Galata Gazete


29 Aralık 2017 Cuma

Gülmek devrimcidir…

Gülmek devrimcidir…

Gülmek mutlu olmak ve kendine güvenen anlamına gelir. Gülen insan yaşayandır, umudu var olan demektir. Gülmek her canlıyı daha güzel yapar, her birini ayrı ayrı sevimi gösterir. Gülen insan “Merhaba” diyendir, kısaca benden sana zarar gelmez!

Yaşadığımız zaman diliminde birbirine benzer psikolojik rahatsızlıkları duymaya başladım. Aslında rahatsızlık kavramını kullanmak istemem ama psikiyatristler rahatsızlık olarak algılıyor ve tedavisi için sizden yüklüce para talep ediyorlar. Bir konuda yardım almak için gitmişseniz bir kliniğe hasta olmanızdan önce siz müşteri olarak gören bir sağlık anlayışının parçası ve soyulanı oluyorsunuz. Liberal ekonomi hastaları, öğrenciler gibi müşteri konumuna getirdi. Müşteri her zaman iyi para bırakan birer tüketicidir ve onun iliğinden, kılından para çıkarmak ve kazanmak işletmenin yeteneğine bağlıdır…

“Biri gizli mesaj gönderiyor, biri izliyor, biri sürekli beni arıyor, neredesin diye soruyor, biri biri...” Bir değil, iki değil, on değil... Birbirine benzer davranışlar ve sorunlar yumağı...

Benzer sorunlar yumağının kaynağı nasıl şey olabilir diye düşünmeye başladım. Çünkü birbirine benzer psikolojik davranış tetikleyen bir şey olması gerekli, çünkü psikolojik davranış salgın hastalık olamaz, adı üzerinde bireysel. Toplum dışına düşmüş ama toplum ile ilgili bireysel davranış ve algı sorunu... Peki, neden bu sıralarda çok yaygınlaştı, neden moda gibi rahatsızlıklar biden ortaya çıkıyor popüler oluyor ve sonra sönüyor?

TV dizileri hiç masum değil...

TV'de yayınlanan dizilerin insanın davranışına etkisi, biçimlendirmesi, bilinçaltına söylenen sözler. Sürekli sinirli, kavgaya hazır suratlar... Sesini kısın dizilere bakın, nasıl bir davranış olduğunu izleyin. Tüm oyuncular agresif, göz bebeklerini büyüterek ve öfke ile konuştuklarını göreceksiniz... Vahşet, nefret, ölüm... İtibarsızlaştırılmış birey, çaresiz... Kindar... Arkasından sürekli oyun oynayan ama yüze gülen bireyler... Güvensizlik... En yakınına güvenme telkini... Çünkü sana en çok zararı en yakının verir imgesi...

Birbirini izleyen ve taklit eden diziler...

Hangi kanalı açarsanız açın isimleri değişiyor, oyuncuları değişiyor ama davranış ve imgeleri ile hepsi aynı olan diziler... Bir stratejinin parçası olarak yazılan veya yazdırılan senaryolar.

Piyasada tutmuş diziler...

Para getiren diziler riske girmeden istenileni veren yapım evleri...

Amerika'da üretilen ama sonra uyarlanan senaryolar...

Her biri her biri toplum bilimcilerin ve yönlendiricilerin moda değimi ile toplum mühendislerin işi...

Toplum içinde bireyler birbiri ile uğraşırken sistem çökmüş, devlet yokmuş gibi her şeyi belirleyen konularda kimse kafa yormaz... Kafa yoran ve yazanları da okumaz... Çünkü o kendisine karşı yapılacak kötülüğü önleme derdinde...

Fesat duygular, fesat davranışlar, fesatça çıkarmalar hepsi hepsi bilerek ve istenerek şimdiki zaman uyarlanarak uygulanıyor...

Biraz kendisine dışarında bakabilse birey kimin piyonu olduğu görecek ama göremez, çünkü onun odak noktası ve duruş noktası artık istenilen yere gelmiştir. Mutlu olma, her daim trajedi içinde yaşa, çünkü mutlu olmak, neşeli bakmak olaya onları oyunu bozan temel şeylerdir...

O yüzden gülen insana saldırıyorlar...

O yüzden gülmek devrimcidir...

İsmail Cem Özkan

24 Aralık 2017 Pazar

Fındıkıran Balesi

Fındıkıran Balesi

Geçmiş dönemlerin başarılı bir bale sanatçısı olarak ünlenmiş, ama artık sahnelere veda etmiş olan bir kadın, yalnızdır. Yalnızlığını ve geçmişe ait özlemlerini albüme bakarak gidermektedir.

Yılbaşı gecesi daha bir hüzün kaplamıştır, yılların birikimi özlem duyulan geçmiş ve geçmişin yeniden yaratılması. Elinde tuttuğu albüme baktıkça geçmiş yeniden yaratılır. Yaratılan geçmiş bir anlamda masal dünyası içinde değişik maceralara kapı aralayacaktır.  Tek başına koltuğunda oturmuş, koltuğun arkasında paketler vardır, sanki bugün taşınacak gibi büyük paketler ama her biri başka bir öyküyü içinde saklayan sanki sihirli birer sandıktır. Her kutunun içinden bir çocuk çıkacaktır, onu masal dünyasına davet edecek ve o davete her birimiz katılacağız.

Hayat çocukluk ile başlar, onların neşesi hayatın devam ettiğini gösterir. Onların neşesi yalnızlıkları ortadan kaldırır, neşe tüm evreni kaplar. Çocukluk ile başlar anılar, sonra anılar ile zaman geçerken büyürüz. Büyüdükçe hayal dünyamız daralır ve gittikçe yok olmaya tutar, ancak onları zihnimizde tutan belki de direncimizdir. Yaşamın tüm acımasızlığı altında neşeli tarafını anımsamamız dirençli olduğumuzu gösterir. En büyük direnç yeni masalları yaratabilecek kadar açık zihinli olmaktan geçer. 

Yılbaşı partisinde çocuklara hediyeler verilir, gelenektir. Çocuklukta alınan hediyeler ayrı bir yeri vardır. İnsan zihni açık olduğu süre anımsar ve ona göre her anımsamasında yeniden yeniden yaratır. Çünkü verilen oyuncaktır ve o oyuncağın etrafında yeni bir dünya kurulur çocuk için. Yaşlı ve emekli olmuş balerin geçmişin albümüne bakarken verilmiş bir hediyenin ve onun etrafında oluşan dünyaya bizi davet etmesi kadar mantıklı bir şey olamaz. Verilen bir hediye, kırıldığı zaman çok değerli olur. O artık unutulmayacak ve olmazsa olmazımızdır. O yılbaşında hediye olarak verilen fındıkkıran kırılmıştır. Hemen tamir edilmiş olsa da uykuya dalan çocuğun hayal dünyasında o kırılan oyuncağın etrafında macera, korku, kavga, sevgi, tutku kısaca çocuğun hayal dünyasının izin verdiği tüm olaylar yerini alır.

Bu masal ve destansı bale gösterisi, klasik balenin tüm zorunlu hareketlerinin hayata geçirilmesi bir anlamda sahnede yer alanlara bale eğitimi verirken izleyiciye de balenin nasıl olması gerektiği bir masal-düş eşliğinde verilir. Burada sahneye koyanın yorumu çok önem kazanır, çünkü eseri öyle bir yorumlar ki sizi yönetmenin gör dediğini gösterir, görme dediğinin üstünü sis kaplayabilir. İzlediğim bu yorumda ise sabit bir sahnede değişim; ışıkların sahneye neresinde vurduğu ve açılan pencerelerden arka fonda yağan kardır. Sahne çok sadedir. Koltuk sahneye göre yer değiştirir. Işık her bölüm için ayrı ayrı hesaplanmış ve sahneyi sabit aydınlatmaktadır. Oyuncuyu ve sahneyi takip etmez, baştan nasıl planlandıysa o bölüm bitene kadar ışık sabittir. Balet ve balerinin hareketi gölgede kalmış, ışık altında kalmış ayrımı yoktur. Müzik sahnede yaşanan olaylara yön vermektedir.  Olayların kurgusu müzik ile kulaklara fısıldanırken, koreografi öykünün içi doldurulur ve somutlaştırılır.

Koreografinin daha görünür ve seyirci ile kucaklaşmasını sağlayan bana göre ışıktır. Işık zamanı, coğrafyayı, sahnede yer alan dekora verdiği derinlik ile sahnede yer alan tüm ayrıntının seyirciye ulaşmasını sağlar. Her balerin ve baletin hareketi ışığın verdiği canlılık ile seyircinin ilgisini sahnede yaşanan öykünün kurgusu içinde olmasını sağlar. Özellikle anlatılan bir masalsa, gerçeküstü bir öykü varsa, örneğin farelerin Clara ile mücadelesi ve mimiklerin ve onlara derinlik veren makyajın görünür kılınmasını sağlar. Fareler Kralı sahnedeki makyajı ile dikkati çekmektedir, özellikle Egemen Kement mimikleri ile olayın içine bizi davet ederken kayıtsız kalamadık. Işık her sahnede olduğu gibi sabittir. Yumuşak geçişler ile ışık görmemiz gereken yeri aydınlatmış olsaydı diye içimden geçirdim. Çünkü ortada yer alan aydınlık alandan çıkınca daha karanlık bir alanda yapılan mücadele ve o anda dansçıların yüzünde oluşan öyküye ait değişimler gölgede kaldığını hissettim.

