Galata Gazete


29 Şubat 2016 Pazartesi

Sessizliğin içinden

Sessizliğin içinden

Duyan insan için sessizlik tanımı farklıdır, duymayan için ise yabancı bir kelime… Sürekli sessizlik içinde yaşayan birinin ses çıkarması tamamı ile ellerinin ve parmaklarının maharetine bağlıdır, eğer parmaklar olmazsa onların sesi çıkmaz, tamamı ile sessizliğin içinde kendisini ifade etmesi, derdini anlatması çok zor bir durum olsa gerek. Duyan ve gören bizler için duymayanların duyguları, hayata bakışı yabancıdır. Onlar adına kararlar alırız, onların adına yollara çizgi çeker, oradan ilerlemesini bekleriz.
Sessizliğin içinden Mark Medoff kelimeleri ile engelli olarak gördüklerimizin mesajını sahneden bize taşımaktadır.
İşitme engellilerine özel eğitim veren bir okul bir sahnenin ortasındadır. Okulun müdürü ve okula yeni gelen bir öğretmen bir sınıftadır. Okulun müdürü (Mr. Franklin) yılların tecrübesi ile yeni gelen öğretmene (James Leeds) tecrübesini aktarmaktadır. Öğrenciler ve çalışanlar ile ilişkilerine dikkat etmesini ve müfredata uygun davranmasını beklediğini söylemektedir. Kendisinden önce orada eğitim verenlerin neden gittikleri konusunda da ipuçlarını vermektedir. Kısaca dikkatli olmasını ve davranışlarını kontrol etmesini istemektedir. Müdür öğrencileri ile iyi ilişki kuran ve işinde başarılı olan Leeds’den eğitim saatleri dışında özel bir istemi vardır, okulda temizlik görevlisi olarak çalışan Sarah Norman’nın işaret dili dışında sesi kullanmadığını ve içe kapanık biri olduğunu, dudak okuması konusunda öğrencilerin seviyesine gelmesi için yardım etmesi konusunda ricada bulunur. Sarah dudak okumayı ret etmiş ve kendisi gibi sessizliğin içinde kalanlar ile ilişkilerini ilerletmiştir. Onun tepkisi aslında çevresinedir. Kendisi adına başkası karar vermesine karşı sessiz bir eylem içindedir.
Sarah’ın en iyi arkadaşı (Orin) dudak okumayı bilmekte ve sesini kullanabilmektedir. Hem dudaktan çıkan işaretleri ve sesleri iyi izleyebilmekte ve başarılı bir şekilde karşılık verebilmektedir. O almış olduğu eğitim ile sesini kullanabilmekte, gerek gördüğünde parmaklarını ses olarak yardımcı öğe olarak kullanabilmekte.
Orin, devrimcidir. Kıyafeti ve konuşması ile değişim için mücadele ettiğini sessizliğin içinde ilk etapta seyirciye aktarmaktadır. O okulda işleyişinden rahatsızdır ve değişim istemektedir. Arkadaşları adına konuşabilmekte, gerek olduğunda öğretmenin adına derse girip arkadaşlarına liderlik yapabilmekte ve tecrübesini aktarabilmektedir.
Okul müdürü (Mr. Franklin) sağır ve dilsiz değildir, o aldığı özel eğitim ile sessizliğin içinde yaşayanlardan farklıdır, onların iyiliği için orada okulu ve sessizliğin içinde yaşayanları yönetmektedir. O kurumun nasıl olması gerektiğini belirleyebilmektedir. Otoriteyi temsil etmektedir.
Okulun temizliğinden sorumlu Sarah, okulun vermiş olduğu dudak okumayı ret etmiş, verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışan bir çalışandır. Ailesinin yanından ayrılmış, okulun vermiş olduğu odada yaşamakta ve hayatını okulun sınırları içinde geçirmektedir. Onun dünyası şimdi okul ve okul içinde yaşananlardır. Sessizce kendilerine yapılan haksızlığa karşı pasif direniş içindedir.
Leeds, ideal öğretmendir. Öğrencileri ile ilişkileri çok iyidir. Meslek ilkelerine uyarken, farklı yöntemleri eğitim için kullanmaktan çekinmemektedir. Her öğrencisini ayrı değerlendirmekte ve kişiye özgü eğitimi elinden geldiğince yapmaktadır. O güne kadar dudak okumayı ret eden Sarah’a özel eğitim vermeye başlamıştır, fakat beklemediği bir direnç ile karşılaşmıştır. Bu direnç Sarah’a karşı duygusal yakınlaşmayı da beraberinde getirmiştir. Bu duygusal yakınlaşması karşılıksız değildir. Bu yakınlaşma ile birlikte altan alta gelişen bir direnişin de farkına varacak e onların dünyasını daha yakından anlayacaktır. Sarah kendi dünyasına taciz eden “normal” insanlara karşı öfkelidir ve bu öfkeye Leeds’de dahildir. Bir yandan yakınlaşırken, öte yandan geçmişte yaşadıklarını bu ilişkiye yansıtır.
