoyu için bazı olayların olmasına ya izin verir ya da kendisi yapar düşman olarak görülenlerin üstlerine yapıştırılır.
Alman güvenlik güçlerinin izin vermediği her türlü protesto eylemi katı bir şekilde bastırılır ve insan hakları hemen askıya alınır. Gözlerden uzak hücrelerde gerçekleşen intihar eylemleri olarak kamuoyuna sunulur…
Köln tesadüfen seçilmiş bir yer değildir, yabacıların yoğun olarak yaşadığı ve ülkelerine gönülden bağımlı vücutları orada kalpleri ülkelerinde atanların gettolarda yaşadığı bir merkezdir. Köln belediye başkanın seçimi ve seçim öncesi yaralama olayı da bir kurgunun parçası olarak tarihin bir yerine not olarak düşülmüştür. Köln, Hitler Almanya’sında Homoseksüellerin ilk toplama kampı olarak dikkat çeker ve bugün Fuar alanı olarak kullanılan yerde toplu infazlar ile tarihten bize not gönderir. Katoliklerin içinde yaşayan Yahudilerin evlerinden tek tek alınıp toplama kamplarında ölüme gitmeleri bugün dahi Köln sokaklarında birer metal üzerine not olarak varlığını korur. AİDS hastaları için bile (tarihin karanlık döneminde yaşanan katliamı bir nebze de özür anlamına gelen) taşlar üstüne isimleri Köln eski merkezinde sahil kenarına doğru durmaktadır. Köln Nazi döneminden sonra ilk başbakan veren şehirdir ve Katedral ile sembolize edilerek Katolik dünyası için önemli bir merkez olarak dikkati çeker. Kısaca Köln tesadüfen seçilmiş bir merkez değildir ve geçmişin katliamından ders alan şehir belediyesinin mütevazi hoşgörü kültürünün nasıl kötüye kullanılabileceği ve hoşgörü şehrinin daha da sağa kaymasını olanak veren ortam için seçilmiştir.
Hoşgörülü bir Avrupa istenmemektedir. İslam düşmanlığı toplum içinde yaygınlaşması Ortadoğu’ya doğru yapılan kirli siyasetlerin ve ticaretin üstünün kapanması anlamındadır. Federal hükümete baskı yapmak isteyen bazı odaklar bilerek ve isteyerek bu merkezde gerçekleşen olayı daha katı bir İslam düşmanlığına ve yabancıları dışlamaya doğru kullanarak Almanlar arasında var olan sorunları bastırmak için kullanacaktır. İşsizlik, enflasyon, doğu Avrupa’da Rusya karşısında zayıf düşen Alman politikası Alman geleneğine geçmişine yönelik zafiyet olarak gören güç odakları Almanya içinde vardır.  Yeni Ortadoğu içinde güç olarak yer almak isteyen Alman silah sanayisi işverenleri için mülteciler önemli koz vermektedir ve istedikleri ortamı yaratarak merkezi hükümeti sıkıştırıp silah sanayisinde kirli ilişkilerin üstünün bir daha açılmamak üzere kapanmasını talep ettiği duygusunu bende oluşmasına sebep olmaktadır.
Mülteciler ve İslamcı militanlar aslında birileri için birer neden sonuç ilişkisi içinde maşa/araç görevini görmekte ve silah sanayisinden çıkarı olan güç odakları için istenilen politikalar için ortam hazırlanası/ lobi faaliyeti için kullanılmaktadır. Bu durum gerek Fransa ve gerek diğer Avrupa ülkeleri içinde geçerlidir.
Charlie Hebdo dergisinin baskının birinci yılında garda gelen taciz skandalı bir skandal değil, bir kurgunun parçasıdır. Bu parçaya alet olanlar ne yazık ki başlarına örülen çorabın farkında değillerdir, farkında olanlarında artık yapabilecekleri ellerinde güç yoktur. Hibrit savaşlarının kuralları gereği birileri birilerinin adına savaşmakta, mülteci olmakta ve Avrupa / Amerika’da kendi iç kamuoyunun gücünü arkasına almak isteyen sağ politikaların güçlenmesi için birer araçtır. Kurgu olduğunu bile bile birçok kişi bu oyunun parası olmuş ve sol politikacılar / aydınlar / sanatçılar bu kurgu içinde demokrasi kuralları içinde yok edilmiş ve edilmeye devam edilmektedir.
İsmail Cem Özkan