Görebildiğim kadarı ile yönetmenin yorumuna uygun olarak sahne düzenlemesi, ışık ve koreografi yapılmış. Müzik bu yoruma çok şey kattığını düşünüyorum… İzlenmesi gereken ve izlerken balenin ne olduğunu öğreten bir okul olduğunu salondan ayrılırken düşündüm…

İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB), sosyal sorumluluk projesi olarak bu yıl Down Sendromu Derneğini ağırladığı gün oradaydım. Gösteri sonunda alkış bölümünde Down Sendromu olan çocuklar balerin ve baletler ile sahnede yerini alarak seyirciyi selamladı. Onlar için yapılan bu gösterim çocukların mutluluğu ve orada olmanın getirmiş olduğu heyecanı gözlerinden okuduğumu düşünüyorum. İzin alarak fotoğraflarını çektim. Bir arada olmak ve onlar için ayrılan zamanın ne kadar değerli olduğunu gösteri öncesi yapılan konuşmadan anladım. Belediye başkanın da bu anlamlı günde onlar ile birlikte olması sanata ve sanatçıya değer vermenin dışında desteklediği her sosyal projede yer alması ve açıkça yanınızdayım demesi ayrı bir anlam barındırdığını düşündüm…

Verilen her emeğin bir karşılığı vardır, sahne sanatlarında ise alkıştır. Hak ettikleri alkış aldılar. Emeği geçenlere teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan

Fındıkıran Balesi
Libretto: Uğur Seyrek, Işık Noyan
Koreografi ve Reji: Uğur Seyrek
Orkestra Yönetmeni: Roberto Gianola
Dekoratör: İsmail Dede
Kostüm Kreatörü: İ.Serdar Başbuğ
Işık Tasarım: Uğur Seyrek
Işık Uzmanı: Taner Aydın
Clara: İlke Kodal
Prens: Batur Büklü
Drosselmeyer: M.Nuri Arkan
Fareler Kralı: Egemen Kement
Clara'nın Annesi: Pınar Müldür
Clara'nın Babası: M.Kemal Onur Tunay
Büyükanne: Büşra Yıldırım
Büyükbaba: Alper Akalın
Konuklar: D. Fatma Sabaz, S.Burcu Borak, Zeynep Alev İşçimenler, Gamze Hopanoğlu, Hüma Ersel, Buket Polat, Deniz Polat, Sinan Kaymak,  M.Gazi Öztekin, C.Cüneyt Çelik, Çağatay Özmen, Can Bezirganoğlu
Kurşun Askerler: Berfu Elmas, A.Eda Yeker, Melis Kalfagil, Buket Polat, Elifsu Pamukçu, Ayşe Aras
Bebek:  ÇiftHüma Ersel, C.Cüneyt Çelik
Fareler: Can Bezirganoğlu, Deniz Polat, Alican Güçoğlu, Çağatay Özmen, Sinan Kaymak, M.Gazi Öztekin
1.Kar Tanesi: J.Nıcole Hartmann
2.Kar Tanesi: Büşra Ay
3.Kar Tanesi: Asena Ökte
Kar Taneleri: Çağrı Çekiç Hazan, Berfu Elmas, Ayşe Aras, Asena Ökte, A.Eda Yeker, Melis Kalfagil, Buket Polat, S.Hazal Çoruk
Vals Solist 1.Çift: P.Gizem Tuncay, A.İbrahim Türkkan
Vals Solist 2. Çift: Çağrı Çekiç Hazan, C.Cüneyt Çelik
Vals Solist 3.Çift: Büşra Ay, Çağatay Özmen
Vals Grup: Eymen Arıslı, Buket Polat, Çağrı Çekiç Hazan, Berfu Elmas, Melis Kalfagil, Ayşe Aras, Maia Ito, D. Fatma Sabaz
İspanyol Dansı: Hüma Ersel, Çağrı Çekiç Hazan, A.Eda Yeker, Asena Ökte, Ömer Erenler, Sinan Kaymak, Alican Güçoğlu, C.Cüneyt Çelik
Hint Dansı: Ebru Cansız, J.Nıcole Hartmann, Eymen Arıslı, Berfu Elmas, Büşra Ay
Çin Dansı: Can Bezirganoğlu
Rus Dansı: Maia Ito
Fransız Dansı: Zuhal Karaca, M.Oliver Spence
Çocuklar: Asya Yüksel, B.Deniz Atalay, Defne Bezzaz, Melissa Turan, Mercan Çelik, Naz Ardal, Sude Ardal, Yasemin Kayabay, Mert Ak, H.Tuna Ergün


22 Aralık 2017 Cuma

Romeo ve Juliet

Romeo ve Juliet

“Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yok olan ateşle barut gibi...”

Monteguelerve Capuletler iki ayrı aile, düşman. Belki de neden düşman olduklarını unutmuşlardır, günlerden bir gün bir eğlence olur. Maskeli balo. Düşman ailenin çocukları bu maskeli baloda buluşurlar, kalpler konuşur. İki düşman ailenin çocukları olan Romeo ve Juliet ilk görüşte aşık olurlar. Aşklarından o kadar emindirler ki, araya giren süt annenin de istemi doğrultusunda Romeo aşkını kilise nikahı ile taçlandırır. Konu basittir, yazanın muhteşem dil oyunlarını aynı güzellikte tercüme eden Özdemir Nutku dizeleri ile bizden ve içimizde bir şeyler uyandıran cümlelere dönüşür. Onların aşkları ve kurdukları cümleler bizdendir. Bizim için herhangi bir yerde geçen aşk hikayesidir. Tanıdıktır, kavuşamayan, kavuştukları anda ölümdür buluşturan…

Binlerce senedir sahnelenen, sürekli yeni şeylerin denendiği bir oyundur aynı zamanda. Zaman ile oynanır, kahramanların aileleri daha fazla karışır, daha az öne çıkar, yönetmenlerin ve senaryoyu sahneye ya da beyaz perdeye uyarlayanın tercihi geniş bir yorum dokusu ortaya çıkarır. Her yönetmen kendisinden yeni bir şeyler ekler, yorum olarak eklenenler seyirciyi rahatsız etmemesi önemli olan. Zaman ile çok oynanmıştır, zamanın yanında mekan. Mekan dışında öne çıkarılması gereken ya da olayların örgüsü de yönetmenin tercihi ve oyuncuların verilen rolü ne kadar yerine getirmesi ile orantılı olarak seyirci ya alkışlamıştır ya da sessizce izlemiş ve kısa sürede unutmuştur.

Oyunu, Makedonyalı yönetmen Dejan Projkovski sahneye koyuyor. Bugüne kadar izlediğim yorumlar içinde zeminin su olarak kullanıldığını ilk defa görmekteyim. Oyunun sahnesi sudur, dekor su ile bağlantılı arka tarafta yer alan bir yatay akvaryum. Seyirci ile havuzun ayrıldığı noktada bir alan daha vardır ki, oyunun su içinde olmayan sahneleri bu alanda geçmektedir. Su sarnıcında yer alan Medusa başı da sahnenin en üst tarafında yer almaktadır. Onu aydınlatan ışık rengi olayın nasıl sonuçlandığını anlatmaktadır. Sahne sadedir. Oyuncular yanlardan girip çıkmakta ve su içinde hareket etmeye çalışmaktalar. Genel olarak oyuncular kendilerine verilen rolü hareket anlamında olduğu gibi yerine getirdiğini düşünüyorum. Yönetmen kafasında ki tasarladığı yorumu sahneye koyarken her türlü olanağı değerlendirir. Kendisine verilen olanak içinde sanırım istediği oyuncuyu yönettiği oyunda oynatma hakkına sahiptir diye düşünürüm. Bir oyunda yönetmen oyuncusunu seçer. Yabancı bir yönetmen de olsa oyuncu seçimini kağıt üzerinde değil sahnede değerlendirerek yapar. Benim bugüne kadar izlediğim oyunlarda ses ahengine önem verildiğini düşünmüşümdür. Çünkü birbirinden ayrı ses tonunda olan oyuncuların aynı sahnede aynı volümde ses çıkaramaz, biri yüksek ses ile diğeri düşük ses ile konuşursa oyunun içeriğine göre elbette yönetmen tercih eder ama seyirci olarak beni ses arasında uyumsuzluk beni rahatsız eder. Bir anda yüksek ses, baskın bir ton diğer yanda düşük ve baskın olmayan bir ses… Opera için geçerli kural tiyatro içinde geçerlidir. Bu oyunda beni en çok rahatsız eden su içinde oyuncuların mücadelesinden öncelikle sesler arasında dengesizlikti. Baş rolde yani Romeo canlandıran oyuncunun sesi, juliet’i canlandıran oyuncu ile ahenkli ve dengeli olması önemlidir ama onları öne çıkaran diğer oyuncuların da sesleridir.

Oyunun zamanı ile de oynanmıştır. Bugün ve geçmiş aynı zemindedir. Oyuncuların kıyafetlerine bakınca kafamın bir köşesinde nedense Tophane yalanı geldi. “Yarı çıplak adamlar geldi…” diye başlayan cümlede geçen kahramanlar sahnedeydi! Rock konserinde sahne alan sanatçıların havası vardı. Elbette yönetmen müzik seçimini sahnenin mekanı gibi oynayabilir. O tercihi elbette oyuna yüklediği anlam ve seyirciye iletmek istediği mesaj ile ilgilidir. Yorum farkı ve algı farkı bu oyunu hem sevdirebilir hem de üzerinde konuşmaya değmez, ama bol bol taciz ve oyunculara çektirilen işkence olarak algı da seyircide oluşabilir… Yönetmen sadece sahnenin su olan alanını değil, yukarıyı da sahne olarak düşünmektedir. İdareci ve Juliet yukarından konuşur ve hareketli alan seyircinin üstünden sahnenin üstüne doğru hareket eder.

Ses konusuna gelince, zaman zaman mikrofon kullanılmıştır. Normal ses yerine dijitalleşen bir ses yüksek volümü ile oyunun bazı sahnelerde öne çıkıyor. Neden mikrofon kullanıldığını gerçekten anlayamadım, çünkü oyuncuların sesi salonun en arkasında yer alan seyirciye rahatlıkla üstelik o kadar su dalgası ve suyun ortaya çıkardığı görsellik içinde olmaktadır. Sahnede kullanılan mikrofon yabancılaştırma efekti olarak düşünebilirim ama zaman ve zaten yüksek sesli oyuncunun sesinin daha yüksek çıkmasından başka işlevi olduğunu düşünmedim…

Müzik ile de zaman ile oynanır, oyun hem orta çağ hem de bugüne dairdir. Seçilen kıyafetler de buna uygundur. Yönetmen deneysel olarak bu oyunu yeniden yorumlamıştır. Elbette onun tercihi bize özelikle bana sıcak gelmedi, belki bu klasik oyunun benim üzerimde bıraktığı ön yargıdır diyebiliriz. Ne yazık ki ön yargımı bu oyunu izledikten sonra da yenemedim.