Leeds, Sarah’ı daha yakından tanımak için annesi ile görüşmeye gider. Annesi uzun zamandır kızından haber almamaktadır, ilişkisi çok zayıftır, çünkü Sarah’ın öfkesini besleyen “normal” insanlardan biridir. Onun adına kararlar almış, gerekli gereksiz hastanelere, doktorlara gitmişler. Her gittiği uzman kişi farklı teşhisler ve farklı tedavi yapmış. Bu Sarah’ın öfkesinin daha artmasına sebep olmuş, normal çocuklar ile ilişkisi erişkinliğe geçiş döneminde yatak ilişkisi boyutunda olmuş, o ilişkide sesler yerine vücut konuşmasını yabancılaşma içinde yaşamış. Hissetmeden ve toplum içinde olmanın gerekliği gibi algılamış ve “normal” görmüş. Bir süre sonra bu ilişkinin normal olmadığını anlayarak okula sığınmış ve bir daha geriye dönüp bakmamış. Ama bu ilişkisi zaman zaman okulda da devam etmiş… Bir arada olanlar onun ile evlenmeyi düşünmemiş ama tensel ilişki yaşayıp kendilerini doyurup gitmişler. Leeds ile ilişkisi de bu boyutta olacağı düşüncesi ve ön yargısı ile yaklaşmış ama Leeds diğerleri gibi olmadığını zaman içinde kanıtlayacak ve evlenecektir. Fakat Leeds eşi olan Sarah’a hala ulaşamamış, eğitiminde başarılı değildir. Dudak okumayı ret eden ve sesini parmak işaretleri yansıtmaktadır. Leeds düşünmediği bir sorun ile karşı karşıyadır ve çözümü konusunda yol aramaktadır.
Leeds eşi ile ilişkisi her ne kadar istediği boyutta ilerlememiş olsa da bir çok tabu da ortadan kalkmıştır. Bu sırada Orin bir avukat ile sahneye gelir, açacakları davada Sarah’tan dayanışma ister. Önceden beri konuştukları direnişi artık somut duruma döndürmüşler, okulun müdürü dava etmişlerdir. Avukat müvekkilleri adına yazı yazmıştır ama Sarah buna çok sert tepki verir, çünkü o güne kadar protestosunu nedeni olan duruma parmak basılmıştır, onun adına kimse konuşmaz, kendi adına ancak kendisi ve kendisi gibiler kendi dilleri ile konuşmak ve savunma yapmak ister. Bu durumu elbette “normal” insanların algılaması güçtür, onlara verilen eğitim onlara yardım etmek ve onlar adına kara verileceği öğretilmiştir. Her ne kadar Leeds birçok ön yargısını yok etmiş olsa da istem dışı davranışları ve tepkileri Sarah’ın tepkisini çekmiştir. “Normal” giden evliliklerinde ilk kavgaları bu şekilde olur.
Sonuç olarak Sarah kendi sorununu net olarak kendi cümlesi ile yazar, okuması için eşine verir. Leeds okur ve onun kafasında oluşan ön yargılarında parçalanması kolay olmayacaktır. Çünkü o güne kadar bildiğini sandığı dünyaya ulaşamamış, hatta çok yabancıdır. Tepkisi serttir ama Sarah’ın evden ayrılmasına engel olamaz. Bu sorunun temeline inmek için Leeds annesi ile görüşür. Artık gideceği yolu idrak etmiştir, onun gerekliliğini yapacaktır.
Oyunun konusunu anlatırken aslında okul ve çevre ilişkisi içinde kara mizahın dili ile yaşadığımız toplumu ve yargılarımızı olabildiğince eleştirmekte ve gözümüzün içine bizim duruş noktamızı ve algımızın yanlışlığını sokmaktadır. Oyun yumuşak yumuşak bize söyleyeceği cümleleri sahnede canlandırırken, sonuç net ve keskin bir ifade ile ön yargılarımızın üzerine sert ve güçlü şekilde vurmaktadır.
Oyuncular bu mesajı muhteşem ve üstün performansları ile seyirciye ulaştırırken sanki doğal bir şeyi canlandırıyorlarmış ve sanki her daim sessizliğin içinden bize bakıyorlarmış gibi izlenim verdi. Seyirci olabildiğince eleştirilirken, aynı zamanda seyirciyi sahneye taşımakta ve sahnenin tozunu yutmaktadır. Oyuncular seyircidir, sahneden bize; “bakın ön yargılarınız nasıl büyük acılar yaşatıyor engelli gördüklerinize” diye haykırmaktadır.
Oyuncuların sahnedeki performansına sahne ışığı ve müzik dengeli bir şekilde eşlik ederken, kostüm dekor bu bütünlüğü bozmaz. Gözü rahatsız edecek ne bir abartı vardır, ne de her hangi bir dengesizlik. Oyuncuların bir bölümü (öğrenciler) gerçek duymayanlardır. Fakat onların gerçek olduğunu sadece sahneye alkış sonrası çıkan ve daha geniş alkışı alan yönetmen Faik Ertener işaret dili ile anlattı…
Tiyatro sanatın tüm dallarını kullanır, dijital görüntü ve işaret dilinin su içinde kullanımını bölüm geçişlerinde gördük. Bu dijital geçişler bölümler arasında nefes almayı ve bir biri ile bağlantı kurmakta ki işlevini çok iyi kullanmışlar.
Sonuç olarak ve kestirmeden yazayım, fırsatınız varsa ve olanağınız bu oyunu görmeye uygunsa kaçırmayın derim, muhteşem bir tiyatro şöleni ile karşılaşacaksınız… Kelimelerin yerini zaman zaman işaretin aldığı, mimiklerin ve vücut dilinin sahnede ki ritmine şahitlik edeceksiniz…  