4 Ocak 2016 Pazartesi

Savaş gerisi…

Savaş gerisi…

Savaş gerisinde (cephe gerisi) kalan halklar her zaman erk sahibini destekleyenlerin gözünde potansiyel düşmandır ve savaş durumunda gelip hançeri sırtından saplayacağı inancı yaygındır.  Bu inancı her dönem erk sahibi olan iktidardakiler sistematik ve düzenli bir şekilde gündemde kalmasını sağlamış ve düşman gördüklerine karşı her dönem örgütlü olarak saldırmış, onları provoke etmiştir.
Osmanlı döneminde düşman Yahudiler ve Hıristiyanlardı. Ulus devleti şeklinde oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti devletinde ise azınlık ve dışında kalan ‘diğer/öteki’ olarak kabul edilen her kültür, inanç, halk düşman olarak görülmüştür. Ve devlet eline geçen her fırsatta düşman olarak gördüklerini cezalandırmıştır. Ölen her daim ötekilerden olmasına rağmen suçlu da yine ötekilerden bulunmuştur. Gerek işbirlikçi, gerek dönekler yanında yasalar ile suçlu her dönemde öteki olarak kabul edilendir.
Osmanlı çökme dönemi ve Türkiye cumhuriyeti kuruluş ve yapılandırma döneminde bir çok toplu kanlı olay olmuş ve resmi tarih hepsinin üstünü ya örtmüş ya da devlet, istemeyen bazı odaklara karşı savaşmış olarak gösterilmiştir. Gerek gördüğüne İngiliz ajanı, gerek gördüğüne Amerikan Mandası isteyen, gerek gördüğünde suç bulamamış olmasına rağmen dava dosyaları yok edilen ama İstiklal Mahkemesi /devamı olan mahkemeler (olağan üstü, devlet güvenlik…) tarafından verilmiş idam cezaları tarihin karanlık dehlizlerinde bulunmaya devam etmektedir. Türkiye, Osmanlının devamdır, düşman kavramını da oradan miras almıştır. Abdülhamit ve İttihatçı paşalar tarafından uygulana cephe gerisini temizleme operasyonları bugün dahi canlılığını korumakta ve savaşa göre cephe gerisinde yer alan öteki kabul edilenlerin üstünden düşük yoğunluklu savaş baskısı ortadan kalkmamıştır. Barış dönemi gibi gözüken dönemlerde asimilasyon politikalar acımasızca uygulanmış, yatılı okullar/ devlet okulları ve askerlik zor ile devletin dilini, dinini ve mezhebini kabul ettirilemeye zorlanmıştır. Bu suç sistemlidir, düzenlidir ve hukuka uygun şekilde milyonlarca insanın gözü önünde ama çoğunluğa hissedilmeden yaptırılmaktadır. Devlet erkini kim eline geçirirse geçirsin bu devlet politikası aksaksız ve düzenli bir şekilde yapılmaya devam etmektedir.
Bölgemiz Ortadoğu kirli oyunlarının olduğu bir bölgede yer almaktadır ve bu bölgenin enerji kaynaklarının önemli bir bölümüne ev sahipliği yaptığından hala paylaşım ve çıkar çatışmalarının merkezindedir. Emperyalist devletlerin çatıştığı alanda orada yaşayan halklar ne için, kim için ve neden savaştıklarını bilmeden iç savaş ve bölgesel savaşların hiç bitmeyen kıskacı içinde yaşamaya ve çevresinde savaşı yaymaya devam etmektedir. Ortadoğu ülkesi konumuna düşen Osmanlının devamı olan ülkede bu savaşlardan elbette nasibini almaya ve ekonomik / teknolojik anlamda her dönem bağımlılık ilişkisinde yaşamaya ve ayakta kalmaya çalışmaktadır.
Türkiye kuruluşu her ne kadar resmi tarihe göre Kurtuluş savaşı sonucunda bağımsızlığını kavuştu denilse de politika ve tarih bilgisini karşılaştırmalı inceleyenler için bu yalanın pek değeri yoktur. Türkiye zamanın koşullarına uygun olarak tampon bir ülke olarak kurulmuş ve zaman içinde NATO’ya üyelik ile artık Sovyet bloğunun sınırında duvar olma özelliğini benimsemiştir. Türkiye’yi kuran anlayış ulus devletinin tanımına uygun olarak devletini biçimlendirirken sermayesini uluslaştırma adına azınlıkların elinde bulunan sermayeyi zor ile Türkleştirmiş ve yeni zenginler yaratmıştır.