Oyuncular üzerine bir iki cümle de yazayım, her biri ağır sahne koşullarında muhteşem bir performans sarf ediyorlar. Su salonda ılık olduğunu öğrendim ama ıslak kıyafetler ile sahne arkasına gittiklerinde ne yapıyorlar bilemiyorum, umarım orasında sıcaktır, çünkü seyircinin içinden girip ve çıkma olduğunu gördüğümden dışarısının o kadar sıcak olmadığını salona girerken yaşamıştım. Bu oyun yüzünden umarım hiçbir sanatçı hastalanmaz… Kılıç ile dövüş sahneleri bana göre daha fazla dikkat gerektiren sahne olarak görmekteyim, en ufak bir ayak kayması beklenmeyen sonuç ortaya çıkarabilir. Benim içimde ki duygu yönetmen kendi egosunu tatmin etmiş gibi geldi, elbette bu benim kişisel duygum…

Farklı bir reji görmek içinde olsa oyuna gidip izlenmelidir. Elbette yanınızda su olmasına dikkat edin, çünkü çok uzun bir oyunda su içinde oyunculara bakarken salonun ısındığını unutmayın.  Sigara dumanı sizi rahatsız ettiğinde şansınız yok o dumanın altında oyunu izlemek zorundasınız… peki bu kadar olumsuz şey yazmış gibi olsam da aslında oyunu o kadar olumsuz görmedim. Elbette kafamızda ki kalıpları yıkan, yeni bir bakış açısı olarak deneysel tiyatro için çok güzel bir örnek. Farklı oyunlar ve konular için buna benzer sahneler düşünülebilinir. Bende bıraktığı izlenim; başlangıçta her şey temizdi, sonra kan oldu…

“Gözyaşları ile yıkadılar yaralarını…” yaşadıkları göl göz yaşları ile oluşmuş, acının hakim olduğu yerde sevgilerde acılar ve yaralar ile büyümüş. Açılan bir yara ancak gözyaşı ile yıkanır… Romeo ve Juliet ilk anda aşık olmuş ve kısa sürede evlenmiştir ama onların sevgilerini de acılar yıkamıştır, su içinde acının rengi kırmızıya dönmüştür. Medusa yüzü kızıldır, ölümü taşır…

İsmail Cem Özkan



Romeo ve Juliet
Yazan: William SHAKESPEARE
Çeviren: Özdemir NUTKU
Yöneten: Dejan PROJKOVSKİ
Dekor Tasarımı: M. Nurullah TUNCER
Kostüm Tasarımı: Medina YAVUZ ALMAÇ
Işık Tasarımı: Serhat AKIN
Müzik: Goran TRAJKOSKİ
Koreografi: Olga PANGO
Yönetmen Yardımcısı: Seda YILDIZ
Mihmandar / Reji Asistanı: Atilla KLİNÇE
Proje Asistanı: Pınar ALEV 
Sahne Dövüşü ve Kılıç Eğitimi: Murat TURHAN
Oyuncular:
ROMEO: Atakan AKARSU
JULIET: Damla Ece DERELİ
RAHİP LAWRENCE: Seda YILDIZ
LORD CAPULET: Ahmet DİZDAROĞLU
DADI: Zeliha GÜNEY
MERCUTİO: Murat TURHAN
TYBALT: Yunus Emre TERZİOĞLU
BENVOLİO: Kerim ALTINBAŞAK
PRENS: Muhammed ÇAKAY
LADY CAPULET: Nuray DURMUŞ
PARİS: Bilal ERCAN
CAPULETLER: Ozan ERDÖNMEZ, Burak Pamuk, Can Deniz ERZAİM 
MONTAGUELER: Cem BAYURGİL
Şarkı: O ego stultus ex fortuna sum
Gitar: Yunus Emre TERZİOĞLU
Vokal: Burak PAMUK
Geri Vokal: Murat TURHAN
Sahne Amiri: Zülfinaz DOĞAN EŞİTMEZ
Suflöz: Şeyda PEKTOK
Kondüvit: Taner TURAN
Işık Kumanda: Korhan BODUROĞLU
Dekor Sorumluları: Hakan ERASLAN, Taner TAN
Aksesuar Sorumlusu: Hüseyin BAŞ
Kadın Terzi: Fatma CAN  
Erkek Terzi: Abdullah EROL
Perukacı: Hayati TURAN
Mekanik: Ali YILMAZ, Okan KARAAL


20 Aralık 2017 Çarşamba

Hatırlayın, hatırlayın, hatırlayın!

Hatırlayın, hatırlayın, hatırlayın!

Yaşadığımız süreci daha iyi anlayabilmek için geçmişin bıraktığı izleri takip etmek zorundayız, çünkü hiçbir şey birden olmaz, bir anlık değişmelerin bile geçmişi vardır. Bugün dünyayı tehdit eden küreselleşme ve onun meydana getirmiş olduğu tekelleşme. Tekelleşmiş firmaların dünya üzerinde hakimiyeti, elbette bir çok ulus devletin çökmesine ve yerine yeni bir şeyin de konulamamasını getirmiştir. Çürümüşlük, dağılma, bireyin yaşanan kaosta uçtan uça savrulması ve bu savrulmanın getirmiş olduğu çaresizlik…

Hindistan, orta çağ ve daha önceki çağlarda ticaretin başlangıç ve zenginliğini batıya doğru akıttığı yerdir. Dünya henüz bu kadar ufak değilken deve sırtlarında baharatın, tekstilin macerasının bıraktığı izler bugün turistlik uğrak noktaları olmuştur. Baharat ve tekstil dünyamızı değiştiren en önemli madde olduğunu ve bugün ki sanayi devrimin temellerini batıda attığına bu konuda yapılmış araştırma kitaplarından öğreniyoruz.

Aydınlanma, sanayileşme doğuda olan zenginliğin batıya getirilmesi ve batının yeniden yapılandırması sürecini iyi anlayabilmek için baharatın ve tekstilin ana vatanı olan Hindistan ve Çin’in tarihsel sürecine, en azından bir dönemini iyi incelememiz gereklidir. Batıdan giden Hollandalı, Fransız ve en son olarak oralara maceracı ruhları ile serüven arayan İngiliz yatırımcıların kurmuş olduğu şirketin geriye bıraktığı yıkımı görmek zorundayız… Onları görmeden bugün yaşanan küreselleşme ve onun sonucunda oluşan yağma, talan, rüşvet, savaş, komplo, siyasetçinin satın alınmasını kısaca söylemek gerekirse liberal ekonomi olarak bize dayatılan küreselleşme ve sonucunu tam anlayamayız, çünkü küreselleşme içinde bazı sorunları çözerken daha büyük sorunlarında kapısını aralamaktadır.

Bizim elimizde yaşanmış olaylar ve olaylar sonucunda alınmış kararlar var. Geçmişte batı parlamentolarında alınan birçok karar, aslında kontrol dışı yaşanmış tecrübelerin toplum üzerinde bıraktığı olumsuz sonuçlarının bir daha yaşanmaması içindir ama batı parlamentosu sermaye ve güçlünün yanından kısaca kendi çıkarından olaya yaklaştığı için gerçek anlamda önlem alma yerine sorunu ya erteleme ya da çözümü zamana yayarak görmezden gelmiştir. Sorunun kaynağı olan yerlerde sorun ile muhatap ve mağdur olan hakların yaşadıkları ise batı dünyası içinde ya yok sayılmış ya da Hristiyan olmadıkları için hak ettikleri düşünülmüştür.

1600’lü yıllar, İngiltere batının en ücra yerindedir, ana kara Avrupa devletlerinden daha geri bir yaşama sahiptir. Fransa ve İngiltere krallıkları arasında rekabet vardır ve batı İngilizlere göre daha refahtır. İngiliz tacı arayış içindedir, bu arayış zamanında bir grup insan Hollanda’da kurulan devlet destekli Kumpanya’dan esinlenerek ama devlet desteği yerine tamamı ile üyelerinin maddi desteği ile kurulmuştur. Devlet desteği olmayan anonim şirketlerin ilk oluşumunu da temsil etmektedir.  Kar hırsı, ayrıcalık elde etmek ve daha rahat yaşamak için İngiltere’den uzakta zenginliğin kaynağı olarak görülen Asya topraklarında maceraperest olarak adlandırılacak bir girişimdir. Doğunun zenginliği batının rüyasıdır. Roma devleti henüz varlığını korurken Roma devletinin pazarlarını belirleyen baharat ve tekstil yolları batının fetih etmek için seferler düzenlediği ve kontrol etmek için binlerce askerini feda ettiği savaşların da kaynağıdır. Roma devlet yapısının en zayıf noktasıdır üretim ve ticaret. Onu yıkan da bu zayıf noktasıdır, çünkü onun kontrol ettiği ipek ve baharat yolları elinden çıktığında zayıflamış ve sonunda dünyaya hükmeden bir imparatorluk ve onun yönetici sınıfı yok olmuştur. Roma'nın bıraktığı boşluk kısa sürede dolmuştur. Batıyı belirleyen Hristiyan düşüncesi ve onun örgütlü yapısı Roma devletinden aldığı zaaflar ile kendisini yeniden oluşturmuştur. Baharat arayışı yeni kıtanın bulunmasına sebep olmuştur. İspanya krallığı Roma'daki Papadan aldığı güç ile yola çıkardığı maceraperest deniz adamları sayesinde fakirlik kıskacından kurtulup yeni sömürge dönemini yaratmıştır. Güçlenen krallık ve taç daha fazla yere hükmetmek ve hükmettikleri yerlerde ki zenginliği kıta Avrupa’ya taşımaya özen göstermiştir. Elde ettikleri güç ile Avrupa’ya hükmetmek için fırsatlar kollanmış ve fırsat olduğunda ise komşuları ile savaşmışlardır.

İngiltere komşularına göre Avrupa’nın dışındadır ve daha fakirdir. Bereketli topraklar yönünden Avrupa’ya göre daha negatif durum söz konusudur. Tacın sahipleri kendilerinden imtiyaz isteyenlere imtiyaz vererek kaybetmeyecekleri yeni kapıları aralanmasına sebep olmuştur. Birçok imtiyaz alan maceraperestler dünyanın değişik yerlerinde krallık için keşifler yapmış, savaşmış ve yeni sömürge bölgeleri oluşturmuştur. 1600 yılının son günü olan 31 Aralık günü ilk defa bir grup insan paraları ile devletten bağımsız bir oluşuma imza atmıştır. İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası (EIC) resmi olarak kurulmuş ve kısa sürede yola çıkmışlardır.