İsmail Cem Özkan



Sessizliğin İçinden

Yazar: Mark Medoff
Çevirmen: Beyhan Karadağ
Yönetmen: Faik Ertener
Dramaturg: Günay Ertekin
Dekor Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Kostüm Tasarımı: Mihriban Oran
Işık Tasarımı: Enver Başar
Yönetmen Asistanı: Canan Maktal
Oyuncular: Ebru Aytürk Evren, Cem Zeynel Kılıç, Elvan Boran, Aylin Gürsoy, Canan Maktal, Tuncay Koçal, M. Coşkun Ülgen, Yasin Yiğit, Buse Yörükoğlu, Bingül Utsukarcı, Zehra Gül Yiğit
Müzik Direktörü: Melikcan Zaman
Sahne Amiri: Cem Kenar
Kondüvit: Armağan Çartık
Işık Kumanda: Gökhan Gülçebi
Suflöz: Şeyda Pektok


20 Şubat 2016 Cumartesi

Kendi önceliğimiz!

Kendi önceliğimiz!

Ülkemizde her toplumsal kesim kendi önceliğine göre bir şeyleri protesto etmekte, protesto etmesi gerekenlerin bir bölümü de seslerini kısarak, inandıkları iktidar zarar görmesin diye görmezden gelmeye devam etmektedir. Protesto demokrasinin en olmazsa olmazlarındandır. Kişiler, gruplar ve toplumsal kesimler kendi doğrularını seslendirme hakkına sahiptir. Eğer bu hak ortadan kaldırılırsa artık o ülkede demokrasiden bahsetme gibi bir şey akla bile gelmez. Demokrasinin olmazsa olmazı olarak görülen protesto etme hakkı zor ile bastırılıp, sadece devlet erkini elinde bulunduranların görüşlerinin sergilendiği bir gösteriye dönüşürse, orada da demokrasi sadece ezme ve baskı yapma özgürlüğü olarak ortada durur ama demokrasinin gereği olan azınlık hakları ve azınlıkların söz söyleme hakkı ortadan kalkar ki, o kalktığı an demokrasi rafa kaldırılmış kağıt zerinde bir leke olarak ortada durur.

Bugün yaşadığımız dönem kağıt üzerinde ki bu lekenin olduğu dönemdir, çünkü izin verilen gösterilerin bile polis ve güvenlik güçleri tacizi ile söz söylemeye, her sözün hakaret olarak kabul edilip mahkeme salonlarına taşındığını görmekteyiz.

Bu ülkede barış istemek en riskli iş oldu...

Barış diyenin üstüne kurşun, bomba ve canlı bomba yağıyor... Barış için yapılan tüm protestolar yaşadığımız dönem için birer vatan hainliği olarak devlet erki tarafından, devleti kontrol eden partinin ve onun medyası tarafından algı operasyonları yapılmakta ve genel olarak barış isteyen, eli ile zafer işareti yapan terörist, anarşist olarak adlandırılmakta ve linç kültürün saldırısına tabi olabilmektedir. Farklı bir ses, farklı bir etkinlik saldırıya açık olabilmektedir. Bunun en açık örneğini Trabzon ve Rize’de yaşadık.

