Galata Gazete


26 Mart 2016 Cumartesi

Dönüşü olmayan!

Dönüşü olmayan!

İnsan yaşamında dönüşü olmayan bir çok olay yaşar, bir çoğu kötü bazıları ise iyidir. Kötü olanlar ömür boyu bir travma etkisi ile bizimle birlikte yaşar. Çocukluğumuz bizim fark etmediğimiz geleceğimizdir. Her ne kadar güvenli bir ortamda yaşadığımızı sanmış olsak da aslında saldırılara en açık olduğumuz dönemlerdir. Ailelerimiz, çevremiz bizim için yarattıkları duvarlar aynı zamanda bizim geleceğimiz etkileyen travma nedenlerimizdir. Özgürlüğümüz sadece ciğere giden ilk hava ile çıkardığımız sestir, diğerleri esaretimizin başlangıcı belki de ilk adımlardır.

İnsan eğitildikçe ehlileştirilir, çevresine uyum sağlar. Ehlileşirime süreci okul öncesi küçük bir çevrede başlar ve toplum içinde devam eder. İş yaşamımızda keskin sınırları belli olan kalıpların içinde yaşamaya çalışırız. Özgürlük ancak tatillerde paranız olduğu sürece satın alabileceğiniz bir şeydir ama o özgürleşme de sınırlıdır, geçmişte aldığınız eğitim ile sınırları çizilmiştir.

Sınırları çizilmiş yaşantımızın içinde bizim hareket etme alanımızın daha da daraldığı alanlar vardır ki, bu hareket etme olanağımızın tamamı ile elimizden alındığı ve biat ettiğimiz süreçtir. Cinsel taciz işte bu biat etme ve kaderine boyun eğme sürecidir. Bu süreç her ne kadar insanlık suçu olsa da birçok toplum içinde hoş görülebilir ve hasır edilen bir sorun olarak durur. Dinler bu toplumsal olayı bastırmak için kullanılan bir araçtır, o aracı da dini bildiğini söyleyen ulema tarafından usturuplu bir şekilde kullanılır. Pedofili hastalığı ile karıştırılan bu ince çizgi içinde insanlar hastalığı bile doğal ve olması gerektiren yaşamın bir parçası olarak görür. Çağdaş dünyada en azından bu konuda çalışmalar yapılmış ve ayrım yasalar içinde konulmaya çalışılmıştır. Henüz bu konuda insanlık ne yazık ki sorunu çözmüş değildir, çünkü binlerce yıldır gelen bir kültürün kırpıntılarını yok etmek o kadar kolay değildir, üstelik bu ahlak ve din tarafından üstü örtülmüş ise…

Yaşadığımız zaman içinde üstü örtülen bir çok sorun artık örtülemeyecek konuma gelmiştir, bunda en önemli etken teknoloji ve iletişim araçlarının yaygınlaşmasıdır. Devlet insanları gözaltında tutan araçları geliştirirken dikizleme ve gözlem aracını da insanlar bir birilerine karşı kullanmakta ve suçlar artık daha rahat suç olarak tanımlanabilmekte ve yeni toplumsal normların oluşmasına neden olabilmektedir. Toplumlar ve kültürler iç içe geçerken, karşılaştırmalı incelemeler ve mukayeseler yaşam kalitesi konusu sorgulanmakta ve yeni insan hakları evrensel kuralları yaşam içinde uygulanır hale gelmektedir. Her ne kadar yaşama hakkı hala birçok ülkede yok sayılsa da, çıkarlar gereği görmezden gelinse de zaman içinde çıkarların ortadan kalkması ile suç geçmişe yönelik sorgulanmakta ve cezalandırılmaktadır. Savaş suçları Lahey’de ki Uluslararası Adalet Divanı yetersiz de olsa soruşturmakta ve ceza verebilmektedir. Yetersiz ama önemli bir adımdır…

Tecavüz bir insanlık suçudur ve iç hukuk bu suçu suç olarak kabul etmediği ülkelerde, uluslararası bir divanın konusu olabilmelidir. Ulusların kendi kültürlerinden gelen suç ve ceza kavramı artık insanlığın gelişimine cevap vermez konuma gelmiş, doğal görülen şey başka ülkelerde insanlık suçu olarak tanımlanabilmektedir. Ticari ilişkiler bu etik kuralları çerçevesinde olduğunda ister istemez birçok gelenek tarihin boşluğuna bırakılmak zorundadır. Tarih insanlığın ilerlemesini kayıt eder, geleceğin daha güzel olması için dersleri içinde not olarak tutar.

Tecavüzü ve tacizi saklayan, tecavüzcüyü koruyan bir din var mı? Peki, yoksa neden dinciler arasında yaygın gözüküyor ve meşrulaştıran açıklamalarda bulunuluyor? İnananlar neden bu duruma karşı sessiz kalırlar?

Elbette tarihi iyi analiz edersek, reform hareketini yaşayan Hıristiyanlığın tarihi içinde bu sorunun yanıtını rahatlıkla bulabiliriz. Evet, bir zamanlar açıktan da olsa korumayan ama dolambaçlı yollarda kendi yandaşını koruyan, para verenleri hoş gören bir anlayış vardı. Bu laiklik vurgusu ile tartışmaya açılmış ve reform hareketi binlerce yıla yayılan bir süreç ile bugün ki normlara gelmiştir. Laiklik her ne kadar birden çıkmış bir şey değildir, uzun süren bir çatışmanın sonucunda insanlığa armağan edilmiş bir anlayıştır. Dinin elinden devlet erkini alınca din eskisi gibi bazı şeyleri saklayamaz ve koruyamaz olur. Sevgi üzerine oturduğu iddia edilen din laiklik ile gerçekten sevgi üzerine oturmuştur. Korku ve öteki dünya cezaları ile fakir halk uysallaştırılması ve dillerinin ellerinden alınması süreci dinin tekelinden çıkmıştır. Korku yine topluma pompalanmaktadır ama öteki dünya yerine bu dünyada yaşanan ve yaşanması muhtemel korkular ile biçim değiştirerek devam etmektedir.

Din, insanların elinden dillerini, sesini alır, eğer tam otoriter bir toplum içinde yaşanıyorsa. Dinin hakim olduğu ülkelerde demokrasi, özgürlük kavramaları bizim anladığımız kavramlardan çok farklı bir şekilde anlamlandırılmakta ve altı doldurulmaktadır. Orada özgürlük erki elinde bulunduranın azınlık ve zayıf olarak gördüğüne her türlü eziyeti yapma ve emir verme olarak görülür. Çoğunluğun hakkı diye sunulan kavram dinin hakim olduğu yerlerde çoğunluğun göreceli şekilde kullanıldığını görürsünüz. Gücü elinde bulunduran her daim çoğunluktur!

Cinsel açlık ve doyurulamayan istemler ancak kapalı toplumların içinde bir sorun olarak görülmez ve o açlıkların üzerinden ekonomik kazanç sağlayan egemenler, yeter ki siteme karşı bir hareket olmadığı sürece hoş görü ile karşılanan ve bir kader kurbanı olarak algılanan süreçtir. Cinsel tacize uğrayan çocuk ve kadın / erkek kaderinin kurbanıdır, alın yazısında olduğu için olmaktadır. Taciz yapan eğer yakalanmışsa adi suçludur ve kader mahkumdur. Cinsellik ile kapalı toplumlar mücadele etmez, çünkü cinsellik kilitli kapıların arkasında olan şeydir. Mahremdir, kimse karışamaz.. fakat bu mahremiyet teknoloji ile ortadan kalmış ve orta yerde yapılır hale gelince isyan ve karşı çıkışlarda artışın olması doğaldır. Bugün taciz ve tecavüz bir bireysel sorun değil, sistemin sorunu olmasının temelinde bu gelişme yatar…

Öteki dünyada sunulduğu kabul edilen cariyelerin söylemleri toplum içinde farklı algıların oluşmasına sebep olmuştur. Benim okuduğum hiçbir tek tanrılı dini kitapta (yorum değil, kaynak kitapta) cariyelerin nasıl olduğu ve ne yapacağı konusunda ayrıntılı bilgi yok. Hatta doğal olmayan ölümleri (intihar) yasaklar. Fakat bunların yazılı kaynaklarda belli olmasına karşın cihad için canlı bomba olan erkekler tek bir organını güven altına alıp, öyle kendisini patlatıyormuş... Bir ipucu vereyim organı hakkında: cennete giderse eğer, tek kullanacağı organ olarak düşünülen şey... Cinsel konular o kadar etkili ki din adına ölüme giden cinsel organını korumaya almakta…

Dincilere ait kurumlarda ki çocuk istismarı medyanın gündemine sürekli düşüyor. Peki, çocukların ebeveynleri ne yapıyor? “Kol kırılır yen içinde kalır” sözüne uygun olarak biraz para karşılığında “çocuğuma bir şey olmadı, olmuş olsa da kuran öğrendi” diyebiliyorlar… Bütün bu söylemler tesadüfen mi? Elbette değil, çünkü binlerce yıldır uygulanan ama dillendirilmeyen gerçeğin sessiz ifadesidir.

