Galata Gazete


29 Ekim 2016 Cumartesi

Lobicilik!

Lobicilik!

Lobicilik, her ne olursa olsun, haklı haksız fark etmez bir çıkar grubunun hakkını hükümetler veya herhangi bir erk önünde savunmaktır. Bu çıkar grubu ister devlet olsun, ister bir firma. Bu çalışmalar kanun koyucuları ve memurları etkilemeye yönelik her türlü faaliyeti kapsar. Devlet çalışmalarını ve yasaları özel bir çıkar ya da bir lobi faydasına etkilemeye çalışan kişilere lobici denir. 

Son yıllarda devletlerin bütçesinde önemli bir yer kaplayan masraflar listesinde lobicilere ödenen paralardır. Kendisini zayıf gören, herhangi bir yaptırıma karşı devletler nezdinde haklı olduğunu kanıtlamaya çalışan devletler güçlü olarak gördüğü ve Birleşmiş Milletler nezdinde her hangi bir oylamayı veto etme hakkı olan devletlerin ulusal meclisleri içinde lobi faaliyeti yapmaları doğal karşılanır olmuş. Örneğin ülkemiz Ermeni yasa tasarısı için Amerikan senatosunda ki her oylama öncesi bu lobi faaliyeti için önemli miktarda para yatırdığı bütçe görüşmelerinde ortaya çıkmaktadır. Örtülü ödenek üzerinden yürütülen bu çalışımalarda ne kadar paranın hareket halinde olduğunu kimse net olarak tanımlayamaz ama tahmini rakamlar üzerinden konuşulur. Örtülü olan her iş zaten karanlık noktaları temsil eder ki, o karanlık noktalarda ulusal çıkar savunması adı altında neler yapıldığı yaşanırken kimse bilemez, sadece tahminlerde bulunabilinir…

Elbette sadece devletlerin örtülü ödenekleri yoktur, firmalarında örtülü bütçeleri vardır. Firmaların örtülü ödenekleri, genelde ihale öncesi kayıt dışı parasının kayıt dışı ödemelerde kullanılır ve ihale sonucunu etkileyecek kişi ya da kurumlara el altından aktarılan paraların olduğu alan olarak tanımlanabilinir.

Liberal ekonominin hakim olduğu ülkelerde örtülü ödenekler hükümetlerin bütçeleri içinde de önemli paya sahip olmaya başladı, çünkü kendi ülkesinin ekonomik çıkarı için başka ülkelerin içine dahil olduğu ihalelerde firmalar ya da devletler nezdinde lobi faaliyeti için bu örtülü ödeneklerden para kullanılır. Elbette bu sadece saf rüşvet için değil, akla gelebilecek her türlü karanlık faaliyet içinde kullanılabilinir.

Lobi faaliyeti çıkarların çatıştığı her alanda geçerliliğini korumaya ve daha da karmaşık ilişkiler ağı yaratmaya devam etmektedir.

Siyasi partiler lobi faaliyeti yapar mı?

Tarihimize baktığımızda yapar diyebiliyoruz, çünkü yakın tarihimizde şimdi tarihin karanlık sayfaları içinde yok olmaya dönüşmüş olan Sovyetler Birliği çıkarları için ülkemiz içinde siyasi bir parti lobi faaliyeti yürütmüş, o ülkenin çıkarlarını kendi siyasi çıkarlarının üstünde tutarak politik tercihlerini yapmıştır. Siyasi parti konumundan daha fazla lobicilik ve Sovyetlerin çıkarını ülke içinde savunmaya ve ona karşı oluşan düşmanlık duygularını azaltmak adına politikalar yürütülmüştür. Aynı şeyin sağ ayağını da Demokrat Parti ve devamı Adalet Partisi Amerikan çıkarlarını savunmak ve Amerikan dostluğu için ülkemiz içinde adı konulmamış lobi faaliyeti içinde olmuştur. Amerikan Lobicileri NATO’ya giriş sürecimizde önemli etkileri olmuştur. Kapitalizm lobi faaliyetleri ile ülkenin içine sızmış ve ülkeyi yeninde yapılandırmıştır. Ülkemizin yakın tarihi hem Amerika hem de Rusya çıkarlarına uygun şekilde biçimlenmiştir.

Ülkemiz yeni oluşmakta olan devlete komşu konumundadır ve o komşu devleti ile köklü tarihi ilişkisi olan halkın evlatları bu ülkenin kurucu halkıdır. Şimdi bu devlet kurulduğunda elbette o devletin çıkarları bu ülke içinde savunacak önemli bir lobi faaliyeti olmak zorundadır, çünkü o ülkenin çıkarları o ülke içinde gelişmelerden bağımsız olarak yürütülecek ve önemli olan o ülkenin yaşaması için her türlü özveri gösterilecektir. Tıpkı bizim çıkarımızı Almanya’da ve AB (Avrupa Birliği) lobi faaliyetinin yaptığı gibi. Ülkemiz içinde olan işkence ve faili meçhul cinayetler ile ilgili Almanya’da insan hakları kurumları nezdinde yapılan her türlü girişime karşı bu lobi faaliyeti engel olmaya çalışmaktadır. Sanki ülkemizde karanlıktan zifiri karanlığa doğru bir düşüş söz konusu değilmiş gibi, sözde olarak adlandırılan işkence ve faili meçhul ve de diğer olumsuz koşulların üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Lobi her türlü olumsuzun üstünü örterek, o olumsuz koşulların ülke içinde yaşanmasına ve de devam etmesine neden olabilmektedir.

Lobicilik, birisinin yaşaması için esas amacından çıkarlar nedeni ile vazgeçmektir belki de. O yüzden lobicilik kapitalist sistem içinde teşvik edilen bir unsur olarak dikkati çekmektedir. Çünkü savunmak adına yapılan ve kontrollü karanlık noktalarda özgür alanların bırakılması sistemin bir anlamda koruyucu sibobu özelliğini göstermektedir. Örneğin Almanya'daki Türk lobisi içinde yer alanlar Almanya’da yaşanan siyasi değişime sadece izleyici konumunda kalırlar. Sonuçta orada gelişmekte olan siyasi değişimin önünde iktidarda olan partinin yanında yer alarak muhafazakar olma durumuna düşerler, çünkü temsil ettikleri ülkenin çıkarları her şeyin üstündedir ve olumsuz olan özelliklerini örtmek ile yükümlüdürler. Bütün bu faaliyetleri yüzünden temsil ettikleri ülkenin örtülü ödeneklerinden faydalanırlar ve lehte karar vereceklere ve onların düşüncelerini ve de oylarını etkilemek için dağıtacakları paralarda aracı konumunda olurlar.

