Galata Gazete


25 Şubat 2017 Cumartesi

Arap sermayesi geldi!

Arap sermayesi geldi!

Sermaye bir yere girdiğinde oranın dokusunu bozar, çünkü yağmalamak için oradadır. Oradan elde edeceği artı değeri kendi kasasında biriktirir ve yeni emperyalist politikalar için oradan elde ettiği birikimi kullanır. Sermayenin olduğu yerde tüketim kaçınılmazdır, hem emeği, hem doğayı hem de var olan tüm değerleri tüketir. Sermayenin o yüzden ne ulusu ne de coğrafyası vardır, her yerde benzer özelikleri ile varlığını korur. Ama sermaye aynı zamanda çok kurnazdır, çünkü kendisini daha güçlü kılmak için yerel işbirlikçileri kendisine kapı kulu yapar ve onlar üzerinden rakip gördüklerini yok etmek için gizli bir savaş yürütür.

Bizim ülkemizde sermayenin serbest dolaşım hakkı ulus devletin temeline 24 Ocak 1980 günü alınan karar ile çakıldı. İlk çatlak böyle oluştu ve o alınan kararların uygulanabilmesi için 12 Eylül kaçınılmazdı. Kaçınılmaz olan darbe bir sabaha karşı radyolarda marşlar çalması ile başladı ve o dönemin tek kanalından generaller konuşarak ülkenin gidişatına el koydular. O el koyma aslında büyük bir rota değişikliğinin habercisi olduğunu o anlayamamıştık, çünkü sıcak iç savaş koşullarında insanlar bu darbeye bilerek ve açıkça hazırlanmıştı ama ona direnecek örgütler ne yazık ki hazır bile değildi. Darbenin ayak seslerinin yerini panzer sesleri aldığında bile direniş yapması gerekenler bir biri ile çatışıyor, ‘pantolon kavgasını’ nasıl önlerizi konuşuyorlardı.

Panzer bir çok direnişçiyi yanımızdan aldı, yaratılan suçlara suçlu bulunması ve davaların çözülmesi için işkence tezgahları genişletildi, en ufak direniş noktasında bile okullar işkence tezgahlarının mekanı oldu. İşkenceler ile olayların failleri yaratıldı, bu sayede olaylar işkence tezgahlarında üstleri örtüldü. Birçok insan işlemediği, hiç bulunmadığı olayların failleri olarak ekranlarda, gazetelerde fotoğrafları yayınlandı, geriye dönüşü olmayan bir şekilde tüm direnlerin, potansiyel olarak direnebilecek olanların üstünden panzer, işkencedeki tazyikli su, Filistin askısından geçerken, toplum sessizce yeni rotasına yani Ortadoğu ülkesi olması yoluna girdi. Siyasi iradenin iradesi başka ülkelerde “bizim çocukların” başarısı için şampanyalar patlatılıyordu.

24 Ocak karalarında ulus devletin korumacı gümrük kapıları açılacaktı. Dışarından her türlü mal ve şirket ülkemizde serbest dolaşım hakkına kavuşacaktı, devlet küçülecek, devletin vermiş olduğu hizmetler özel firmalar ve kişilere devredilecekti. Alınan kararlar hemen uygulamaya kondu, çünkü dünya yeni sistemine kavuşuyordu ve bizlerde yenidünya düzeninde bize verilen rotaya hemen uyum sağlayacaktık. Yenidünya düzeni dedikleri bizim için ‘yeşil kuşak’tı…

12 Eylül günleri ile birlikte hayatımıza birden Rabıta diye bir şey girdi, arkasından Arap sermayesi değişik isimler ile ülkemizde şubeler açtı... Bugün de o şirketler faaliyetlerine devam ediyor, hatta ülkemizin en büyük bankaları Arap sermayesi ile faizli bankacılık yapmaya devam ediyor...

Peki, bu tesadüfen mi oldu?

Elbette değil, Suudi Arabistan’a yeni bir rol verilmişti, Petrolden ettiği gelirleri kontrollü bir şekilde kara paranın cirit attığı alana kaydıracak ve orada yine kontrollü bir şekilde Yeşil Kuşak içinde ki ülkelerde İslam temelli örgütlenmelere ayrılacaktı.  Bahane her zaman vardı, komünizm. Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi bu yol için fırsat olmuştu. İkinci dünya savaşı sonrası kurulan iki dünya arasında ki tampon ülkelerde yeni bir sürecin de ilk işareti o işgal ile ortaya çıkmıştı. Petrol önemli bir silaha dönmüş ve silahı elinde bulunduranların gündemi dünya gündeminden uzaklaştırılacak ve bu sayede onlar kendi sorunları ve savaşları ile ilgilenirken dünya yeni rotasına krizler ve girdaplara girmeden atlatılacaktı. Plan böyleydi ama evdeki hesap çarşıya her zaman uymaz… Carter başkanlıktan uzaklaşması gerekliydi ve o uzaklaşmada İran’da işgal edilen konsolosluk sağlayacaktı.