Demokrasi kağıt üzerinde bir leke olduğunda elbette erk sahibi demokrasiden mağdur olduğunu ilan edecektir, çünkü yapılan işlere birileri ‘olmaz, yapılmaz’ deme lüksü (erke göre) olursa işler rayında gitmez, aksamaların tek nedeni demokraside aranır. Çünkü protesto etme ve farklı düşünenlerin sesinin çıkması planlanan ve istedikleri sonuca giden yolda duvar işlevini görür. Tek düşüncenin, tek doğrunun hakim olduğu yerde hoş görü olmaz, hoş görünün yerini baskı ve zulüm alır, ki devlet erki sahibi olanlar devletin güvenlik güçleri ile bunu saklamadan açıkça ortaya koyarlar. En sıradan bir protestoyu bile TOMA (Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı) destekli polis gücü ile bastırmaya ve gök kubbeyi gaz ile doldururlar.

Devlet erkini kullananlar mağdur olarak kendisini gösterebilmek için kendisine yönelik provokasyon eylemleri desteklemekte ve onlar için ortam hazırlamaktan da geri durmaz. Devlet parası ile istediği insanı kendisine hizmet etmek için satın alabilmekte ya da taşeron olarak kiralayabilmektedir. Devlet kendisini haklı göstermek için başka ülkenin toprağından kendisine top atışı yapacak kadar gözü karadır, yeter ki amaca hizmet etsin, amaca hizmet eden her yol mubahtır anlayışına sahiptir. Aynı şekilde toplumsal dinamikler içinde kendisine yandaş ama algı ile ortada gözükmeyen taraftar da elde eder. Bazıları gönüllüdür, bazıları ise profesyoneldir. Yani devletten ve yan kuruluşlarından aldıkları para karşılığında bildiklerinin inandıklarını değil parayı verenin amacına göre kalemini ve beynini kullanırlar. Sinsidir, aramızdadırlar.

İstanbul’da belediye otobüslerine atılan molotof kokteyl ile birçok canımız hayatını kaybetmiş ya da yaralanmıştır. Yıllar sonra bu eylemi yapanları devletin istihbarat elemanı olduğunu dönemin içişleri bakanı açıkladı. Demek ki yakılan mum bir süre sonra dibini de aydınlatıyor, karanlıkta yapılanı ortaya seriyor. Elbette bu kadar kaba ama karanlık eylemin dışında daha sinsi ve inceden inceye beynimize işleyen araçlarda kullanılmıştır ki, bugün itibarı ile hala “yetmez ama evet” yönteminin sonucunda kandırıldık diyerek günah çıkarılanların olduğu süreci yaşıyoruz. Günah çıkarmayıp da hala mağdur edebiyatı yapanların. Her şeyi popüler hale getirip piyasa için, bir şeyleri satmak için geçmişin tüm değerlerini kullananlar… Hatta bir çoğunu “onurumuz” diyerek de selamlıyoruz!

Bugün ki duruşuma göre, her mağdur olan insan ‘onurum’ olamaz, lütfen birini onurumuz diyorsak onun geçmişine bir bakın ve hangi olayda nerede durduğuna bakın derim… Cezaevleri mağdurluk yaratır ama her cezaevine girmiş diye birine onurumuz deme lüksüm yok… Sadece mağdur olmuştur ve cezaevinde diye ona yüklenmem, aynı koşullar içinde olduğumuzda ise duruşuna göre tavrımı ortaya koyarım... O yüzden birine onur payesi takmak kolay ama o kişi onurunu koruyabilecek mi? Senin yüzünü de kızartabilir, geçmişine bakarak o kızarma olayını tahmin edebilirsiniz. Sermaye yanında saf tutmuş birinin hiç bir şekilde onurunuz yapmayın, çünkü sizi para karşılığında satma potansiyeli yüksektir... Çünkü profesyonel düşünüp profesyonel davranma alışkanlığı vardır... Ama onurum diye tanımlamadan dayanışma içinde olabilirim... Dayanışma ile onur meselesini karıştırmamak gereklidir…

Günlerden bir gün herkes kendi önceliğine göre bir şeyleri protesto etti... Ortak bir payda vardı, taraflardan biri devletti ve devletin kolluk güçleri protestoları izlediler ve amirlerine rapor verdiler. Bazı kolluk kuvvetleri gaz attı halkın üzerine, bazıları kurşun... Bazıları da top atmış... Sonuçta protesto eden, edilen meydandaydı... Dışarıdan bakınca sanki ülke güllük gülistanlık, gösteri hakkı varmış gibi sunuluyor, öte yandan bodrumlardan yakılmış insanlar çıkmaya devam ediyor, hala kimlikleri belirlenemedi...