ABD lobiciliği yasal bir düzenleme altına almıştır, orada lobicilik işi içinde olanlar yanlarında önemli miktarda kalifiye elaman çalıştırılır ve o kalifiye elemanlar ile etkilemek istedikleri üyeler üstünde baskı kurarlar. Kısaca var olan gerçekleri değiştirip, aldıkları parayı hak etmeye çalışırlar. Lobicilik yeni gerçekleri doğru diye yaratırlar ve onlara inanmamızı zorlarlar. Lobi faaliyeti için her türlü iletişim arcı kullanılabilinir, yeter ki amaca uygun sonuç elde edilsin… Eğer sonuca odaklı çalışılmazsa o lobi faaliyeti içinde yer alanlar yeni bir iş alma şansları düşüktür. Para verenin amacına ve beklentilerine uygun davranışı kendisine hedef koyanların omurgası olmaz, o paranın çıkardığı rüzgara göre yön değiştirir ve her değişim yeni doğruları yaratma sürecidir. Her lobi kulisi iktidar ve iktidar olmaya aday olan partiler içinde olur. İkilidir her şey ve o ikili ilişkiler içinde olması kontrol edilebilen ilişkilerin içinde karanlık noktalara özellikle izin verilir ki, o liberal ekonominin gerekliliğidir.

Bugün ulusal ordular sadece firmaların çıkarlarını korumak ve kapitalist sisteme karşı gelebilecek kara paranın oluşumunu kontrol etmek adı altında faaliyet gösterir. Lobiler de bu sürecin sadece siyasi mekanizması içinde yer alan ve etkili olan bir kuruma dönüşmüştür. Lobiciliğin olduğu yerde kontrollü bir sürecin devam etmesi anlamına gelir ve yaratılan illüzyon içinde insanları hedeflerinden uzakta ve sistem ile barışık yaşamasını sağlayan bir ortam hazırlarlar.


İsmail Cem Özkan

22 Ekim 2016 Cumartesi

İnsan doğaya tek aykırı yaratıktır.

İnsan doğaya tek aykırı yaratıktır.

İnsan doğa ile savaşmaya medeniyet dediği gün başlamadı, ilk aleti kullandığında da başlamadı, çünkü bugün alet kullanan hayvanlara bakıyorum doğa ile kavgalı değil, peki insan ilk olarak doğa ile ne zaman kavga etmeye başladı?

Bu sorunun yanıtı doğanın hala sakladığı bir yerde duruyor, çünkü doğa insan ile savaşmasında her türü tahribatını saklamış ve kayıt tutmuştur, bizlere düşen görev o tutulan kayıtları bulup anlamak. Doğa kayıt tutar da insan tutmaz mı? Evet, insan işine gelenin kaydını tutar, gelmeyeni yok sayar… Özellikle galip gelenler yenilgiye uğrayanların gerçeklerini olduğu gibi değiştirip sonuçta korkulması ve yok edilmesi bir ucube olarak gösterir. Çünkü kazanan her daim her şeyi söylemeye kendisinde hak olarak görür ve gerçekler kazanana göre yazılır… Okuduğumuz tarih zafer kazananların günlüğü gibidir ve gerçek o günlüklerin içinde çok uzak bir yerden bize bakmaktadır.

İnsan doğa ile savaşmaya öğrendiklerini kendisinden sonra gelen kuşağa aktarma ile başladı, çünkü doğanın tekelinde olan bu aktarma ve değişme işine insan da müdahil olmuş oldu. Doğanın içinden doğan ve gelişen insan, aletleri kullanmasını öğrendikten sonra onu kendisinden sonra gelen kuşağa öğrendiklerini aktararak ilk isyanını ve kavgasının ilk aleti olan; beklide taş baltasını doğanın kara toprağına ya da ağacına sapladı… İnsan hem avlanan hem de bitki ile beslenen ve beslenme seçeneği olan bir hayvan türüdür. Doğanın mucizesini üzerine almış ve geliştirmiştir. Doğadan koptukça doğanın en zayıf hayvanı olma yolunda ters orantılı bir ilişki geliştirmiştir. Doğadan uzaklaştıkça korunmaya muhtaç zayıf bir yaratık olmuştur ama o zayıflığını beyni ile yenmiştir. İnsanın beyni öğrendiğini geliştiren, geliştirdikçe yeni buluşlara yol açan bir araçtır. Bu araç doğanın doğal akan zamanını değiştirdi. Doğada yerleşmiş ama sürekli değişim içinde olan dengeler, insan denen canlının doğanın enerjisini, dönme hızını, ısısını değiştirecek kadar ileri boyuta günümüzde getirmiştir. İnsan doğa ile savaşırken paralel olarak kendisi ile savaşmaya başlamış ve bugün artık uzak/yakın bir gelecekte gerçekleşecek olan yapay zeka üretme aşamasına gelmiştir. Bir gök kubbe altında olan doğa ve insan uzaya açılarak doğamızın dışında başka doğa arayışlarına yönelmesi emperyalist duygulardan daha çok merak ile başlamış olsa da bugün uzak (yakın olanın) paylaşım savaşına doğru gidildiği de gözlemlenmektedir. Uzayın derinliklerinde bayraklar ile “burası benim sınırım” çizgileri çiziliyor. Atmosferimizin hemen üstünde olan bir yeni savaş alanı insanın insan ile savaşının son ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Doğa ile savaşta, doğa insanın önünde tek engel gibi gösterilmekte ve ona karşı acımasız savaşılmaktadır. Bilim doğa ile savaşın bir aracı getirilip, insanlığın küçük bir kesiminin çıkarlarına uygun olarak şirketleri daha fazla kar etsin, daha fazla yağmalasın diye kullanmaktadır, fakat bilim gerçek amacına uygun olarak kullanıldığında yeni bir dengenin oluşumunda insanlığın elinde önemli bir araç da olabilmektedir. Yağmalanmış, yok edilmiş ve hala devam eden süreç ancak insanın oluşturduğu siyasi düzenin/atmosferin değişimi ile mümkün olacaktır, çünkü var olan siyasi sistem ancak ‘yok ederek’ kendisini var edebilmektedir.