Sinema oyuncusu ve arkadaşlarını “komünist” diye ihbar etmekle tanınan Reagan yeni bir rolü beyaz perdede oynamayacak tersine Beyaz Saray’da (White House) sahneye koyacaktı.

Reagan başkan olur olmaz Suudi Arabistan eli ile sermaye komünizm ile mücadele eden Taliban, El Kaide gibi CIA denetiminde Arap sermayeli bir örgütlenmelere akmaya başladı. Petrol sermaye için akarken para da CIA eğitimli Gladiyo’lara akıyordu!

O döneme kadar Filistin mücadelesi FKÖ altında tek bir merkezden yürütülürken HAMAS aldı yapı ile ikiye ayrıldı. Müslüman Filistinliler kendilerini Hristiyan ve laik Filistinlilerden ayırdı. Bunun da sermayesinin İsrail’den çıktığı bilgisi ortalıkta uzun süre dolaştı ama ben İsrail ile Suudi sermayesi arasında büyük fark görmüyorum, çünkü büyük birader Amerikanın çıkarlarına uygun hareket etmişlerdir.

O dönemde bu işleri perde arkasında suflör vererek yöneten Bush ailesi olduğu yıllar sonra ortaya çıktı, görünürde bir sinema artisti başkan, arkasında Bush!

Bush ailesi baba ve oğul amerikan siyasi yaşantısına yön verirken aslında dünyayı da değiştirdiler... Carter İran yenilgisi ile içe kapanan Amerika, Bush’un perde arkasında tam etkili olmaya başlaması ile ve üzerine oynadığı figürlere istediği hamleyi yaptırarak dünya üzerinde sert esecek yeni rüzgarında kaynağı olan ideolojiyi (projeyi) hayata geçirdiler.

Saddam ABD için çok önemlidir, çünkü onun sayesinde liberal ekonomi politikası ve ulus devleti ortadan kaldırma operasyonu meşru zeminde sorgulanmadan kabul edilmiş ve sosyal demokratlarda bu sürece yedek değnek ya da baş rolde gibi gözüken katkıları ile dahil olmuştur. İran devrimi güya Amerika’ya karşıdır hatta konsoloslukta rehin tutunmuş vatandaşları vardır ama Amerika Irak'ı İran’ın üzerine saldırtarak İran devrimini yön değiştirmesine ve Humeyni rejimin oturmasına yardım etti.

O olaylar olurken ülkemizde de değişim olmakta ve bizler hızlı bir şekilde Ortadoğu çöllerine iteklenirken bu işi araştıran Uğur Mumcu nereye çomak soktuğunu tam anlayamadan öldürüldü. Üstelik İslam patenli bir örgüt tarafından...

Arka arkaya laik aydınlar seri cinayete kurban gitti, tetikçileri farklı da olsa...

Ulus devleti çökerken bizde birden özelleştirme furyası başladı ve Arap sermayesi ile yeni Ortadoğu lideri bulundu ve çıkarıldı...

Bugün Bush’ların yarattığı politikanın sonucunu yaşamaktayız...

Ulus devleti çöktü, yerine konacak herhangi bir sistem henüz tam olarak hayat bulmadı. Küresel liberalizmin dünyada ki temsilcilerinden Soros ve benzerleri Amerika’da yapılan başkanlık seçiminde kaybettiler, çünkü kendi sonlarını bilmeyerek hazırladılar. Soros karşısında duran bir sermaye grubu dünya imparatorluğunu Amerika devletinin olmasını istiyor, kısaca diğer ülkelerin sermaye grupları ile paylaşmak gibi niyetleri yok!…

Küreselleşme hakları fakirleştirdi, örgütsüzleştirdi, bireyselleştirdi ve var olan tüm değerleri yok etti, değiştirdi… Toplumlar atom çekirdeği gibi parçalanırken, yeniden bir arada olmanın koşullarını ortadan kaldırmaları sermayenin daha rahat ve sorunsuz hareket etmesine olanak sundu. Fakat bu ister istemez kürselleşme karşıtı hareketin de doğmasına ve güçlenmesine sebep oldu, küreselleşme anlatıldığı gibi pembe bir dünya yaratmamış, var olan ülkelerin de parçalanmasına sebep olmuştur.

Amerika’da son yapılan seçimde Trump’in iktidarı alması tesadüfi değildir, çünkü işyerini kaybeden işçiler, emekçiler örgütlü yapılarını kaybetmişler ve çaresiz kalmıştır. Eskiden işçilerin yoğun olduğu ve şimdilerde işsizliğin hakim olduğu yerlerde Trump beklenenin de üstünde oy aldı. İşçiler sağcı bir lideri ırkçı olduğunu bile bile seçti. İş yeri yoksa işçi sınıfı da yok! “Önce Amerika, önce Amerika işçisi” diyerek iktidara gelen Trump söylemde popüler ama uygulamada daha da karanlık noktaya taşıyacak yeni bir sürecinde başlangıcını da sembolize ediyor.

