Galata Gazete


28 Haziran 2016 Salı

Gazetecilik!

Gazetecilik!

Gazetecilik kelimesinin altı boşaltılalı yıllar oldu. Irak işgali sırasında yeni bir kelime literatüre girdi; ‘embedded’ iliştirilmiş gazetecilik… Gerçi o günden öncede gazete mesleği devletin ve sermaye sahiplerinin çıkarı yönünde işletilmiş ve o amaçla kamuoyu oluşturmak için kullanılan bir araç işlevini hep korumuştur. Devlet topluma tam hükmettiği dönemler (diktatörlük döneminde) ve biçimlendirdiği günden bu yana gazetecilik mesleği meslek olarak varlığını korumakta ama gerçek anlamda gazetecilik tarihin karanlık kuyularında bir anı olarak varlığını korumaktadır. Göreceli demokrasilerde de meslek olarak sadece patronun çıkarı yönünde haberleri görmeye ve yazmaya gazeteci teşvik edilir. Diğer olaylar ve birbiri ile bağlantılı olaylar genelde satır arasına alınarak üstü örtülür ya da toplumun önüne hiç çıkarılmaz. Magazin haberler her zaman medyanın gözbebeğidir, çünkü okuyucu bu sayede ülkede var olan gelişmelerden uzak tutulur ve onların algısını başka yönde tutarak meclisten geçen bir karar hiç kamuoyunun önünde tartışılmadan geçer ve zaman içinde bu karar uygulanır. Normal şartlar altında toplumda büyük tepki duyulması gereken kazanılmış hakların geri alınması süreci medyanın bu görevi tam yerine getirmesi ile mümkün olmuştur. Peki kazanılmış hakları elden giden kesimin medyası bu arada ne yapıyor olabilir? Kitleye ulaşmayan haberler ile kendi içinde gözyaşları döktüğüne şahitlik edersiniz… Sessiz ve tepkisizdir. Geri dönülmeyecek konumuna geldiğinde artık ses çıkarmanın fazla bir anlamı kalmaz, çünkü hakları alanlar gelecek tepkilere karşı hukuki önlemlerini çoktan almışlardır…
Son yıllarda ülkemizde gazetecilere karşı sistemli bir saldırı olmaya başladı ama mesleki açıdan baktığımızda zaten ülkemizde gazetecilik mesleği ulusal çıkarlar ile sınırlı bir çerçeve içinden dünyaya bakma şeklindeydi. Haksızda olsalar ulusal çıkar onu gerektiriyor diyerek kötü olayların üstü örtülür. (Galatasaray ile Leeds United takımları arasında yapılan UEFA kupası yarı final karşılaşmasını izlemek için İstanbul'a gelen İngiliz taraftarlardan Kevin Spelight ile Christopher John Loftus, 5 Nisan 2000 tarihinde Taksim'de çıkan olaylar sırasında hayatını kaybetmişti.) 6 Nisan 2000 tarihli medyanın başlıklarına bakarsanız o dönemde bu cinayetin üstü ulusal çıkarlar ile örtülmüştü… Cinayetin işlendiği günün akşamı medyanın canlı yorum programlarda yine aynı şekilde suçlu ölenler ilan edilmişti… Sadece bu örnek ile sınırlanamaz, siyasi olaylara bakış da aynı şekilde tepkiler ile karşılaşılır. Dersim Katliamı süresi içinde çıkan sağlı sollu tüm medya dersim dağlarında kuyruklu ve kıllı insanlardan bahsetmiş olduğunu o dönemin gazetelerini alarak görebilirler. Hatta o kadar ileri gidilmişti ki, dizi yazılar bile hazırlanmıştı… Fotoğraflar ile desteklenen yazı dizileri ibretlik olarak bugün yeniden basılması gerek…
Gazetecilik suç değildir!
Son günlerde daha sık duyduğum bir slogan (cümle) dikkatimi çekti ve üzerinde düşünme gereği duydum. Bana göre bir şey tersti ve o terslik nereden kaynaklanıyordu? Doğru gibi gözüken cümlede beni rahatsız eden neydi?
Gazetecilik suç değildir cümlesi biraz kafamı kurcaladı sonunda doğru gibi gözüken ama yanlış bir cümle olarak bunu bulmuşlar dedim... O kadar yanlış bir cümle ki kendi içinde kendisini yok edecek örneği barındırıyor! Düşünün, gazetecilik yaptığını iddia eden birçok meslek erbabı var ve nerede çalıştığına bakılmadan aynı kategori altında toplanıyor. Ülkemizde başbakanlık memurunun verdiği bir kağıt parçası ile meslekli oluyorsun… Resmi bakış içinde devlet adına çalışan ve devletin gözlüğünden bakan ‘embedded’ insandır gazeteci... Onu ret ettin mi zaten gazeteci olmaz terörist filan olursun resmi söylem içinde... Ülkemizde o yüzden gazeteci sayısı sorulduğunda sürekli değişik rakamlar ortaya çıkar… Öldürülen gazetesi rakamları da tartışmalıdır ama ben tartışmam! çünkü benim duruşuma göre bellidir gazeteci...
Gazeteci, rejime, sisteme adapte olmadan muhalif duruşu ile olaylara bakma yetkisini gösteren ve bunu haberleştirendir. Karikatür gibi gazetecide muhalif olmak ile yükümlüdür. Örneğin, ünlü bir sanatçıya, popüler bir insana hayran birinin hayran olduğu sanatçı/popüler ile röportaj yapması röportaj olmaz ancak güzelleme olur… Siyasi olaylara bakış da öyledir.
Ülkemizde, iktidar tarafında yer alan gazeteciler iktidarı övmek, muhalefet ise durduğu yere göre iktidarı yermek ile yükümlüdür gibi algılanıyor ve her ikisi de yanlıştır, çünkü gazeteci siyasetçi değil, habercidir...
Gazeteci, haberi yazarken bazı şeylere dikkat etmek ile yükümlüdür, o yüzden gazetecilikte temel olarak gösterilen 5N1K (haberin öğelerini oluşturan "ne? ne zaman? nerede? nasıl? neden? kim?" sorularını içerir. + günümüzde nereden sorusu da eklenir) kuralı yazma kuralı içinde yerini alır ve orada belirtilen sorulara cümle içinde yanıt verilmesi gereklidir.  Gazeteci olayı alır, süzgecinden geçirirken yandaş olmamaya özen göstermesi şarttır...
Ülkemizde resmi söyleme göre binlerce gazeteci vardır (her sene üniversitelerden gazeteci diye diplomalı yetişmiş eleman çıkar) ve gazetecilik eğer suç olmuş olsaydı, o zaman çalışan gazeteci olmazdı.
Haber merkezine bağlı, haber merkezinin yönlendirmesi ile gazetecilik (muhabirlik) yapmak olarak algılandığı dönemimizde gazetecilik zaten suç değildir, suç unsuru zaten ortadan kalkmıştır... Peki, neden onlarca gazeteci cezaevinde yatmakta veya sorgulanmaktadır? Bu sorunun yanıtı resmi söyleme bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü onların suçu muhalefet olmakta yatıyor ve iktidara göre tüm muhalifler potansiyel suçludur. Araştırma görevlisi suçlu, eğer muhalifse... Öğretim üyesi suçlu eğer muhalifse... Öğrenci suçlu eğer muhalifse... Doktor suçlu eğer muhalifse... Demek ki hiç bir meslek suçlu değil, suçlu olmak ortak özneye bakarsanız muhalif olmak...
Ülkemizde muhalefet yapanlarında (kitle örgütlerinde) üzerine düşünülerek doğru sloganlar üretemediğini düşünüyorum... Çünkü doğru sloganlar üretmiş olsalardı toplumun geniş kesimini harekete geçirebilecek bir kıvılcım olmaları gerekliydi ama tereciye tere satmaktan başka işlevi olmayan sloganlar ile muhalefet yapıyormuş gibi yapıp aslında rejime dolaylı destek sunuluyor...
Halkın geniş tabanına ulaşmayan ve doğru algı oluşturmayan her slogan ölüdür, tıpkı “gazetecilik suç değildir” sloganında olduğu gibi… Halk bakıyor Show Tv ya da ne bileyim Fox Tv (adları bile yabancı ama yerli sürüm sorun yok!) haber yapıyor, muhabiri canlı yayına bağlanıp siyasi analiz bile yapıyor... Halk bunu görüyor ve diyor ki; “hani suçluydu, bak adam işini layıkıyla özgürce yapıyor”... Ne oldu bu sefer slogan bataklığa düştü... Bataklıkta debelenen cümleler kendisi ile birlikte o kelimelere takılanları da derinliklere çekiyor, yalnızlaştırıyor.
 Kısaca, o sloganı kullanan sadece kendisine propaganda yapıyor. Aynanın karşısına geçmiş işte bağırıyor konumunda… Kişisel olarak ben anlıyorum o slogandan ne bahsedildiğini ama benim anlamamın pek kıymet-i harbiyesi yok...

İsmail Cem Özkan

20 Haziran 2016 Pazartesi

Kurtuluş sözlü tarihini oluşturuyor!

Kurtuluş sözlü tarihini oluşturuyor!