İnananların çocukları tecavüze uğruyor, dinci olumlu bakıyor, ona ses çıkaran başkası... Kendi sorununa sahip çıkmayana sahip çıkmayı doğru bulmuyorum. Elbette, çocuk tecavüzü insanlık suçu, onu işleyen ve savunan ve koruyan uluslararası mahkemede yargılansın... Bizim görevimiz tecavüz için yaratılan oramı yok etmektir, diğer konular sadece vicdan sorunudur... Boşu boşuna tecavüz eden razı, tecavüze uğrayan razının arasına girmek değildir... Onların kültüründe ve ahlakında doğal görünen şeyi onlara bu doğal değil desek de olmaz... Doğal olmadığını yaşayarak öğrensinler... Bir vakıf sorunu değil bu iş, genel bir sorun... Bir vakfı hedef almak sorunun üstünü örtmek anlamına gelir... Genel sorun da ülke sorunudur ve bu sorunu besleyen de erk sahipleridir... (Dinciler ile inanları ayırmak gereklidir, dinci; inanan gibi gözüküp, dini kullanarak kendi çıkarı ve işine geldiği gibi davranan demektir.)

Şu anda tecavüz konusunda sosyal medyada paylaşılan tepkilere bakıyorum... Hepsi duygusal... Duygusal tepkiler akıl ile yürütülmediği sürece tecavüz eden ve tecavüze uğrayan ilişkisi daha da kilitlenmesine sebep olur... Sıkı dayanışma içinde kol kırılır meselesine döner...

Yaşanan tecavüzleri protesto/ eleştirenleri polis yaka paça gözaltına almış... Elbette polis tek başına karar verme yetkisi yok, ona birisi emretmediği sürece adım dahi atamaz... Siyasi irade tecavüze sahip çıkmayı, karşı çıkanların üzerine kaba güç uygulamayı seçmiş. İfade özgürlüğü yine polis dayağı altında kaldı... Bu süreçte boşu boşuna çocuklarımız polis dayağı yemesinler...

Bu sorunu erk sahipleri iktidar mücadelesinin bir parçası olarak görmektedir, o yüzden en ufak eleştiriyi bile kendi kurumlarına yapılan saldırı ve iktidar koktuğunu kaybedecekleri paranoyası içinde savunma/ saldırıya geçmekteler… Bu içgüdü ile hareket edenler iktidardan giderse gerçek din belki kendisini ifade etme fırsatı olacak...

Bu sorun sadece çağdaş dünyanın sorunu değil, dinin sorunudur. Din ile ilgilenenler bu sorunu tespit edip kendisi ile yüzleşmelidir... Dışarından bizlerin günah dememiz ile günah olarak görülmez...

Sübyancılık ile mücadele hangi kesim içinde görülüyorsa o kesimin ana sorunudur... Sorunu yaşayanlar sorunu ortaya sürmedikleri sürece dışarında yapılan her tepki anlamsızlaşır...

Türkiye yeni bir siyasi sürece girdi... Ortalığa bir bakın liberaller geçmişte yan yana yürüdükleri iktidara sataşıyor, altını oymaya çalışıyor, demokratik kitle örgütleri değişik konularda protestoda, canlı bombalar sokaklarda ve uygun gördükleri yerlerde patlıyorlar... Ortada bir siyasi partiler yok! Neredeler diye sormuyorum, kongre yorgunu veya kongre heyecanı içindeler... Siyasi parti liderlerini göreniniz var mı? Meclis toplantısı olmazsa sanırım öyle bir parti olduğu bile anımsanmayacak!

Her güç, kendi sonunu kendi içinde çıkar çatışması ile hazırlar. Uzun zamandır iktidarda olanların sonu her daim hasıraltı yaptıkları, üstünü örtükleri sorunlar ile yüzleşerek olacaktır. Cinsel taciz bu sorunlardan sadece biridir ve bu artık iktidar sorunu haline getirilmiştir. Gelmekte olanı ve gideni biliyoruz. Giden ölüm, gelen sıtma... Ama en azından yaşama hakkı için gelmekte olana şimdilik sessiz kalacağım... 

Kan göllerini kan deryasına dönüştüren öncelikle gitsin, daha fazla kan dökülmesin...  Taraf olmuyorum bu iktidar kavgasında, çünkü her ikisi de sonuçta bana, geleceğe, insanlığa düşman...

Gelmekte olanların tarafları bugünlerde karşılıklı kavgada, o kavgalara bakarken taraf olmaması gerekenler gelmekte olanın yan değneği konumuna düşmüş...

Belki kendilerince haklılar...

Dönüşü olmayan bir yoldayız, tarih dönüşleri not etmez, geleceğe açılan kapılardan ve fırsatları tarihten ders çıkaran örgütlü bireylerin ve toplumların yararlandığını belirtir…


İsmail Cem Özkan

19 Mart 2016 Cumartesi

10:55 İstiklal Caddesi

10:55 İstiklal Caddesi

Sabahın erken saatleri İstiklal Caddesi küçük grup halinde dolaşan turist gruplarına ev sahipliği yapmaktadır. İstanbullular bilir ki eğlence öğleden sonra başlar sabah saatlerine kadar sürer. Sabah saatlerinde caddeyi bilenler pek uğramaz, çünkü çöp kutuları caddenin ortasında dağ gibi yığılmış, dükkanların kepenkleri kapalı, birkaç lokanta ve zincir mağazaların şubeleri camekan düzenlemesi içindedir. İstiklal Caddesi her zaman ki gibi sakindir, polisler görevlerinin başında, henüz sivil polisler kalabalık olmadığı için cadde üzerinde değillerdir.

Cumartesi günleri saat 12 civarında Galatasaray Lisesi önü ve postane arasında bulunan Cumhuriyetin 50. yıl heykelin önünde faili meçhuller konusunda duyarlılığı artırmak için anaların oturma eylem yeri boştur. Sessizlik öğleden sonra başlayacak gürültü ile ortadan kalkacaktır. Gökyüzü gri havasını henüz yeryüzüne indirmemiş. Saç ektiren Araplar başlarında bantlar ile caddenin sahibi gibidir. Çevre otellerde kalan turistler cadde boşken keyif ile gezmeye ve fotoğraf çekebilecekleri kilise ve ara sokak duvarlarında ki grafitilere meraklı gözler ile bakmaktadır. Elinde bir küçük bayrak ile grup önünde yürüyen kokartlı rehberler, çevre ile ilgili bilgi vermektedir.

Yayın yasağı gelmeden internet yavaşladı.

Saatler 10:55’i gösterdiğinde kaymakamlık binasının ön tarafında bir ses duyuldu. Duman kan ile karışık şekilde gökyüzüne çıkarken, korku İstanbul'u teslim almaya başlamıştı. Canlı bomba sakin bir cumartesi günün sabahını kana buluyordu. Amacı çok insanı öldürmek olmadığı, bir mesaj taşıdığı eylemin saatinin seçilişinden anlıyorduk. Mesaj verilmişti ama kime? Mesaj kısa zamanda adresine ulaşmıştı, fakat mesajı alanlardan önce olayın ilk metni internet dünyasında olan sosyal sitelerin duvarına düşerken, internet bağlantı hızı yavaşlatıldı. Henüz yayın yasağı ilen edilmemişti ama internet yavaşlatıldı.

Teyit edilemeyen bomba patlatarak kendisini teyit ettirdi...

Günlerdir uyarılar yapılmış, alman lisesi bir günlük de olsa okulunu terör yüzünden tatil ilan ettiğini duyurmuştu. Alman istihbaratı sağlam kaynaktan bilgi almış ve vatandaşlarını uyarmıştı. İstanbul valisi buna çok içerlemiş, beyanat vermişti. Zaten ülkemizin havası Ankara katliamından beri gergin, canlı bombaların patlayacağı beklentisi içindeydi. Ama teyit edilemeyen bilgi yüzünden normal yaşam olağanüstü hale getirilemezdi!

Saatler 10:55 gösterdiğinde devletin güvenlik politikası istiklale bomba gibi düştü... Teyit edilemeyen bomba patlatarak kendisini teyit ettirdi...

Sosyal medyanın duvarına tepkiler çığ gibi düştü.