Trump dünyada ırkçılığın ve faşizm dalgasının aynı zamanda istihbarat ve ordularında önemini artıran bir süreç yeni rekabet koşullarını da açığa çıkarmış konumda…

Peki, Trump Bush’ların ortaya koyduğu liberalizmi rafa mı kaldırıyor?

Hayır, kaldırmıyor! Sadece kendi ülkesini dünya imparatoru ilan ediyor, “ya biat edecekler ya da hışmımızın altında ezilecekler” diyebilecek kadar açık sözlüdür...

Amerika için kürselleşme kendi ülkesini koruyan ama diğer ülkeler için devam eden bir süreçtir… Bizim açımızdan değişen bir şey yoktur, sadece algı ve tepki konusunda biraz sert dönemeçler yaşayabiliriz…

Ulus devlet yok, bugün elinizdeki arsalar ve evlerinizde borsada alınıp satılacak yasal düzenleme yapılıyor... Yanisi bu ülkede yaşayanların elinde hiç bir güvence kalmayacak, Amerikalı gelip borsadan istediği arsayı, evi, bölgeyi alıp, taşeron işçiler, işbirlikçi sermaye ile orayı kendisi için verimli hale getirebilecek...

12 Eylül ile birlikte ülkemize Arap sermayesi geldi, halen de gelmeye devam ediyor. Var olan tüm alt yapımız şimdilerde Arap sermayeli ama farklı sermayelerin karmaşık ilişkisi içinde el değiştirmiş durumda. Ulusal bankalarımızın isimleri değişmekte, devlet olanakları ile yaratılan tüm değerlerimiz özelleştirme adı altında ya tamamı ile ortadan kaldırılmış ya da isim değiştirerek (şimdilerde fon adı altında) yaşamaya devam etmektedir… Ülkemizde henüz siyasi kadrolarımız bizim ülkenin insanı ama onların da ne zaman özelleştireceği ya da kayyum ile ortadan kalkacağı meçhuldür… Gerçi küreselleşmede ulus devleti ortadan kalktığına göre ulusal meclis ve idarelerinde olmasına gerek yoktur! Ama elbette bunda söz karar hakkı bizde değil, sistemden yararlanan sermayenin kara vermesi gerekmektedir.

Değişim kaçınılmazdır ama ona karşı dirençte kaçınılmazdır ama esas görev; tüm bu yaşanan girdabın/kaosun dışına çıkıp farklı bir dünya yaratmak.

İsmail Cem Özkan

22 Şubat 2017 Çarşamba

Torba içinde muhalefet!

Torba içinde muhalefet!

Torba yaşantımıza ne zaman dahil oldu bilemiyorum ama torba yasalar ve torba içine sıkıştırılmış kafalar 12 Eylül sonra yaşantımızın bir parçası oldu. 12 Eylül ile başladı ilk torba uygulamalar, gerçi onu yaratan 24 Ocak kararları bir torba yasa olarak hayatımıza önceden girmişti. 24 Ocak kararları yaratanlar dört eğilimi 12 Eylül sonra partisinin çatısı altında toplayacak ve yeni liberalizmi öğrenenler torba ihalelerden pay kaptıkça kendileri o dönemin çizgi film kahramanı gibi değişmeye başladı. Değişim kaçınılmazdır ama değişen yaşama uyum sağlamak maharet ister…

Dik duranlar ve direnlerin ezildiği ve kanları ile toprağın sulandığı bu diyarlarda krallar, padişahlar, liderler ve onlara hizmet edenler katil olmalarına rağmen tarih sayfalarına kahraman olarak kayıt edilmiştir. Mazlumlara bir mezar taşı bile çok görülürken katillere türbeler yaptırılmıştır.

Bu ülkenin tarihi içinde birçok kanlı olay bu topraklarda olmuştur, dışarından gelen istilacılar bu ülkenin dokusuna uyum sağlayarak erimiş ama iktidar gücünü kullanmaktan geri durmamışlardır. İktidar için halkına güvenmeyenler her daim baskı rejimini sürekli kılmış olmalarına rağmen Köroğlu’nun direnç şiirleri ayakta kalırken onlar yok olup gitmiştir. Tarih bize birçok konuda fısıldar ama ona kulak kabartmayanlar ancak yeniden yeniden o baskı rejimlerin yaratmış olduğu girdabın içinde olmaktan da geri duramazlar…

İktidarlar ders almıyor ama onun ezdiği mazlumlar da bu tarihin olaylardan ders almadığını görmekteyiz, çünkü tek bir güç olarak ezenin karşısında durması gereken mazlumlar binlerce parça halinde demir ökçenin altında yerlerini almaktadır.  Her birimiz üzüm bağlarıyız, ezildikçe şaraba dönüyoruz ama şarabı ezilen değil ezenin sofrasında neşe veren bir kaynağa dönüşüyor.