Bazı kitaplar elimizde olan ve okumakta olduğumuz kitabın önüne geçebilir, bu okuyanın ilgi alanı ile ilgilidir. Kurtuluş Örgütü 40. yılını doldurmuş ve ‘Kurtuluş Kendini Anlatıyor, Kurucular I ve II*) kitapları kısa bir süre önce yayınlandı. Kitap tanıtım toplantısını İstanbul’da yaptılar. Ben de o toplantıya gözlemci olarak katıldım ve orada elde ettiğim kitabı henüz yoldayken okumaya başladım. Çünkü kurucu üyelerden ve üyelerden birçoğunu dostluk ilişkisi içerisinde zaman içinde tanımıştım. Elbette, benim tanıma sürecim 12 Eylül öncesi mahallemizde oturan Kurtuluşçular ile başlar. Yabancısı olmadığım bir örgütün 40 yıl sonra yaptığı tarih çalışması elbette ilgimi çekmişti.
Kurtuluş örgütü kırk yıl önce bir cezaevi süreci içerisinde başlayan dostluk – yoldaşlık (68 kuşağında dostluklar önemli yer tutmaktadır, her ne kadar yoldaş da olsalar dostluk ve insani ilişkiler öne çıkabilmektedir.)  ilişkisinin yoldaşlık ilişkisine dönüşmesi sürecinde oluşmuş. Bir birine güvenen, yenidünya perspektifi oluşmakta iken bu sürecin basamakları okumuş olduğum iki ciltlik kitapta ayrıntılı bir şekilde işlenmiş. Her bir kurucu kendi duruşuna göre olayları yorumlamış. İlhami Aras, Ali Demir, Şaban İba, Mahir Sayın, Mustafa Kemal Kaçaroğlu, İsmet Öztürk ve Doğan Tarkan Kurtuluş Örgütü kurucuları duruş noktalarına göre ve o gün ki algılayışlarını da eleştirel bir göz ile sohbet ve soru yönlendirmesi eşliğinde okuyucuya içtenlikle sunmaktalar.
Her biri kendi gözlemleri ve algılarına göre aynı olaya farklı bir açıdan yaklaşmışlar. Örgüt içinde oluşan ve var olan ayrışmalar, farklı tepkiler, 12 Eylül öncesi zorunlu olarak sürüklendikleri siyasi ortam ve o ortam dışında yapmayı planlandıkları ama zamanı ‘iyi kullanmamaktan’ kaynaklanan geriye düşüşler. Tespitler yapılıyor ama o tespite uygun örgütsel esneklik sağlanamaması içtenlik ile her bir kurucu kendi açısından aktarıyor. Sadece içinde bulundukları, dedikoduya kaçmadan, yaşadıklarını anlatıyorlar. O şöyle demişti, bu böyle demişti dedikodusuna kaçmadan ve bir birinin hakkını vererek duruş noktalarına göre ince göndermeler ile eleştiri oklarını sakınmadan kullandıkları başarılı sözlü tarih olmuş. Resmi Kurtuluş Örgütü tarihi dışında kurucuların bakışı ile sübjektif bir tarih artık elimizin altındadır. Araştırmacılar resmi Kurtuluş Örgütü tarihi  (Kurtuluş Siyasi Dergi ve o dönem içinde çıkarılmış el ilanları, afişler, haftalık dergi, aylık dergi, yeraltı yayın organı, yurt içi ve dışında yayınlar, örgüt içinde yapılmış kongre ve konferans, Merkez Komite Tutanakları…) dışında oluşturulmuş olan bu sübjektif tarih ile zengin bir kaynağa kavuşmuş oldular.
12 Eylül öncesi ve 12 Mart sonrasını daha iyi anlayabilmek ve o dönemde örgütlenme ve insan ilişkilerini yakalayabilmek için sol pencereden açılmış bir fırsattır. Her şey yolunda gider gibi gözükürken, önceden tespit edilmiş 12 Eylül faşist darbesi söz konusu edilmişken, darbe geldiği gün ve sabahı yaşanan olayları kurucuların gözü ile başka bir alandan görme imkanına eriyoruz, çünkü kabaca bizim yaşadıklarımız ile örgüt liderlerinin yaşadıkları ve onların tepkisi farklıdır. Biz onlara göre daha az sorumluyuz ve bizim saklayacağımız, yönlendireceğimiz fazla bir şey yokken, örgüt liderleri birden kendi ağırlıklarının çok üstünde bir yükün altına girdiler. 12 Eylül darbesine kadar olan süreçte sağlı sollu beş bin insan ölmüş, ülke cephelere bürünmüş, katliamlar ve sokak cinayetleri artık sıradanlaştırılmış, ki darbe için ortam oluşturulmuş, bu süreç içinde taraf olan ve muhatap olanların yaşadıklarına lider kadroların gözü ile bakıyoruz.
THKP-C’si lider kadrosunun toprağa düştüğü süreç içerisinde onun devamı olan kadrolar o dönemde cezaevinde süreç hakkında tam bilgiye sahip olmadan, geçmişin analizlini yapmaktadır. ‘Öncü Savaş’ kavramı sesli olarak eleştirirken, öte yandan yeni bir ayrılığın tohumu ekiliyordu. 12 Mart yenilgisi kesin olarak ortaya çıktığında ve af yasası ile cezaevleri boşaldığında, o dönemin radikal gençlik örgütünün yaşayan kadroları yeni yol ayrımına gelmiş ve birden aynı kökten ama farklı ideolojik zemin üzerinden örgütlemeye giriştiler. Aslında girişmek yanlış bir kelime zorunlu oldular, çünkü yaşam boşluk kabul etmiyordu ve yeni ortam geleceğe doğru adım atacaklara ilk adımı zorunlu kılmıştı. İlk adım atmadan kendi köşesine çekilenler çekilmiş… Gençlik içinde arayışlar birlik zemini üzerinden tartışmalar ve fikir alış verişleri üzerinden yürütülürken, yan yana olduğu düşünülenler başka bir kulvarda dergi çıkarmak ile ayrılıyor, bunun yaratmış olduğu bir hayal kırıklığı ve ‘artık baş başa kaldık, yapacak başka şey yok, yola çıkalım’ içgüdüsü ile geri kalanlar da örgüt olmadan önce hareket olmak için yapılanmaya gidiyorlar. Önceleri geçici olarak kurulan yapılanmalar kurumlaşma yolunda adım atıyorlar. Kendilerinden önce dergi çıkaran ve gençlik içinde büyük bir taban bulan Devrimci Gençlik onların önünde bir rol modeli olarak ortaya çıkmıştır. Onlar ile aynı zemin ve benzer düşünceleri savunarak (her ne kadar söylemde fark olsa da pratik söylenenlerin yerine geçmişin eleştirisini oluşturuyordu.)  kamuoyunun önüne önce bir bildiri arkasından dergi ile çıkıyorlar… Devrimci Yol dergisini çıkaracakların ilk adımı Devrimci Gençlik Dergisidir. Ve bu dergi birlik arayışlarını daha sonra kendilerine Kurtuluşçu diyenler için birlik toplantıları bir anlamda sonlandırması ve örgüt kurmak için adım atılmasını zorunlu kılmış. Devrimci Yol – Kurtuluş ayrılığı Kurtuluşçular ile başlangıç noktası kabul edildiğini bu kitaptan öğreniyoruz. O ayrılık bir anlamda dostlukların yeniden adlandırıldığı ve altının doldurulduğu, dostluğun ötesine geçen yoldaşlık ilişkisine doğru evirilmesidir. İki kitabın içeriğinde bu ayrılık ayrıntılı olarak işlenmekte ve kişilik tahlillerine kadar bilgi bulunmaktadır.
Yetmişli yıllar anti faşist mücadelenin yükseldiği yıllardır ve yaşam; o yıllarda örgüte katılanlara bir çok şeyi yaşama imkanı vermeden silahlı mücadelenin içinde bulduğu zaman birimidir. 68 kuşağı gibi tercih ile değil, zorunluluk ile bir hareketin içinde taraf olma ya da karşı olma daha doğrusu kendisini tanımlaya rakip gördüğü harekata göre yaptığı süreçtir. Aynı kökten gelen Devrimci Yol ülke çapında ve gençlik içinde önemli bir örgütlü güce ulaşırken Kurtuluş Harekatı bu kulvarda biraz daha geç başlamasının zorluklarını yaşamaktadır. Fakat duruş noktaları ve örgüte bakışları da artık farklıdır. En önemli farklılık Kürt sorununa bakış açısındadır. Kurtuluş Kürdistan örgütü kurmak için adımlar atmakta ve ona yönelik yapılanma çabasındadır ama süreç bunu pek olanaklı kılmamış. Kürdistan örgütleri arasında bir Türk devrimci harekatının ayrı bir seksiyon örgütü olarak var olması zordur, kadro harekatı için yetişmiş bir bakış açısı olsa da kadro sorunu bunu 12 Eylül darbesi sürecinde yarım bıraktıracaktır.