Doğada canlılar bir arada yaşar ama insanın yaşadığı yerde; canlıların önemli bölümünün yaşama hakkı olmadığı için yaşayamaz. İnsan, çevresinde yaşayan ve ekolojik denge için önemli olan tüm canlıları kendisini rahatsız ettiğini düşünerek ve de çıkarına zarar getirdiğini düşündüğü tüm canlıları bilimsel verileri kullanarak, elde ettiği kimyasal ve biyolojik silahlar ile çevresinde var olan tüm yaşamı kendi lehine dönderip, zararlı olarak gördüklerini yok etmiştir ve etmeye de devam etmektedir.  

İnsan, beton içinde izole olarak yaşayan bir hayvandır, buna rağmen onlarca hayvan gelir izole içinde yaşayan insanın yaşadığı yerde inadınaymış gibi yaşar... Birçok hayvan ve bitki, insanın kulağına hafiften fısıldar “sen doğanın bir parçasısın, ne kadar kendini doğadan koparmaya çalışırsan çalış yine de gök kubbe altında bir eko sistemin parçasısın, her ne kadar eko sistemi yok edip kendi çıkarına uygun yeni bir sistem yaratmak için uğraşsan da...”

Her birey oturduğu yerden dünyaya bakar, ama oturduğu yere bir bakabilse, yaşadığı doğa içinde ne kadar uyumsuz ve çirkin bir binadan çevreye baktığını fark edecek. Çünkü insanın oturduğu yer şimdilerde sadece beton ve betonun oluşturmuş olduğu doğaya aykırı binalar yığını! Beton üzerine cam ile örtmekle doğaya uyumlu akıllı bina yapılmış olunmuyor...

İnsan, doğa ile savaşında, doğayı yok eden bir teknolojik evren yaratarak ‘kazandım’ diyerek zafer çığlıkları atıyor... Kısaca birileri insanın iyiliğini düşünürken, aslında insanlık doğa ile birlikte yok ediliyor...

Sonuç olarak, insan doğaya tek aykırı yaratıktır.


İsmail Cem Özkan

18 Ekim 2016 Salı

Yazmayacaktım yazmayacaktım ama…

Yazmayacaktım yazmayacaktım ama…

Savaş her yerimizi sararken ülkemizin altına barut döşeyenler gün be gün artarken sol üzerine yazı yazmayacaktım ama yazmak zorunda kalıyorum, çünkü geleceği kurtaracak güç olarak gördüğüm solun sol olmasını istiyorum.  Peki, sol neden sol olamıyor da savaştığı kesimin tüm DNA yapısını üzerinde taşıyor? Bu soruya ne yazık ki gerçek anlamda pek yanıt verilemedi, çünkü geçmişe doğru bakış bizde hep güzelleme ve destan yaratmak üzerine olmuştur, gerçekleri kendimize göre eğmişiz, bükmüşüz.

Sol adalet, özgürlük kavramlarını çok kullanır ama iç işleyişinde ne adalet vardır ne de özgürlük. Gelenek ve göreneklerimiz derler ya da yazılı olmayan ahlaki yapımız! Şimdi kendi içinde bunları olmayanın dışarıdaki vatandaşa özgürlük sağlayabileceğine inanıyor muyuz? İnanmış olsaydık kendi aklımız ile alay etmek olurdu. Dikta rejimde ki gibi her türlü baskı aygıtının üzerinde oturan biri halkına özgürlük verecek, adalet dağıtacak ancak masalların kahramanlarında olur, o halde sol öncelikle kendi içinde işlevini yaratmak istediği toplumun özneleri gibi kurgulamak zorundadır ama kurgulamayı bırakın, daha baskıcı, daha kuşkucu ve daha dar kalıplardan oluşturduğu hücresel yapısı vardır. Bugün var olan diktadan biraz daha özgürlükçü dikta olur solun bugün ki yapısı içinde. Eleştirilemez, liderden başkasının konuşmadığı oturumlar içinde (görüntüde birileri konuşabilir ama konuşanlarda liderin ağzı ile konuşur) sol bir türlü kendisini ifade edemez, çünkü ifade edebilmesi için başka bir dünya yaratabilecek iç işleyişe sahip olmak zorundadır. Özgürlük göreceli kavramdır ama sol için özgürlük tanımı nettir.

Sol ilericidir, ilerici olduğu içinde bugün yaşadığımız toplumu ileriye taşıyacak bireylerin oluşması için ortam hazırlamak ile yükümlüdür. Bugün ki birey biat eden, sorgulamayan ve sadece tüketendir. O halde solun üzerine düşen görev bu tanıları yerli yerinden oynatıp başka birey yaratacak ortam hazırlamalıdır. Araştıran, sorgulayan, biat etmeden saygı duyan ve üreten olmalıdır. Sol bireyleri tüketici değil her koşulda üretmek ile yükümlüdür. Üretmek içinde bilgi ile donanımlı ve bilimsel bakışı içselleştirmekten geçer. Bilimsel bakışı içselleştiremeyenler ise sadece kulaktan dolma bilgiler ile fikir sahibi olurlar ki, onlar da biat eden bir bireyden daha tehlikelidir. Kulaktan dolma bilgiler ile kendisi gibi düşünmeyen her birey düşmandır ve de yok edilmelidir. Tek doğru okuduğu dergi ya da medya kanaldır… O zaman en doğrusunu kendisi söylüyorsa, ötekilerin hepsi yanlıştır, yanlış olan ile empati kurmanın da anlamı yoktur. Bu bakış açısı da mizahı ortadan kaldırır, dikkat ettiyseniz son yıllarda mizah artık yapılamayacak hale dönüştürüldü, iki küfür ile mizah yaptığını sananların ortalıkta dolandığı bir duruma dönüştü.