Ülkemizde ezenin sofrasında şarap olmak isteyenlerin oluşturmuş olduğu bir atmosfer torba yasaların ve liberalizmin hayatımızın vazgeçilmezi olduğu günlerden bugüne kadar geçerliliğini koruyor.  Torbaya doldurulmuş olanlar torbanın sahibine her türlü hizmet erken, kendileri de bu sistemden yararlanmaya devam ediyorlar. Torba içinde yer alan dört eğilimin en uyanıkları bu sistemden daha fazla faydalanma ve kişisel hırsları ve yaşam kalitesini daha üste taşıma adı altında arkadaşının üstüne basarak ve geçmişte elde etmiş olduğu değerleri birer metaya dönüştürenler kısa ama zevkli yaşamlarına dönerek başladıklar. Bir kere bu projenin içinde yer alanlar girmiş oldukları torbada oluşan girdabın da bir parçası oldular. Oluşan girdap ile dönenler her zaman kendilerini haklı ve üstün görme egolarının eşliği ile hayata tutunmaya çalıştılar. İktidardan yaralanmanın sadece iktidarda olmak anlamına gelmediği, iktidarın lehine muhalefeti örgütlemek olduğu da kısa zamanda proje yapanlar tarafından dikte edildi ve hem muhalif gibi gözüken hem de iktidar lehine çalışan torba içinde yer alanlar kısa zamanda kendilerine liberal demeye başladılar. Çünkü liberal söylem onların duruşunu tanımlamaya yetecek kadar veri sunmaktaydı. Liberalizm önceleri ürkek, daha sonra yüksek ses ile söylenen ayrıcalıklı bir zümreyi tanımlamak için kullanılır oldu ki, liberallerde homojen değildi, geçmişleri farklı, farklı siyasi yapılardan gelenlerin tek buluştuğu alan paradigmalarının onlara gösterdiği hedeflerdi. Çıkarlar heterojen olanları da homojen göstermeye yetiyordu. Kürt sorunu bu parçalı yapıları bir çatı altında toplamak için en uygun şemsiye görevi görüyordu, ki şemsiyenin üstü de içinde bulundukları torbanın bezinden oluşmuştu. 

Muhalefet olmak demek dinci ile kola kola, el ele poz verip, basın toplantıları düzenlemek, onlar ile birlikte projeye uygun sorunlara özüm aramak ve onların oluşturmuş olduğu birlikler ile demokrasi ve özgürlük şovları yapılır olmuştu. Hem iktidarda yer alanlar hem de muhalefette yer alanlar bir platformun parçası olmuşlardı. Bu arada projeler için bütçeler oluşmakta ve bütçelerden birileri finans edilirken o projeden etkilenenler yeni bir tanımlamaya tabi oluyorlardı: aktivist! Aktivistler profesyonel olmayan gönüllüler profesyonellerin amaçları yönünde sokaklarda eylem yapar konuma getirilmişti. Sol geçmiş ile de bağlantı kurularak geçmişin devrimcilerin yöntemleri söylemleri ile aktivistlerin sesi daha çok duyulması için medya ayağı da sağlanmıştı. Uluslararası kurumların Türkiye şubeleri kıyafetleri ile birçok alanda aktivistler sokaklarda dergi abonesi yapmak için ellerinde tutukları herhangi bir şey ve önlükler ile görülür olmuşlardı.

Torba içinde sağın ve solun karışımı ile dinci bir iktidar için zemin oluşturma süreci 12 eylül ile start verilmiş olsa da zaman içinde buna içinde bulundukları torbanın dokusuna uygun olarak kılık kıyafet biçmişlerdi. Her aktivist dolaylı ya da direkt olan gelmekte olan karanlığın gönüllüsü olmuştu. Bu sürece liberalizm dünya görüşüne uygun sağ ve sol geçmişi olanların oluşturmuş olduğu inisiyatifler hayatın içinde yerini almıştı. Hatta 12 Eylül sonrası kurulan tüm partiler bir projenin bir parçası olarak gözyaşları içinde kuruluyor ve geçmişe doğru göndermeler olan yeni söylemler içinde birlikler kuruluyordu. Halkın çıkarı her şeyin önünde diyerek örgütsel çıkarları küçümseyenler örgütü halktan kopuk bir şey olarak sunmaya başlamışlardı. Örgüt yeni dönemin öcüsüydü, çünkü 12 Eylül öncesi örgütlü olanlar hem kendileri hem de çevreleri acıların kaynağı olarak gösterilmişti, üstelik bu bilinçaltına doğru işleyen söylemler eşliğinde geçmişte örgütlü olanların tavırları ile işlenmişti. 