1618 yılında ilk resmi görüşmesini Babür İmparatorluğu ile yaparken rakipleri olan Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası (VOC) Hollanda devletinden aldığı güç ile askeri bir çıkarma ile Endonezya’da toprak işgal etmiştir. O tarihlerde batıda olmayan kalitede tekstil ürünleri dokunmakta ve batıya gemiler aracılığı ile taşınmaktadır. Batıdan gelen bu tüccarlar her türlü misafirperverlik ile karşılanmış ve her türlü olanak onlara sunulmuştur. Bereketli topraklarda üretim yapan köylüler, bireysel dokuma işi yapanlar bu yeni gelen tüccarlara mallarını satmaktadır. Kervan yolu artık değişmiştir. Baharat ve ipek yolu denizdendir. Bu ise yeni ilişkilerin oluşmasına yol açmış batıdan gelen gümüşler karşılığında baharat ve tekstil daha ucuz ve daha hızlı batıya doğru gitmesine sebep olmuş, Londra şehri doğudan gelen mallar için yeni limanlar ve yeni depoların inşaat alanı olmasına sebep olmuştur. Daha büyük gemiler için yeni kanallar açılmış ve Londra piyasası bundan nemalanmıştır… Londra kabuk değiştirmektedir, aynı şekilde zenginliğini bonkörce sunan Hindistan’da başka ilişkiler oluşmaya başlamıştır. Kumpanya yöneticileri zenginlikten pay alırken üyelerine de pay dağıtmakta ve zenginliklerine zenginlik, refah düzeylerinin yükselmesine sebep olmuştur. Londra o tarihlerde görülmemiş hızda daha refah ve yaşanır bir şehir olmaya başlamıştır. Gemilerde çalışan işçiler için yeni alanlar oluşturulurken, Londra kendi kültürünü de oluşturmaktadır. Açık artırmada satılan bir birinden kaliteli ürünler açık artırmada iş yapan yeni tüccarların oluşmasına sebep olmuştur. Çin’den alınan çay ise yeni ürün olarak piyasaya sürülmüş ve yeni depoların da oluşmasına sebep olmuştur. Londra zenginleşirken Hindistan fakirleşmeye başlamıştır. Roma döneminden beri işleyen bir düzen artık tersine dönmüştür. Kumpanya üreticileri kendisine bağlarken onlar ile yaptığı anlaşmalar ile köylüleri topraklarından çıkarmış ve kendilerine bağımlı işçi yapmıştır. Kalküta yeni bir şehir olarak Kumpanya tarafından oluşturularak yeni merkezini buraya almıştır. Kalküta hızla nüfusu artarken çevresinde yer alan köyler kasabalar boşalmaya Kumpanya için çalışan vasıfsız işçilere dönüşmekteler. O güne kadar ataları gibi yaşayanlar artık ataları gibi yaşayamamakta ve iş aramak için ve ürettiklerini satamadıkları köylerinden göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu duruma itiraz eden imparatorluk ise Kumpanya ile yapmış olduğu anlaşmalar ve imparatorluk içinde Kumpanya tarafından satın alınan bürokratlar eli ile devlet parçalanmaktadır. Sonuçta tarihin ilk şirket devleti bu çürümenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Kumpanya kendi özel güvenlik birimini oluşturmuş, kendisine direnenleri yok etmiş ya da baskı altına alarak köle haline dönüştürmüştür. Bu arada İngiltere’de kumpanyanın yöneticileri kendi kişisel servetlerini artırırken kumpanyanın işlevi üzerinde de tahribata yol açmışlardır. O güne kadar demokratik seçimi ve oy kullanma biçimini değiştirmişler, güçlü olanların yönetici olduğu değişim geçirmiştir. Londra hükumeti ve tacı bu işten nemalandıkça görmezden gelmiş ve imtiyazını sürekli uzatmıştır. Çünkü üzümü ye bağını sorma konumunda kalmıştır. Üzüm geldiği sürece nasıl elde edildiği ile ilgilenmemiştir. Kumpanya kurduğu şirket devlet ile komşu Çin ile ticaretini geliştirirken önceleri adil olan anlaşma el altından karaborsa ve kaçak yollardan Çin'e aldığı çay karşılığında Afyon satarak Çin’de Afyon kullanımını yaygınlaştırmıştır. Çay balyaları gelirken Çin'e karşılığında balyalar ve kaçak yollardan Afyon gönderilmiştir. Çin imparatoru Afyon ticaretini tamamı ile yasaklayamamıştır, çünkü Afyon aynı zamanda sağlık alanında kullanılmakta ve tedavi edici özelliği ile yasal bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın dışında afyon tüttürülerek içimi de yaygınlaşmaktadır. İngilizler ile iş birliği içinde olan kısa yoldan para kazanma peşinde koşan Çinli tüccarlar bu kolay yoldan para kazanmayı canları pahasına kullanmaktan çekinmemiştir. Çin önleyemediği bu yolu birçok karar ile sınırlamaya çalışmış olsa da bunda da başarılı olamamıştır. İngiliz ve batılı diğer tüccarlara ticaret yapmaları için değişik limanlar ve bölgeler göstermiş olsa da (bugün ki free zona yani serbest bölge) el altından ticaret hileleri ve yeni yöntemler ile geliştirilmiştir. Çin ile bu afyon karaborsası için iki defa resmi olarak savaşa girilmiş ve her savaş sonunda yeni imtiyazlar elde etmişlerdir. Hindistan'ın bereketli toprakları tek yönlü ekim yüzünden ölmektedir, bereketli topraklar çölleşmekte halkı da fakirleşmektedir. Tekelleşen bir şirket, içine girdiği toplumu öldürürken coğrafyasını, doğasını da yok etmektedir. Kendisine bağımlı, askeri başarısı ile hepsini ses çıkaramaz hale getirmiştir.

Hindistan ve Çin’de yaşanan bu olumsuzluklar batıda yani Londra’da başka türlü etki etmiştir. Önceleri Londra’ya gelen tekstilin yerini Londra’da üretilen tekstil almıştır. Devlet koruması ve gümrük duvarı ile kollanan bu yeni ürün kısa zamanda makineleşmeye gitmiş ve Londra’da ve çevresinde Kumaş üreten ama Hindistan kalitesinden düşük ürünler üretmeye başlamıştır. Bu üretilen ürünler Hindistan’a geri pazarlanmaktadır. Hindistan’da üretim yapanlar kendi ürettiklerini kullanamaz hale gelmiş, Londra’dan gelen bu kalitesi ürünleri kullanmaya zorlanmıştır. Hindistan İngiltere’nin yeni pazarıdır. Çin’den çalışan çay fideleri Hindistan’ın yeni ürünü olarak ortaya çıkarken bereketli olan arazı çay bahçelerine dönüştürülmüştür. Çay yeni ihraç ürünü olmuştur. Londra depoları tekstil yerine Çay ile dolmaya başlamıştır. Çay o kadar fazladır ki, depolar almaz olmuştur. Amerika’da İngiliz ürünlerine boykot yapmaya başlamış ve yeni devrimin ilk işaretlerini vermiştir. Çay gemilere yüklenip Amerika’ya gitmiştir ama ayrılıkçılar o çayları taşıyan ve limanlara bağlı olan gemileri batırarak devrimin ilk ayaklanmasını başlatmıştır. İngiltere Amerika’da ki hakimiyeti kaybetmiştir. Şirketin imtiyazı ve yaptığı ticaret İngiltere için toprak kaybı olarak sonucunu göstermiştir. Artık sorgulanmayan, denetim yapılmayan Kumpanya parlamento gündemine gelmiştir. Serbest Ticaret ve rekabet kavramının altı Adam Smith tarafından Kumpanya örneğine bakarak yeniden formüle edilmiştir. Londra Hindistan’da işlenen insanlık suçunu mahkum etmemiştir, suçluyu aklarken aynı zamanda olayın kendisini de kınamıştır. Bu sayede vicdani olarak sorumluluğu üstünden attığına kendisini ikna etmiştir.

Sömürgeden emperyalizme dönüşen politik tarih süreç, Anonim şirket oluşumu ve onun idaresi dersler ile yüklüdür. Ulus devletinin oluşumu ve onun yasaları oluşurken bu dersten yararlanılmış ama kendi çıkarlarını gözeterek karar alınmıştır. Çin ve Hindistan bereketli olmaktan çıkmış, emperyalizm altında yok olmaya yüz tutmuş, içten içe isyanların oluşmasına sebep olan yeni politik direniş merkezleri olmuştur.

Bugün Londra şehrinin zenginliği olarak karşımıza çıkan binalar, heykeller tarihin sadece sessiz haykırışı ve kimlerin kanı üzerine inşaat edildiğini fısıldamaktadır. Fakat bu fısıltıyı bugün dahi Londra’da yaşayanlar gerçek anlamda duymaz, duyamaz, çünkü onların refahı, zenginliği Kumpanya’nın hiçbir kural tanımadan uyguladığı emperyalist barbarlığıdır. Kumpanya etkin olduğunda girdiği sıkıntılar Londra’nın sıkıntıya girmesi anlamına gelmekteydi, zenginliği Londra’yı yeniden yaratmıştır. Londra hükümeti her koşulda şirketi desteklemiş ve kollamıştır, sonuç olarak onu devletleştirerek Kumpanyanın yaratmış olduğu fırtınayı dindirmiştir.

Küresel dünyamızda şirketler hesap verecek makamdan yoksundur, o yüzden her eylemleri kontrol dışıdır ve geçmişte Hindistan'ı çöle çeviren Kumpanya gibidir. Küreselleşme liberallerin övdüğü gibi zenginlik ve ticarette sadeleşme değil, daha karmaşık sorunların oluşmasına da ortam hazırlamaktadır. Ulusların zenginliği şirketlerin çıkarı gereği yok edilip yağmaya açıktır. Şirketler daha fazla kar hırsı yüzünden doğayı ve coğrafyayı yok ederken hiçbir sorumluluk duymaz. Savaşlar şirketlerin girdiği dar boğazdan çıkmak için kullandıkları yöntemlerden biridir. Daha fazla imtiyaz ve daha fazla tüketim şirketleri daha da büyütmekte ve kontrol dışına çıkarmaktadır. Şirketler kendi özel güvenlik birimlerini kurarak kendisine karşı direnen her türlü direnişi zor ile yok etme eğilimindedir. Kara para ve kontrol dışı yapılan her iş var olan düzenin parçalanması anlamına gelir… Ulus devletlerde emperyal ulus devlet yerini emperyal şirketler almaktadır ve üstelik hiçbir kural ve hukuk düzeni olmadan…

Tarihten ders almadığımız sürece yeni felaketlere açığız, bu gelmekte olan tehlikeye karşı bir şey yapamazsak bizlerin sonu afyon kullanan Çinli ya da tekstil atölyesinde alın terinin karşılığını almayan bir hinli gibi olmaktır…

Tarihin bu derslerini hatırlayın, hatırlayın, hatırlayın!