Yorumlar içinde dikkati çeken bir dilek dillendiriliyor. “Canlı bombadan korkmuyoruz, alışmayacağız!” İlk bakışta doğru gibi gelen cümle aslında başka bir gerçekliğe parmak basıyordu, çünkü alışamayacağız dediğimiz her şeye alıştık, korkmayacağımız her şeyden korkar olduk!

Canlı bomba en sinsi saldırı aracıdır.

Bu ülkede birileri korumalı ve güvenli sitelerde yaşarken, diğer yanda halkın çoğunluğunu oluşturan kesim saldırıya açık ve kurban olarak sunulmaktadır. Toplum içinde oluşan eşitsizlik ortadan kaldırılmış olsa sanırım her birey aynı derece önlem almak için siyasi iradeyi zorlar ama bir bölümü “yaralılar keşke ölseydi” diyecek kadar gözü dönmüş taraftar konumundadır. Taraftarlığı ölüm üzerinden yaşam üzerine döndürmek için öncelikle canlı bombaların her kesimi potansiyel eşit derece kurban yapmaktan geçer, öncelikle çok korumalı siteleri yıkın, çok korumalı para sahipleri ve siyasileri ortadan kaldırın, o ülke de yaşamak daha keyifli olur...

Korkun, çok korumalı siteler var olduğu sürece!

Korkun çok korumalı siyasiler hayatımıza yön verdiği sürece!

Korkmuyoruz, alışmayacağız diyenlerin hepsi 12 Eylül’den bugüne korktu ve alıştı.

Birçok yorum içinde canlı bomba paniklediği için erken patladı demektedir. Ben bu görüş ile hemfikir değilim, çünkü panikleyen insan canlı bomba olamaz... Birilerine mesaj verilmesi için kendisini patlatılmıştır, mesajı alan da zaten almıştır...

Küçük turist grubundan ölenler ve yaralıların var olması sanırım amacına uygun bir mesaj olmuş...

Bu arada Taksim'deki oteller boşalmış... Turizm bu sene kara kışını yaşayacak gibi... Eğer bu ölüm istikrarı bu şekilde ivme ile devam ederse bayramlarda yollarda ölümler de azalır, çünkü dışarıdan gelen turist azaldığı gibi iç turizm de batar...

“Türk halkı korku ile yaşamaya alışıktır” denmenin anlamı yoktur, başka seçeneği olmadığı için yaşamak zorundadır...

Ülke yönetilmez, güvenlik tedbiri alamaz konuma getirilmiştir. Bu duruma gelişinin başlı başına bir kaç nedeni var. (aslında birçok neden var ama yazının içeriğine göre kısalttım) Birinci neden; Erdoğan "bak bensiz olmuyor çifte başlılık açık yaratıyor" diyerek yandaşlarının gündeme dokunuşları, ikinci Suriye / Kürt politikası yüzünden iktidarın değiştirilmesi ve dış müdahale... Erdoğan ve dış güçlerin işine gelen kaos ve korku havası...

Sosyal bilimlerde kağıt üzerinde ki planlar, hayatta karşılığını bire bir karşılamaz, çünkü hayat teoride ki gibi tek bir çizgi üzerinde devam etmez. Ülkenin bu hale gelmesini planlayanların planları umarım bozulur... Daha fazla insanın kanı toprağa karışmadan.

İstiklal Caddesindeki canlı bomba sonucu hayatını kaybedenler: İsrail vatandaşları, Simha Simon Demri, Yonathan Suher, Avraham Godman; İran vatandaşı Ali Rıza Khalman.

19 Mart 2016 istiklal caddesi 10:55' unutma diğer patlamaları ve son nefeslerini verenleri unutmayacağın gibi...

İsmail Cem Özkan


Geçilmez diye yalan uydurdular, geçtiler gittiler!

Geçilmez diye yalan uydurdular, geçtiler gittiler!

Çanakkale geçildi, hala geçilmez diye böbürlenenleri gördükçe dudaklarımda kara bir gülümseme oturur, kara dediğime bakmayın acıdır. Acının gülümsemesi olmaz. Emperyalist oyunun parçalanan oyuncağı olduğumuzu anlatır karanlıktaki sesim. Böbürlendiğimiz / övündüğümüz on binlerce ölümüzün olmasıdır, çoluk, çocuk, yaşlı – kadın erkek nesillerin ortadan kaldırılmasıdır.

Bir cephede yok edilen tüm birikimlerimiz.

Birikimlerimiz halklarımıza uyguladığımız zulümdür, derisi yüzülen insanlarımızın acısıdır. Osmanlı devleti içinde yaşadığı topluma çok acılar çektirdi, çok zulümler uyguladı. Anlı şanlı denilen tüm seferler acılar, katliamlar üzerine kuruludur.

Yağmaladı devleti yaşatmak için, yağmalandı İstanbul eşrafı şatafatlı ve rahat yaşasın diye. Tarlada ekili üründen hesap sormadan pay biçildi, alındı. Evdeki ocaktan çocuklar devşirildi, sırf bir aile gücünü korusun, daha fazla baskı yapsın diye…

Çanakkale savaşları işte bu zulmün son dönemecidir, yok oluşunu işaret eder. Böbürlenerek anlattığımız kıyımın olduğu yıllar bu kıyımın son sahnesidir. Son sahne bir Alman generalin yönetiminde sahneye kondu. İleriye sürülen bizim çocuklarımız, karar verenler Alman halkının çıkarını savunmak ile yükümlü olan bir general!

Çanakkale geçilmez diye yazarlar ya bende biraz gülümserim…

Çünkü bir kaç sene sonra bizim ro-ro gemilerimiz saray burnunda demirlemiş değillerdi... Saray burnuna demirleyen gemilerde İstanbul'u işgal edecek emperyalistlerin bayrakları sallanıyordu.

Karne ile şehirden şehre gidiliyordu...

Bir ülke işgal edilince özel belgelere sahip olmayanların seyahat etme özgürlüğü bile yoktur, işgal kuvvetlerinden icazet almayanlar oturdukları semti bile değiştirmezdi. Yeraltında örgütlenenler ancak direnişin umudu olur ve onların yaptığı kap - kaçlı mücadele ile birileri “içimde ki yağ eridi, oh olsun!” diye içinden geçirmiştir.

Örgütlü güçlerin olduğu yerde “geçilmez!” dediniz mi, geçilmeyecek!

Bir kaç gün ve yıl için binlerce güzel çocuğunu bir cephede bir Alman generalin emrine verip öldürteceksin! Sonra övüneceksin!

Neden?

Alman çıkarlı ve savaş stratejisi onu gerektirdiği için. Tıkanan ve siper savaşında kilitlenen batı (Garp) cephesinde daha rahat hareket edebilmek ve Fransız / Belçika cephesinde tıkanıklığı aşmak için yeni cephe açmak gerekliydi.

Kim için?

Kimlerin çocukları öldü orada?

Yeni Zelandalı, Avustralyalı, Kürt, Yahudi, Arap, Türk, Çerkeş, Gürcü, Alevi, Hristiyan... Osmanlı tebaasında olanların ve olmayanların hepsi... Hiç görmedikleri bir boğaz ve deniz manzarası içinde…

Peki, neden?

Geçilmez diye birileri propaganda aracı olarak kullansın diye. Öteki cephelerde yaşanan kötü haberi bastırmak için öne çıkarılmış ama savaşsız, çatışmadan Çanakkaleyi geçen gemiler İstanbul'u çoktan işgal etmiş, bu işgalden nasıl kurtuluruzu düşünmüş dönemin yurtseverleri…

Geçilmez dediğiniz yerleri geçmişler…

Bir çakıl taşı vermeyi düşünmeyen dönemin siyasi iradesi ülkeyi kendi elleri ile teslim etmiştir… Gereğinden fazla böbürlendikleri için... Gereğinden fazla güçlü olduklarına inandıkları için...

Evet, güçlüydüler, kendi halkına ve tebaasına karşı... Onları sürdü, asker kaçağı dedi öldürdü...

Askere gidenlerin önemli bölümünü düşman yok etmedi, bitler, pireler ve salgın hastalıklar yok etti.

Çölde susuz ölen, dağda soğuktan donan askerler bizim evlatlarımızdı...

Hepsi Osmanlı bayrağı ve padişah (halife) için öldüler, kalanlar başka bayraklar altında bir arada yaşamaya devam ettiler…

Abartı ile olaylara bakanlar, şanlı geçmişimiz diye övünenler biraz da gerçekleri görerek, geleceğe baksınlar...

Bugün de binlerce vatandaşımız kendi toprağımızda ölüyor?

Neden?

Kim için?