İsmail Cem Özkan

13 Şubat 2016 Cumartesi

Yangın yerinde orkideler

Yangın yerinde orkideler

Tiyatro, bütün diğer sanat dalları ile kucaklaşıp, seyircisine canlı olarak derdini anlatan bir sanattır. Sahnede olur ve sahnenin hangi tarafından seyirciye mesaj vereceğini yazar ve yönetmen karar verir. Karar vermesi yetmiyor, o kararı sahnede canlı olarak taşıyacak oyuncuların ve diğer çevresel faktörlerin de uyum göstermesi şarttır. Tiyatroda her hangi bir çevresel faktör tökezlerse oyunun seyirciyle kucaklaşması da o kadar hızlı bir şekilde uzaklaşır. Kucaklayamaz! Ses, ışık, kostüm, dekor oyuncu kadar önemlidir. Çünkü oyuncuyu seyirciye gösteren işte bu göze görünmeyen ama gözümüzün önünde olandır.
Devlet ve şehir tiyatrolarının olanakları olmayan özel tiyatrolar en azından çarkın dönebilmesi için minimum maliyeti kurtarmak zorundadır. Elektrik, sahne kirası, oyuncunun ve diğer çalışanların ücretleri ki genelde oyun başına minimum fiyat olarak telaffuz edilir, bütün bu çıktılar her oyunda hesaplanması ve seyircinin bunu karşılaması beklenir. Bir de hiç göze görünmeyen ama oyun sahnelenirken ortaya çıkan masrafları ki, özel tiyatro işletenlerin başının belası olarak onların önüne gelir. Prova, dekor, kostüm, ulaşım, beslenme… say sayabildiğin kadar gözle görünmeyen masraflar… Bütün bunlar her oyunun bütçesine eklenmesi gereklidir ama nasıl olsa geçti ve bir şekilde ödendi kabul edilerek fiyatlar artmasın diye gözden düşürülür. Liberal ekonominin çarkları arasında oluşan yangın elbette sanatı da vurmakta ve sanat daha pahalı bir eğlence aracı olarak göreceli olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslına bakarsanız bu bir algı sorundur, bu bilinçaltımıza işlenen ve işletilen bir olgudur.
Sanat pahalı! Kitap pahalı! Neden?
Çünkü onlar hayatımız içinde zorunlu olarak almak zorunda olduğumuz şeyler değildir diye bizim bilinçaltımıza işlenmiş fısıltıdır. “Sanatsız kalan toplum…” diye başlayan birçok cümle görmüş, duymuş hatta bir ara okumuş bile olabiliriz ama sanat günlük yaşamın dışındadır ve ulaşılması sadece belirli seçkin kesim (ki parası olan) için özel alan olarak yaşamın somut gerçekliği içinde durmaktadır.
Sanat pahaldır, yeme – içme, kıyafet kadar yer kaplamaz hayatımızın içinde. Nasıl olsa televizyon denen alet, şimdilerde hayatımıza giren dijital sosyal platformlar, web sayfaları reklamın bilinçaltımıza işlediği yerlerden bedava olarak sunuluyor. Şimdi bedava sunulan sanat, para ile sunulan sanat karşısında nasıl bir denge olabilir ki? Bedava olarak sunulan ve her daim kafamızın içinde bangır bangır bağıran, balon mesajların arasında kalıcı olarak bilincimize işleyen nedir? Sanattan, size dokunmayandan uzak durun!
Sanat için mücadele ettiğini söyleyenler; toplum dışına düşmüş, parası olanın peşindedir. Sanat madem parası olana hitap ediyor, madem parası olan faydalanabiliyor, o halde onların ihtiyaçlarına göre projeler yapmak ve onların hizmetine sunmak!
Fakat bu bilincimizin altına işleyenin dışında başka işler de yapanlar var. Onlardan biri amatör ruhları ile Rampa Tiyatro kurucuları ve çalışanları. Onlar amatör ruhları ile ortaya koydukları sanatlarını seyirci ile buluşturmak için özveri ile koşturuyorlar, salon arıyorlar, salon buluyorlar, seyircisini yakalamak için görünür olmaya çalışıyorlar. Afişler bastırıyorlar, broşür dağıtıyorlar, bir de tiyatro tarihinin bizden yazarlarını sahneye taşıyorlar.
Memet Baydur artık aramızda değil, fakat onun yazdıkları aramızda. Onun kaleme aldığı ‘Yangın Yerinde Orkideler’ adı oyun Rampa Tiyatro imzası ile sahnelere taşınmış. Sahnelere taşınmış diyorum, çünkü değişik sahnelerde ve değişik zamanlarda değişik seyircisi ile buluşmaya başladı ve ben üçüncü buluşmada seyretme ayrıcalığına sahip oldum. Henüz üçüncü oyun, henüz tam oturmamış, henüz tam sahneyi ısıtamamış olmasına rağmen, keyif ile zaman tünelinin karanlık ve ışıklı yolundan gittim. Karanlık bir salonda aydınlatılmış sahnede canlandırılan metin… metinin bana ulaşmasını sağlayan bir bütünlük… Metin Boran yönetiminde, Deniz Can, Sertan Müsellim, Mehmet Fahri Etik, Selin Ayık, Berk Kristal metne ses vermiş, bu sesin doğru bize ulaşması içinde yazı sonunda künyesini yazacağım emekçilerin emeğini yok sayamayız. Onlar ile bir bütün…