Sol içi çatışmalardan Kurtuluş’ta örgütlülüğü artığı oranda kendi payına düşeni alacaktır. Tarihe damgasını vuran aynı kökten gelen ve aynı kesimlere seslenen Devrimci Yol ile kanlı çatışmalara sahne olacaktır. Karşılıklı kadroları ölecek ve yararlanacaktır. İki örgüt arasında iletişim eksikliği çatışmalara zemin hazırlayacaktır. Rekabet koşulları sol içinde çatışmayı körüklerken o dönemde çatıştıkları esas kesim faşistler ve devlet güçleri hiçbir şekilde bu çatışmanın arasına girmemiş ve “yesinler birbirlerini” diyerek uzaktan izlemek ile yetinmişler.
Kurtuluş örgüt olduktan sonra da birlik ve beraber iş yapma arayışları olmuş olsa da buna zaman ve olaylar izin vermez, insanlar gelmekte olan darbenin rüzgarına bağlı kalarak savrulmaktalar. O dönemde var olan tüm sol yapılar gelmekte olanı işaret etmiş olmalarına rağmen ona göre örgütsel yapılarını konumlandıramamış, örgütsel yapılarını dönüştürememiştir, çünkü günde en az on kişinin öldüğü zaman diliminde kimse bu değişimi yapacak örgütsel bağa sahip gibi gözükmüş olsa da yapacak bir nefeslik zaman bulamamışlardır.
Doğan Fırtına, “ben devrimcinin katili olacağıma o devrimci benim katilim olsun; ben devrimci katil olarak yaşayamam.” lafını Mahir Sayın sürekli anımsatmasına rağmen ne yazık ki sol içi çatışmada bu söz o dönem çatışma koşulları içinde havada kalmıştır.
Kolektif önderlik o dönemin örgütlerinin seçmiş olduğu bir örgütlenme biçimidir. O dönemde çoğu şey en azından polisin gözünün önünde oluyordu. Polis bütün örgütlerin lider kadrosunu tanıdığı ve ona göre operasyonel çalışma yaptığını 12 Eylül ile görecektik. 12 Mart darbesinden ders alan darbeciler o tecrübe ile en tehlikeli gördükleri örgütlerden başlayarak merkezi operasyonlar düzenlemiş. Kurtuluş bu süreç içinde diğerlerine göre daha şanslıdır. Darbe sonrası “geri çekilme taktiği” adı altında kendisini korumaya almaya çalışmış… İki merkez komite üyesini (yayınlardan sorumlu) darbenin ilk aylarında yurt dışına çıkaracak örgütlü yapısı olmasına rağmen işler teoride olduğu gibi gitmeyecektir. Merkez komitesi üyeleri yurt dışına çıktığında ya da cezaevine girdiğinde merkez komite üyeliği tüzük gereği sona ermektedir. Onların yerine gelen merkez komite üyeleri ise geçmiş işleyişten birebir haberleri olmaması işleyişte kopukluk yaratmıştır. Her üye kendi duruşuna göre ve acil ihtiyaçlara göre karar almakta ve iletişimden ve lojistikten kaynaklı habersiz kalmışlardır. Yurt dışında çıkan bir dergi ayrılık olarak algılanmış ve o algılayışlar örgütsel zaaflara yol açmış…
Örgüt kendisini koruma altında almış olduğu karar gelmekte olanı biraz ötelemiş olsa da diğer örgütler gibi hemen değil ama zaman içinde dağılmaya ve yenilgi sürecini yaşamış.
Yenilgi sonrasında bu kitap örgütsel ayrılığı ayrıntılı olarak işlememektedir. O sürece kısaca dokunulduğu ama ayrıntısını başka bir çalışmaya bırakılan bir noktadır…  
Kitap başlamış ve bitmiş bir harekatın yaşadıklarını sübjektif tarih bilgisi eşliğinde yalın, abartısız, tahlilleri tamamı ile anlatanın duruşuna göredir… İki ölen merkez komitesi üyesinin (Doğan Tarkan ve İsmet Öztürk) tekrar gözden geçiremediği ama olduğu gibi alınan tutanaklar bu kitapta yer bulmaktadır. Tekrar gözden geçirdiklerinde mutlaka bir şeyler ekleyip çıkaracaklardı ama bütünü bozan görebildiğim bir anlatım yok…
Kitap da bulabileceğiniz birçok ayrıntı var, elbette duruş noktanıza göre bazı ayrıntılar sizin için önemli olabilir. Geçmişin değerlendirmesi yapılırken o dönemde yer almış örgütler ve o örgütleri oluşturan merkez (çekirdek) kadronun anıları önemlidir.
Tarih resmi yazılabilir ama karşılaştırmalı tarih araştırması yapanlar için bu anılar çok önemlidir.
Bir örgütün tarihini incelerken, rekabet içinde olduğu ve çatıştığı Devrimci Yol’u anlamak için Kurtuluş kuruluş sürecini ve 12 Eylül’e giden sürece bakmak önemlidir, bakılmazsa büyük bir eksiklik olur düşüncesindeyim.
Kurtuluşçular da kendi tarihlerini başka örgütlerin içinde yer almış lider kadrosunun anılarını okuyacaktır. Çünkü o dönemde devrimci olanlar üstelerine düşen görevi yapmıştır ve birbirlerinden etkilenmişler ve bir birileri ile rekabet içinde olmuşlardır.
Düşünce yapısı, çatışmaları, ortaklaştıkları noktalar, duygusal tepkileri hepsi bir bütünün parçasıdır. Tek bir paçayı doğu kabul ettiğinizde orada tarih size birçok şeyi yalan söyler... Tarih size yalan söylemesini istemiyorsanız, resmi tarihi yazılarını ve belgelerini araştırmacı göz ile okuyun, çünkü resmi tarih ve söylem sadece bir bütünün parçasıdır.
Yenilgi süreci ve bugün bir türlü ayaklarının üstüne kitlesel olarak basamayan yapıların sorunları geçmişin ilişkilerinde yaratılmış sorunlar ve çatışmalar da duruyor… geçmiş ile gerçek anlamda yüzleşmeyenler eteklerine biriktirdikleri taşları fırsat bulduklarında birlik için değil ayrılık için kullanarak bir birlerini suçlamışlardır.  Bugün geçmiş ilişki içinden gelen ve bir birine selam vermeyen, görüşmeyen birçok devrimciyi görmemiz şaşırtıcı değildir. Bunun temelinde geçmişin acılarının yaratmış olduğu travma ve o travmanın gerçek anlamda analiz edilememesinden kaynaklanıyor. Elbette kişisel olarak birçok insan hata yapabilir, hata yapılmamış olsa zaten yenilgi olmazdı. Her türlü yenilgide hepimizin biraz da olsa katkısı vardır, fakat bu katkıyı görmezden gelip kendi düştüğü durumu ve yaşadığı acıyı başkasını suçlayarak kurtulmaya çalışmak, sahip çıkılmadı, bizi ortalıkta çaresiz bıraktı diye suçlamak işin en kolaydır. Elbette örgütler bütün kadrolarına ve sempatizanlarına ve onların ailelerine sahip çıkabilecek güçleri olsaydı, ne yazık ki yenilgi sürecinde her birey bir şekilde feodal ilişkiler içinde kendi ailelerinin katkıları ile bir şekilde ayakta durmuş ve ortak oluşturdukları bütçe ile bir nebzede olsa parçalı olarak yararlanmışlardır. Örgüt duygusal olarak devam etmiş, aidat duygusu bireylerde hep var olmuş olması örgütün olduğu anlamına gelmiyor. Ne yazık ki bu yaşanan yenilgi süreci dağınıklığın temel birikimini yaratmıştır. Onun üstüne ideolojik olarak zayıflama ve Sovyet sisteminin tamamı ile tarih sahnesine yer alması ayrı bir basınç uygulamıştır. Her ne kadar bireyler bu saldırılar karşısında dik durmak için çareler aramış, bir birinden habersiz yayınlar çıkararak nefes alabilecekleri ortam yaratmış olsalar da bugün yaşanan dağınıklığın ne yazık ki önüne geçilmemiştir. Kurulan ve dağılan ve yeniden kurulan bir araya gelmeler her ne kadar yasal parti, dernek, vakıf adları ile olsa da sadece geçmişin aidat duygusu ile orada olunduğu gerçeğini ortadan kaldıramıyoruz. Aynı kökten gelenler sorunlar karşısında ortak tepkiler vermesi bir kültürün varlığını ispat eder ama o kültür ne yazık ki eteklerde birikmiş taşları ortadan kaldırmaya yetmiyor.
Her devrimcinin yapması gerekeni zamana ve zamanın ruhuna bakarak anlaşılır kılmak önemlidir, bugünden bakarak birilerini suçlamak kolaydır, ama o dönemi suçlayıcı değil anlamaya dayalı anılar okumalıdır diye düşünüyorum. Eğer anlayabilirsek o geçtiğimiz yollardan bir daha karbon kağıdı lekesi ile geçmeyiz…