Kafasını kullanmasını bilmeyenler, başkasından duyduğu nefret söylemine kendisi de katkı sunarak başkasına aktarırken, nefret duyduğu kişi ya da kesime saldıranıdır... Ne yazık ki her eleştiriyi saldırı olarak algılayan bu kafasını kullanmayanlar tehdit etmek dışında linç etmeye kadar işi ileri götürebiliyorlar. Bu dünyada eleştirilmeyecek hiç kimse yoktur gerçeği ile neden yüzleşmezler. Eleştiri ile insanlık ileri gider, övgü ve biat ederek karanlığa ve daha da ilerisi zifiri karanlığa sürüklenirsiniz... Yaşadığımız çağ ne yazık ki zifiri karanlığa doğru savrulduğumuz zamandır... Ölenlerin ve yaşayanların hataları olmasaydı şu anda yaşadığımız kaos, girdap olmazdı.

Solcuların önemli bir bölümü kafasını kullanamaz konuma gelmiştir, savaştığını sandığı sağ gibi biat eder ve her türlü eleştiriyi saldırı olarak algılayıp her türlü linç/infaz, işkence/baskı yöntemini kullanmaktan geri durmaz... Bu duruş solu bitirmiştir, sol yeniden sol olabilmesi için var olan tüm alışkanlıklarını yok edip, geçmişine eleştirel bakmayı öğrenmeli ve ders çıkararak ileri bir toplumun nüvelerini kendi içinde yeşertebilmelidir.

Ülkemiz solu neden kitleselleşemiyor sorusu sürekli var... Bu soruyu sorana sormazlar mı, oturduğun yerde kaç insan ile iletişim içindesin? Oturduğun sokakta ki gençler ile hiç konuştun mu? Eskiden mahalle kavramı vardı, sokakta ne oluyor bilinirdi, şimdi komşunu bilmiyorsun, o zaman sol kitle olamaz, çünkü sol bürolara sıkıştı, şehrin belli merkezlerinde vicdan rahatlatma eylemlerde kendisini gösterdi. Sokağında yok. Sokağında olmayan sol olur mu? Olmuyor... Solcu insan şimdi ne yapıyor, bilmem nerede forum var kalk üç otobüs değiştir git, orada ki kendisine benzer insanlar ile sohbet et ve sonra dön evine... Ne oldu, kendisini korumuş oluyor ama solu yok ettiğinin farkında bile değil... Solcular istedikleri kadar birlik kursunlar, istedikleri kadar proje üretsinler kendi mahallesinde ki bir sosyalleşme alanına gitmeden, başka yerde sosyalleşme alanına giderek örgütlü bir güç olamaz... Olduğunu sanan, başkasının verdiği gaz ile örgütmüş gibi davranışlar sergilerler...

“Neyin yanlış olduğunu söylemek, kağıda dökmek önemlidir. Farketmeyenlere göstermek... Yanlışı yüksek sesle haykırmak da yazmak da etkilidir. Ama bir "direniş" ve "mücadele" sadece söylemek ve yazmakla başarılamaz, eğer yanlışı doğru yapmak için yerinizden kalkmıyorsanız, hele bir kitle partisi/örgütü olduğunuz halde sürekli ve sadece konuşuyorsanız (söyleniyorsanız) aslında yanlışların artmasına aracılık etmekten, üyelerinizi pasifleştirmekten başka bir şeye yaramıyorsunuz... Ya tamamen değiştirirsiniz ya da "mış gibi" yapar herkesi aldatırsınız. En başta kendinizi...” O. Suat Özçelebi yazmam gerekeni yazmış, bana da almak düştü.


İsmail Cem Özkan  

17 Ekim 2016 Pazartesi

Erkek Parkı

Erkek Parkı

Gün geçtikçe şehirlerde Alışveriş Merkezi (AVM) açma çılgınlığı devam etmektedir, çünkü bundan siyasi ve ekonomik bir beklentisi olan siyasi iradenin tercihidir. Piyasalar böyle istiyor değil, aksine piyasaya hakim olan firmaların hem güvenlik endişeleri hem de piyasaya girmeye çalışan diğer aktörleri engellemek amaçlı bir savunma kalesi gibidir.  Her şehir içinde dışında belirli marka dükkanları bir araya getiren merkezler kurdu.

Bu merkezler bir anlamda sosyal sorun yaratırken bazı psikolojik sorunlara çözüm olarak ortaya sürülen alışverişin de merkezidir. AVM’ler yerel olanı yok eden ve evrensel bir alış veriş çılgınlığını körükleyen merkezlerdir. Yeni dünya düzenin arzuladığı izole edilmiş yaşam, bireyin rahat olarak kendisini bulacağı bir iç kaledir. Güvenliklidir, çünkü kendi güvenliğini AVM merkezi olarak sağlamaktadır. Firmaların üzerine düşen yük kiradır ama güvenliği göz önüne alırsanız oradan kazandığını öteki taraftan harcayarak dengelemektedir. AVM’ler yaptıkları sosyal projeler ile hazır birer potansiyel müşteri yaratırlar… alışveriş bir çılgınlık değil, ihtiyaç olarak sunulur ve paranın yerini alan kartlar ile doyumsuz alışverişlere olanak sunulur.

Bu merkezlerin birinde eşlerinin harcama çılgınlığından bunalan üç arkadaş AVM geldikleri cumartesi günleri için kazan dairesinde bir yaşam alanı kurarlar. Eşleri yukarıda alışveriş yaparken aşağıda cumartesi günleri oynanan futbol karşılaşmalarını izlemek, bira eşliğinde kendilerince vakit geçirmek için bu zamanı fırsata dönüştürürler. Eski bir televizyon, bir koltuk onlar için bu fırsatı yaratan aksesuardır, bu sayede eşlerinden uzakta ve AVM içinde güvende ama AVM’den ayrı bir ortamın içindeler. Üç arkadaş haftanın yorgunluğunu atarken, aralarında ki dostluğu da pekiştirirler. Farklı mesleklere dahil olan üç insanı bir araya getiren ortak sorun eşlerinin doyumsuz alışveriş çılgınlığıdır. Kazan dairesini bir sığınak yapan mesleği pilot olandır, bir işletmede yönetici ve bilgisayar programcısı olan üç ayrı meslek. Modern yaşamın izlerini ister istemez oraya taşımaktadır. Bu üç insanın ekonomik girdileri diğer çalışanların yanında iyi olmasına rağmen, dışarıdan bakıldığında sorunsuz gibi duran ama içten içe kaynayan ve yaşam dünyasının ve hayatın onlara sunduğu baskının altında çıkış aramaya çalışan üç kafadar.