Bir arada bir birini tanıyarak yaşamak yerine erk sahibinin kafasında olan yaşam biçimi halka yaşatmak adına. Zor ile baskı ile halklar ne yazık ki bir arada olamıyor... Olmadığını yakın tarihe bakıp görebilirsiniz...

Savaş yerine başka çözümler var. O çözümlerin biri ikinci dünya savaşı sırasında uygulandı… Ama bugün ki iktidar o olasılıkları yok sayıp savaş savaş diyor...

Kimin çocuklarının kanı üzerine kahramanlık türküsü söylenecek?

Bir petrol borusu için Suriye iç savaşı başlatanlar, çıkarı için milyonlarca insanın ölümüne sebep olanlar savaştan elde etikleri ganimetleri kasalarına doldurmak ile meşgul...

Başkalarının çıkar savaşına hayır diyelim...

Geçilmez dediğimiz her yer geçilir...

Güçlü olan, teknoloji sahibi olan geçer...

İsmail Cem Özkan

18 Mart 2016 Cuma

Bugünler de newroz’a rengini veren ateş değil kandır!

Bugünler de newroz’a rengini veren ateş değil kandır!

Newroz baharın müjdesi yani uyanışın günüdür. Uzun ve çetin kış günlerinden sonra baharın geldiği, yeni günün 21 Mart ile başladığı kabul edilen gün! Gelmekte olanı işaret eder, yakılan ateşler ile zulmün, esaretin bittiğini işaret eder… Ağrı’nın tepesine konan agri’dir. Ateşi ilk gören bilir hayat yeniden başlamıştır. Yeni güne neşe ile başlamak, üzerilerine sinmiş olan esaretin atıldığı gündür. Halaylara durulur, bütün insanlık kol kola dans eder, neşelidir. Çengiler kurulur meydanlara… Bayramdır, insanlığa sunulmuş bir bayram. Hepimiz biliriz 21 Mart günü kutlanan bayramın anlamını ve içeriğini, anlatmaya gerek yoktur ama karanlığın hakim olduğu ve zifiri karanlığın üzerimize kara bir bulut gibi çöreklendiği bu günlerde bir kıvılcım gibi, umut gibi tekrarlamak gerekti.

Yeni başlayan gün, karanlığı yok edecektir!

Geniş bir coğrafyada kutlanan newroz, bizim yakın tarihimizde başka anlamlara büründü, yüklenen anlamlar altında ezildi, yasaklandı, özgürce kutlandı. Şimdi yeniden yok sayıldığı günlere döndük, çatışmanın, cepheleşmenin, kan dökerek anlaşıldığı günlerde newroz çiçeği kan ile sulanır oldu. Newrozun rengi ateşin rengi değil, toprağa karışan kanın rengi oldu.

12 Eylül sonrası newroz / nevruz tartışması yaşandı, yok sayıldı, olmayan bayram dediler, bahar bayramı oldu, yeni gün dendi, yeni yıl dendi türki halklar için, en sonunda newroz yerine nevruz kutlandı. Daha sonra newroz oldu. Farsça bir kelimenin çok sahibi oldu, yazım ve okunuşu şivelere ve dillere göre değişikliğe uğradı ama sonuçta newroz bayramı kabul edildi. Ateş üstünden devlet erkanı atladı, halk zaten dileğini tutup nasıl kutlaması gerektiğini atalarından öğrendiği gibi kutlamaya devam etti. Newroz birisi için Demirci Kawa, diğer için Hz. Ali doğum günü, başka biri için yeni yılın ilk günüydü.

Yasaklanmadan, kutlanan şenliğe dönüşen newroz aynı zamanda Kürt sorununda mesaj verme günü, sorunun çözümü yönünde umutların halka anlatıldığı gündü. Şimdi yeniden yasaklandı. Kutlanmasına izin verilmiyor. Kutlama yerine bomba, kitle katliamı, bodrum cinayetleri parmak izini bıraktı...

Ülke 21 Mart gününe yeniden odaklandı, yeniden daha fazla kan akmasın diye inandıklarına dua eder oldu... Barış demek nefesin üzerine dört duvar örmek, açık bırakılan alanında demir parmaklık koymak oldu. Newroz güzelliğe, berekete, doğanın uyanışın simgesel günü olması gerekirken kan deryası günü olmaya başladı.

Sorunlar kan ile çözülmez, çözülmüş olsaydı kan davası hala devam eden ilkel rütel olarak varlığını kan deryasında devam ettirirdi. Kan davası genel anlamda bitti, bitirildi çünkü hepimiz biliyoruz ki kan kan ile temizlenmez...

Bugün dahi kan davası güden ilkel beyinlerin ve ritüellerin hayatımızı kan deryasına döndürmesine izin vermeyin... Kim ki nefret duygusu ile hareket ediyor, uzak durun, çünkü en kısa zamanda sizi de bu kan deryasına bir damla olarak bırakacaktır...

Hukuk, siyasi iktidarın fahişesidir!

Eğer bir şeyler değişmez ise kırklı yılların karanlık zamanlarına benzer bir karanlıkta yok olup gideceğiz. Bu ülke toplama kamplarına yabancı değildir, yakın tarihimizde bir çok kamp yerinin olduğunu ve orada çalışan mahkumların olduğunu unutmayalım!

Her şey yasalar ve hukuk içinde olmaktadır söylemi, tarihte işlenmiş tüm soykırımlar ve toplu katliamların da sistemli, planlı ve kurallara uygun şekilde işlendiğini işaret eder. Yahudi soykırımı, Ermeni Tehciri hepsi yasalar eşliğinde ve hukuk kuralları ile sistemli, planlı bir şekilde uygulandı. Demektir ki, erk sahibi insanlık suçunu yasalara dayandırarak yapmış olması onu suç olmaktan çıkarmaz. Hakim olduğu yerlerde meşru olarak yaptığı tüm işlemler başka zaman ve coğrafyalarda suçtur. İktidar güçlü olduğu yerde çoğunluğun haklarını savunuyorum diyerek, azınlıkların ve güçsüz olanların haklarını çiğner ve bunu kendi çıkardığı hukuk kurallarına dayandırır. Demokrasi ve özgürlük çoğunluk haklarının korunduğu değil, azınlıkların hakları korunduğu sürece vardır.

Demokrasi ve özgürlük adına evet bugün karamsarım, çünkü karanlık bir bulutun altındayım...

Ülkeyi kan tuttu, akıl artık yeni bahara.

Ülkenin erk sahibi Erdoğan ve PKK kazanımlarını kaybetmemek için her şeyi göze almışlar. Her yere her toplum katmanı arasına mayınlar döşüyorlar.

Yaşadığımız toplum mayın tarlasında adım atmaya ve geleceğini görmeye çalışıyor. Ülkemiz mayın tarlası gibi, her an bir yerde biri mayının üstüne basıp toplu katliama sebep olabilir. Esas suçlular patlamanın gölgesinde kalacaktır. Mayına basan suçlu, ölen orada olduğu için suçlu kabul edilecek.

Ortaya bırakılmış kör mayınlar acaba bugün nerede ve kimlerin üstünde patlayacak? Her gün bir yerde toplu cinayet işleniyor ve bu cinayetten hala kimlerin kazançlı çıktığı sorgulanmıyor, bayrak elde, kör olmuşçasına düşmanlıklar körükleniyor...

Gerçek suçlular yeni katliamları hazırlarken, ölenler toplum arasında kırılmaya biraz daha katkı sunan neden olarak karşımıza çıkacak… 

Düşmanlık ve nefret söylemi ile mayınlar toplum içinden temizlenmez...

Duygusal bakışı bir yana bırakıp artık akıl ile olaylara bakmak gereklidir, bu kadar ölüm hep bizden ve hep biz ölüyoruz, yetmedi mi?

Katliamların ve acıların coğrafyası yok!

Ne yazık ki gidişat kötü, bu gidişatı önleyebilecek ülkede ne yazık ki örgütlü kitlesel bir yapı yok!

Kendiliğindencilik siyasette ancak yeni bir satışa kadar devam eden süreçtir, akıl ile ve örgütlü müdahale olmadığı sürece kan tutulmasına hepimiz katışmış oluyoruz...

Akılın yerini duygular aldığında “bir sizden bir bizden” ölümlerin ne yazık ki arkası gelmez.


İsmail Cem Özkan

16 Mart 2016 Çarşamba

Ben iyi biri olmadan önce

Ben iyi biri olmadan önce

Tiyatro ve şiir yan yana gelmiş sahne de imgeler ile kardeşliğini ilan etmiş. İmgeler ile devam eden diyaloglar, aslında diyalog demeyelim her oyuncunun canlandırdığı bir iç konuşma. İç konuşmalar o kadar çok imgeler ile yüklü ki, kim kime ne dedi, neden dediğini soramıyorsunuz, çünkü ilgisiz gibi duran ama her birinde imgeler ile yüklü bir oyun.
İmgeler sahneye sanki boca edilmiş, seyircisini kucaklıyor. İmgeler seyircinin yüzüne kara bir gülümseme olarak otururken, sahnede yaşamın bir yüzü oyuncuların seslerine bulaşmıştı.