İsmail Cem Özkan

* Kurtuluş Kendini Anlatıyor. Kurucular I ve II, Dipnot Yayınları – Ankara, 2016


18 Haziran 2016 Cumartesi

Test etmek!

Test etmek!

Test etmek siyasi literatürümüze bir operasyon öncesi, hedef kitlenin gücünü ölçmek amaçlı küçük operasyon olarak geçmiştir. Her darbe öncesi ve büyük operasyonlar öncesinde devlet erkini elinde bulunduran ya da silahlı gücü elinde bulunduranlar hedef kitlenin direnme gücünü birçok amaçlı şekilde test eder. Bu savaşın genel kuralıdır. İç savaş konumunda olan ülkede genelde bu testler devlet erki tarafından örgütlü ama örgütsüzmüş gibi, tesadüfmüş gibi hava verilerek yapılmaya çalışılır ama siyasi irade eğer o testten başarı görmüşse artık onu tutana aşk olsun, her türlü algı ile oynayarak amaca hizmet eden kamuoyu oluşturulur. Kamuoyu ise medya aracılığı ile yaratılır ve artık o gerçekleştiğinde “bakın doğruyu bu medya grubu yazıyor” ya da “şu yorumcu bildi” diyerek o testin psikolojik olgusunu birden kahraman ve sözü dinlenen biri ilan eder (Fuat Avni böyle ihtiyaçtan üretilmiş sanal bir kahramandır.) …
Bir gün bir ülkenin başbakanı ya da yetkilisi kalkıp iç savaşa bile hazırım diyorsa bilin ki orada toplumun iç dinamiklerini psikolojik açıdan test ediyordur, kim, hangi grup ya da katman nasıl/ne kadar karşı çıkacak... Toplum kesimlerinin içinde ince bir ayar vardır, o ayar ile iktidarda kalmak için oynayacağım diyordur.  Kanlı bir geleceğin ön ayak sesleridir. Kapalı kapılar arkasında yapılan programlar ve stratejiler hayata denk düşmez genelde, çok karmaşıktır. Hayat içinde ve nereden hangi dengenin bozulacağını kimse hemen hesaplayamaz, çünkü bunu yapabilmesi için elinde güçlü teknoloji, silah ve ‘embedded’ kullanabileceği medya olması gereklidir. İç savaş koşullarında medya artık devletin medyası değil, direnenlerin medyasıdır ve daha çok izlenir. Resmi açıklamaların hepsinin yalan olduğu en ücra yerde yaşayan da bu durumu en kısa sürede algılar. O yüzden “iç savaş koşullarında ben hazırlıklıyım” demek sadece “ben iktidarım için maceraya atılmaya hazırım” demektir ve kaybedeceği artık ne çocuğunu düşünür ne de o güne kadar biriktirdiği maddi kaynaklarını. Hepsini harcayarak büyük olasılıkla sonu kanlı olacaktır.
İç savaşta galip gelen devlet değildir, çünkü kazanan hangi taraf olursa olsun devlet değişecek ve uzun süre yaşanan travmayı üzerinden atlatamayacaktır. İç barış geçici sağlansa da savaş koşulu her zaman oluşmaya hazırdır ve parçalanma kaçınılmazdır. Savaş var olanın parçalanarak yeniden sınırların oluşması demektir ki, ülkemiz öznelinde Osmanlıdan bugüne kadar kaybedilen renklerin içine başka renklerin de katılması anlamına gelir.
Türkiye kısa tarihi içinde iç savaşı gördü, kanlı bir cephe savaşına doğru eğrildi. Gerçi bunu devletin yeniden biçimlendirilmesi için yapılan bir iç savaş olduğunu bugün yaşadığımız sonuca bakarak söyleyebiliriz. İç savaş koşulları yine başka bir hesaplaşma olarak gündeme gelen darbe sonucunda oluşturulmuş atmosfer ile ilintilidir. Her toplumsal olayın bir geçmişi vardır ve o geçmiş geleceğin hangi rotada gitmesini isteyen erklerin bilgisi dahilinde olmaktadır. Türkiye kurulduktan sonra bir kaç defa amacı, hedefi ve işleyişi yeniden gözden geçirilmiş ve evrensel olarak değişen siyasi atmosfere paralel şekilde değişime uğramıştır. Latin Amerika ülkelerinde başlayan bir darbe koşulu dalga olarak bizi de aynı yıllar içinde vurması tesadüfi değildir, çünkü Amerika’nın (kapitalist güç) etkisi altında olan ülkeler genelde benzer siyasi çalkantıları yaşamıştır. Karbon kağıdında çoğaltılan siyasi projeler bir biri arkasına ülkelerin içinde iç savaş olarak uygulanmış ve bu stratejiyi planlayanların amacına hizmet edecek şekilde uygulanan ülkelerin devlet yapısı değiştirilmiştir.
Devletimiz sabit ve durağan değildir, sürekli iç dinamiklere rağmen dıştan gelen bir dalganın etkisi ile değişime uğramış ve toplumsal çalkantılar ve kırılmalar buna bağlı olarak olmuştur.
“Your boys have done it” (senin çocuklar işi bitirdi ) sözü bizim yakın tarihimiz içinde önemli bir kırılma sonucunda karar mekanizmasında söylenen bir sözdür ve yoruma açık bir cümle bile değildir. Bu kadar çıplak ve net ifade sanırım olamaz.
Elbette devletin yeniden yapılandırılması ve yeni dünya düzeni içinde ister istemez yeni figürlerin ortaya çıkarılması sadece sistemin daha uzun ayakta kalması için önünde engel gördüklerini temizleme aracıdır. Sistem kendisini yenilerken içinde yarattığı düşmanını da bir biçimde yeniden konumlandırmakta ve hizaya sokmaktadır.
Ulus devletin ortadan kalktığı ve yeni devletin henüz oturmadığı bir süreçte, hala birçok ülke içinde ulusal sorun ve o soruna dayalı olarak iç savaş koşullarının yaşanması dengesiz bir tarih çizgisinin olduğu gerçeği ile karşılaşırız ama nihai hedef yolunda etnik kimliklerin öne çıkarılması ve var olan ülkelerin parçalanması yeni piyasa kavgasının sonucudur.  
Kapitalizm her bunalımını değişimini savaş ile yapmış, savaş sonucunda kazanan figürler eli ile gerçekleştirmiştir. Savaş aynı zamanda değişimi yapacak olan güce halk nezdinde kahramanlık payesi vererek yaptıklarını bir süreliğine sorgulamaktan alı koyan bir özelliktir. Sorgulanmayan değişime direnç de olmaz.
Gürcistan’da yaşanan iç savaş bugün o ülkenin ordusuz olması tesadüfi değildir. Ülkeyi üçe parçalamışlar ve her bir parçasında başka ülkelerin barış gücü konumlandırılmıştır. Sanki ülke parçalanmamış gibi bir bütün gibi gösterilmesine rağmen ülke pratik olarak parçalıdır ve ülke içinde bu parçalara geçiş serbest değildir. Aynı şekilde Ukrayna benzer bir devrim yaşamış ve hala orada sıcak savaşın olduğu noktadır. Gürcistan ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Ülke değişik ülkelerin ordusu tarafından kontrol edilmektedir. Renkli devrimler Amerika’nın direkt kontrol ettiği ülkelerde olmadı ama sonucu itibarı ile ister istemez Amerikan kontrolünde ki ülkeleri de etkiledi. Latin ülkeleri bu dalgadan uzak kalmış olması ve orada solun bilinçli yükselmesi liberal dalgayı engelleyememiştir. Bugün Latin ülkeleri huzurlu değildir ve yeniden devlet yapısı biçimlendirilmektedir. Amerika kıtası sermayenin serbest dolaştığı ve ulus devleti tarafından engellenen konumunda değildir…
Ulus devlet yoktur ama yerine konumlanan devlet henüz adı konmamıştır ve gelişim sürecini bitirmemiştir. Bugün yaşadığımız ve tüm alışkanlıklarımızın yok edildiği süreç içerisinde yeniden toplumlar konumlanırken, sistemin bir dişlisi konumuna getiriliyoruz. Kapı kulu şeklinde bize yabancı olmayan bir yeni sömürge biçiminde işçi sınıfı bugün parçalıdır, zayıftır, uluslar arası ölçekte firmalarda örgütlülüğü tartışmalıdır. Taşeron ve rekabet koşullarında işçiler kendisini kanıtlamak ve işverene proje sunmak ile yükümlü kılınmıştır. İşçinin artık bir merkezde çalışması söz konusu değil, aksine tüm coğrafyalarda taşeron olarak hareket halinde olacak şekilde konumlanmaktadır. Bugün işe girdiği merkezde başlayıp, aynı coğrafyada emekli olma olasılığı gittikçe azalacak, paranın hareketi gibi sürekli piyasa içinde borsada hareket halinde para gibi konumlanacaktır. Lazım ve gerekli olduğu yere işçi transfer edilip en “verimli” şekilde ondan faydalanılacaktır. Alman otomobil sanayisi tüm Almanya’ya yayılan üretim platformlarında değişik firmalara yaptırılan parçalarının birleşimi ile ortaya çıkan süreç şimdi evrensel model olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir ürünün parçaları değişik ülkelerde üretilirken nihai montaj değişik ülkelerde olabilecek şekilde planlanmıştır. “made in” kavramı ürünlerin üzerinde genelde olmayacaktır. Marka yeterli olacak ve insanlar o markanın bir çalışanı ve parçası olacak, aidat duygusu ulusal değil, markanın olacaktır. Çalıştığı marka ile gurur duyan, onun ile kendisini tanımlayan bir şekle girmesi beni açıkçası şaşırtmayacaktır. Bugün ulusal bayrak önünde yapılan törenlerin artık olmayacağını ama markanın bayrağı önünde saygı ile eğildiği bir sürece doğru evrildiğimizi düşünüyorum. HSCB Bank gibi merkez bankaların tüm coğrafyalarda işlem yaparken, ulusa ait merkezi bankaların olmayacağı ve birleştirilmiş ulusların merkezlerinin ürettiği ve onların borsalarına bağlı yeni bir yaşamın gelmekte olduğunu düşünmekteyim… Bugün her ürünün borsası yaratılma sürecindeyiz. Ülkemiz öznelinde enerji borsası yaratılması için öncelikle doğa yağmalanmakta ve enerji firmalarının oluşması ve o sayede borsanın açılması için koşullar zorlamaktadır. Bugün HES ve diğer enerji üreten kaynakların birer yağmalanır gibi teşvik edilmesi borsanın oluşturulması ve ulus devletinin atar daması olan alt yapının parçalanmasıdır. (Kapitalizm elinde var olan her şeyi yağmalayarak büyür, yeniden oluşturma ve koruma güdüsü ancak ondan verimli bir şekilde yararlandığı koşullarda olur. Yağma kapitalizmin ruhunda hiç değişmeden devam edecektir.) Ulus devletin sunduğu enerji, eğitim, güvenlik, sağlık artık devletin tekelinden çıkmakta ve borsalar sayesinde uluslararası piyasaya sunulmaktadır. Eğitim özelleştirilmesi ve bazı özel okulların birer eğitim dışında sermayelere satılması ve onların da bir ucunun uluslar arası firmalara ait olması henüz başlangıçtır. Gelmekte olan devlette alt yapı parası olana sunulacak ve alt yapının sahipleri borsada işlem gören firmalar olacaktır. Borsa, ulusal olmaktan çıkıp, evrensel işleyişin birer pazarı ve alanı olarak önem kazanacaktır. Klasik kapitalist sistemde ulus için işlem yapan borsalar artık ulus için değil, bağlı bulunduğu sistem için işlem yapacak ve onun atardamarı olacaktır.
Test etmek konusuna geri dönersek, işte ulusal devletin hakim gücü gibi gözüken iktidar kendi iktidarını daha uzun yaşatmak için iç savaşı göze alarak kendi gördüğü güçleri test ettiğini sanırken, aslında onu test eden başkalarıdır. Esas güç iktidarda değildir, iktidar sistemin sadece piyonudur ve o görevini tamamlamak üzerindedir. Şimdilik sistem ihtiyaç duyduğu atomize edilmiş toplumlarda devlet yeni anlayışı ve işlevi ile varlığını koruyacaktır.
İsmail Cem Özkan 


15 Haziran 2016 Çarşamba

Roller!

Roller!