Haftalardan bir gün aralarında bir itfaiye elemanı da katılır. O da kaçmaktadır. Henüz diğerlerine göre daha yeni evli olmasına rağmen eşinin bu çılgınlığı karşısında çaresizdir. Evlilik akdini devam ettirebilmek için belki de bir sığınağa kendisini atmaktadır. Savaş meydanından kaçan bir er gibidir, soluk soluğadır. Kapıyı açıp sığındığı yerde yaşam olduğunu ve başkalarının da orada olduğunu görünce şaşırır. Çünkü boş olarak gözüken kazan dairesinde birilerinin sığınak yapacağı kimsenin aklına gelmez! Burada bir parantez açayım, çünkü bizim kültürümüzde yok ama Almanya’da çok olan bir uygulama, birçok aile bodrum katını (müstakil evi olanlar) hobi odası ve boş zaman geçirme salonuna dönüştürmektedir. Orada özel arkadaşları ile buluşur, erkekler günü gibi günler yapmaktalar. Genelde futbol merakı olanlar önemli karşılaşmalarda bir araya gelir birlikte ekrandan maçı canlı izler yorum yaparlar, briç günleri gibi belirli günleri kendilerine ayırırlar. Bu uygulama genelde vardır ama bizim ülkemizde buna benzer henüz uygulama yok ama yakında yaygınlaşmayacağını kim söyleyebilir?

Erkeklerin sığındığı mahzen bir anlamda modern yaşamın AVM çılgınlığına karşı eleştiri platformuna dönüşür ve günlük iş ve onun sonucunda yaratmış olduğu streslerden kaçış için gerçek bir sığınaktır.

Politik eleştirisi olmayan, ama sistemin dolaylı bir eleştirisi bu komik, eğlenceli ama dolaylı bir öykünmenin olduğu eğlenceli oyun, sahne düzenlemesi, ışık, ses bütünlüğü içinde oyuncuların üzerine düşen görevi en iyi şekilde yerine getirdiği bir ekip işi ortaya çıkmış. Sahnede yaşanan kriz ve o krizin komik unsuları seyirciye direkt ulaşmakta ve seyirci sahneye kahkahaları ile katkı sunarken, zamana zaman alkışlar ile kendi iç dünyalarına döndüklerini verdikleri tepkilerden genel olarak anlaşılıyor.

Tiyatrolarımız gün geçtikçe sahnelerine yeni oyunlar sunarken, politik tercihin baskısı gün be gün sahneye oyun koyacak yönetmenlerin iç denetimini de belirlemektedir. Siyasi gerginlik yaşadığımız zamanın ruhuna dolaylı/direkt etki yaparken tiyatroda “ama biz yinede sözümüzü söyleriz” şeklinde tepki olduğunu görüyoruz. Tiyatroların genel programını belirleyen atanmışlar, elbette kendisini o koltuğa koyanların tercihini dikkate almak ile yükümlü, yoksa boşalan koltuk hala vekaletten boş kalması gibi bir sorunu da ortaya çıkarmaktadır. Tiyatrocu işçidir, verilen görevi yerine getirir, aldığı maaşı hak eder. Sonuçta söz yetki karar mekanizması içinde varlığı yokluğu şimdiki siyasi idare için önemli değildir. Nasıl olsa ülkede tiyatro okulu çok, okuldan mezun işsizlerde kapıda beklemektedir ama uzun zamandır zaten kadroya yeni oyuncular ve teknik kadro alınmıyor, onun yerine taşeronlar ile idare ediliyor… İdare edilen bir dönemde idare edilen oyunların seçilmesi ve hoş zaman geçiren bir meslek alanı olması birçok insanı rahatsız dahi etmiyor, zaten gitmedikleri yerde neler oluyormuş da pek umurlarında değildir.

Tiyatrolar işlevsel olarak binlerce yıl varlığını koruyor, korumaya da devam edecektir, çünkü insanı insana en iyi anlatan sanat alanlarından biridir. Tiyatronun yok olması demek o toplumun tamamı ile biat eden ve biat kültürünün altında yaşamak zorunda kalan yeraltı kültürünün oluşması anlamındadır. Yeraltı kültüründe de zaten tiyatro önemli yeri ve işlevi vardır. Burjuva kültüründe ise tiyatro sadece eğlencelik ve boş zamanları dolduran ve de konuklarına hoş zaman geçirmek istenilen alan olmuştur. Şimdi devlet eli ile tiyatro yöneticilerinin hedefleri ortadan kaldırılmış ve devlet ve şehir sahnelerinde var olma mücadelesine dönüştürülürken, tiyatro kendisine yeni yol arayışına girmiştir. Elbette siyasi irade tiyatrodan amacına uygun sonuç aldığı sürece sahnelerde ışık olacak, sahne tozuna oyuncular seslerini bırakacak,  o tozlara seyirciler alkışlarını ekleyecektir…

Genel olarak izlediğim oyun performansı yüksek, zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacak kadar akıcıdır. Emeği geçen her çalışana teşekkür ederim… Alkışları hiç eksik olmasın…


İsmail Cem Özkan


Erkek Parkı
Yazan : Kristof Magnusson
Çeviren : Sibel Arslan Yeşilay 
Yöneten : Saydam Yeniay
Dekor Tasarımı
Behlüldane Tor
Kostüm Tasarımı
Mihriban Oran
Işık Tasarımı
Önder Arık
Dramaturg
Günay Ertekin
Asistan
Senem Cevher
Sahne Amiri
İhsan Ata
Kondüvit
İlknur Gülmez Deveci
Işık Kumanda
H. Oğuzhan Çelik
Oyuncular
İlkay Akdağlı
Süleyman Atanısev
Burak Karaman
Ali Çelik


11 Ekim 2016 Salı

Kimlikli kimliksizler!

Kimlikli kimliksizler!