İsmail Cem Özkan

Dünyayı Değiştiren Şirket
Doğu Hindistan Kumpanyası’nın Modern Çokulusluluğu Şekillendirmesi
Nick Robins
Çeviren: İnanç Özekmekçi
H2O yayınevi, İstanbul
ISBN: 978-605-4906-36-9


13 Aralık 2017 Çarşamba

İstanbul sırrını içinde saklar…

İstanbul sırrını içinde saklar…

İstanbul sokaklarında yürüyorum, geçmişin izlerini geleceğe taşıyan birikimleri sokakların kuytu noktalarına saklanmış duvarların üzerinde. Kaldırmalar sürekli yukarıya doğru yükselirken, çeşmeler kaldırımların gücü karşısında ihtişamını ve işlevini kaybetmiş şekilde sokakların bilinmeyen karanlık noktasına doğru unutulmaya yüz tutmuş. Musluklarından su akmayalı olmuş belki yüz yıl kadar, belki daha az, ama kaldırımın altında kalmış musluklar ki hırsızlardan kalan varsa eğer sessizce geçmişin seslerini üzerinde taşımaktadır.

Acılar, sevinç çığlıklarına karışmış, kim anımsar gözlerde ki gülümsemeyi, kalp çırpıntılarını. Bir zamanlar bu sokaklarda insanlar yaşamış mıydı hayalleri kuytularında saklanan…

İstanbul’un sokakları kendi gizemini korurken sanki korkuyu da bugüne taşır gibidirler.

Sokaklar korkunun, öfkenin, linçin sesi yanında yangının alevlerinden geri kalan sisleri de taşımaktadır. Devlet olmuş bir leş, kokusu sarmış sokakları, rüşvetsiz selam alınmaz ve verilmez olmuş, dirheme muhtaç insanların gözünde akmış umutsuzluk. Umudun yok sayıldığı büyük yangınlarda kaybedilen geçmişin arasından ağlayan insanların kalmış sessizce duvarla sinen sislerin arasında. Çığlıklar, öfkeler bırakılamayan acılar…

İstanbul içinde aklar binlerce yıllık sesleri…

Binlerce yıl öncesi acının çığlığı saray duvarından kulağıma geldi, taşlar saklamış çığlığı.

Taşlar ile örülmüş şehir, büyük depremde taş altına kalanları görenler taş yerine ahşaptan ev yapmışlar bu seferde yangın almış götürmüş şehrin tüm birikimlerini. Deprem ve yangın saklamış binlerce yıllık acıları, öfkeleri, sevinçleri, yağmaları, dillerini bilmediği yabancı bir erin yağmasına bakan gözler.

Liderinin gözünde kendi cenaze törenini görenlerin ülkesi, ne büyük acıdır.

Büyük acılar toplu yaşananlardır…

Kutsal şehri ve altın elma olduğuna inanılan yerleri fethetmeye gelenler batıdan şehri kuşatmışlar ve top ateş altında Rum ateşinin kıvılcımları ile direnmişler. Direnenler yenilmişler, çünkü açlık bütün kapıların açılmasına sebep olmuş. Açlıktan ölmek mi daha öncelikli yoksa düşmanın insafına kalmış ölüm mü? Açlık ile boğuşanlar düşmanın insafına ve vicdanına bırakmış geleceklerini…

Biat etmişler, itaat etmişler, yeri gelmiş kazan kaldırmışlar…

Ölüm fermanlarının havada uçtuğu, Çingene cellatların can aldığı sarayların duvarları geçmişin seslerini saklar…

Devlet-i Aliye içinde dönen fesatlıklar, rüşvetler, adam kayırmacalar kurulurken düşünülmeyen şeyler hep yaşanmış, hep yaşanmaya da devam etmiş, öncesinden alınan töreler, yaşanan törenleri biçimlendirmiş, geleceğe bırakmış iyi gibi gözüken ama gittikçe gerileşen, iki dudak arasına sıkışmış fermanlar ve can almalar…

Her şeyin başı devlet demişler, devlet için kul olunmuş, devletin sahibi bir dudak demişler. Bir dudak arasına bırakılmış insanların gelecekleri, hayalleri.

Devlet adına yağmalanmış, kutsal törenler düzenlenmiş, kutsanmış ölümler. Ölüm kutsal sayılınca kimse sormamış kim için, ne için, neden ve nerede öldüğünü… Kader demiş, devlet için, dini için öldü denmiş, ölenin hiç katil olduğu düşünülmemiş. Kaderinde yazan alnına vurmuş demişler, alnında açılan yarayı kimse görmemiş…

İstanbul sokakları her dili kucaklamış, her kültürden insanı bir birine el etmemiş, el açmasına sebep olmuş. Kaçanlara liman, girenlere ise zindan kapısı olmuş…

Biat etmiş gibi yapan kendi çıkarı için arkadaşını satmaktan geri kalmayanlar devletin en üst noktasına kadar çıkmış, inmiş bir mezarlığın çukuruna… İtaat edenler güçlü olan olmuş komutan, adını sanını, köyünü değiştirmiş, yaratmış bir geçmiş devletin kasasında olmuş bir delik… Devlet-i Aliye ne yapsın açılan deliği kapatmak için sefer olmuş, sefer olduğunda ise gariban köylünün çocuğunu almış götürmüş bilinmeyen topraklara ve çöllere. Susuzluktan mı ölmüş, bitler pireler mi yemiş kimse sormamış…

İstanbul’un sokakları öksüz çocukların yalvaran sesini de saklamış…

Sokaklar geçmişin sesini saklamış büyük bir kayıt defteri gibi, bugünde sesleri üzerine kayıt etmeden yeni kayıtlar olarak saklamaya devam etmekte…

İstanbul’un sesini dinleyin, gözünüzü kapatın geçtiğiniz sokağı düşünün, ne zaman yapıldı, nasıl bir süreçten geçti, yıkılan ve yok edildiği düşünülen duvarları düşünün, bakarsınız bir binanın bir yerinde orada yıkılan binanın taşı olarak durmakta… o duran taşta geçmiş, gelecek ve bugün saklı olduğunu duyacaksınız… Eğer sesleri dinlemek isterseniz size ulaşacaktır geçmişin sesi ve bugün kayıt sesleri…

İstanbul sırrını içinde saklar, sokakları gün be gün büyürken kayıt için yeni duvarlar örmeye devam eder…

İsmail Cem Özkan  

26 Kasım 2017 Pazar

The Rake’s Progress (Hovardanın Sonu)

The Rake’s Progress (Hovardanın Sonu)

Mayıs ayıdır, İngiltere’de bahar kendisini kokusu ve çiçekleri ile hissettirmiştir. Kalbi olmayanın bile aşık olacağı mevsimdir. Bir bank yeşilliklerin içinde. İki kumru cilveleşmektedir baharın verdiği coşku ile. Tom bu havdan mı yoksa belirsiz niyetinden dolayı mı bilinmez kucağında ki Anne’ye evlilik teklif etmiştir ama Anne’nin babası Trulove buna karşıdır, çünkü Tom hiç çalışırken görmemiştir, tembelliğin yanında yaşananlara karşıda duyarsız olarak görmektedir. Kısaca baba kızının geleceği için karşıdır evlenmelerine ama eğer Tom istediğini yaparsa yani düzenli işe girerse bu sefer görüşünü değiştirecektir. Bunu da açıkça Tom’un yüzüne söylemektedir. Tom ise umursamaz tavır ile “zekamı kullanırım, şansıma güvenirim” demektedir yani kaderine güvenmektedir, alnına ne yazılmışsa onu yaşayacaktır, onu değiştirmek için hiç çaba sarf etmeyeceğini vurgulamaktadır.

Tom tek başınadır, bankta düşüncelere dalmıştır. “Keşke biraz param olsaydı” diye düşünürken sahnede Nick Shadow belirmiştir. Nick Shadow Tom’a bilinmeyen amcası tarafından miras bıraktığını söyler. Mirası almak için Kendisi ile birlikte Londra’ya gitmesi gerektiğini belirtir. Peki Nick Shadow kimdir, ölen amcasının son anına kadar yanında çalışmış sadık yardımcıdır (uşak). Aynı görevini yeni patronu Tom yanında da sürdürmek istediğini belirtir. Ücret konusu ise öncelikle denemesini ister ve eğer memnun kalırsa bir sene bir gün sonra ücret konusunu konuşacaklarını belirtir.

Olayın örgüsü ya da kader çizgisi diyelim burada kırılmaktadır. Bir sene bir gün sonra hesaplaşacaklardır ama Tom bunu pek önemsemez, çünkü istediği servet birden önüne serilmiştir. Evlilik teklif ettiği Anne ve babasının rızasını alarak Londra’ya doğru yola çıkmıştır.

Mother Goose genelevindeler. Shadow ona Londra yaşamını tanıtmaktadır ama Tom bu konuda içi rahat değildir, huzursuzdur ve hala ayrıldığı sevgilisine karşı özlem duymaktadır. Parası vardır ve önünde ona hizmet eden insanlar vardır, hatta genelevin patronu Goose onu kendisine istemiştir. Eğlenecektir ve Tom’da buna katılacaktır.

Tom’un gece yaşantısı onu sevdiği kadından uzaklaştırmıştır, artık o köyde kalmıştır ama Anne Tom’un aksine huzursuzdur ve merak etmektedir. Tom’dan haber alamayınca o da Londra’ya doğru yola çıkmıştır.

Tom’un yeni hayatı hovarda adlandırılacaktır. O eğlence dünyanın yeni zengini olarak tanınmaktadır. Bu yaşantısı Tom’a sıkıntı vermektedir ve artık evlenmesi gerektiği konusunu aklına Shadow sokar. Üstelik sakallı Baba Türk meşhurdur. Onun afişlerini göstererek onu başka bir dünyanın içine bir anlamda itekler Shadow.