Türkleşen sermeye ama Osmanlıdan kalan ama istenmeyen Kürt ve Alevi nüfusun nasıl eritileceği konusu her dönem için cevaplandırılması gereken bir sorun olarak kalmıştır. Açık saldırı yanında asimilasyon politikaları özellikle bunlar üzerine yoğunlaştırılırken, daha az nüfuslu Hemşin, Laz, Pontus’dan kalan Rumlar, Çerkezler, Arnavutlar, Makedonlar… ve diğer halklar ve kültürler de bu politikalardan etkilenmişlerdir.
Türkiye yeni bir Ortadoğu savaş girdabının içine hızlı bir şekilde çekilmektedir. Çünkü son 20 yıllık ülkeyi yöneten anlayış, bağımlılık ilişkisini daha da güçlendirmiş ve kendi çıkarını öne alarak özelleştirmeyi halk adına ama yandaş lehine yapmıştır. Devlet küçülürken elde ettiği gelirler dolaylı vergilere doğru kaymış ve bütçe açığını kapatamayacak, tüketime dayalı bir kültürün yerleşmesine de sebep olmuştur. Sürekli ekonomik kriz ve onun dolaylı etkisi olan siyasi kriz ülkenin iç işleri kadar dış işlerini de etkilemiş ve bütçe açığını bir koyup üç alma telaşı ile komşu ülkelerin iç işlerine ve Ortadoğu savaş ortamına doğru cüretkar hamleler yapılmasına neden olmuştur.
Özal’ın liberal savurganlığını bugün ki dört eğilimi temsil ettiğini söyleyen de parti de daha açıktan yapmaktadır. Irak savaşı ve sonrası yaşanan kaotik ortam mezhep savaşına doğru eğimlendiği bir ortamda cephe gerisi düşman tanımına göre Aleviler hakkında olur olmaz fetvalar verilmekte, düşman olarak gösterilerek cephe gerisinin boşaltmak için hamleler (katliam girişimleri) olma olasılığı artmıştır. Zaten düşük yoğunluklu savaş ile Kürtler açıktan katliamlara uğramakta ve köyleri, ilçeleri boşaltılmaya devam etmektedir.
Ermenilere yapılan ‘tehcir’ yerine başka bir uygulama bugün devletin gizli odalarında senaryolaştırılmakta ve ona göre ortam yaratılmaktadır.
İran ve Suudi Arabistan gerginliği elbette basit ve sıradan bir olay değildir. Ortadoğu bataklığında mezhep savaşı demektir. Suudiler dünyada İslam adına terör yapan her oluşumun içinde maddi olarak yer alırken (Hibrit Savaş kuralına göre) şimdi kendisi bir maşa konumuna düşmektedir. Saddam Hüseyin’e verilen rol bu sefer Suudilerin tanınmayan prenslerine ve kralına verilmektedir.
Mezhep savaşı Osmanlı’nın en çok sevdiği savaştı, şimdi onun devamcısı devlet mezhep savaşı yapmak için hızlı adımlar ile çöl kumlarına doğru sürüklenmektedir. Elbette bu mezhep savaşının galibi olmaz, ama çöl kumları kana doyacaktır. Çöl kumunda kırmızı güller kan ile sulanarak açacaktır.  IŞİD mezhep savaşının en açık Hibrit savaş aracıdır. IŞİD’i kuran ve besleyenlerin birlikteliği artık saklanamayacak konumundadır.
Cephe gerisi senaryosu bugünlerde bir yerlerde biçimlendiriliyor. Bu savaşta cephe gerisinde kalacak halklar bir arada bir birini desteklediği sürece devletin yönetenlerin macerasına uymayacak ve kendi ayakları üzerinde kendi kaderlerini çizecektir. Mezhep savaşları bizim savaşımız değildir, savaşa katılmayacağız!
Cephe gerisinde yer alan halklara kalkacak her el kırılmalıdır, aksi halde kim, ne için, kimler için savaştığını bilmeden bir birini boğazlayacaktır…

İsmail Cem Özkan