Ulus devlet projesi bir coğrafya içinde yaşayan her insana bir vatandaşlık kartı vermesi ile başladı. Vatandaşlık belgesi aynı zamanda homojen toplum yaratmak için bir projenin de ilk adımı oldu. Artık toplumlar imparatorluklarda olduğu gibi çok çeşitli, her dilin özgürce kullanıldığı, öğrenimin küçük cemaatler içinde yapıldığı alan olmaktan çıkarılıyor ve birey devlet için var olmaya ve devletin bekası için çalışmaya güdülendi. Çok kültürlüğün yerini devletin hakim olan görüşüne uygun yeni bir kültür yaratıldı. Tarih yeniden yazıldı ve hakim olan kültürün geçmişi yeniden yorumlandı ve yeni destanlar ve öyküler bu geçmişin içine monte edildi.  Kısaca ulus devlet kendisini tanımlamak için yeniden bir ulus yarattı ve o ulusun o coğrafyaya tek hakim olduğu fikrini yaymak için eğitim kurumları kurdu ve insanlar öğrenimden eğitime doğru geçiş yaptırıldı. Ulus devleti homojen olacaktı, homojen olması içinde o güne kadar insanlığın bulduğu tüm işkence yöntemlerinden daha kötüsü bilimin kullanılması ile bulundu. Eğitim!

Eğitilmiş insanlar aptallaştırılıyordu, çünkü bir kalıp şeklinde düşünülmesi ve devletinin hizmetinde olan ve devletin de kendi halkının iyiliğini düşünen bir yapıya dönüştürülmesi ivedilikle hayata geçirildi ve bu geçiş dönemi sermaye birikiminin oluşması ve yeni yaşam ve düşünce yöntemi kapitalizmin feodal ve kırpıntılarının üzerine oturması anlamına geliyordu. İmparatorluğun mutlak hakimiyetinin yerini para ve ona sahip olanlar alıyordu ve kısa sürede de aldı.

İmparatorluktan kalanlar hemen ortadan buharlaşmadı, yok olmadı. Onlar da o coğrafyanın içinde yaşamaya devam ettiler. Önceden planlandığı gibi her şey kısa sürede çözülmedi, ulus devletin sorunları ve projenin aksayan yönleri kısa sürede hayatta karşılığı çatışma olarak ortaya çıktı. İmparatorluk coğrafyası bu çatışmanın sonunda küçülmeye ve geniş topraklardan daha çekirdek diyebileceğimiz bir alana doğru kayma söz konusu oldu. Sömürge imparatorlukların yerin emperyalist devletler alıyordu ve de bu kaybedilen topraklar üzerinde emperyalist devletlerin çıkarını kollayan ve onlar için uydu olarak çalışacak yeni tip sömürge devletler kuruldu. Her ne kadar bağımsız ve özgür gibi gözükseler de geçmişten gelen bir bağımlılık ilişkisi içinde yeni birlikler ve müttefik ilişkileri kuruldu. O ülkelere de gelişmekte olan ülkeler adını verdiler. Bu gelişmekte olan ülkelerin sınırları onların bağımsızlık savaşları veya büyük savaşların sonunda cetvel ile sınırlar emperyalist devletlerin rızası ve bilgisi dahilinde o ülkelerin siyasi insanları tarafından çizildi. Yeni devletler, yeni bayraklar ve yeni piyasa koşulları artık evrensel boyutta kendisini ifade etmeye başladı. Bu ifade ulus devletin bir coğrafya içinde sermaye birikimi evresinin de sonu anlamına geliyordu. Sermaye ulusların üstünde hakimiyet kurmak istiyordu. Ve bu hakimiyet sessizce emperyalist politikaların sonucunda olacaktı. Savaşlı ya da savaşsız artık dünya sermaye sahipleri tarafından paylaşılacaktı. En kaba sermaye yayılımı amerikan iki içecek firmasın dünyaya yayılması ve lojistik olarak dağılımına bakarak görebiliriz. Coca Cola ve Pepsi iki şirket aynı alanda üretim yapıyor ve tüketimi teşvik ederken bir birinin pazarlarına ancak tampon bölgelerde giriyor ve esas yayılımını ve satışını kendi aralarında yaptıkları anlaşmaya uygun şekilde yapıyordu. Bazı ülkelerde Pepsi çok tüketilirken Coca Cola o ülkede az tüketilebiliyordu, tersi durumda söz konusu olan ülkelerde vardı, rekabet eder gibi gözüken ama aslında rekabet etmeden tüketimi teşvik eden iki ayrı firma yeni ‘kızıl elma’ oluyordu. İmparatorlukların sömürge için hedefi olarak ortaya koyduğu kızıl elma efsanesinin yerini başka hedefler alıyordu ve aldı da! Bu arada ulus devlet içinde diğer halklar asimilasyon ile devlet ulusu içinde eritilmeye devam edildi ve büyük oradan da başarıya ulaştılar…

Her ne kadar büyük oranda başarıya ulaşılmış gibi olsa da halen devam eden sorunların başında yer almaya devam ediyor. Ulus devlet hiçbir zaman gerçek anlamda homojen bir toplum yaratılamadı. Soykırım ve katliamlar ile de bu sorunu ortadan yok edemedi. Ulus devlet projesinin aksak yönleri elbette var olan sistemin tıkanmasını ve yeni çözüm yolların açılması anlamına gelmekteydi ve liberal ekonominin devlete hakim olması ile birlikte ulus devletin tüm birikimleri ve devlete yüklenen anlamların için boşaltıldı ve yeniden yapılanma sürece girdi.

Bu yeni sürecin yeni sömürge devletlerde daha fazla etkisi olacağı çok önceden belliydi, çünkü ideal ulus devlet oluşmadan yeni sömürgeye uygun bir ulus devlet yaratılmış ve kolajlanmış bir yapıya sahiptir. Gevşek bağlar ile ulus devlete bağılı olanlar bu liberal politikalardan etkilenmemesi mümkün değildi, devlet kuruluşunda yer alan ayaklanmalar ve itirazlar bu dönemde ortaya çıktı. Devletler için sorunların ortaya çıkması şaşırtıcı değildir, kontrollü kriz en olması gereken olarak bir politik tercih olarak ortada durur. Devletler kendi varlığını devam ettirebilmek için kontrollü krizler yaratır ve o krizler ile toplum içine fısıldar, “bensiz sizler aslında bir hiçsiniz ve o yüzden beni kollayın ve de koruyun” der.  Ulus devletin yerini hala henüz netleşmemiş bir devlet alırken ulusların yumuşak karnı olan ulus sorunu yeniden ortaya çıkarılmış ve kimlikler, kültürler yeninde kendisini bulmak ve biçimlendirme dönemine girdik. Bu dönemin çatışması kontrol dışına çıkabilir, çünkü devlet değişimdedir ve artık kontrollü değildir. Eskisi gibi bir sınır içinde değildir, sorun evrenseldir. Evrensel olan sorunların kontrolü daha karmaşıktır ve çıkar çatışmaları bu sorunun yakıcı veya daha hafif geçişini ortaya çıkarabilir.