Şairlikten tiyatro oyun yazarlığına adım atan Şerafettin Kaya, şairlikten gelen imgeleri sahneye uyarlamış. ‘Ben iyi biri olmadan önce’ adlı oyun bir fotokopi dükkanı aynı zamanda cafe’de gerçekleşmekte. Bir çalışan, bankta oturan genç bir kız, sakallı başka biri. Sessizdir. Sessizliği dışarıdan gelen bir kadın bozar. Çıktı almak istediğini söyler. Bu sırada sakallı kapının yanında duran fırlar. Sıra bende ama iyi bir insan olduğumdan sıramı size vereceğim der. Kadın şaşkındır. Çıktı alınır ama ondan sonra gelişen olaylar imgelerin dünyasındadır. İyi olduğunu iddia eden bir insanın iç konuşmaları ve çevresindekilerin ona uyum sağlaması ve kendilerini kendimce sorgulamaları. İyi biri olmadan önceki haline doğu bir serzeniş. Kısaca yüzleşme. İmgeler içinde oyun monologdur ama diyaloglar içindedir.

Oyucular kendilerine verilen görevi en iyi bir şekilde yerine getirirken, henüz çok yeni olduğundan kaynaklı olsa gerek, henüz sahnenin enerjisini seyirciye aktaramıyorlar. Amatör ruh ile yapılan işler her başlangıcında buna benzer görüntüler olur. İlerledikçe oynadıkça sahne ısınacak, oyuncular ısınacaktır. Pratikte öğreniyorlar çoğu, oynadıkça kazanılacak tecrübe...

Oyun içinde hiç müzik ve efekt kullanılmamıştır. Belki bunun eksikliği olabilir, çünkü sahnede tek düzen kurulan ışık oyunda iniş ve çıkışlara yardım etmemektedir. Işıklar sadece bölüm geçişlerinde karartılır ve açılır.

Her oyunun bir öyküsü vardır, bu oyunda öykü imgelerin arasında sanki yokmuş hissi veriyor. Kısaca öykü bir cafe /fotokopi dükkanında dört kişinin içsel sohbeti ve ilişkileri şeklindedir.

Özel tiyatroların en büyük sorunu her oyunun başka sahnede olması, taşınma ve yerleşme. O yüzden en az materyal ile sahne düzenlenmesini yapmak ile yükümlüler. Masrafların artması demek gelemeyen seyircinin giriş ücretinin artması ya da tiyatro sahibinin cebinden karşılaması demektir ki, genelde düşük bütçeli olan kurumların bunu karşılayamaması elbette pratikte çözüm yollarını aramayı getirir. Bundan kaynaklanan sahne düzenlemesi istenildiği gibi olmamakta çoğu zaman da oyunun içeriğini kucaklayamamaktadır. Bu oyunda da sahne pratik çözüm ile ve el yordamı ile çözülmüş gibidir. Daha az materyal ile daha işlevsel kullanılabilir mi diye düşündüm. Her şeye rağmen sahne düzenlemesi oyunun içeriğine uygun diye düşündüm.

Oyunda amatör ruhu canlandıran tüm oyunculara ve sahne önünde ve arkasında olanlara, beni bu oyuna davet ederek incelik gösteren şair dostum, oyuncu, yeni tiyatro yönetmeni arkadaşımın da emeklerine sağlık demek düşer bana…

Alkışınız bol, yolunuz açık olsun…

İsmail Cem Özkan


Ben iyi biri olmadan önce
Kara komedi
Cibali oyuncuları

Yazan ve yöneten: Şerafettin Kaya
Oynayanlar: Didem Yeldan, Mustafa Güngör, Ali Can Yılmaz, Asena Büşra Sayın, Pelin Takat 

15 Mart 2016 Salı

İnsan vücutları üzerimize yağdı!

İnsan vücutları üzerimize yağdı!

Savaş bulutları, toplama kampları üzerimizde kara bir bulut gibi çöktü, bunu engelleyecek ne gücümüz ne de nefesimiz var sadece kurbanlar gibi bakıyoruz... Acı duyuyoruz... Parçalanıyoruz... Çünkü örgütsüz bireyleriz...

Son yıllarda sürekli ölümler gündemimizi belirlemeye başladı, artık tek tek bireylerin değil, toplu ölümlerin ve katliamların ülkesi olduk. Toplu olarak infaz ediliyoruz, beyinlerimizin her kıvrımına biat etmemiz fısıldanıyor, sormadan öldür ve öldürt!

“Bir arada yaşayamayacaksınız, et ile kemiğin ayrışmasında oluşan acıyı yaşayın, parçalanın, olacaksa artık olsun!” diye bilinçaltımıza fısıldanan sözün yüksek söz ile ifade etmemiz istenmektedir. Bütün bu algı operasyonlarına, toplu cinayet projelerine karşı bizim yapabileceğimiz, savunma da kalacağımız elimizde ne kaldı? Teker teker hepsini zaman içinde elimizde alınmakta ve kör bir bombanın patlaması sırasında vücudumuzun parçalandığını izlemekten başka. Her cinayet, her katliam etimizden birer parça alırken, bilincimizde karanlığa, duyguların esiri olmaya zorlanıyor. Bilinç ile hareket etme, duygun ile hareket et ve düşman olarak gösterileni linç et fısıltısı sürekli ekranlar aracılığı ile haber bültenlerinde, filmlerin içinde söyleniyor, söyletiliyor… Duyuyoruz, görüyoruz, çaresizce bekliyoruz. Kurban olmaya hazır bir koyun gibiyiz, ölüm bizi ipnotize etmiş, kasap elinde bıçak ile bizi kesmeye gelirken, kaderimizin bu olduğunu dahi düşünemeyecek kadar boş gözler ile dışarıdan kendimizi izliyoruz. Ölüm kapımızı çaldı, biz bilinçsizce kapıyı açan kurbanlarız! Ölüm tüm sokakları teslim aldığı yerde bodrumda saklanan masum insanlarız. Hiçbir zaman bodrumda saklanacağımız aklımıza gelmemişti, şimdi yaşam yerlerimiz oldu!

"Türkiye, çözülmemiş bir ulusal sorunun bedellerini ödüyor" Alberto Negri

Yüzleşme konusu son kırk yılın ayrılmaz kelimesi olmuştur. Geçmiş ile yüzleşme, çünkü kuruluştan kaynaklanan birçok sorun katmerleşerek bugüne kadar geldi. Zor ile hasır edilen, görülmezden gelinen sorunlar değişen politikalar ve yurt dışına açılan bilinç duvarları karşılaştırmalı tarih sayesinde kırılmaya ce sorular sorulmasına sebep olmuştur. Kuruluş aşamasında dünyada hakim olan anlayışın yerini başka bir anlayış ile yok olmuş, kapitalist sistem ihtiyacına uygun olarak yeni tarih bakışını tüm toplumlara dayatmaktadır. Etnik kimlikler ve inançlar ayrılığın ve bir arada olmanın mihenk taşları olduğunu gören sistem, ihtiyacına uygun olarak yeni pazarların oluşması için parçalanmayı ve bu parçalanmadan doğacak olan enerjinin sistemin sorunlarının giderilmesinde çözüm olacağı düşünülmüştür. Çünkü kapitalizm ne zaman sistemsel sorun ile karşılaşsa global olarak savaş reçetesi ile kurtulmaya çalışmıştır. Yeni savaş stratejisinin adı ‘hibrit’ savaşlarıdır ve bu savaş sayesinde sistemden kaynaklanan sorunlara çare aranmaktadır. Bir bölgede ölümler başka bölgede refahın yükselmesi anlamındadır.

İnsanın nasıl öldürüleceği konusunda geliştirilen teknoloji ve akıl yürütmeler yaşatmak üzerine yürütülmüş olsaydı bugün kanserden ölen insan olmazdı.

Başkalarının refahı için seçilen coğrafya içinde yaşadığımız coğrafyadır ve olayın aslını bilmeden halklar birbirini boğazlamaya ve bölge ülkeler silah stokunu artırmak için piyasadan silah toplarken, sessiz kurbanlar bizler olduk. Bizde yaşanan savaşın sonucu olarak mülteci krizi refah toplumunun sınırlarını zorlaya başladığında, refah toplumun refleksi ırkçılığı artırmak ve sınırlarına tel örgüler çekmek oldu. Mülteciler arasında ayrım yaparak denizleri ölüm tarlalarına dönüştürdüler. Bu kendi ulus devletini korumak adına yapılmış bir insanlık suçudur ve kimse bu suçu sorgulayacak kadar örgütlü değildir, çünkü kapitalist sistemde parası ve gücü olan her zaman haklıdır, azınlıklar ya tüketicidir ya da kurban!