Toplumun bize yüklediği rolleri hiç düşünmeden hemen kabul ederiz, hatta o kadar çabuk benimseriz ki hiç sorgulamayız, sorgulamayı da aklımıza dahi getirmeyiz. Biz o rol için yaratılmış ve onu gerektiği gibi oynamaya yükümlüyüzdür sanki! Fakat buna rağmen tarihin bize yüklediği rolleri nedense içgüdüsel ya da güvenlik kaygılarımız yüzünden ret ediyoruz. Tarihin bize yüklediği rol ancak toplumsal hareketlilik içinde kendiliğinden gelişen toplumsal dalgada bir su damlası olabiliyoruz. Ve bu içgüdüsel hareketlilik toplu olduğunda güçlü etki yaratmış olmasına rağmen ne yazık ki değişimin habercisi olmaktan öteye gitmiyor. Tarih değişimler küçük adımlar şeklinde olabilirken aynı zamanda köklü ve keskin çatlamalara yol açan sarsıntılar ile de ilerlemektedir. Bu ilerleyiş sanıldığı ve düşünüldüğü gibi her daim aydınlığa ve çağdaşlığa değil, tersi de söz konusu olduğu yaşadığımız çağın ruhuna bakarak anlayabiliyoruz.
Tarihin bize yüklediği rolleri neden ret ediyor ya da görmemezlikten geliyoruz? Bu sorunun yanıtı ancak olaylar bittikten sonra aslında ben ya da biz şunları yapabilirdik, şu olanakları elimizden kaçırdık şeklinde olabilmektedir ama en önemli sebep örgütlü ve hazırlıklı olmadığımızdan yatar. Tarih ancak örgütlü ve bilinçli dokunuşlar yapanların iradesi ile değişir. O irade bizi ancak kriz ortamında krizi daha iyi kontrol etmeyi ve yönlendirmeyi getirir ki o da gerçek anlamda örgütlü olmayı ve örgütlü hareket etmeyi gerçekleştirildiğini gösterir.
Yakın tarihimiz içinde birçok kırılma ve tarihin değiştiğine şahitlik ettik. Bu değişimlerin ve dokunuşların içinde devlet denen örgütlü yapının içinde ama kontrol dışında başka bir örgütlü yapının varlığını görmek şaşırtıcı değildir. Tarih, devlet denen mekanizmanın başlangıçta ilerici zaman içinde hatta çok kısa zamanda tutucu ve ilerleme karşısında en büyük engel konumuna büründüğünü bilmekteyiz.  Dağılan devlet yerine yeniden konumlanan devlet tarihsel olarak bir birinin devamıdır ama ayrıştığı noktaları öne çıkarmayı severiz.
Evrensel olarak yaşanan kriz ortamlarında ulus devleti doğumundan yüzyıl sonra dağılma sürecine girdi. Bu süreci iyi kontrol edebilen kapitalizm karşısında etkili ve güçlü bir sınıf olması gereken işçi sınıfını güçsüz yani örgütsüz konumuna getirmiş, var olan örgütlü yapılarını parçalamış ve kazandığı tüm kazanımları bir bir liberal söylemler ile elinden almış…
Kapitalizm açısından liberal ekonominin çarkları arasında işçi sınıfını bir bütün olmaktan çıkarıp parçalayarak ulus devlet yapısının dağılma sürecini iyi kontrol ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ulus devleti artık ortadan kalkmıştır ama etkisini birçok yerde sürdürmeye ve algısal olarak varlığını korumaya devam etmektedir.
Liberal söylemler ile yeniden oluşturulan devlet mekanizması bugün yaşanan kriz ortamına cevap olamamaktadır, henüz hukuki süreci ve yasal zemin üzerine oluşmakta olan devlet oturmuş değildir. Alt yapısı ve nereye doğru savrulacağı henüz belli olmayan yeni devlet mekanizmasının en zayıf döneminde, işçi sınıfının oluşturması muhtemel devlet algısı, örgütlü gücü yazık ki hala ortada yok, hala geleceğe cevap verebilecek çağdaş bir örgütlenmeyi yaratacak evrensel işçi sınıf bütünlüğü yok.
Sınıf kavgası eskisi gibi belirli alan ile artık sınırlı değildir, çünkü kapitalizm üretim araçlarını evrensel olarak dağıttığı koşullarda elbette işçilerde evrensel olarak eylemleri örgütlemek ile yükümlüdür. Alın terinin ne ulusu, ne ırkı ne de dini vardır. Bir ürün bir çok kültür ve coğrafya parçasında birleşerek meydana geldiği ortamda, üretmeden rakamlar ile kar hanesine rakam ekleyen borsaların dünyasında işçiye ve emekçiye sadece rakamların kırpıntıları kalmakla beraber, aynı zamanda üreten tüketicidir. Her işçi tüketeceği kadar maaş alırken, ay sonunda tasarruf yerine borç öder konumuna getirtilerek evrensel olarak hareket alanı daraltılmaktadır. Emperyalist olan ulus devletler kendi işçilerini sömürgelerden ve yarı sömürgelerden gelen zenginlik ile sosyal devlet sınırları içinde memnun etmeye ve onları pasifize etmeye özen gösterirdi, fakat bugün ki durumda bu durum söz konusu olmaktan çıkmıştır. Eskiden en çok kar eden çelik sanayisi bile kapanma ve işçiler işsizlik maaşlarına mahkum edilmektedir. Zengin ve orta sınıfı olmasına özen gösterilen ülkelerde HartzVI  (Almanya’da sosyal yardımı düzenleyen bir hukuki düzenleme, kaç yıl çalışmış, ne kadar maaş aldığına bakılmadan belirli süre işsiz kalan tüm işsizler eşitlenir ve ellerinde olan maddi kaynaklar sorgulanarak bütün işsizler eşitlenir.) adı altında birbirine benzer yasal düzenlemeler evrensel olarak tüm devletlerde uygulanmayı beklemektedir. Bugün birçok ülkede bu uygulama henüz yoksa nedeni ülkelerin içişleri ve devletlerinin henüz şekil değiştirmemesinde aramak gereklidir. En önemli neden ise evrensel hukuk düzenlemesi ve kontrol mekanizmasının henüz oluşturulmamsıdır.  Sermaye sahipleri tüm ülkelerde aynı düzenlemede maaşa bağlı işçileri ile verimli bir pazar oluşturma hayalleri içindedir…
Devletin parçalanma süreci tüm devletlerde aynı zaman içinde ve aynı çizgi izlememmiş olması devletin oluşmakta olan devlet içinde yeniden yorumlandığı gerçeğini değiştirmez. Ulus devleti kurulduktan tam yüz yıl sonra artık tarih sahnesine veda ederken, iki büyük savaş yaşamış ulus devletler tarihin karanlık noktalarına bıraktığı karanlık suçlarının üstünü de aydınlatabilecek ne yazık ki oluşmakta olan devlet ışık saçmıyor. Oluşmakta olan tıpkı içinden çıktığı ulus devlet gibi baskı, zulüm ve insan haklarına saygısız tutumunu kapitalist sistem içinde varlığını yeni figürler ile oynamaya devam edecektir.
Tarih yazımı yeni devlet anlayışının oluşumu sürecinde değişecektir. Yeni kahramanlar ve yeni düşmanlar bu süreç içinde yaratılıp, bugüne kadar kahraman olarak gördüklerimizin aslında kahraman olmadıkları, ulus devleti adına cani olduklarını öğreneceğiz. O dönemde ölen, öldürülen birçok olay gün yüzüne belki çıkacak, belki de hiç açılmamak üzere ileri tarihlere bırakılacak… Tarih yazımı ve söylemi bize yeni roller verecek ve bizler verilen bu rolü hiç düşünmeden kabul edeceğiz büyük olasılıkla…
Sınıf kavgası varlığını yeni devlet anlayışı içinde devam edecek, fakat o kavgada da bugüne kadar alışageldiğimiz yöntemlerin fark etmeden değişen biçimi ile evrensel bir kavganın tarafı olacağız… Klasik kitaplarımızda sürekli vurgulanan işçi sınıfı birliği gerçek anlamda belki gerçekten tarih sahnesine çıkıp beklenen o muhteşem özgürlük ve demokrasi mücadelesi sonucunda gerçekleşebilir…

İsmail Cem Özkan 

11 Haziran 2016 Cumartesi

CHP, stabil bir parti mi?

CHP, stabil bir parti mi?