Ulus devletinin yapısal olarak ortaya çıkardığı bu sorun kimlikli insanların kimliksizleştirilmesine karşı bir isyanıdır. Devletin ulusundan olmayanları, kültürüne uymayanları ve popüler söylem ile ötekileştirilenlerin isyanı bu geçiş dönemin karakteristik özelliğidir. Çünkü yok sayılanlar, yok kabul edilmişlerin yeninden kimliklerine kavuşma süreci… Bu süreçte kendi kimliğini yeniden kavuşanlar ve yeninde ifade etmeye çalışanlar içinde de birçok çelişkinin de olması doğaldır, el yordamı ve olayların iteklemesi ile bir tarafa doğru çekilmektedir insanlar. Ülkenin siyasi iradesi siyasi çıkarları cepheleşmeyi getiriyorsa, halklar arasında çatışma körüklenir. Sıcak çatışmanın hakim olduğu yerlerde akıl yerini duygular aldığında linç kültürü toplumu kucaklar ve salgın hastalık gibi yayılır…

Bizler ne olursa olsun bir arada yaşamak zorundayız. Hangi sistem olursa olsun, hangi devlet kavramı hayata geçirilirse geçirilsin Anadolu topraklarında yüzlerce kültür bir arada yaşamıştır. Tarihin sayfalarında savaşların tozlu ve kanlı kelimeleri bize gelmektedir, fakat her tarih olayı bize başka şeylerde fısıldar, birilerin çıkarı zaman içinde yok olmuş ve o savaşlar da anlamsızlaşmıştır. Yok olan kültürler, yok olan insanlar ile sorunlar çözülmüyor…  Bir arada yaşamak zorundayız. Bir arada yaşamak demek, herkesin aynı dili konuşması ve aynı şekilde olaylara refleks vermesi değildir... Değişik tepkiler, kültürler o toplumun zenginliğini ortaya koyar, her birey aynı davranırsa, aynı dili konuşursa, aynı pencereden bakarsa orada çok kültürlülük olmaz, asimile olmuş ve üst kimlik kavramına biat edenler olur ki, üst kimlik diye bir şey yoktur, sömürgelerin çıkardığı kuru bir laftan başka şey ifade etmez... Bir arada olmanın birinci koşulu ayrımsız bütün kültürlerin eşit olduğu ve fırsat verildiğinde zenginleşeceği fikrine sahip olmaktan geçer...

Kimlikli kimliksizlerin yerini kimlikli insanların alacağı bir dünya olacağı kabul ediliyor, umarım bu geçiş süreci çok kanlı olmadan ve barış ve huzur ile geçiş yapabilelim.


İsmail Cem Özkan 

5 Ekim 2016 Çarşamba

Dionysos’un Çocukları

Dionysos’un Çocukları

Tiyatroya adanmış hayatlar… Tiyatroya adanmış insanlar geniş bir kavram ama yazarlarımız bunu daraltmışlar ve sadece sahne üzerine düşen tozlara isimlerini yazdırmışlardan seçkin bir oyuncu ve tiyatro yönetmeni kitaplarına konuk etmişler.  İki yazar ve bir kitap, iki tiyatro tutkunu ve konukları… Sayfalar bizi okumaya davet ediyor, çünkü daha önce yayınlanmış kitaptan kaynaklanan bir tat var gözlerimde… Bildiğimiz bir şeye, özlem ile koşar gibiyim…

Kitap alışılmışın dışında soru yanıt yerine, yazarların iç dünyaları ve konuklarının iç dünyaları sahne ışığı vurmuş ve bizler sanki sahneye bakar gibi sahnede gerçekleşmiş sohbeti okuyoruz. Elimizde ki kitap bir anlamda tiyatro sahnesi ve o sahne içinde yer almış ve halen almaya devam eden tiyatroya gönül vermiş insanların izdüşümleri. Kitap alışılmışın dışında, çünkü konukların sözlerine tarihten destek veren ve bugüne taşınan sesleri de duyuyor ve okuyoruz. Alışılmışın dışında çünkü soru soranın kendi özel iç dünyasının ve tarihinin de bizim gözümüzün içine yansıması. Hem soru sormak hem de kendi geçmişinde iz bırakan sahnelerin yeniden canlandırılması.

Bir çocukluk düşünden bugüne hiç değişmeyen heyecan ve içine sığmayan coşku…

Pınar Çekirge’yi yakından tanıyanlar bilir ne kadar heyecanlı ve yaklaştığı olaylardan nasıl bir mutluluk çıkardığını. O bir aşık, çünkü hayata hep aynı gözlük ile bakan ve o  gözlüğünü sürekli değiştiren biri değildir. En umutsuz anında bile aşkın, coşkunun ve birikiminin getirmiş olduğu olgunluk ile sevecen yaklaşması. Onun gözlüğünde her daim sihirli bir değnek vardır ve sanki Alis’in ‘harikalar dünyası’ndadır. Onun dünyasında ihanet yoktur, onun dünyasında zalimler yoktur, onun dünyasında başarısızlık yoktur. Tüm insanlar mükemmeldir ya da mükemmele yaklaşmışlardır. Çünkü öyle bir dünya ki dostluk, sevgi, hoşgörü hakimdir. Onun sanatçıları hepsi birden sevecen ile yaklaşan, her daim başarılı olmuş ve her cümleleri ile kendilerini yaşayandır. Onun naif ve güzel dünyası içinde tiyatro ayrı bir dünyadır ve o dünyada yaşadığımız çirkinliklerin hiç biri yoktur.

Fakir bir aile ya da zengin bir ailenin çocuğu tiyatro aşkı içindedir, her daim zorluklar ile karşılaşır, inançlıdır, seviyordur, aşıktır ve hedefine emin adımlar ile gider. Sonunda sahnede ailesi görür ve mutluluk gözyaşlarına bürünürler ve de çocukları ile onur duyarlar, onları yüceltirler.