Kısaca oyuna bir göz atalım, çünkü Memet Baydur’un geçmişten günümüze taşıyan mesajını anlayabilmek ve neden yangın yerinde orkideler sorusuna bakmak gereklidir.
"kim tanır bizi şimdiden sonra
Aydınlığı kıt gecemize
Misafir olanlardan başka;"
A. H. TANPINAR
Şiir aslında oyunun ruhunu seyirciye ilk elden taşır ama şiiri hazmetmek gereklidir, çünkü okunur okunmaz ruhumuza ve vicdanımıza dokunmaz. Zaman gereklidir. Zaman ile birlikte bize açılan kapıların ışığı gereklidir. Şiir ile bir kapı aralanır, kapıdan sızan ışık sahnededir.
Gece karanlığında dolunay ışıtmaktadır bir parkı. Ağaçlardan düşen sarı yapraklar yere savrulmuş, bank var bir köşede, çöp kutusu, parkı aydınlatan bir sokak lambası.  Denizin sesi gelmektedir. Limana yakın bir yer. Bankta bir adam yatmakta ve elinde şampanya. Kendi kendine konuşmaktadır. Bir arayış içindedir. Eline silah ve şampanya. Bohem havası sanki orada aslı durmakta ve elinde şarap olan o havanın tesirinde kendi kendine konuşmaktadır. İki günlük kalacağı bir oda aramaktadır. Bunları dillendirirken daha sonra öğreneceğimiz bir uyuşturucu müptelası ve sokakta yaşan bir adam girer sahneye… Banka gider oturur. Sigara ister. Adının Nuri olduğunu öğreniriz. Nuri ile adam arasında bir iletişim başlar. Adam kalacağı bir odayı sorar, Nuri şaşkındır, çünkü onun odası olmamıştır. Onun odası o sohbet ettiği parktır. Nuri, zaman içinde Sinop’lu Diyojen gibi bir bilgedir aslında. Sokakta yaşayan ve gölge etme demektedir ve uydurduğu öyküleri öyle inandırıcı bir şekilde anlattır ki ve dil bilgisinin o kadar gelişmiş ve zengin olduğunu gördükçe adam, Nuri'ye hayran kalır, onun bilgeliği karşısında bir anlamda ezilmiştir. Nuri, Zonguldak’ta madende çalıştığını ve orada kravatın nasıl bulduğunu anlattığı öyküsü beynin hücreleri arasında yaşan canlılığı ve aklı ortaya koyar.
“Kravat, kömür tozları boğazınıza kaçmasın diye icat edilmiş ve son derece uygar bir alettir!” sonra “kravat takabilenler…  yeryüzüne çıktılar… takamayanlar… yeraltında kaldı­lar...”
Sahneye Neriman gelir. Neriman hayat kadınıdır. Nuri ile uzun zamandır tanışmaktalar. Aynı parkın müdavimleridir. Nuri ve adamın konuşmasına ortak olur.
“Rüzgarın önüne düşmeyen yorulur…”
Rüzgar ile birlikte hayatını yönlendirenler ile rüzgara karşı duran ve yorulmuş bir adam. Bir parkta. Aynı kaderi paylaşmaktalar. Adam iki gün bir odada kalmak istemektedir ve iki gün sonrası… Parası, silahı, elinden düşürmediği ve paylaştığı şampanyası ve zamanı vardır. Rüzgara karşı koymak değil, rüzgarın etkisi ile bir yerden kendisini aşağıya atmak istemektedir, tıpkı sonbahar yaprakları gibi.
Halka ilişkiler müdürü Nezih ve modacı Nurçin bir kadın sahneye girerler. Ellerinde şampanyalar ile onlarda bu ilginç sohbete ortak olurlar.
Park Neriman'ın sözleri “Bir yangın yeri burası... insan olan uğramaz..yalnızca külleri ulaşır buralara insanların...” olarak tarif edilir.
Nuri bütün konuşmalarının özetini bir cümlede seyirciye haykırır; “Söylediklerimi fazla ciddiye almayın, ama alay edeceğiniz şeyleri de özenle seçin!”
“Gerçeği anlatmak filan istemiyorum ki ben” diye dillendirirken, Neriman, “Artık hiçbir şey eskisi gibi değil... Hiçbir şey eskisi gibi değil..ama..yeni olan bir şey de yok!” diyerek yaşananları özetlemektedir bir anlamda.
Nezih “Yangın Yerinde Orkideler... Unutulmuş bir film... Açık hava sinemalarında oynardı yıl­lar önce...” diyerek oyuna adını veren konuyu özetler.
Adam iki gün sonra intihar eder, cebinde ki parayı Neriman ve Nuri alır ve kendi hayallerini kurarlar...
Kısaca ve son cümle olarak oyunda toplumun yerleşik düzeni, kıyasıya itilmişler, uyurgezerler, mutsuzlar, alkolikler, yalancılar, masal anlatıcılar, gezginler ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar yer alıyor.
Oyun biter, fakat arkasında seyircinin alkışı ve aydınlanan salon kalır. Seyirci neşeli bir şekilde salonu terk ederken, yerlerdeki yapraklar, söndürülmüş izmaritler ve boş şişler başka oyunda kullanılmak üzere toplanır.
İsmail Cem Özkan