Bu sürecin sonunda bireysel tutum muhalefet olsun da her biri ile dayanışırım ya da iktidara hizmet eder iktidarın olanakları içinde olan projelerden olabildiğince yararlanırım diyen bir mantık günlük yaşantımızın doğalı oldu. Bütün bu sürecin sonucunda elbette Taraf gazetesi oluşması kaçınılmazdı, daha önce denenmiş ve “Halkın Gazetesi” olarak sunulan deneylerden elde edilen sonuç orada yetişen sağ, sol, liberal, dinci bireylerin daha rahat ve net olarak ifade edebilecekleri bir siyasi atmosfere uygun medya ayağı kaçınılmazdı.  Taraf bir ihtiyacın sonucunda geçmişte muhalif olan ama Özal dönemi ile birlikte geçmişin üzerine sünger çeken bir muhalifin geçmişin acılarını yaşayan çocukları üzerinden bu soyut süreç somutlanacaktı… İkinci cumhuriyet söylemi bazı liberallerin söylemiydi ama arkasında yer alan hesaplaşma her birinin niyetiydi. Geçmiş ile hesaplaşmak yüzleşmenin önünü almıştı.  Taraf Gazetesi ile birlikte kendilerinin duruş noktasını iyi tespit edememiş olanlar, ‘muhalif’ diyerek, gazeteye maddi - manevi yardım edenlerin kafasında ‘vuruyor, üstelik iyi vuruyor’ diyerek onlar ile birlikte tüm değerleri ayaklar altına aldılar… Geçmiş ile hesaplaşıyorduk!  Ulusal devlet bu ülkeye pranga olmuştu ve tüm öteki kültürleri yok etmiş ve zenginliklerini yağmalanmıştı… bu süreçte geçmişte kuyruk acısı olan olmayan herkes bu sürecin bir tarafı olmaya zorlanmıştı. Söylemler radikal ve akla yakındı… Ve solcu olmanın şartı gibi algılanıyor onlar gibi vurmaya çalışıldı. Kürt sorunu konusunda da aynı tutum içinde oldular... Yeter ki muhalefet olsun diyerek... Ülkenin aydını olarak kabul ettiklerimizin, sürgünde ömrünü tamamlamak üzere olanların bir bölümü bu mantık içinde her türlü liberal, etnik, diaspora… sempati besleyenler mantıklı- mantıksız ve akla doğru gelip gelmediğinin önemi olmadan gazete içinde seslendirilen çuval içindeki görüşlerin ve önerilerin yanında yer aldılar... Sırf muhalefet olsun, sırf marjinal olsun diyerek... Gazete sayfasında yer alamayanlar dinci medyanın içinde kendilerine verilen köşelerde sol geçmişe ve ateist olduğu bilinenleri ihbar etmeye kadar işi ileriye taşıdılar. Hatta bir bölümü dinciler ile birlikte kol kola el ele toplantılar düzenledi.. Dinciler ile birlikte aynı gazetenin sayfasını paylaşmaktan tereddüt bile etmediler, sırf muhalif gözüktükleri için... Amaca giden her yol mubah diyen dinciler ile aynı görüntü çizdiklerinin farkına bile varmadılar, çünkü muhalif olmak ve muhalefete kalmak her muhalif gözüken ile dayanışmak ve aynı zeminde olmak olarak algıladılar.

Ülke uzun süredir torbalar ile idare ediliyor... Torba yasalar, torba medya, dört eğilim bir yerde toplanma alışkanlığı 12 Eylül ürünü olduğunu gözden kaçırdılar ve o ürüne gönüllü katıldılar...

Bugün de muhalif medya diye kurulan tüm medyalara bakın bu dört eğilim iktidar gibi yan yana, sayfa sayfa bakıyor... İktidarın gölgesi olan bu anlayış sadece iktidara dolaylı veya doğrudan destek vermiştir...

Kendi duruşunu netleştiremeyenlerin bir çuval içinde kendisini tarif etmesi bu döneme uygun bir süreçtir...

Muhalefet, eğer iktidarın yan değneği ise o ülkede iktidar her daim güçlü olarak kalır...

Bir çuval içinde muhalefet yaptığını düşünenlerin temel sorunu ideolojik alt yapılarının yeteri kadar olmaması ve hiç bir zeminde kendisini ifade edebilecek kadar o zeminde kalmamasıdır...


İsmail Cem Özkan

17 Şubat 2017 Cuma

Giydirici

Giydirici


İkinci dünya savaşı sırasındadır. İngiltere’de turneye çıkmış Londra merkezli ve Shakspeare eserlerini sahneye taşıyan bir tiyatro grubu. İngiltere'nin herhangi bir kasabasında ya da şehrinde bir tiyatro kulisi içinde geçenleri trajik- komik kaybolan replikler yeniden hayat buluyor.