Yaşadığımız ülkenin ve devletin kurucu gücü olarak tanıtılan CHP aslında homojen bir parti hiçbir zaman olamadı, sürekli olarak çağın ve zamanın ruhuna uygun olarak tavır değiştirtirken kadrosu da değişen bir siyasi partidir ve o yüzden stabil değil dinamiktir.
CHP kurucu üyeleri son Osmanlı Meclisi üyeleri ve 1. Ankara’da kurulan meclistir. Osmanlı devletinden almış olduğu mirası kesintisiz olarak ileriye taşıyan parti özelliğini de korumasına rağmen, bugün kuruluş çizgisinden çok uzakta hatta hiçbir bağlantısı kalmamış konumdadır.
İttihat ve Terakki partisi Makedonya merkezli kurulan ve daha sonra başkent İstanbul’da köklü bir konuma geçen siyasi parti Osmanlı devletinin son dönemine damgasını vurmakla kalmamış, yıkılışından da birincil derecede sorumludur, fakat yeni kurulmakta olan devletin de kurucu üyesi konumundadır. Her ne kadar ileri gelen lider kadrosunun büyük oranda değişime uğramış olması, o geleneği ve ilkeleri taşımadığı anlamına gelmez. Osmanlı devleti 1. Dünya Savaşı sonrası çok küçük toprağa kadar küçülürken, o dönemde var olan dünyanın siyasi atmosferine uygun olarak yeni bir devletin de doğmasına kaynaklık edecektir.
Yüzyıllar boyu iktidar olan Osmanlı aile yapısı yerini yeniden yapılanan devlete ve organlarına bırakacaktır. Ulus devleti anlayışı içinde imparatorluk dağılırken, çevresinde oluşmuş ulus devletleri ile ilişkili olan ve onlardan etkilenen ve karşılıklı çıkarlara uygun olarak yeni devlet Ankara merkezli devleti de oluşmaktadır.
Yeni consensus (fikir birliği)  ulus devletinin sınırları konusunda olacaktır.
Emperyalist devletler geçmişi emperyalist olan bir devleti parçalarken elinde cetvel ve masa başında hakları ikiye ayıran ve birbirine mahkum eden sınırları çizmekten geri durmamıştır.
İstikrar gelmekte olan istikrarsızlık üzerine oturtulmuştur. Çatışma kaçınılmazdır ve çatışma koşulları sınırlar oluştururken yaratılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğundan alınan miras Ankara’daki 1. Meclis ile daha çıplak gözükmektedir. O meclis geçmiş partileri olduğu gibi vekilleri ile yaşatmaktadır ve temsil hakkı korunmaktadır. Ne var ki son Osmanlı Meclisini oluşturan siyasi grupların lider kadrosu değişmiştir. İktidar olan İttihat ve Terakki Partisi liderleri kaçmış, bir anlamda gönüllü sürgündedir. Onların akıbetleri ilerleyen günlerde ortaya çıkacaktır ama oluşmakta olan devlet yapısı eski liderler ile değil, yeni liderler ile yoluna devam edecektir. Bu yeni kadro yeni bir siyasi parti ile hayata başlayacak ve bugüne kadar değişerek gelecektir.
Zamana uygun, zamanın ruhuna uygun kararlar alacak kadro değişimi ile varlığını dinamik, değişken ve stabil olmayan bir anlayış üzerine koruyacaktır. Ve kısa bir süre hariç sürekli devletin çıkarları için varlığını koruyacak kurumları ile birlikte…
Kısaca, CHP tarihine bakmak demek, Osmanlı sonrası oluşturulmuş ulus devleti tarihine bakmak gibidir, devletin çıkarları partinin çıkarları ile paraleldir. Her döneme uygun dönemin şartlarına ve devletin çıkarına göre karar alınmıştır. Kuruluş süreci olarak kabul edilen Lozan anlaşmasına kadar olan süreçte Osmanlı devletinin dağılışından yer alan travmanın etkisi ile daha kanlı çözüm yolları kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Koçgiri katliamı, Karadeniz’de yaşanan kitlesel katliamlar bu refleksin dışa vuruşundan başka şey değildir. Aynı süreç içinde Kürt illerinde var olan karşılıklı güven ortamı devletin oluşması ile birlikte parçalanacak ve bu güven Kürt isyanları olarak tarih sahnemize yansıyacaktır.
İttihat ve Terakki Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer alan Ermeniler ile hesaplaşma ‘tehcir’ ile ortaya çıkması gibi Kürtler ile hesaplaşma bölgesel ayaklanmalar ile zaman zaman ortaya sıcak şekilde çıkmış ve devlet olanaklarını kullananlar kanlı bir şekilde sorunu halının altına iteklemiştir.
Hesaplaşma kanlıdır ama sorunu çözücü niteliği yoktur. Tıpkı Ermeni sorununda olduğu gibi, sorun çöle sürülerek yok edileceği kabul edilmiş ama yüzyıl sonra bile sorun olarak hala ulus devlet için sorundur. Lozan Anlaşması sonrası yeni devlet emperyalist güçler tarafından kabul edilmiş ve eski Osmanlı artık tarihteki yerini almıştır. Osmanlı ailesi imparatorluk devletinin yerini ulus devleti almıştır, kurucu ve hakim güç Türklerdir. Onun siyasi temsilcisi de Halk Fıkrası ve daha ileride alacak rejin adını da parti ismine ekleyecek Cumhuriyet Hak Partisi’dir.
Parti, devletin çıkarlarına göre hareket ederken, kendi içinde muhalefetini de yaratarak partinin daha dinamik ve esnek olması sağlanmıştır. Bugün var olan tüm partiler işte bu kurucu partinin içinden çıkan muhalefet hareketlerinin sonucudur. 1. Meşrutiyetten sonra hayata adım atan tüm siyasi figürler değişerek ama varlıklarını koruyarak bugüne gelmiştir. Eski rejimin devamını savunanlardan, yeni rejimin güçlenmesini ve gelişmesini savunanların ortak temeli devlettir. Onları birbirinden ayıran sadece çıkarlar ve öncelikleridir.
İkinci dünya savaşı sırasında oluşan CHP Nazi partisi özelliğini taşır ve o dönem partide görev yapan ve karar alma sürecinde yer alanların hepsi biçimsel olarak Nazi’dir. Her ne kadar Almanya’dan kaçan Yahudilere ev sahipliği yapmış olsalar da Nazi hayranlıklarını hiç gizlememişlerdir. Bugün, Ankara modern görünümünü bu süreç içinde almıştır.
2. Dünya savaşı sonlanırken bu Nazi kadro da CHP içinden ve devletten tasfiye edilecek ve yeni Amerikan merkezli liberal düşünceye sahip olacaktır. O sürece en uygun yanıtı yine CHP içinde muhalefet hareketi kurulacak ve yeni bir siyasi tarih sahnesine çıkacaktır.
Karma ekonominin mimarı Celal Bayar ve toprak reformuna karşı duruşu ile öne çıkan Adnan Menderes önderliğinde kurulan Demokrat Parti zamanın ruhuna uygundur ve Emperyalist devletler tarafından desteklenmektedir.
Yenilmiş Nazi Almanya’sı ve galip devlerden olan Sovyetler olan ilişkisi ince bir çizgi üzerindedir ve kuruluşuna önemli katkı sunan emperyalist devletlerin çıkarı bu yeni kurulan parti ile ete kemiğe bürünecek ve kısa zamanda iktidar yolu açılacaktır.
Birleşmiş Milletlere girmek adına dönemin lideri İnönü bu tercihi zorunlu yapmış ve artık çok partili bir cumhuriyet kapılarını açmıştır. Yeni dünya kurulmuştur ve Türkiye o dünyanın şartlarına uygun değişerek yerini almıştır.
CHP bundan sonraki süreçte genelde iktidardan uzak ama devletin partisi olmayı sürdürmüştür.
Devlet, CHP demektir, ama iktidardan uzak ama iktidarı sürekli denetleyerek ve kontrol ederek!
Kurucu parti kadrolarını devlet içinden devşirmektedir ama kitleselliği iktidar olmaya seçim koşulları içinde el vermemektedir, çünkü dünya artık ulus devletinin anlayışının da değişme uğradığı dönemdir. Ulus devleti içinde sermaye birikimin yerini yeteri kadar sermaye biriktiren emperyalist ulus devletlerin firmaları daha gözü aç bir şekilde yayılma sürecidir. Bu süreç içinde ulus devleti içinde sermaye birikimi yapan devletlerin teknolojiye ulaşımı bu gözü aç ve tröstleşme yolunda adım atan firmalar eli ile engellenmektedir.
Ülkemiz yeri sömürge konuma gelmesi bu sürecin içinde olmuştur. Teknoloji geliştiren değil, montaj sanayinin ilerlemesi ve kendi halkını kandıran markaların orta çıkmasıdır. Teknoloji sahibi olmayan ve ancak kendi ulus devleti içinde markaları olan bir sanayiye sahip olmaktadır. Yeni oluşturulan bu sermeye ile devletin çıkarları baş başadır ve devletin çıkarından önce oluşturulan sermayenin çıkarı ve güvenliği daha öne çıkmıştır.
Demokrat Parti’nin hızla yeni zenginleri ortaya çıkarması ve toplum içinde oluşan adaletsiz dengenin sonucunda Amerikanın bilgisi ve stratejisi dahilinde darbe ortamı oluşturulmuş, Sovyetlerin çıkarları doğrultusunda bu darbe için onayı ile kontrgerilla eğitimi yapmış genç subaylar eliyle gerçekleştirilmiştir.
27 Mayıs darbesi askeri komuta zinciri içinde en üstün haberi olmadığı ama tabandan askerlerin bilgisi ve kontrolü dahilinde yapılmış, 27 Mayıs sabahı ancak üst kadronun haberi olmuştur.
Fiili durum ortaya çıkmış ve bu fiili durum yasal hükme büründürülmesi yeni anayasanın oluşmasını da ortaya çıkarmıştır.