Hepsi barış için!

Ülkemizin tek hakimi gibi gözükmeye çalışan Erdoğan "ya bizimle olacaksınız, ya da terörist!" toplumu bu şekilde kategorize ettiğini bir toplantıda dillendirmiş. Ya sev ya terk et politikasının başka versiyonu yeniden hayatta geçiriyor... Kısaca daha fazla kan ve daha fazla çatışmayı işaret ediyor, ne zaman tüm toplum tam biat eder ancak o zaman barış gelir! Çünkü barış kelimesinden her birey ve toplum durduğu yere anlamlar yüklemekte ve o anlamlar ışığı altında barış demektedir.

Barış ortamı ve istikrarın sağlanması için bazı yerleşim yerlerinde sokağa çıkma yasakları uygulanmaya başlandı. Hepsi barış için!

Barış için var olan sorunlar ve sorun oluşturanlar ortadan kaldırılmış olsa, o zaman ülke pürüzsüz ve istikrarlı bir ülke olur. Çoğunluk haklarının hakim olduğu yerde azınlıklara düşen görev biat etmek ve çoğunluk refahı için çalışmaktır. Barış ancak o zaman hayat bulur anlayışı içinde operasyonlar yapılmakta ve yönetilmektedir. Barışa giden her yolu mubah gören anlayış hala erki elinde tutmaktadır.

Bodrumda yanmış cesetler, anadan üryan duvar dibinde insanlar, panzer ile ezilmiş insan fotoğrafları medyaya servis ediliyor... Sanırım fotoğraf çeken bakın biz insanlık suçu işliyoruz, kimse bizden hesap sormaz... zaten hangi insan hakları kaldı ki çiğnenmeyen?! En önemli halk olan yaşama hakkı ortadan kalktı!

Ankara’da ki Güvenpark katliamı Silopi, Cizre, Sur'da yaşanan ‘sokağa çıkma yasağı’ ve ‘bodrum cinayetleri’nin üstünü örten bir patlamaydı, çünkü o katliama ve insanlık suçuna ilgiler yoğunlaşırken Ankara katliamı onların üstüne insan külünü savurdu, ne yazık ki artık gündem bile değiller.. Ankara katliamından kimler kazançlı çıktı derseniz, pimi çeken mi, pimi çekmesi için ortam hazırlayan mı? Duygular ile yapılan her eylem bazı şeylerin üstünü örter. Sur’da Cizre’de, Silopi’de ve ‘sokağa çıkma yasağı’ olan yerlerde işlenen ‘insanlık suçu’nu nasıl ki mahkum etmeye çalışıyorsam, Ankara katliamını yapanları da aynı şiddet ile mahkum ediyorum... Masum, sivil insanları öldürmenin hiç bir haklı gerekçesi olamaz... Bu katliam bir arada yaşama iradesine atılmış bir bombadır... Sur’da katliam yapan ile Ankara’da katliam yapan arasında düşünsel anlamda paralellik görmekteyim. Her ikisi de parçalanın, tıpkı insan vücudu gibi demekte...

Türkiye’de muhalefet katliam yerine karanfil bırakmaktan öte bir anlam ifade etmiyor...

Ankara katliamında ölenlerin kimlikleri yaşadığımız ülkenin renkleridir... Anma paylaşımlarına bakıyorum, bazı iller kendi ölüsüne sahip çıkıyor, onu anıyor... Sanki tek o ölmüş gibi... Ölenlerin hepsi bizden ve aralarında hiç ayrım yoktur, hepsi kardeşimiz ve canımızdır... Yüreğimiz hepsi için parçalandı... Onların vücutları üzerimize yağdı!

Ankara katliamını protesto etti diye biri veya birileri gözaltına alınmış. Katliamları durdurun demek bile göz altına alınma sebebi olmuş… Ankara katliamı bir daha olmasın diye tüm demokratik kurumlar sokağa çıkıp sesini duyurması gerekirken, devlet sanki katil ve olay ile ilgili olanları kollar gibi, olayın üstünü kapatma telaşına girmiş, faili meçhul bir katliam yaratma telaşı içinde gösterilere müdahale emri vermiş. Bu soğukta insanların yüreği yanarak çıktığı meydanda gözaltına almak; gösteri ve yaşama hakkına müdahaledir.

Solcu, işçi, Alevi, Kürt meydana çıkarsa tüm haklar askıdadır, gözaltına alınanlar da askıya alınır!

Yeni demokrasi ve özgürlük anlayışı ne yazık ki artık yukarıda ki gibi ve kolluk kuvvetlerinin beynine yerleşmiş...