Ve Tom evlenir…

Yeni bir dünyanın pırıltılı dünyasında yaşayan Tom aradığını bulamamıştır. Evlilik ilk çatırdamasını Anne  ile karşılaşmada yaşanır. Evlenmiş Tom eski sözlüsünü başından savar ama Tom istediği yaşam değildir ve bir tartışma sonunda artık kararı nettir, ayrılacaktır…

Boşlukta olduğu bir gün rüya görür ama rüyası gerçek mi yalan mı anlayamaz. Bir ekmek makinesi yapmıştır, dünyada açlık sorunu çözecektir. İdealisttir, olmayacak şeyleri olur görür ve belki de buna Shadow etki yapmaktadır. Bilinç altı bilince çıkmıştır ve sona doğru gitmektedir.

Planı başarısızdır ve elinde ki tüm servetini kaybetmiştir. Artık toplum içinde değildir. Ondan kalanlar müzayede satışa çıkmıştır. Fakirdir ve tüm geçmişi satılmaktadır.

Shadow bir yıl bir gün sonra mezarlıkta Tom ile buluşur. Gerçek niyetini ve kimliğini açıklar ve ondan üç soruya doğru yanıt vermesini ister. Üç iskambil kağıdını bilirse ölmeyecektir. Shadow kendi hayatını ortaya koyduğunu hiç düşünmez, çünkü Tom kesinlikle bilemeyecektir. Shadow Tom’un yaşamından bağlantı kuran ilk kartı seçer, kupa kızı. Kupa kızı Anne’dir. Tom bunu kendi düşünce yapısı içinde bulur, ikinci soru ve üçüncü soru da hilelidir ama hileyi Tom boşa düşürür. Shadow yenilmiştir ama ateşler içinde kaybolurken Tom hakkında da dilekte bulunur ve Tom delirir. Geçmişi artık hayaldir ve cinnet onu bir tımarhaneye gitmesine sebep olur.

Tımarhaneye kapatılan Tom kendisini mitolojiden alınan Adonis sanmaktadır. Venüs’ün çocuğu.. Venüs olarak gördüğümüz kişi ise elbette Anne’dir. Babası ile gelir ve aklını kaçırmış eski sevgilisi ile kucaklaşır. Fakirdir, aklı yoktur ve geçmişin hayali artık gerçeklikle bağını koparmıştır. Tom Anne gidince kendisine gelir ama fazla sağ kalmaz ve son nefesini verir.

Oyunun son sözü, ki bizim eski yazarlarımız da yazılarını bitirirken bu yazdan alınması ders diye vurgulu bir cümle kurarlardı. Ki Elif Naci benim aklımda kalan en büyük köşe yazarlarındandır. Beyni her zaman dinç kalmış vücuduna isyan etmiş olduğunu düşünürüm… Bu oyunun kahramanları sahnede yerini alır ve son söz olarak; Şeytan, hovarda ellere her zaman yaptıracak iş bulur.

Ve alkış…

Öykünün kurgusu ve sahnelenişi beni etkilemedi dersem ayıp olur, sahnenin sadeliği, görselin kullanımı, seçilen görüntülerin içinde oyuncuların hareketleri ve seslerin oyunun yazımına uygun seçildiğini okuduğum kaynaklardan öğreniyorum… Belki tiyatroya daha fazla aşina olduğum için bu opera beni daha da sarmaladı diyebilirim… Oyunda dikkatimi çeken bölümler arasında boşlukların uzun olması… Sahne değişimi sırasında seyirciyi sanki müzik ile kucaklamaya devam etselerdi diye düşünmedim değil, çünkü ara verildi sanıp ayağa kalkan seyirciler gördüm, öykünün içinden seyirci çıkıyor ve yeni başlayan bölümde yeniden öykü ile kucaklaşıyor…

Oyunun kostümleri, koro muhteşem diyebilirim, seçilen görüntü içinde sırıtmayan renkler ve dönemini çağrıştıran kıyafetler oyuna daha bir katkı yaptıklarını düşündüm… Özellikle bu oyuna tiyatro ile ilgilenenlerin gitmesi ve görmesini çok arzu ederim… Emeği geçen tüm çalışanları alkışı hak ediyorlar, alın terleri sahneye düşen, düşmeyen tüm emekçilere teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan



The Rake’s Progress (Hovardanın Sonu)
Igor Stravinsky
Librettosu (Opera Metni: W.H. Auden And Chester Kalman
Müzik Yönetmeni: Can Okan
Rejisör: Aytaç Manizade
Dekor Tasarım: Efter Tunç
Kostüm Tasarım: Ayşegül Alev
Koro Şefi: Paolo Villa
Işık Tasarım: Yakup Çartık
Devinim Ve Jest: Canberk Yıldız 
Operanın Başrollerinde; Kenan Dağaşan, Ali Haydar Taş (Trulove), Gülbin Günay, Otilia İpek, Burcu Soysev (Anne Trulove), Caner Akın, Onur Turan (Tom Rakewell), N.Işık Belen, Umut Kosman, Umut Tingür (Nick Shadow), Peyman Dorkan, Arzu Semerci (Mother Goose), Aylin Ateş, Jaklin Çarkçı, Özge Kalelioğlu (Baba The Turk), Ahmet Baykara, Çağrı Köktekin (Sellem), Sercan Gazeroğlu, Yücel Özeke (Keeper Of The Madhouse) dönüşümlü Olarak Rol Alıyorlar.
Başkemancı: Seda Subaşı Yalçın

25 Kasım 2017 Cumartesi

Göçmenleeeer…

Göçmenleeeer…

Bir gemi, denizin ortasında. Gemi kaptanı ve çalışanları, bir de mülteci olanlar. Mülteci olanlar seyircidir, onlara doğru konuşur kaptan. Seyirciyi oyunun içine dahil edip onları birer oyunun parçası yaparken, seyircilere sorduğu soruları seyircilerin arasından seslenen oyuncular cevaplandırır. Sahne seyircilerin olduğu yerdir ve oyunun akışı kaptan köşkü olan sahneye doğru geçiş ile oyunun gerçek mekanı sahnede yerini alır. Elbette oyunun akışına göre seyircilerin arasından oyuncular sahneye veya sahneden seyirciler arasına geçişler olur ki, mülteci olan zaten seyircidir.

Bir gemideyiz, denizin ortasında dalgaların arasındayız. Her birimizin kimliklerini imha etmemizi istiyorlar. Kimliklerimizi denize atıyoruz. Her birimiz artık kimliksiz, ulussuz, vatansız ve yeni umutlara doğru yol alıyoruz. Eşitiz, kaderimiz ortak… Dalgalar bizi ya içine alacak ya sahile bırakacak!

Gemideyiz, gemiye binmeden önce bize verilen ve su üzerinde kalmamıza yardımı olacağı söylenen can yelekleri. Onların bizi suya batıran birer taş olacağını bilmezdik, su içine düşmeden. Bizim acımız, bizim çaresizliğimiz başkalarına ekmek kapısı olmuş, hile hurda ile bize can suyu vereceklerine ölüm nefesi satmışlar.

Gemideyiz, batıya doğru yol alıyoruz. Elbette Afrika’dan gelen için kuzeye yol almak anlamına gelir. Nereden geldiğimizin hiç önemi yok, çünkü denize düşenlerin hareketsiz vücutlarını deniz kendi zamanına göre karaya atıyormuş, o yüzden hiç birimizin ismi yok mezarlıkların taşlarında, sadece DNA kodlarımızı yazmışlar, belki bir gün bir yakınımız bizi arar diye. Her birimiz eşitiz, toprağa karışırken de…

Adadayız, canlı değiliz, canlı olanlar bize göre şanslı, çünkü onlar hala umutlarını hayallerini taşıyorlar. Topraktayız, her birimizin kıblesi farklı toprak altında kendi kıblemize dönüp yatıyoruz. Yeryüzündekiler yan yana yığılmış toprak parçası olarak görüyor belki de… adada bize yardım edenler, çaresiz. Onlar da sorunlar içinde mücadele ediyorlar, verilemeyen sözlerin çaresizliği içinde elinde ki avucundaki ile çözüm yolları arıyor, gelenlerin dillerini, kültürlerini, acılarını bilmeden. Sınır dahi olmadıkları bir savaşın sonunu yaşıyorlar. Afganistan’dan gelen, Somali’den gelen, karışmış, iç içe geçmiş, ten rengi, saç rengi, göz rengi, vücut yapısı fark etmeden her biri eski siyasi yaşamın dili ile mülteci, bugünün dünyasında göçmen! Küresel dünyada sınırları fiili olarak ortadan kaldıranlar kendi dillerini de geliştirmişler. Zamanının dili mülteciyi kabul etmiyor, çünkü mülteci bir ülkeden başka ülkeye sığınmaktır ki, liberal düşünce yapısında para, düşünce, sistem sınır tanımadan hareket ederken neden insanlar sınırı olsun ki, o yüzden mülteci yerini göçmen almıştır. Göçmen sınır içinde de dışında da özgürce hareket edebilir, ucuz emek gücü demektir.

 “Ülkelerimiz ölüyor. Bir ülke ölmeye başladıktan sonra yapacak bir şey yoktur”

Denizden bir çocuk cesedi çıkınca vicdanımız sızladı ve kısa zamanda unuttuk, çünkü savaş komşudaydı ve oranın yangını bizim iç siyaset çekişmemiz olmuştu. Mülteciler için verilen yardımlar ve mültecilerin şükran duyguları iktidarın gözünü kamaştırmıştı ama gerçekler ne kadar uyuyordu orası tartışmalıydı ama kimse bunu tartışacak kadar bilgi birikimi yoktu.