Marshall yardımları ile ayakta kalan Demokrat Parti yardımın bitmesi ile yerle bir olmuştur. Amerika kendi yarattığı çocuğuna bir anlamda tokat atmıştır ama lider kadrosunu da değiştirmiştir. Demokrat Parti liderlerinin idam edilmesinden 29 gün sonra yapılan seçimlerde artık yeni ismi Adalet Partisi yüzde 34,8 oy oranı ile 158 milletvekili çıkararak meclise ikinci parti olarak girmiştir. Yine Demokrat Parti içinden çıkan Yeni Türkiye Partisi ise yüzde 13.7 oy oranı ile 54 milletvekili çıkarmıştır. CHP kısa dönem ülke yönetimindedir ama bu süreç içinde de devletin çıkarları emperyalist devletlerin beklentileri yönünde devleti değiştirmiş ve bu yeni kadro hareketi ile devlet yeni rotasına oturtulmuştur. Daha fazla özgürlük ve daha fazla kitle örgütü siyasi yaşantımız içine girmiş ve göreceli olarak özgür bir ortam oluşturulmuştur. Bu süreç içinde işçi sınıfı yukarından aşağıya gibi gösterilen birçok hakka kavuşmuştur ama işçi tarihi açısından incelerseniz birçok mücadelenin sonucunda grevli sendika hakkına kavuştuğunu görürüz. Anlatılan gibi değil, tırnağı ile kazıyarak mücadele ile haklar elde edilmiştir.
Yakın tarihimize yukarıdan bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki CHP içinde her değişim devletin çıkarlarına uygun şekilde gerçekleşmiştir. Sağın temsilcisi Adalet Partisi karşısında CHP üzerine sol muhalefet yapmak düşmüş ve Ortanın Solu sloganı ile Ecevit siyasi hayatımıza girmiştir. Amerika’nın da istediği bir ‘demokrasi’ ülkemizde oluşmuştur. Arada oluşan küçük partiler bu ikili parti rejimi içinde pazarlık için birer araç olarak varlıklarını korumuştur.
12 Mart süreci içinde dönemin başbakanın CHP içinden çıkası tesadüfi değildir. Yine bu süreç içinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararı alma sürecinde CHP çoğunluk vekillerinin tavrının AP vekiller ile aynı şekilde tavır koymaları İnönü’ye rağmen davranılması şaşırtıcı bugün için değildir. O süreç içinde Sovyetlerin ülkemiz içinde etkisini TKP’nin almış olduğu kararlara bakarak görebiliriz, çünkü TKP artık Sovyet devletinin çıkarlarını savunmak ile yükümlü bir lobi örgütü gibidir, kendi başına bağımsız karar alma gibi bir durumu söz konusu değildir. TKP komitern kararlarına uygun olarak bu idam karşısında sessiz kamış ve meclisteki oylamaya DİSK temsilcisinin tavrına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Abdullah Baştürk Yozgat vekili olarak oylamaya katılamayarak dolaylı olarak bu idamı desteklemiştir. Elbette bu tavırda yalnız değildir, dönemin Alevi vekillerde aynı şekilde tavır göstermişlerdir. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgiyi Doğan Özgüden’nin anılarında bulabilirsiniz.)
12 Mart sürecinden CHP yeniden yapılanmış ve bu yapılanma ile 12 Eylül’e giden sürecin de yapısal değişimlere uğramıştır. Yine CHP içinden hizip olarak doğan Deniz Baykal ileride yeni Türkiye’nin bir figürü olarak karşımıza çıkacak ve bugün Cumhurbaşkanı olan kişinin siyasi hayata katılmasının ve onu iktidara taşımanın aracı oluverecektir. Her dönemin koşullarına uygun olarak değişen CHP 12 Eylül ile kapatılmış ve yeniden açılma süreci içinde birçok denemeler sonucunda Deniz Baykal başkanlığında tamamı ile başkana bağlı bir parti yaratılmıştır. Başkanın belirlediği ilçe ve il başkanlarının oyları ile parti başkanlığı tartışılmaz kılmıştır. Tipik Ortadoğu ülkesinde olan siyasi partiler gibi başkan merkezli ve başkan dışında kimsenin sesinin çıkmadığı parti yapılanması devletin yapılanmasına uygundur.
Devlet çıkarı gereği düşman olarak gördüğünü yok etme özgürlüğüne sahiptir. Düşman olarak gördüklerini hukuka göre değil, siyasi tercihe göre yaptığı süreç başlamıştır ve bu süreç içinde birçok insan kaybedilmiş, faili meçhul cinayetlere kurban verilmiş, köyler boşaltılmıştır.  CHP bu süreci de demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi anlamında sorgulamamış, sessiz kalarak bir anlamda muhalefet yapar gibi gözüküp elini kirletmeden bu zamandan çıkmayı beklemiştir. Susurluk Kazası bir anlamda demokrasi ve özgürlük için fırsat olarak öne çıkmasına rağmen gerekli kadar üstüne gidememiş ve üstünün örtülmesine sessiz kalmıştır. (burada CHP dediğime bakmayın CHP ile birleşecek SHP ve diğer sol grupları da içine kapsadığını rahatlıkla söyleyebilirim) çok ses çıkarmak geçmiş ile yüzleşmek anlamına gelmediğini yaşayarak öğrendik.
Lider boyunduruğu altına giren CHP demokratik yollar ile liderini değiştirememiş, bir kaset ile lider kadrosu değişmiştir. Deniz Baykal ve ekibi tarafından dışlanan Alevilere parti içinde yeniden nefes alma ortamı yeni lider ile olacağı kabul edilirken, bu durumun da kısa sürdüğü kısa zamanda ortaya çıkacaktır. Çünkü etnik ve dini görüşü ile yeni lider Kılıçdaroğlu Deniz Baykal’dan aldığı iktidar partisinin yedek değneği olma özelliğini söylem değişikliği ile devam etmiştir.
Kılıçdaroğlu, AKP için CHP başına paraşüt ile getirilmiş Kürt ve Alevi kökenli biri... Bu sayede Kürt sorununa devletin istekleri ve niyetleri doğrultusunda güç parçalanması yaratmak için ortaya sürülmüş bir piyondur. Kılıçdaroğlu'nun bugüne kadar tahmin edip de tutturmuş olduğu bir tek olay yoktur, sürekli “olmazsa istifa ederim” diyerek bugüne kadar yaşanan her seçim sonrası ne istifa etmiş ne de özeleştiri vermiştir. Yanlış tercihleri ile AKP bugün iktidarda olmaya devam ediyor, çünkü muhalefet yok ortada. Seçmenin seçebileceği AKP çizgisi dışında kitle partisi yok...
CHP, devletçi yapısını yeni devleti savunarak sürdürüyor...
CHP dinamik bir kurucu partidir ve bu kurucu parti kurulduğu günden bu güne kadar değişerek gelmiş ve kuruluşunda yer alan liderinden çok uzağında ve sadece isim dışında hiçbir bağlantısı kalmamış bir partidir. Lider kadrosu döneme uygun değişimler yaşamış olması o partinin işlevinde değişiklik yapmadığı gerçeği ile karşılaşırız.
Önce devlet!
Devletin uzun süre yaşaması için devlet kavramının değişiminin pek önemi yoktur. Bugün ülke şerait ülkesi olması CHP şeriat devletini savunacak kadar içinde değişimi yaşayabilecek bir partidir. Bunun işaretlerini parti içinde var olan söylemlere bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. CHP’nin yönetiminde olan belediyelerin yaptığı uygulamalara bakarsanız ne kadar haklı olduğumu görebilirisiniz.
Peki, iktidar ve iktidar perspektifi olmayan bir kitle partisi neden varlığını korur?
Bu soruya yanıt verdiğinizde CHP gerçek anlamda biraz daha anlaşılır, çünkü küçük çıkarlar ve elini kirletmemek için dolaylı destek sunmak vicdan rahatlatma aracı olurken, paradigmalara da uygundur.
CHP dışında bir sosyal demokrat hareket yaratmamak için Ortadoğu ülkesinde buna ihtiyaç vardır ve iktidar ne zaman zora düşerse kötü zamanlarında yanında olan partiye desteği dolaylı olarak sunar… Muhalefet liderinin önüne kurşun atmak ile başkanın kafasına taş atmak gibidir.
İktidarda yer alan sağ partilerin sosyal demokrat partilere destek vermesi geleneksel olarak ikinci enternasyonal sonrası oluşan siyasi atmosfere bakarak söyleyebiliriz. Sovyet deneyimi kapitalistleri ılımlı sosyal demokratlara destek vermeyi ve onların yaşaması için ortam oluşturmasına her daim izin verilmiştir, bu sayede ülke içinde oluşabilecek devrim koşulları ortadan kaldırılmıştır. Almanya’nın efsane lideri Willy Brandt’ın Der Spiegel dergisine yer alan iddialara bakmak yeterlidir. (http://www.spiegel.de/einestages/willy-brandt-bekam-geheime-us-zahlungen-ab-1950-a-1096881.html)
Sosyal demokrasi her ne kadar kapitalistlerin karlarından feragat etmesini öngörmüş olsa da liberal rüzgarın estiği doksanlı yıllarda işçi sınıfının sesini kesmek ve yok etmek için kullanılmış bir araca dönüşmüştür. İşçi sınıfı en büyük kayıbını doksanlı yıllarda sosyal demokratların iktidarı sürecinde yaşamıştır. Doksanlı yıllarda devlet yıkılırken ve yeniden yapılanırken en önemli muhalefetini sesiz ve işlevsiz bırakmıştır. Sınıf mücadelesinde sosyal demokratlar tarihin kendisine yüklediği rolü en iyi şekilde yerine getirmiştir ve getirme yede devam etmektedir…