Seyirciler içinde ailesini bilen çocuğun ayağı titrer, çünkü o yaşamına yön verecek en önemli sınavdır. Ya geçecek ya da tökezleyip sahnelerden uzaklaşıp başka bir meslek içinde hayatına devam edecektir. Başarı mutlaktır ve kaçınılmaz olarak o yolda sınavlardan başarılı bir şekilde geçmelidir. Fakir ya da ailesi tarafından dışlanan oyuncu adayı sınavı başarır ve artık önünde ki en büyük engel ortadan kalkar ama engellerin hepsi temizlenmez. Başarıdan başarıya koşarken bir iki tökezlenir, onlardan olması doğaldır, çünkü hayatta düşmeden büyüyen çocuk yoktur.

Her oyuncu başarılıdır aslında, çünkü sahne aldığı günlerde sahneye çıkar ve rolünü seyircilerin önünde repliklerini unutmadan hayat verir… Elbette birçoğu nefesini iyi kullanır ve sorunsuz o gece alkışlarına kavuşur, bazıları nefesini iyi kullanamaz ve nefes nefese oyunu bitirir ama o da alkışını alacaktır, çünkü seyirci emeğe saygılıdır… Önemli bir bölümü alkışlarken elbette küçük bir bölüm alkışlamadan salonu terk edecektir.  Her sahnene oyunda olur böyle şeyler, tıpkı film henüz bitmeden sinema salonu terk eden seyirci gibi. Yetişmesi gereken bir şeyi her daim vardır…

Kitabı okurken, oyuncudan oyuncuya, oyuncudan yönetmene, yönetmenden ustaya doğru, her biri kendi dünyasını anlatırken, Pınar Çekirge sohbet ettiği ile empati kurar, kendi geçmişine ve birikimine sığınırken, Yavuz Pak ise işin arka boyutunu ve tarihten günümüze taşınan izdüşümleri sığınır. Aslında tiyatro sahnesinde ve sohbetlerde söylenen sözler daha önce söylenmiştir ama bugün tekrarlanan sözler geçmiş ile aynı gibi durmuş olsa da içeriği değişmiştir. Anlamlar değişmiş ve yeni anlamları ile günümüzü kucaklamaktadır. Çünkü söz sabit değil yaşayandır. Tiyatroda durağan değil yaşayan ve sürekli değişendir. Değişimin kaçınılmaz olduğu yerde sahne üzerine düşen tozlar uçuşurken kendisilerine ait bir geçmişi ve bugünü yaşatır. O tozlar ne kadar çok sese ve alkışa şahitlik etmiştir. O şahitlik bugün Yavuz Pak gözü ile yeniden ortaya çıkarılır ve bize sunulur. Evet, oyuncu, yönetmen, tiyatrocu kendisini ifade ederken aslında o ifadenin geçmişi o kadar uzakta ki, kuyudan çıkarılması gerekliydi ve o gerekliliği Yavuz Pak yüzünün akı ile yapıyor. Bize diyor ki, sen onu sahnede görüyorsun ama o gördüğün kişi üzerine öyle bir yük almış ki, onu başarı ile sana sunuyor, onu bil ve ona göre saygı duy! Çünkü sanat denen şey güzelliğe güzelleme değil, geçmişin tüm birikimlerini bugüne taşımaktır.

Tiyatro sahnesinde usta bir oyuncu ancak çevresinde yer alan oyuncular ile ustalığını ortaya çıkarır, çevresinde ki oyuncular başarılı değilse istediği kadar usta olsun, o oyun ve sahne başarılı değildir. Ustalık, çevresinde yer alan oyuncular, objeler ile bir bütün olarak ele alındığında bir tiyatroya adanmış yüreğin ustalığı ortaya çıkar. Tiyatro tek başına ve her şeyi ben yaparım anlayışı ile olmaz, ekip işidir. Işıkçısından, sesçisine… kostümünden, sahne amirine… yardımcı oyuncudan, suflörüne… (…) Bir bütünün parçasıdır usta oyuncu, onun ustalığı içinde yer aldığı tiyatronun işleyişine kattığı iz, ses, hoşgörü ve anlayıştır. Kısaca duruşu ile usta bir oyuncu, birlikte başarıya imza atmayı bilendir… Usta oyuncular sahne değişse de, sahneye çıkar ve nefesini iyi kullanarak alkışları hak eder. Ayak oyunlarına ihtiyaç duymadan, rol peşine koşmadan, oyunları, tekstleri kendisine çeken kişi sahnede artık ustalaşmıştır. Usta oyuncu için önemli olan sahneye çıkıp sesini sahne tozlarına bırakmaktır, popüler söylemler ile usta oyuncu olunmaz… Popülizm ustalığı ortadan kaldırır. Söyledikleri ile yaşadıkları arasında tutarlı olmaktır, ustalık… Tiyatroya adanmış hayatlar’ın bu kitaptaki konukları titizlikle seçilmiş ve titizlik ile araştırılıp duygu seli içinde bize sunulmuştur. İki ustanın konukları bizim de konuğumuz olmuş, kelimeleri ile salonumuzu doldurmuştur…

Yürekten gelen her cümle bizi kucaklar, yani okuyucuyu. Bir çırpıda okuyacağınız bu kitap sizde bir iz bırakacaktır, fakat kitap bugün ki zamana göre yazılmış gibidir, gelecekte okuyacaklar için bugün yaşadığımız çalkantıyı kısaca dip notuna ihtiyaç duyar. Biz anlıyoruz, çünkü yaşıyoruz, ama kitap bugünden geleceğe bırakan not olduğuna göre gelecekte okuyacaklar bugünü bilmesi gereklidir… gelecek baskılarda yaşadığımız kaos ve girdaba dair ipuçları verilmiş olursa eleştiri hakkımı ortadan kaldırır…

Son söz diye biter birçok yazı ben de yazayım son söz: Yüreğinize sağlık…

İsmail Cem Özkan

Dionysos’un Çocukları
Tiyatroya adanmış hayatlar

Pınar Çekirge, Yavuz Pak
Opus Yayınları, Haziran 2016

ISBN: 978-605-9245-05-0