Sahil kasabalarımızın ve ekonomimizin merdiven altı üretimi canlanmıştı, mültecilerin korkularını paraya döndürenler can yeleklerini suda batanı yapmışlar, gemilerin su üzerine bir süre gidip batanını yapmışlardı. Sahil kasabanın varoşları parayı görmüştü, korkuyu, ölümü paraya döndürmüştü. Ayrı bir ekonomik hayat başlamıştı. Ölen ülkelerden kaçanlar başka ülkelerin son nefesine şahitlik ediyorlardı belki de…

Savaş ve açlık insanları çaresiz bırakıyor. “Öleceksek de bu yolda ölelim” diyerek kendilerini yollara atanların trajedisi her büyük buhran zamanları ortaya çıkar, ekonomisi iyi olanlara doğru göç kaçınılmazdır. Ülkelerinden kaçıyorlar, kaçmasalar zaten ölecekler, onların elinde ki belki de en son seçenek gitmek…  gidilen ülkeler ister istemez göçmen ülkesine dönüşüyorlar, belki de sessiz bir devrimin figürleri ve özneleri oluyorlar göçmenler…

Gelişmiş ülkeler kendilerince önlem alıyorlar.  Yeni teknoloji geliştiriyorlar. Oyunda kalp atışını tespit eden alet ve dikenleri telleri ekolojik hale getirilişin reklamını görüyoruz. Ele güne karşı insan haklarına saygılı olmak adına yasaların istediği gibi hareket ederken aynı zamanda kapıları kapatan duvar ören ülkeler bütündür Avrupa…

Mülteci demek ya da küresel kapitalizmin dili ile göçmenler organ ticaretin meşru hale getirilişi anlamına da gelir, çünkü arkasında bıraktıklarına karşı duyulan suçluluk hissi, ekonomik çaresizlik bu organ ticareti yapan mafyanın eline düşmek anlamına gelir mafya aynı zamanda örgütlere eleman kazandıran işlevi de vardır. Her insanı birer sermaye olarak gören mafya her mülteciyi de canlı para görmektedir.  Her insanın organları başka insanın ihtiyacıdır ve parası olan bu ihtiyacı alır ve piyasada ki değerini belirler. Organ nakli ameliyatları başarılı olduktan sonra etik değerler bir yana iteklenmiş ve hemen şimdi organ ticareti ve borsası yaşayan ekonomimizin sırlarla dolu ekonominin parası olmuştur. Oradan elde edilen paraların ne amaçla kullanıldığı ve kimler tarafından yönlendirildiği hala açıkta değildir. Organ ticareti kurbanları az gelişmiş veya ölmüş devletlerin vatandaşları olurken alıcıları ise göçmenlerin/ mültecilerin hareket ettikleri hedef ülkenin vatandaşlarıdır. Organ ticareti yapmasına onay verende aslında alıcı ülkenin karanlık politikalarıdır.

Mülteci gelen ülkelerin ekonomileri canlanır, çünkü durağan hale gelmiş nüfus artışlarına dışarıdan gelen bu insanlar emek gücü, birikimleri ve yeni arayışlar için ortam arayan zekin insanlar demektir. Almanya ekonomisi mülteci akımı öncesi durağana girmiş, Amerika ve diğer ülkelerin teknolojileri altında ezilmektedir. Ağır sanayisi vardır ama teknolojik anlamında geriye düşmüştür. Nüfus artışı ise ağır sanayinin ihtiyacını karşılayacak dinamik kas gücünden eksiktir. İşte tam bu zaman diliminde alman ekonomisinin can suyu gelen bu yeni mültecilerdir. Mülteciler Almanya iç siyasetinde göçmen olmuşlardır. Onlardan beklenenler ve onların yaratmış olduğu yan tesirler iç siyasetin konusu olmuştur. Faşizm Almanya’da yeniden canlanıyor ve taban buluyorsa önceden tespit edilemeyen göçmen sorunun sonucunun ürünü olduğunu artık biliyoruz, çünkü göçmenler homojen gibi gözüken toplumun parçalanmasını ve yeninden anlayış itibari ile biçimlenmesi anlamına gelmektedir. Almanya göçmen ülkesi değildir, “multi-kulti” gibi konu başlıklarına gündemine almış olsa da geçmişten hesaplaşılamamış, yüzleşilememiş tarihinin etkisi fırsat bulduğunda toplum içinde taban bulmakta ve emperyalist duygular içinde saldırganlaşabilmektedir. Almanya ekonomisini öncelikli düşündüğünde toplumsal değişim karşısında geri politikası onu yeni bir kaosun içine atmıştır. Ekonomik güç demek siyasi güç anmalına geldiğini bileler ama siyasi gücü yaratamamıştır en azından bugün!

Oyunun sonunda Almanya’ya ulaşan mültecilere kaptan öğüt vermektedir, Almanya başbakanı Merkel bizi davet etti deyin ve üstünüze Merkel tişörtü giyin diyerek bu öngörüsünden de tişört satarak para kazanmak yoluna gitmektedir.

Ve alkışlar…

Oyunun sahne düzenlemesi dağınıktır. Parçalanmış veya batmış bir mülteci gemisi kaptan köşkü olarak düşünülmüş ama o sanırım hayata tam geçmemiş gibi geldi bana... Oyuna katısı çok azdı… Işık oyuncuları takip etmesi, gerektiğinde oyuncunun vurgusunu büyütmesi gerekliydi, yeteri kadar üzerinde çalışılmamış geldi bana, elbette bu görüşümün oluşmasına sebep salonun en arka sırasında izleyici olmamın da etkisi olabilir… Video yeri ve seçilen görüntüler ile başarılıdır, ama video sanki bir kere “play” demiş oyuncular o görüntüye yetişmek ve görüntü içinde olmak için çaba sarf ettiklerini düşündüm. Fırtınalı sahnede suyun coşmuşluğu içinde videonun etkisi güzel olmuş ama kaptan denize atacağı mülteciler konusunu konuşurken görüntünün birden ortadan kalması ile kaptanın aniden sahneyi terk etmesi ve geçişlerde zamanın tam ayarlanmamış olduğunu düşündüm… Ama genelde konu ile ve sahne ile özdeşleşmiş bir video çalışmasını gördüm. Acaba perde düz bir alan klasik boyut olması yerine başka biçimler düşünülebilir miydi? Video görüntüsü içinde sahnede oyuncular… Düşünülmesi gereken bir ayrıntı olarak kafamda bir yerde duruyor, elbette burada özel tiyatronun maddi konumu bu arayışı etkilediğini de düşünmekteyim…

Oyuncular açısından düşündüğümde yönetmenin tüm istemlerini yerine getirmiş ve başarılı bir şekilde hem ses, mimik hem de konuyu kavrayış açısından başarılı buldum, usta oyuncuyu büyüten yanında başarılı usta oyuncular ile aynı sahneyi paylaşmaktır. Oyun bittiğinde alkışlar oyuncuların başarısına gönderilen birer saygıdır. O saygı ibaresi olan alkışlar aynı zamanda oyunun her aşamasında görev almış çalışanlarınadır…

Mülteci konusu içinde bulunduğumuz toplum sorunlarından biridir ve bu ülkede çocuk işçiliğinden, emek hırsızlığına kadar, dünya markaları için çalışan taşeron firmaların en ucuz emek deposu olmasının yanında rekabet eden şirketler daha ucuza bulduğu ve hiçbir güvence vermeden ve sınırsız zamanlar içinde iliğine kadar sömürdüğü bir sessiz toplumdur. Sessiz ve aşağılanan, sokakta yaşama mahkum edilmiş ve her türlü kötülüğün sebebi, kaynağı olan görülen bu mülteciler içimizde yaşamaktadır ve onları tanımadığımız için onlardan çekiniyoruz, onları yalnız bırakıyoruz. Bugün sol adına emek adına siyaset yapan partilerin hiç birinin mülteci projesi ve söylemi yoktur, olanların da gücü yoktur. Mültecilerin göç yolunu anlatan bu oyun batıda ki mültecileri sahnede gördük. İçimizde yaşayanların sadece ucundan sorununa dokunmuş oyun izledik, ki en azından mülteci konusunda atılmış çok önemli bir adım olarak görüyorum. Bu ülkede yaşayan mülteciler anladığım kadarı ile hala yok, izleyenler bizim dışımızda yaşayanların sorununa baktı…

Alkışlar dostlar tiyatrosu çalışanlarına ve ustasına…


İsmail Cem Özkan

Göçmenleeeer 
Yazan: Matei Visniec
Çeviren: Zeynep Irgat, Osman Senemoğlu
Yöneten: Genco Erkal
Sahne Tasarımı ve Kostüm: Claude Leon
Dramaturji: Genco Erkal
Video ve Ses Tasarımı: Ümit Kıvanç
Müzik: Nâzım Çınar
Işık Tasarımı: Hakan Özipek
Görüntü Araştırma: Melih Tatlıcan
Oynayanlar: Şirvan Akan, Ayşe Lebriz Berkem, Lütfi Can Bulut, Cem Çetin, Genco Erkal, Yiğit Yarar