İsmail Cem Özkan

12 Mart 2016 Cumartesi

Eğer bu bir film olsaydı

Eğer bu bir film olsaydı

Bosna Hersek devleti henüz kurulmadan önce eski Yugoslavya savaş bulutlarının altındadır. Henüz komşu komşuyu, tırnak etten ayrılmadığı zaman diliminde bir tren istasyonu şefinin evine bakmaktayız. Tren şefi İbrahim artık trenler işlemediği için artık evindedir. Fotoğraf çekme hobisine ağırlık vermiştir. Film banyosu için karanlık odayı salonda oluşturmuş, kırmızı ışık altında çektiği fotoğrafları tab ederken sahnenin üzerinde bir hareketlilik başlar. Anne Esma odanın bir köşesindedir, dikiş dikmektedir.
Dikenli tel; savaşı, ayrılığı ve parçalanmayı sembolize etmektedir. Sahnenin arka zeminden siyah örtünün önündedir. Evin büyük oğlu Alaaddin bölümler arasında kronolojik olarak dünyada olan olayları verirken küçük bir ışık süzmesi ile aydınlanmakta ve mikrofon ile salona dijital bir ses efekti şeklinde seslenmektedir. Bir radyoda okunan metin gibidir. Dünya savaşa rağmen kendi gündemi içinde yaşamakta ve Saraybosna’da olanlara sanki duyarsız gibidir algısı verilmektedir. Acıyı yaşayan acının farkındadır ve yaşar, diğerleri gözlemcidir.
Sırplar ve Boşnaklar aynı binada komşudurlar, iç içedirler hatta bir birlerine o kadar içli dışıdırlar ki evlerini terk derken bile evin anahtarını ve babasından kalan incili verecek kadar güven duymaktadır. Komşuları Sırp Duşan veda için gelmiştir ama bu ayrılığı hemen söyleyemez. Her zaman yaptıkları gibi önce kısa sohbet ve satranç oyunu, evde yapılış rakiki. İbrahim ve Duşan satranç oyunu uzun zamandır oynamaktalar ve oyuna kaldıkları yerden devam ederler. Duşan sıkıntılıdır ve sıkıntısını dillendirir. Son bir kere gelmektedir, artık ülkenin Sırp bölgesine akrabalarının yanına gideceklerdir. Bütün birikimlerini geride bırakıp gideceklerdir. Ülke artık parçalanmakta, derinden gelen sesler ne olacağını artık bağırmaktadır. Savaş, et ile tırnağı bir birinden ayıracaktır. Kendilerinin dışında gelişen olaylar onları ayıracak, anıların üzerine bombalardan çıkacak küller kaplayacaktır.
Yıllardır birlikte yaşayan ve aynı ideallere inanalar farklı inançtan da olsalar mutluyken, birden trajedinin ve dramın ortasında bulmuşlardır kendilerini. Gelmekte olan ayrılıktır. Karanlığın zifiri karanlığa döndürdüğü dönemlerde düşman kim, müttefik kim belli değildir. Çıkarlar ve savaşı yürütenlerin belirlediği düşmanlar akrabanızdan da yakın olan komşunuz birden düşmanınız ve bir birini boğazlayan iki taraftan biri oluverirsiniz. Savaş herkes arasındadır.
“Bir millet uyuyorsa uyandırmak kolaydır. Ama uyumuyor da uyuyor gibi yapıyorsa ne yapsanız nafile, uyandıramazsınız” Gandhi’nin bu sözünü söyler teyze İndira, sözüm başına ise uyuyan meleği uyandırırsınız, uyanır ama diyerek cümleye girer. Tarih bu sözü Saraybosna’da doğrular. Gelmekte olana karşı kimse bir şey yapmamış, sadece izlemek ile yetinmiş, evlerinin penceresinden gelişmekte olanı anlamaya çalışmışlardır.
Savaş, Saraybosna’dadır. Sokaklar artık tekin değildir. Milisler, askerler, kurşun ve bomba sesleri şehri kuşatmıştır. Şehir yıkılmakta Ziriç ailesi bunu kendi odalarından kaygı ile izlemek ile yetinmek ister ama artık savaş evin küçük oğlunu da askerlik nedeni ile elinden alacaktır. İrfan askere yazılır. Bunun anlamını hepsi bilmektedir. Ölüm! Anne Esma bu duruma isyan eder, fakat isyanı bu gerçekliği ortadan kaldırmaz.
Evlerinde geçici olarak kaldığı vurgusu yapılan teyze ise Hindistan’a gitmek istemektedir ama havalimanı kapalıdır. Havalimanını arar, havalimanından dışarı ile bağlantı kuramayan Cumhurbaşkanı Aliya İzetbegoviç bunu fırsata döndürmek ister ve gözaltında olduğunu cumhurbaşkanlığına bildirmesini ister. Ama teyze bu konuda bir şey yapamaz, çünkü bilgi vermesi gereken yerin bilgileri kendisinde yoktur.
Şehir, Müslüman tarafı Boşnak milisler tarafından kontrol edilmeye başlamıştır. Yeni kurulan askeri birlikler evlerde Sırp avındadır. Tek tek daireleri kontrol etmektedir. Ziriç ailesinin evini de genç bir milis kontrol etmeye gelir. Masanın üstünde yer alan büyük oğullarının askerlik yaptığı yerden hatıra olarak aldıkları bir ikona gözü takılır. Onu sorgular. Henüz teknoloji ile araları yoktur, öte yandan faks makinesini kullanabilen birini aramaktadır. Güçlü olan erkekleri ise siper kazmaları için de aramaktadır. Asker, nefret yüklüdür, savaşın yaratmış olduğu ortamdan etkilenmiştir. Ölüm ve kan onu düzgün düşünmesini ve normal davranmasını engellemektedir. O görevini acele ile yapmakta ve ortamın gerginliğini sürekli gerekerek çevresine de yansıtmaktadır. Savaş karşındaki ne diyor diye dinlemeyi ortadan kaldırır, duymak istediğini duymak ister…
İrfan askeri kıyafet içinde sahnededir. Elinde yakacak birkaç odun parçası ile gelir. Çünkü şehir artık enerji sorunu yaşamakta ve depolarda birikmiş olan yakacak da bitmiştir. Savaş var olanı çabuk tüketir.
İrfan, babasının yanında oturmaktadır. Bu sırada babası maket tren oyuncağını salonda halının üzerinde kurmaktadır, kısaca oyalanmaktadır. Hareketleri yavaşlamıştır. İrfan babasına “Hak ettiğimizi yaşayacağız, hak ettiğimizi yaşıyoruz.” derken, babası hak ettiğimiz bu mu diyerek acı acı bakmaktadır. Kendilerinin dışında yaşanan bir savaşın içinde artık hepsi kurbandır. Savaşta her daim kötünün kötüsü de vardır ve zaman o kötünün kötüsünü ortaya çıkarmaktadır. Uçaklar şehri bombalar, sığınaklar kurtuluş yerleridir. Savaş, kış mevsiminde daha ağır ve can alıcıdır.
“Hayatta tek bir kural vardır: Doğarsan ölürsün!”
Doğum ve ölüm tarihleri arasında yer alan çizgi yaşamdır. Bu çizgi bazıları için trajedi, dramı içinde barındırırken, başkaları için ise bir spor karşılaşmasında madalyondur. Bir yerde savaş, öte yandan lüks yaşamın medyaya yansıması… “hayatta kalan altın kaşıkla yemeğini yiyecek.” Eğer kalabilirse ve uygun bir yerde bulunabilirse, çoğu savaş sonrası sadece kaybettiklerinin anısı ve acısı içinde yaşayacaktır.
İrfan savaşın etkisi ile daha fazla İslam geleneğine doğru yönelmekte ve daha fazla radikalleşirken, geçmiş ile yaşadığı anın çelişkisini yaşamaktadır.
“Allah’a inanıyor, ama insanlara değil…”
Metallica müzik çalan İrfan, bu saflaşma ile kafası daha da karışmıştır. “Metallica ile Mekke arasında kafası gidip geliyordu.” Bugün dahi birçok ülkede İslam adına cihad için savaşanlar bu savaşın sonunda başka ülkelere savaşmaya gidecektir. Savaş, ölüm kendi kafalarında barış için ölmeyi ve öldürmeyi meşru kılıyordu. Barış kelimesi duruşa göre değişmektedir, her barış aynı şeyi anlatmamaktadır. Kendi hükümdarlığını ilan eden barış geldiğini iddia edebilmektedir.
Sonunda evlerinde olmuşlardır. Sokaklarda birkaç kırpıntı ile karınlarını doyurmaktadır. Soğuk içlerine işlerken savaş sonunda ülke parçalanmış, var olan tüm birikimleri yok olmuştur. Saklayacakları be geçmişleri kalmıştır ne de gelecekleri.. 
Hayat kendi dediğini söylemiştir. Bu eğer bir kurgu olsaydı sizler nasıl bir öykü yazardınız?
Oyunun teknik bölümüne gelince uzatmadan kısaca yazayım, ışık çok başarılı gördüm. Işık ve müzik öykünün ruhuna can vermiş, konun ağırlığı karşısında oyuna ilgiyi ayakta tutuyor. Oyuncular kendilerine verilen görevi en iyi şekilde yerine getirirken, askeri canlandıran Berk Sezenler’in biraz daha pişmesi gerektiğini düşündüm. Dekor, oyunun içeriğine uygun, akıllıca kullanılmış tel. Alaaddin dünyada gelişmeleri anlattığı ve bölümler arasında olayı daha özümsememizi sağlayan karanlığın içinden konuşması ve son sahnede tekerlekli sandalye ile gelip sandalyeyi sahnede bırakması güzel düşünülmüş. Sahne dekorları oyunun akışına uygun şekilde boşaltılması akıllıca bir yöntem olmuş. Dekorda video kullanılması ayrıca oyuna canlılık kazandırmış.
Oyunda emeği geçen her bir emekçi alanında başarılı olduğunu Bilge Emin yönetiminde uyumlu çalıştığını oyun sonunda alkışlar ile kendisini zaten göstermiştir. Ben de bu yazımda tekrar alkışlıyorum. Savaşsız bir gelecek arzuluyorum ama ne yazık ki bir zamanlar eski Yugoslavya üzerine binen kara bulutlar bizim bu tarafa da geldi. Umarım bizim yazarlarımız buna benzer oyunlar yazmaz ileride…

İsmail Cem Özkan


Eğer Bu Bir Film Olsaydı

Yazar: Almir İmsireviç
Çevirmen: Bilge Emin
Yönetmen: Bilge Emin
Dekor Tasarımı: Nurettin Özkönü
Giysi Tasarımı: Nalan Alaylı
Işık Tasarımı: Serhat Akın
Müzik: Çağrı Beklen
Yönetmen Yardımcısı: Eylem Yıldız
Yönetmen Asistanı: Serap Yılmaz
Oyuncular: Burak Şentürk, Mine Tüfekçioğlu, Burak Altay, Gönen Aykaç, Barış Bağcı, Berk Sezenler, Emre Yeşilöz
Sahne Amiri: Mahsuni Yılmaz
Kondüvit: Merve Akgül
Işık Kumanda: Rüştü Karabayram


2 Mart 2016 Çarşamba

Son kavga sınıf kavgasıdır!

Son kavga sınıf kavgasıdır!

“Tüfek icat oldu mertlik bozuldu”
Köroğlu

Sınıf kavgasında taraflar meydana çıkıp er kavgası yapmamaktadır… Köroğlu değimi ile tüfek icat oldu. Bir tüfeğin sınıf lehine kullanılması ve sınıfı için sermaye birikimi aracı olduktan sonra savaşlar meydanlara çıkıp, daha karmaşık ilişkilerin olduğu bir alana kaydı. Kapalı kapılar arkasında verilen kararlar sonucu birçok insan haberi dahi olmadan, ne için öldüklerini bilmeden toplu katliamların, soykırımların kurbanı oldu.

Sınıf mücadelesi her zaman barışçıl ortamda olmamıştır, zaman zaman meydanlara kurulan barikatlar, fabrika önlerine asılan grev afişleri eşliğinde yaşamın her alanında kıyasıya açık mücadele şeklinde olmuştur. Bu mücadele içinde bir çok işçi hayatını kaybetmiş, burjuvazinin yanında yer alan “Murtaza”lar (Orhan Kemal) ise içinde bulundukları sınıfın gerçekliğini kabul etmeden kendi hayatını kurtarma adına sınıf arkadaşını, mücadele yoldaşını arkadan bıçaklamıştır.