Ronald Harwood yaşamının bir parçasını sahneye taşımaktadır sanki, çünkü kendisi de (From 1953 to 1958, Harwood became the personal dresser of Sir Donald) 1953'ten 1958'e kadar Harwood, Sir Donald'ın kişisel kostümcüsü yani giydiricisi olarak çalıştı. Ama zaman ile oynayarak gerçek olayları geçmişe ve farklı bir ortama taşımış. Gerçekler, başka kimlikler altında farklı bir ortamda ve farklı sahnelerde repliklerin kaybolmadığını ispatlamaktadır.

Harwood bu eseri film senaryosu olarak filme alınmış, Broadway'in 1982 Tony Ödülü'ne En İyi Film adayı "The Dresser" ın yazarı olarak aday gösterilmiş. Bir çok tv dizisinin de esin kaynağı olmuş.

Turnede olan tiyatro her zamanki gibi akşam perdelerini açmak üzeredir ama olağan olmayan bir durum söz konusudur, oyunun başoyuncusu ve tiyatronun kurucusu ‘efendi’ o gün olağan dışı birçok olay yaşanmış ve onu adım adım izleyen onun asistanı olan Norman ağzı ile o gün yaşananları efendinin sevgilisi hanımefendiye anlatmaktadır. Yağmur altında geçirmiş olduğu kriz sonucu hastaneye kaldırılmış ve orada tedavi altındayken oyun için tiyatroya dönen efendinin ve onun her şeyinden sorumlu Norman’nin başından geçenler hem sahnede hem de kulisteki son anları seyircinin gözü önünde geçmektedir.
Norman görevi oyuna çıkmadan önce sorumlu olduğu ve tiyatronun kurucusu ve başoyuncu “sir” unvanı almış oyuncuya sahneye hazırlamaktır. Norman ve efendi uzun yıllardır bir aradadır, ikisi artık yaşlanmıştır. Norman hareketlerine bakarak onun aslında bir ‘gay’ olduğu fikrine ilk bakışta ulaşıyoruz. Çünkü abartılı hareketler ve mimikler ile efendisine duyduğu hayranlık bu fikrin oluşmasına sebep olmaktadır.
Giydirici, bütün hayatını büyük bir oyuncuya adamış, her oyundan önce kostümlerini hazırlayan, sakalını, peruğunu temizleyen, ona ezber tutan, yardım eden, morali bozuksa moralini düzelten, şakalar yapan, güldüren, hazırlayan, giydiricisi. Hayata pembe bakmayı önemsemektedir, en kötü şartlarda dahi hayatın olumlu yönlerini öne çıkarmayı olumsuzları görmemeyi tercih ettiğini Norman özellikle belirtmektedir. Yaşanan kriz ve sonrası perdenin mutlaka açılacağını ve efendinin sahnede yerini alacağını belirtmektedir.

Norman’ın işi zordur, çünkü artık aynı oyunu yıllarca oynamaktan bıkmış, hayattaki hedeflerine ulaşmış birinin sahneye ilk günkü heyecanı ile sahneye taşımak göründüğü kadar kolay değildir, çünkü yaşamış olduğu krizi henüz üzerinden atamamış biri ömrünün son dönemecindedir. Kral Lear sahnelenecektir ama replikleri anımsamamaktadır. Norman sürekli replikleri tekrarlarken yaşanan kriz ortamını da ortadan kaldırmaya çalışmaktadır, çünkü hayata olumlu yönünden bakmak ilkesini ortaya koymaktadır. Kuliste içki içmek yasak olmuş olsa da artık yılların getirmiş olduğu alışkanlıklar ve göz yummalar Norman’ın gizliden içki içmesini gözden kaçırmaz… Norman hayatını verdiği usta bir oyuncunun da son anındadır ve onun yazmaya başladığı ama devam edemediği otobiyografisinde nerede olduğunu da merak etmektedir, çünkü görünmeyen ama bugüne kadar sırtında taşıyan bir emekçidir.

Hakan Çimser’in oyunu yorumlarken Savaş Çevirel’in pratik sahne tasarımını en iyi şekilde kullanmaktadır. Hem kulis hem de tiyatro sahnesi tiyatro içinde tiyatroyu seyirci ile aracısız buluşturur. Her ne kadar ışık konusu belki de sahnelenen salondan dolayı aksilikleri içinde barındırmış olsa da seyirciyi rahatsız etmeden oyunun hızlı temposunu sanki olağanmış gibi sunar. Müzik sesi oyuncunun sesini bastırdığı anlar olmuş olsa da müzik ritmin dramatik ve komik yönünü de öne çıkarmaktadır. Zaman zaman seyircinin kahkahalara büründüğü sahneler ve hareketler aslında yaşanan dramın üzerine oturmaktadır. Acı çekenlerin acısı başkalarına komik olarak veya tepki vermeyi bilmeyenlerin tepkisi olarak ortaya çıkmaktadır.