22 Kasım 2017 Çarşamba

Bizim aile

Bizim aile
Yazıldığı dönemin ruhunu ince ince satır arlarına yediren bir kara mizah başyapıtı olarak gördüğüm “Bizim Aile” yeniden sahnelerde canlanıyor. Beyaz perde de yansıyan ışığın yerini üç duvar arasına ışığın yansıması almıştır. Beyaz perdeye ulaşmadan kullanılan teknik üç duvar arasında kullanılan teknikten çok farklıdır. Üç duvar arasında yaşanan sıcaklık, duygu, seyirci ile iletişim birebirdir. Beyaz perdeden yansıyan duygu ise daha donuktur ama seyirciyi öyle bir kucaklar ki sımsıkı sarar, onu kendi dünyasından çıkarıp kendi dünyasına alır ve o dünyada kulağına bir şeyler fısıldar insan sıcağı ile. Oyuncuları beyaz perdede devleştiren bu sıcaklığın direkt seyirciye geçişini yapan yönetmen ve yazarı bir ülkenin kültürünü, anını, tarihini ve inceden inceye işlenen eleştirisini verir. Sadık Şendil kimin yanında durduğu açıktır ama duruş noktasını öyle bir şekilde sunar ki cepheleşme yerine bir arada yaşamı savunur. Bir arada olunca her türlü zorluğa karşı direnilir. Üstelik öyle keskin laflara filan gerek duymadan, sade, insan sıcaklığı içinde ve tolumun en küçük bireyi olan ailenin kültürü içinde…
Sahnenin perdesi kapalıdır, henüz perde arkasında ne olduğu belli değildir, perdenin önünde bir alan. O alan içinde “Bizim Aile” oyunu için Devlet Tiyatrosu çalışanları ellerinde enstrümanları ile oyunun öncesi hazırlık yapmaktalar. Notlar salonun içine doğru düzensiz olarak yayılmaktadır. Her çalgının salonun bir köşesine dokunan notaları biraz sonra başlayacak oyun için ön hazırlık ya da çalgı aletinin ısınmasını anlatmaktadır. Doğru sesin seyirciye ulaşması için notlar ve sesin ahengini kontrol eden bir çalışan her dokunuş titiz bir şekilde kontrol etmektedir. Tiyatro ortak üretilen ve ortak amaç uğruna yapılan çalışmaların bütündür. Büyük bir organizasyon. Her çalışan görevinin bilincindedir. Verilen rolü en iyi şekilde yerine getirmek için oradadır ve her biri salona gelen seyirciye verdiği değeri emeği ile taçlandırmaktadır.
Kırmızı kalın perde açılacağını salona verilen anons ile anlıyoruz. Işıklar ağır ağır kapanırken, sahnenin ışığı perdeden açık bulunan alandan seyirciye doğru gelmektedir. Işık olmazsa tiyatro olmaz, çünkü ışıktır tiyatroya derinlik veren, ses ışığın verdiği güç ile sahnede ki yerini alacaktır ama bu demek değildir karanlıkta ve üstelik zifiri karanlıkta tiyatro olmayacağını. Biliyorum daha önce zifiri karanlıkta izlediğim oyunlardan dolayı. Üç duvarın olduğu yerde ışık sesin buluşmasıdır. İkisinin ahengi oyuncuların oyunculuğunu ortaya çıkaran ve onları seyircinin yüreğine doğru nefes olmalarına sebep olacaktır.
Notlar düzgün olarak seyirciye ulaşmaya başlamıştır. Oyun perde demektedir.
Perde!
Açılır perde, sahne birbirine benzeyen ama kapı sayısı ve renk farklılığı taşıyan iki evin (dönemine uygun gecekondu) olduğu ile karşılaşıyoruz. İki ev ayrıdır. Her birinde yaşayan iki ayrı aile. İki bölüme ayrılmış sahnede, ayrıların birlik olmasını bir aileye dönüşmesini anlatan oyun başlamıştır. Dans, ritim, ses, ışık, canlı müzik ve nostalji. Elbette klasik Türk filmi ile büyüyen, zaman zaman ekranlara gelen filmin duygusunu hala içinde hissedenler için nostalji.
Aile bireyleri her birinin ilgi alanı farklıdır. Her birinin hayata bakışı ve duruşu ayrıdır ama bir ailenin içinde bir arada yaşamaktadır. Bir arada farklılıkları ile güzeldir. Eşlerini kaybetmiş bir ev kadını ve bir fabrikada ustabaşı. İki ayrı ailenin birleşmesi. Görücü usulü ile olur, eğer bugün yaşasalardı facebook aracılığı ile buluşurlardı! İki ailenin birleşmesi hızlı olur, çünkü söz ağızdan bir kere çıkar ve aracı olan ailenin niyeti ve saygınlığı bu zamanın daha da kısalmasına sebep olur.
Senaryosuna sadık kalınmıştır, zamanın ruhu ve olayların örgülenmesi o dönemin duyguları ile sahnededir. Bugün yaşayan gençler için yabancı olan duygular, bizim için büyük bir keyif. Yaşanmışlıklar ve anıların kafamızın içinde canlanmasına sebep olurken sahnede ki oyunu da takip ederiz. Kahkahanın salonu doldurduğu anlar kafada yaşananın salonda yanşan ile kesişme anıdır. Bugün yaşasaydı acaba nasıl yazardı diye düşündüm oyunun bana fırsat verdiği anlar. Bugün çok şey değişti, insanlar aynı evi paylaşıyor ama yalnızlar, aslında paylaşılan mekansal zorunluluk ve ekonomik gerekçedir. Aynı evde birbirinden bağımsız ve birbiri ile sosyal medya aracılığı ile konuşan, izleyen aile…
İki ayrı aile bir nikah ile birleşir. İşçi sınıfının hakim olduğu yerde emeğinden başka geçim kaynağı olmayan ailenin bireylerinin sınıf atlama heyecanı, mücadelesi ve yaşadığı andan zevk alan ve onun gereklerini yapanlar… Zengin kız, fakir oğlan. Fakir oğlan üniversitede öğrenci, sınıf atlamak için diploma almaya aday. O dönemde zengin kız fakir oğlan aynı okula gidiyordu, bugün ki gibi özel üniversiteler yaygın değildi. Zenginler çocuklarını okutmak için öyle arayışa filan girmezdi, çünkü iyi okulda okumuş çocuğu istediği bölümü kazanacak kadar eğitimli olduğunu bilirdi. Öteki ise bireysel çabası ile ancak ona adım atabilirdi.
Yazıldığı dönemde gençlerin duvar yazısı yazması ve sokakta yanşan bir kavgada taraf olması da işlenir. Afişler asılır gece yarısı, sokak duvarları gazeteye dönüşürdü. Öğrencilerin ve gençlerin sisteme karşı duruşunun ifadesiydi. Henüz sokak çatışması yoktur. Daha naif ve heyecan kokan sokak hareketlerinin başlangıcı. Gelmekte olanın ve sistemin ülkeye biçtiği sol henüz net değildir ama ağır ağır gelecek günlerin ağırlığı hissedilmektedir. Dolmuş, o dönemin en alttakiler için önemli bir gelir kaynağıdır ve bugünde dolmuşlar aynı işlevi sürdürür ama bugün ile karşılaştırılamayacak kadar olanaklardan kıttır. Taksitle alınan dolmuşun her gün arızası ile uğraşır. Futbol kurtuluş için ideal alan değildir ama profesyonel anlamda para kazanılacak ve çamurlu sahalardan kurtuluşu da sembolize etmektedir.
İki aile bir aradadır ve onları aile yapan ise dışarıdan gelen saldırlar karşısında bir arada durmalarıdır.
Zengin baba fakir oğlanı kendi kızına göre olmadığını düşünür ve kızının iyiliği” için oğlanı uzaklaştıracaktır. Aşk fakir ve zengin ayrımı yapmaz. Kız tüm zorluklara rağmen fakir oğlanı seçer. Onun yaşadı fakirhaneye gider.
Zengin baba kızı için aileyi toptan ezmek ister ve evlerini elerlinden alacak kadar ileri gider. Aile birbirine kenetlenmiştir. Usta artık hepsinin babasıdır. Anne hepsinin anası. Aile bir aradadır ve bir arada en kötü günde neden bir arada olacaklarını bilince çıkararak bir arada yaşamaya gönüllü olarak katılırlar.
Evlerinden uzaklaştırılan aile parkta yaşamaya iteklenir. İşten atılan baba ailesini kanatlarının altına almıştır. Tüm çocuklar işsiz babasına yardımcı olurlar ve her biri ilkokula giden hariç eve para getirir.
Ve bir gün zengin kızın babası ile usta yüzleşir.
Yaşar Usta; “Bak beyim, sana iki çift lafım var.
Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde.
Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak?
Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören!
Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor...
Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi anlatmaya çalışıyorum.
Seeen, büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey!..
Sen mi büyüksün?..
Hayır, ben büyüğüm!
Beeen, Yaşar usta!
Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok!
Ama şunu iyi bil: Ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın.
Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi.
Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz.
Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz.
Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?
Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma oğluma! Dokunma gelinime!
Eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni!
Anlıyor musun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile!..”
Bu tiradı dinlerken gözlerimizin önünden Münir Özkul geçti. Bugün hala aynı sıcaklığı ve aynı sesi duymak…
Bir arada kalan aile her zorluğu yenecek ve mutlu sona gelinecektir. Klasik Yeşilçam filmi bize mutlu sonu her daim vermiştir, içimizde her daim bir umut yaşatmıştır. Umudun en güzelini her daim hayal ettik, her daim yaşamın çirkefliğine karşı mutlu sona varacağımıza inandık. Karanlığın ağır bastığı bu günlerde eskiye ait ne varsa çok ilgi görüyorsa işte bize verilen bu umuttur.
En altta olan ve toplumun en küçük parçası aile bir arada yaşadığı ve birlikte mücadele ettiği sürece kazanacaktır.
Yazımızın buraya kadar bölümü konusu üzerine yoğunlaşmıştır, fakat oyunculuk konusuna gelirse sizi fazla yormadan hemen belirteceğim, her oyuncu kendilerine verilen rolü çok başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Oyun için özel olarak bestelen bölümler oyuna güç katmış, her oyuncu kendisi için verilen müzik parçasını hiç aksatmadan seyirciye aktarmıştır. Işık ve ses bu konuda oyuncuya verilen teknik destektir. Işık ve ses kumandasında olanların işi gerçekten zordu, çünkü çok fazla mikrofonu ve ışığı oyun içinde kontrol etmek ve gerektiğinde sesi, ışığı indir yükseltmek büyük dikkat isteyen şeylerdir ve başarılı bir şekilde yerine getirilmiştir.
Oyunu izlerken iyi ki şehir ve devlet tiyatroları var diye düşündüm, çünkü onlar olmasaydı bu oyunu ne sahnede görebilirdik ne de bunlara uygun sahne olurdu. İyi ki devletin ve kamunun desteği tiyatrolara devam ediyor… özel tiyatroların bu kadar masraflı oyunu bu kadar geniş bir çevreye ulaştırması gerçekten zordur…
Oyunca emeği geçenlerin her birine teşekkür ederken, fırsatı olanların gitmesini ve eğlenmesini isterim. Salonları her daim dolu olacak bir oyun uzun yıllar sahnelerden eksik olmasın…
İsmail Cem Özkan
Bizim Aile
Yazan: Sadık Şendil
Yönetmen: Aziz Sarvan
Dramaturg: Hatice Yurtduru
Oyunlaştıran-Şarkı Sözleri: Sinem Bayraktar
Müzik: Mertol Şalt
Sahne Tasarımı: Ayhan Doğan
Kostüm Tasarımı: Ayşen Aktengiz
Koreografi: Özge Midilli
Efekt Tasarımı: Gökhan Suna
Işık Tasarımı: Murat İşçi
Yardımcı Yönetmen: Selçuk Yüksel
Yönetmen Yardımcıları: Ada Alize Ertem, Berk Samur
Oyuncular: Funda Postacı Kıpçak, Nevzat Çankara, Tevfik Şahin, Müge Çiçek Türkoğlu, Ercan Demirhan, Yalçın Avşar, Mehmet Soner Dinç, Onur Demircan, Yiğit Ali Uslu, Tarık Köksal, Pınar Demiral, Zeki Yıldırım, Tankut Yıldız, Züleyha Karyağdı, Esra Ülger, Serkan Bacak, Gülsün Odabaş, Alp Tuğhan Taş, Cihat Faruk Sevindik, Aziz Sarvan, Emrah Derviş Soylu, Ertan Kılıç