İçinde yaşadığımız kapitalizm çağı, içinde yeşermekte olan kendisini yok edecek sınıfı yok etmek adına birçok mücadele aracı geliştirmiş olmasına rağmen, her şeye rağmen, bütün üstünlüklerine rağmen sınıfın yani üreten olan emekçilerin direnci karşısında çaresiz kalabilmektedir. O yüzden işçi sınıfını ne adar çok parçalarsa o kadar direnç az olacağını bilerek sınıf içinde çelişkilerden yararlanarak sınıf içinde kategoriler yaratılmıştır. Beyaz yakalı işçi ile fabrika işçisini ayırırken, sendikal mücadele alanlarını ayrı örgütlenme modelleri üzerine oturmasını sağlamıştır. Ülkemizde 15–16 Haziran hareketi ile burjuvazi işçilerin elde ettiği moral üstünlüğünü örgütlü yapısını 24 Ocak 1980 yılında alınan kararlar ile yok etmeyi planlamış ve bu planın uygulanabilirliği için ülkemizde 12 Eylül faşist darbeyi organize etmiştir. Darbe sonrası işverenlerin birliği başkanı “bundan sonra biz güleceğiz!” diyerek darbenin kim için yapıldığını ilan etmiştir.  12 Eylül ülkemiz için kırılma noktasıdır, karma ekonominin yerini serbest piyasa adı verilen liberal ekonomi politika almış, hapishanelerde kaynaştırma adı altında yapılan sağ ve sol mahkumları aynı hücre ve kafesler içine yerleştirdikleri gibi toplumu da kafesler içine koyup kaynaştırma modelini uygulamış, dört eğilimin temsilcisi olarak ANAP iktidara taşınmıştır. Bugün ANAP isim değiştirmiş ve liderini değiştirerek varlığını günümüz zamanında geçerliliğini korumaktadır. 12 Eylül sonrası toplum mühendisleri projeler üretmiş ve o projeler farklı liderlerin gözetimi ve bilgisi ilinde uygulanmıştır.

Toplum mühendislerinin çalışma hayatına kazandırdığı liberal düşünceye uygun iş yerini içinde daha örgütsüz emekçilerin yer alacağı bir sistem geliştirmiştir. Bu uygulama daha önce birçok ülkede uygulanmış ve sınıf mücadelesi sonucunda elde edilen tüm hakları geri alan ve yeni boyunduruk yasasını hayata geçirmiştir. İşçi sınıfı aynı iş yerine farklı patronların emri ve gözetimi altında çalışmasına taşeron işçilik ve taşeron yapılanma adı verilmiştir. Her ne kadar taşeron firmalar aynı iş yerinde daha düşük ve daha verimli çalışan işçi modelini kağıt üzerinde kanıtlamış olsa da hayat içinde o kadar başarılı olup olmadığını istatistikler göstermektedir. Taşeron işçilik ile üretilen ürün kalite açısından eskisine göre daha düşüktür, fakat zaten kapitalistler kaliteli ürün değil, kullan at modelini kabul ettiklerinden daha fazla tüketime yönelik siyasi kararları hayata geçirtmişlerdir. Artık sanayi ve kalkınma öncelikli değil, ne kadar çok tükettiğin gelişmişlik ölçütü oldu. Çok tüketen daha gelişmiş ve çağdaş dünyanın nimetlerinden yaralandığı algısı oluşturulmuştur. Buna dayalı olarak devletin elinde olan tüm işletmeler zaman içinde özelleştirilerek devletin elinden (kamunun elinden) çıkarılmış, özelleşen kurumlar da kısa zamanda uluslararası firmaların denetimine girmiş ve işletmeler zaman içinde kapanmış, özelleştirmenin olduğu ülkelerde işsizlik artmıştır. Bu bilinçli bir tercihtir. Bu tercihi ülke siyasetine koşullayanlar da uluslar arası firmalar ve tröstleşmiş firmalardır. Her ülkede her konuda borsanın kurulması ve o borsa aracılığı ile paranın 24 saat hareket etmesi sağlanmıştır. Para altın karşılığı basılan bir meta olmaktan çıkarılmış, borsanın ihtiyacı yönünde ve borsanın yönlendirmesi ile basılan bir soyut metaya dönüştürülmüştür. Bugün ülkemizde HES adı verilen tüm enerji firmaların çoğalması enerji borsasının oluşması içindir, enerji borsası açıldıktan sonra ülkeye ait tüm enerji kaynakları tröst firmaların denetimine geçecek ve onların istekleri yönünde tüketilmek üzerine enerji üretilip satılacaktır.

Sınıf mücadelesi artık eskisi gibi görünür ve direkt savaş üzerine oturmamaktadır, o yüzden işçilerin örgütlü yapıları sendikalar ve siyasi partiler artık marjinal diyebileceğimiz konumuna dönüştü, burjuvazi elde ettiği üstünlüğünü sınıfı parçalayarak sınıf bilinicinin oluşumunu engelleyecek yapılanmaya girdi. Bugün adında devrimci sıfatı olan sendika artık ne devrimcidir ne de sınıfın çıkarını koruyacak kadar bilgi birikimine sahiptir. Mülteci çocukların uluslararası tekel tekstil firmaları için işçi olarak çalıştıkları haberini DİSK yalanlamış, ertesi gün haber yapan kaynaklar fotoğraflar ile kanıtlamıştır. DİSK örgütlü olduğu işletmelerde kimlerin çalıştığını dahi bilemeyecek konumda ilgisiz ve patronun yanına düşmüştür.

Zonguldak’ta özelleştirilen bir firmada taşeron olarak çalışan firma ile sözleşmesini iptal etmiş, taşeron firmada çalışan işçiler sokakta kalmıştır. Çünkü taşeron firma iş alabildiği sürece işçinin maaşını ödeyebilecek bir anlayış ile yapılanmış, iş olmayınca tabela şirketi konumuna dönüşmektedir. Taşeron firmada çalışan işçiler ise tecrübe kazanmış, alanında kalifiye işçi konumuna gelmişlerdir. Kalifiye işçiler gerçek işveren firma önünde çadır kurup biz bu işi biliyoruz, biz olmadan siz enerji üretmezsiniz diyerek taşeron olarak çalıştıkları firmadan iş istemekteler. İhaleyi almış firma ise daha düşük ücrete başka taşeron firmaya işi yaptırmayı düşünmekte ve çıkarları ona göre hesaplamaktadır. Taşeron gelen her yeni firmada işçiler işi yeniden öğrenecek ve bu öğrenme süresi içinde birçok kazaya ve doğanın tahribatına kapılar açıktır. Kafalarda oluşan soru, firma gerçek anlamada layıkı ile iş üretip para kazanmak mı istiyor, yoksa nasıl olsa öyle de olsa böylede olsa devlet her ürettiğimi benden alıyor, kağıt üzerinde ürettiklerimi satar kağıt üzerinde rakamlar hesabıma girer hesabı mı yapmaktadır. Kapılarının önünde kurulan çadırı ve kalifiye işçi olduklarını söyleyen işçilerin sesini duyacak mı? 

Üretim mi, tüketim mi?

Günümüzde üretim artık yük olarak görülen bir işleve dönüştürüldü. Üretmeden tüketiyoruz. En fazla da insan tüketiyoruz. Ülkemiz savaş alanına dönmüş, sanki ikinci dünya savaşı yaşanıyormuşcasına sürekli gündemi kan belirliyor. Bu kan deryasının ortasında bizler ise sürekli tüketeceğimiz yeni sanayi ürünü ile karşılaşıyoruz. Onu almak içinde köle, kapı kulu... artık ne olmamızı istiyorlarsa o rollere girer olduk.

Direnmeyen, ekmeği için mücadele etmeyen, üretmeyen her toplum dejenere olmak ve yok olmak zorundadır.

Bugünlerde Otomotiv sanayisi işçileri Bursa’da sınıfsal karakterine uygun direniş gerçekleştirmeleri tüm umutların hepten yol olduğu anlamına gelmediğini, karanlığın zifir olduğu yerde de kıvılcım olacaklarını kanıtladılar. Onların haklı mücadeleleri yalnız kalmadığı ve halkın tüm katmanları tarafından sahiplenildiği sürece oluşturulan kölelik sistemine direnç artacak ve sınıfın ortadan kalktığı gerçek özgürlük düş olmaktan çıkacaktır.

“bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”


Adnan Yücel yıllar önce dizelerini bize armağan olarak bırakmış, bizde onun sözü ile bitirelim yazımızı… “yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”

İsmail Cem Özkan