Sahnede Celal Kadri Kınoğlu canlandırdığı Norman karakteri ile devleşirken onu devletleştiren aslında Hakan Çimenser’in performansıdır. Gay rolünde ki Kınoğlu, canlandırdığı karakteri iyi bir şekilde yorumlamış ve ses tonunu ona göre kullanmaktadır. Hareketler diyaframdan gelen sese hayat verirken seyirciyi rahatsız etmeyen bir tonda kucaklamaktadır. Bu iki oyuncunun gölgesinde kalan diğer rolde oynayanların sahnenin üzerinde ki hareketlerini özellikle izledim. Her biri muhteşemdi. İşlerini ciddiye alan gerçek profesyonel oyuncular. Kendilerine verilmiş olan alanlar içinde hareket etmişler ve gerekli görülen yerde abartılı davranışlar göstermekten de çekinmemişler. Abartı dediğime bakmayın doğal gibi gelen ama duyguyu en iyi ifade eden mimikler ile Norman ve onun efendisi ile arasında ki ilişkileri besleyen şeklindedir. Özelikle tiyatro sahnesinin olduğu bölümlerde oyuncular kendilerini gösterme fırsatı yakaladıklarını düşünüyorum… Tiyatro sahnesi içinde tiyatro sahnesinde her oyuncu kendisine verilen görevi en iyi şekilde yorumladıklarını düşünmeden geri duramadım… Özellikle Hülya Gülşen yılların birikimi ile hayatının son dönemindeki oyuncunun sevgilisi ve aynı zamanda tiyatro sahnesinde ki partneri olarak gerek gördüğü noktalarda vurgulamaları oyunun temposuna katmış olduğu renk görülmeye değerdir… Sakin, sorumlu, seven bir kadın aynı zamanda sevgilisin çapkınlıklara karşı ses çıkarmayan, onun gençler ile olan ilişkisini görmezden gelen, her şeye rağmen sevgisini esirgemeyendir. Her ne kadar babası ile sevgilisini aynı kategoriye koymuş olsa da kaderine boyun eğmiştir. İsyan etmediği içinde kanıksamış ve kabullenmenin bir sakinlik hakimdir. Vücudunu ve sesini kendisine verilen rol içinde görülmeye değer bir şekilde kullanmış ve sanki doğal ve günlük bir sohbetin içinde ki kişiye bakar gibiyiz… Her oyuncu oyun içinde kendi özgü renklerini katarak komedi trajedinin içinde yeniden kendisini yaratmış…

Olanağı olanların kaçırmaması gereken bir oyun olduğunu düşünüyorum, her ne kadar oyunda eleştirmenler hakkında o kadar söz üzerine acaba eleştiri yapmamak mı diye düşünmeden kendimi alamadım!

İsmail Cem Özkan




Giydirici

Yazar: Ronald Harwood
Çevirmen: Ergun Sav
Rejisör: Hakan Çimenser
Dekor: Tasarımı Savaş Çevirel
Giysi Tasarımı: İnci Kangal
Işık Tasarımı: Akın Yılmaz
Müzik: Fırat Akarcalı
Yönetmen Yardımcısı: Celal Kadri Kınoğlu
Yönetmen Asistanı: Selda Özler
Oyuncu: Celal Kadri Kınoğlu, Hakan Çimenser, Rüyam Dirin, Hülya Gülşen, Ebru Demirdöven, Aral Seskir, Osman Tunca Soysal, Sinan Cem Çabuk, Evrim Feyza Geboloğlu, İpek Altınöz, Abdullah Yakın, Cem Şahin
Asistanlar: İpek Altınöz, Evrim Feyza Geboloğlu
Sahne Amiri: Ergül Muslu
Işık Tasarım Asistanı: Gökhan Gülçebi
Kondüvit: Emrah Tirsi
Işık Kumanda: Rüştü Karabayram, Gökhan Gülçebi


15 Şubat 2017 Çarşamba

Duvar!

Duvar!

Duvar yazıları 12 Eylül öncesinde o bölgenin kimin hakimi olduğunu göstermek için yapılırdı, ne mesaj verdiği daha sonra ki öncelikliydi. Polis zorla ve sıkıyönetim döneminde jandarma zoru ile apartman sakinlerine sildirilirdi... Silinmesi aslında başka yazı yazmak için fırsattı. Sokaklar renkleniyordu, renklenen sokaklar asılında gelmekte olan karanlığın ve çatışmanın kanlı yüzünün ilk sinyalini veriyordu. Sokaklardaki duvar yazıları gece yarısı silahların gölgesinde korkuya rağmen yapılmaya başlamıştı. Cepheler duvar yazıların sınır çizgisi oluyordu. Her duvar yazısı kurtarılmış bölgeyi yaratıyor ve düz bir çizgiden oluşmadığını gösteriyordu.