Yangın Yerinde Orkideler
Yazan: Memet Baydur
Yönetmen: Metin Boran
Yrd: Yönetmen: Sertan Müsellim
Oyuncular: Deniz Can, Sertan Müsellim, Mehmet Fahri Etik, Selin Ayık, Berk Kristal
Müzik: Tolga Çebi
Işık: Yüksel Aymaz
Dekor: Burcu Melek Bozan
Kostüm: Selin Ayık
Asistanlar: Eylül Başoğlu, Melis Tamtaş

6 Şubat 2016 Cumartesi

Tek adam kendisini dayatırken…

Tek adam kendisini dayatırken…

Türkiye’de siyasi yaşantımız her daim tek adam üzerine kurgulanmıştır. Siyasi partiler tek adam üzerinde seçimlere gitmiş, tek adamın seçtikleri mecliste milletin vekili olarak kabul edilmiş, tek adamın belirlediği ilçe örgütleri tek adamı her kongrede seçmiştir.

Tek adam, yalnızca Şevket Süreyya Aydemir’in kitabının adı değil, aksine yaşanan somut durumun somut tahlilidir de. Kurucu babalar tek adama biat ederken, tek adam çevresinde yaşayan ve zaman zaman kendisine büyük yararı dokunmuş eski arkadaşlarını gözden çıkarmaktan çekinmemiştir. İktidar partisi devletin olanaklarını kullandığı ve kasasını devlet olanakları ile doldurduğunda ister istemez toplumun dışına düşer ve ekonomik kaynaklarının yok olmaması için devletin her türlü olanağını kendi iktidarını uzun süreli tutmak için kullanacaktır.  Tek adam süreçlerinde partiler devletleşir, devlet partinin içindedir. Hangi amaçla kurulduğunun artık önemi yoktur. Devletin çıkarı partinin çıkarı ile paralel olduğunda gerisi teferruattır.

Tek adam rejimi her ne kadar her darbe sonrası resmi görünüm kazanmış olsa da tarihimizin kuruluş ilkeleri ve hedeflerinin ter yüz edildiği 12 Eylül askeri darbeden sonra bir hedef ve amaç olmuştur. Tek pati rejimi 12 Eylül anayasasının ve yasalarının teminatı altındadır. 12 Eylül fiiliyatta uygulanmayan ama yasalarda yerini alan ulus devleti anlayışının fiiliyata geçirilmesi sürecinin de görünen başlangıcı kabul edilebilinir. Her ne kadar ulus devletinde amaç ulusal sermaye biriktirmek olsa da bu temel amacını ortadan aldırıp liberal ekonominin ihtiyacı olan gümrük duvarlarını yıkmış ama yıkılması gereken tek devlet, tek dil, tek din, tek mezhep, tek tek tek ne kadar diğer unsurlar varsa öne çıkarılmıştır. 12 Eylül öncesi ülke gündemini ve ekonomik koşullarının dayatmış olduğu gündemin çok dışına çıkılmıştır. Bunda en büyük etken sanırım Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrasında ki gelişmelerinde rolü olmuş olabilir, çünkü Amerika ambargosuna giren bir NATO ülkesi Ortadoğu üzerine geliştirilen ‘Yeşil Kuşak’ doktrine uygun yapılanması gerekliydi. O gereklilik Avrupa’ya doğru gidildiği sanılan trenin aslında Ortadoğu’ya doğru gittiği ve artık ters yönde koşmamamız gerektiği bize dikte edilerek yeni rotamızı tek parti hakimiyeti altında uygulanmaya kondu, devam ediyor.