İsmail Cem Özkan

7 Haziran 2016 Salı

Yola çıkmışken…

Yola çıkmışken…

Yola çıkmışken amaca varılana kadar dönüş düşünülmez. Amaca varmadan yolun uzunluğunu ve keskin virajlarını bahane ederek geri dönenler olmuştur ama artık ayrıldıkları yer aynı gibi görülse de değişmiştir, değişim zamanın içinde gizli olarak durur. Dönüş içinde travmasını ve hayal kırıklıklarını barındırır. Toplumsal olaylarda travmalar daha köklüdür ve de nesilden nesile geçen bir geleneğini içinde yaratabilir.
Yola çıkanlar her daim ileri gidemezler, zaman zaman çıkmaz sokaklara yolları düşer, o da ileriyi görmemezlikten gelmekte olan zamanın neler getirdiğini bilmezlikten kaynaklanır, çünkü bilmedikleri coğrafyada yol almak demek her an yoldan çıkmak ve biraz daha yolu uzatmak anlamına gelebilir. Günümüz teknolojisi içinde yolu uzaydan izleyerek bize aktaran ‘navigations’ aletleri ile bilinmeyen yol yok gibidir, çünkü oradan elde ettikleri bilgiler ile yine onların çıkarları doğrultusunda yol alınır. “Sora sora Bağdat bulunur” artık tozlu raflarda kalmış bir atasözü olarak kalacaktır, kimse kimseye bir şey sormadan teknolojinin ürünü bilgiler ile yine onlara bağlı olarak yol alır. Teknolojiye bağlı kalanlar teknolojinin belirlediği yollardan gider, ki aynı zamanda bu teknoloji araç içinde yol alanları da izler, gerekli gördüğü yerlere rapor olarak sunar. Büyük biraderin gözü her daim üzerimizde, sadece gözü değil kulağı da! Teknolojinin en son sürümleri bize ucuz bir şekilde sunulurken, onlar aslında bizden elde ettiği bilgiler ile kendi tüketim toplumunu yaratıyorlar, yaratırken de bizim algılarımız ile (hangi kültür olursa olsun) oynadıklarını görebiliriz. Dünyada elektrik fişi bile standart olamazken, birçok şey artık standartlaşmış ve bir birine benzer şehirlerin oluşturduğu bir dünyaya sahip olduk.
İnsan yolu yarattı, yol insanı ve şehirlerin oluşumuna katkısı büyük oldu ve insanı biçimlendirdi. Bugün yollar daha geniş ama daha fazla araca sahip. Yolların gelişmiş olması bize zaman kazandıracağı tasarlanırken, tersi yollarda daha fazla zaman kaybetmeye başladık. Şehirlerarası mesafe göreceli olarak azalırken, yollarda kazandığımız zaman bize yerli gelmemektedir. Sürekli zamana ihtiyaç duyan ve sürekli acil bir şeyleri yaparken buluyoruz kendimizi ve hatta hiç düşünmeden bize verilen görevi yerine getirmeye çalışıyoruz. Sürekli hareket halinde ve sürekli yorgunuz ama zaman bize yetecek kadar da kendimizi planlayacak dahi zamanımız yok!
Yola çıkmayan ve yolda olmayan artık insan yok… Her şey yollarda, yollar belirlemekte bizi… Ticaret hayatı şehirleri oluşturdu ama şehirlerin nasıl olacağını ne kadar genişleyeceğine yollar karar vermektedir. Yol olmayan yerde üretim yoktur, yol olmayan yerde hayat modern yaşamın dışındadır.
Yaşadığımız zamanın ruhu yollarda verilmektedir.
Yollar toplumsal olayların da belirleyicisidir. Yollar olmasa meydanların anlamı olmaz. Kapitalist sistem kendisini korumak adına yolları kontrol ederken, her yere kamera yerleştirirken ve istediği gibi trafiğin akmasını sağlarken, elbette o yollarda kapitalist sistemi yok edecek olan işçi sınıfı da kendisine yaşam alanı bulmakta ve hak ve siyasi mücadelesini vermektedir. Fransız devriminden sonra gelişen ulusal devletler ve yaşama mücadelesi de yollarda oldu.
Toplumsal olaylar dengeli, istikrarlı ve belirli bir plan ile oluşmaz. Emperyalizm çağında ulusal devletler ancak emperyalist devletlerin çıkarlarına uygun olarak göreceli olarak bağımsızlık verilmiş ama devletin organizasyonu bağımsızlık hakkı verenin çıkarına uygun yapılandırılmıştır. Dengesiz gelişen toplumsal olayların sonucu bugün dünyada bir birinden farklı ulus devletleri ve geri bıraktırılmış toplumlardan bahsedebiliriz. Fakat hepsinde yol vardır ve yola hakim olan o ülkeye de hakimdir.
Ulus devleti kuramamış birçok ulus vardır. Onların önemli bölümü parçalanmış şeklide değişik ulus devletlerinin topraklarında yaşama mahkum edilmiştir. Afrika, Ortadoğu ve Uzakdoğu sınırlarına baktığımızda birçok ulusal mücadele eden örgütlere ve iç savaşlara rastlamaktayız.
Ülkemiz içinde ve sınırlarında da ulus devleti kuramamış Kürtlerin mücadelesine yakınan tanıklık etmekteyiz. Ortadoğu mozaiği içinde ulus devleti mücadelesi veren Kürtler savaş içinde kilit noktaya gelmiştir. Ulus devleti kurmak an meselesi olduğu dillendirilmesine rağmen parçalarda gelişen her toplumsal denge bu anın ertelenmesine sebep olmaktadır, çünkü her parça bir birini etkilemekte ve çıkar çatışması içinde savaş o coğrafyada yaşayan hakları bir arada yaşamasını ortadan kaldırmaktadır. Emperyalist devletlerin çıkar çatışması ve kapitalist sistemin yeninden yapılandırma sürecinin geçiş sürecinde ulusal mücadele etmek ince bir ipte yürümek kadar tehlikelidir, dengeler iyi hesaplanmazsa başka bir parçanın parçalanmış mültecisi olabilir.
Ulus devletler oluşturulurken dünya yeni bir dengeye oturtulduğu düşünüldü ve ulusların hangisi erk hangisinin yok sayıldığı o dönemin dengeleri içinde karşılaştırmalı tarih içinde bir nebze de anlayabiliyoruz. Çıkar çatışmaları dünya haritası üzerine cetvel koyarak sınır koyanlar bugün yaşadığımız kaosun da mimarlarıdırlar.
Savaş kuralsızdır, teknolojisi elinde bulunduran her türlü yolu mubah görmektedir. Orantısız güç gösterisiz ve orantısız saldırılar ‘Embedded’ medya aracılığı ile dünyaya bir yılbaşı partisi gibi sunulmaktadır. Bu kuralsız ve kirli savaşın kirli yüzü güçlünün yenilgisi ile ortaya çıkacaktır, çünkü güçlü, güçlü kaldığı sürece gerçekler her daim gölgede kalmaya mahkumdur ve kimse bu gerçekleri gün yüzüne çıkaramadığı için kirli savaş daha da kirlenerek devam edecektir. Bunun içinde fütursuz, ilkesiz ve ben güçlüyüm her şeyi yapmak benim hakkım inancı ile dünyaya bakanlar ve dünyaya yeni biçim verenlerin birincil önceliği yok olan yerler değil, kendi içinde ki yaşadıkları ekonomik krizi kendi lehlerine döndürmektir. Kendi ülkelerinde artan yaşam kalitesi aslında kontrollüdür ve dünya haklarını koyun gibi görenler kendi halkını da sonsuz bir illüzyon uykusu içinde bırakmaktalar. Savaşın sonucu olan mülteciler kapılarına dayandığında mültecileri bir yerlerde toplama kamplarında gözden uzak toplamanın yolları diplomatik yollardan çıkar çatışmasının kapalı kapılar arkasında tehditler ile olmaktadır. Bugün yaşadığımız çağ, güçlü olanın güçsüzü hiçe saymak ve istediği iktidarı iktidarda tutmak için cinayetleri yapma özgürlüğüdür.
Ulusal mücadele edenler amaçlarına giden yolda her şeyi mubah olarak görebilirler, yeter ki nihai amaca hizmet etsin. Düşmanlarını bile el üstünde tutabilirler, yeter ki kendilerini muhatap alsınlar. Masa başında pazarlık yaparken etrafında yaşanan tüm gelişmelere kulaklarını kapatırlar, gözlerinin ucu ile görürler ama görmezden gelirler yeter ki amaçlarına giden yolda bir adım olsun... Ama işin boyutu öyle olmadığını, düşman olarak gördüklerinin iktidarı altında bitmez tükenmez bir tecrübe ile hilelerin her türlüsünün olduğunu yaşayarak görecekler… Yaşam acımasızdır ama toplumsal olaylarda birçok cana mal olur…
Siyaset bir adım ötesini önceden tahmin edip ona göre adım atabilmektir… Bizde adımlar olay başa geldikten sonra pişmanlık olarak ortaya çıkar.
Sınıf mücadelesinde ise pazarlık yoktur, “ya hep beraber” der ve devrim mücadelesi ileriye taşınacak adımlar atılması için çaba gösterilir... Fakat bizim gibi ulusal sorunu çözememiş toplumlarda işte teoride olduğu gibi olmuyor… Güçsüzlüğünü başkasının gölgesine saklanarak gizler ve o gölgeden güçlüymüş gibi imajlar vererek bir illüzyon içinde başarı beklenir kılmaya çalışır ama ne Godot gelir ne de başarı... Sonuç ne mi olur? İktidar istediği rejimi ve düzeni iki adım ileri bir adım geri şeklinde sanki taviz veriyormuş gibi yaparak amacına ulaşır...
Amaç ve hedef doğrultusunda tereddütler her zaman yenilgiyi beraberinde taşır...
Tereddüt ile olaya bakanlar ve elde ettiklerini kaybetme korkusu ile iktidara yaklaşanlar elbette o iktidarın sadece yedek değneği konumunda olurlar... Karalık aydınlığa evrileceğine zifir karanlığa çoktan bükülmüştür... yollar her daim aydınlığa götürmez toplumları, yaşadığımız çağda gibi zifir karanlığa da taşıyabilir.
Yola çıkanların amaçları net değilse ve kervan yolda düzülür mantığı ile bakmaya devam ederlerse düzlen kervan değil kendileri olur.
Ülkemiz gibi ulusal sorunu tam çözememiş, sürekli ertelenmiş yüzleşilecek sorunlar ile baş başa kalanlarda ilişkiler ve olaylar sanıldığından daha karmaşıktır, karmaşık yapanların başında ise çıkarlardır. Ulusal mücadele yapan halkın işçi sınıfı nihai hedefi önce ulus sonra işçi devleti diye tanımlarsa işte işten çıkılmayan bir mücadele yolu ortaya çıkar ki, çıkar çatışmalarına göre eğilen, bükülen bir ilişkiler ağı oluşur. Sokak dili ile fır fır dönenlerin oluşturmuş olduğu siyaset sahnesinde her an her kişi, kurum arkasından bıçaklanabileceği gibi de el sıkışabilir de. Kapalı kapılar arkasında gerçekleştirilen her türlü görüşme halklara ve işçi sınıfına yapılmış en büyük tehdit olduğunu zaman kısa bir an sonraya ortaya çıkarmış olsa da artık iş işten geçmiş, iktidar istediği hedefe daha hızlı bir şekilde ulaşmaktadır. Bu ortam içinde sınıf mücadelesi yapanların her zaman diğer kitle örgütleri yanında marjinal kalması onların doğru tespitler yapmadığını göstermez, ama onların ne kadar örgütsüz ve dağınık olduğunu kanıtlar.
Yola çıkanların yolda bir şeyleri düzeltme işini el yordamı ile yapması onları nihai amacından uzaklaştırır hatta çoğu zaman çıkmaz sokaklarda birilerine yol sorur bulurlar kendilerini. Teknolojiye bağımlılık ilişkisi olanların yolda olmaları aslında her daim kontrollü yol aldıkları ve belirlenen hattalar üzerinden dışarıya çıkamadıklarını gösterir. Öncelikle yolda olanların Roma yolunu kullanarak Roma Devleti’ni ortadan kaldırmadığını tarih bize Hannibal’ın hayatına bakarak söyler. Büyük strateji uzmanı nasıl yenildiği hala tarih sayfalarında canlıdır.
Yolda olanların Godot’u bekleme lüksü yoktur, eğer beklerlerse de zaten gelmeyecektir…
Yollar bize çok şey anlatır, çok şey öğretir ama ne yazık ki yolda arabası devrilenler bir daha arabayı ayağa kaldırma yerine kader çizgisi içinde kendilerini kurtaracak bir araç beklerler ki, gelecek olanda zaten sistemin aracıdır ve o kendi amacına uygun olarak kaldırır ve ücretini fazlası ile alır. Ama derseniz ki “kapitalist kendini asacak ipi bile para ile satar”… satar ama artık güçsüz, zavallı ve durağan olmadığını da tarihin sayfalarına bakarak görebilirsiniz, o içinizden birilerini zaten bilinç olarak çoktan satın almıştır bile ve sizi arkadan bıçaklayacak ortamı yaratmış olabilir…
Yolda yol alırken çevreme bakmayı çok severim, gözümün önünden bir ömür de geçebilir, bir film şeridi de…
İsmail Cem Özkan