12 Eylül süreci devam eden bir süreçtir. Ortadoğu ülkesi olduk. İktidar ve iktidarın lider kadrosu tipik bir Ortadoğu lideri arasında ki farkı sayın diye soru sorulmuş olsa, farktan daha çok benzerlikleri saydığınızı farkına varabilirsiniz. Tek parti sorun yaratmaktan daha çok çözüm üretileceği ve çözümün halk lehine olacağı varsayılmış olsa da aslında bu varsayımın kağıt üzerinde bir balon olduğunu kısa sürede anlayacaktık. Halk yerine, sermayenin lehine bir süreçtir liberal ekonominin yaratmış olduğu siyasi / ekonomik gelişmeler. “Orta direkt” popüler söyleminin geçmişte yayın yapan mizah dergilerinin kapağında bir anı olarak yer almıştır. Bugün ki nesil okusa hiçbir şey anlayamayacak kadar geçmişinden kopmuştur. Çünkü orta direkt yoktur, onun yerini kendisini kurtarma derdinde olan tüketim çılgınlığı içinde ki bireylerin oluşturduğu güruh yer almıştır.  “Herkes kendi acısını yaşamaktadır”

Türkiye’de tek adam rejimi 12 Eylül’den bugüne devam eden bir siyasi tercih modelidir. Birileri kalkıp tek adam rejimine izin vermeyeceğiz diye yazı paylaşıyor, söz söylüyor. Kısaca var olanı ret ediyor güya ama artık kimsenin elinde olmayan bir durum söz konusu. Çünkü ‘tek adam rejimine izin vermeyeceğiz’ diyenlerin önemli bir bölümü tek adam parti başkanın ağzına bakarak politika yapan kişilerdir...

Tek adam rejimi ile mücadele etmek isteyenler öncelikle içinde bulunduğu sosyal ilişkide ki tek adam ve tek görüşü ortadan kaldırmak için mücadele etmelidir.  Azınlıkların ve göçmen olarak gelenlerin de haklarını savunmak ve onların mağdurluklarını gündeme alıp çözüm yolu aranması için mücadele edenlerin samimi olduğu diğerlerin ise kişiye göre durum belirlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözde tek adama karşı mücadele ediyorum demek, olayı kişiselleştirmekten başka anlamı yoktur.  

Erdoğan’ın fiiliyatta yürüttüğü tek adam başkanlık sisteminin en mağduru Bakanları Kurulu başkanıdır. Hem yetkili hem de yetkisiz. Uluslararası medya onun sözünden daha çok Erdoğan’ın sözünü yayınladığı ve ciddiye aldığını biraz medya takibi yapanlar görebilir. Bu durumdan rahatsız olmadığını parti kongrelerinde dillendirmektedir. Tek adam fiiliyatta uygulananı hukuki zemin içinde olmasını zaruri gördüğünü açıkça ifade etmektedir. Gerçi Erdoğan külliyesinde yaptığı toplantılarda ve çağırdığı konuklar önünde Özal’ı kat be kat aşmış olarak ‘sorumsuzluğunun şemsiyesi altında’ dillendirmekten çekinmemektedir. Özal, “anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz!” derken, kalbura dönmüş anayasanın artık pek söz eden yoktur, “yasaları fiiliyatta yok sayın, çünkü sizin ihtiyacınız olanı yaparız” özgüveni içinde “yasaları açıkça yok sayın, istemlerime yanıt verin!” anlamına gelen cümleleri dillendirebilmektedir.

Erdoğan, ‘tek adam’ olması insanları mutlu ediyor mu?

Yandaşlar hariç hiç kimse memnun değil. Cepheleşme ve referandum politikası sayesinde üst üste seçimleri kazanmıştır. Karşısında donanımlı (örgütlü) ve gündem oluşturabilecek ne yazık ki bir muhalefet yoktur. Muhalefet zaman zaman yan değnek görevi görmüş ama kendi gündemini oluşturamamıştır. Erdoğan’ın oluşturmuş olduğu gündemin peşinde koşanlar kendi hanelerine pozitif katkı yapamazken, seçimlerde kime hizmet ettiklerini sadıklar göstermiştir. Birden zengin olan yandaşlar, başörtüsüne özgürlük diye imza verenler elde ettikleri zenginlikleri paralel yapı tartışması sırasında ‘yandaş’ olmayan, cemaat mağdurları yanında yer alanlar elde ettiklerini kaybetmekte olduklarını anladıklarında Erdoğan’a desteklerini çekmişler ama Erdoğan yeni stratejisi içinde bunların pek önemi yoktur, çünkü yerini dolduran ‘ulusalcıları’ ikame etmiştir.

Tek adama giden yolda ‘fiiliyat’ yasal düzenlemeye kavuşabilecek mi?

Önümüzde ki günlerde referandum ile yeni düzenleme önümüze gelecektir. O düzenlemede kimler yandaş, kimler karşı tarafta olacağını şimdiden kestirmek zorudur, çünkü Suriye savaşı ve ekonomik kriz ülkemizin iç dinamikleri arasında olan dengelerin ne yönde değişeceğini -yaşadığımız Erdoğan iktidar sürecini göz önüne alırsak- söylemek gerçekten zor. Bugün içli dışlı olanlar, aynı düşmana aynı nefret ile bakanlar belki yarın karşı cephelerde, temsil ettikleri çıkarlar birliklerinin ihtiyacına göre yeni cepheler oluşturabilirler…


İsmail Cem Özkan