Yaşama kaygısı ve savunma faşistler ile aradaki sınır çizgisini hem etnik, hem de mezhepsel farklılıkların ortaya çıkmasını da beraberinde getiriyordu, çünkü Maraş katliamı bu ülke ki fay hatlarının ayrışmasını çizmişti. Daha önce yaşanan Kızıldere katliamı ve birbirini izleyen idamlar ve katliamlar ülkenin nasıl bir değişim içinde olduğunu, değişen dünyada roller yeniden oluşturulurken, yaratılan yeni siyasi atmosferde ülkemizde nerede duracağını belirleyen bir dış etkinin ülke içine yansımasından başkası değildi. Kuzeyimizde yer alan ülkenin çıkarı ile okyanuslar ötesindeki emperyalist ülkelerin çıkarları kuruluşumuzda olduğu gibi belirleyici oluyordu. İki kutubun çıkarı bizi olgunlaştırıyor ve verilen role göre haklımız ülke ile birlikte kalıba dökülüyordu.

İran Şahı’nın darbe iktidara getirilmesi ve yenidünya imparatorluğunun oluşum sürecinde bir hareketli fay üstünde oturan ülkemiz, iç dinamiklerinin fay hattının kırılması süreci duvar yazılarında bilinçsizce ortaya çıkmıştır. Kavgaya davet vardır ve o davete riayet edilmişti.

Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar ülkemize krediler açıyor, büyük GAP projesi için temeller atılıyordu. Atılan her temel töreni ülkemiz içinde yeni zenginlerin ortaya çıkmasını ve ekonomimizin daha fazla dışa bağımlılığını artırıyordu. Krediler ile kıskaca alınmış ülkemizin siyasileri hangisi iktidara gelirse gelsin kredi verenlerin lehine ve çıkarına çalışmak zorundaydı. Batıya yönlendirilmiş gibi yapılan balkan devleti Osmanlı devletinin yerini ortağa merkezli bir devlet alıyordu. Bu geçiş süreci darbeleri, binlerce insanımızın kanına ve milyonlarca insanın yer değiştirmesine neden olacaktı.

Çocuktum ama büyükler gibi düşünür ülkenin sorunlarını ve çözüm yollarını üzerimize almış bireyler gibiydik. Bizim tercihimiz olmayan bir duruşun savunucuları ve kavganın tarafı olmuştuk. Bir yanda Türk İslam tezi ile saldıran ve devlet güdümlü ve kontrolünde bir faşist örgütlü güç (kontrgerilla), o örgütlü güce karşı gelen ve savunmak durumunda kalan devrimciler. Devrimciler henüz hazır olmadıkları kavgaya davet almışlar ve kavgada taraf olmuşlardı. Sokaklara hakim olan ülkenin geleceğine dair söz söyleyebileceği günlerde her birimiz kavganın sıcak gündemi içinde olgunlaşıyor ve farkına varmadan sorumlulukların altına giriyorduk. Bizim üzerimizden esen rüzgara karşı direniyorduk, sokaklarımız bizimdi! Bizim olduğunu da yazılarımız ile düşmana belirtiyorduk.

Mahallelerin hakimleriydi sokak yazıları. O yazılara bakılır ve o sokaktan geçilirken sorulacak sorulara, kem gözler ile izleyen gözlere yürüyüş ritminden tutun, her davranış ile yanıt vermek zorundaydınız, çünkü sınırlar sokaklar arasında görünmeyen çizgiler ile oluşturulmuştu.

O dönemde belgesel izleyecek tek kanalımız vardı, o belgesellerden öğrenmiştik sanırım bazı hayvanlar yaşam alanlarını bıraktıkları koku ile belirler ve o alana başka erkeğin girmesini engellemiş olurdu. Giren olursa çatışma kaçınılmazdır. Yazılı duvarlar işte sihirli bir koku salmıştır. O alana başka sol siyaset giremez girerse eğer sol içi çatışma kaçınılmazdır. Daha genelde bu sol içi çatışma güvenli (kurtarılmış) bölgeler içinde olurdu. Sosyal faşistler ile mücadele ettikleri kadar faşistler ile mücadele etmemiş örgütler bile oluştu. Goşistler ile mücadele edildiği kadar faşizme karşı laf söylenmemiştir... Neyse bütün bunların ortasında bir de orta yolcular vardı ki en ağır kavgayı da bu orta yolcular birbirine benzerleri ile yaptı... Pantolon davası faşistlere gösterilmeyen silahların birbirine gösterildiği çatışma sürecidir.

Bütün bu süreçler işte kurtarılmış bölge kabul edilen alanlarda oldu.

Bugün duvar yazılara bakıyorum, bir birinin üstüne yazı yazmalar yeniden başlamış... Kurtarılmış bölgenin çocuklarının canı sıkılıyor sanırım... Kokularını bırakıyorlar... Ama o kokuların olduğu yerde mücadele sonuçta birbirine benzerler benzer propaganda yapmak ve ayrıntıda propagandanın özelliklerini aramak şeklinde...

Duvarlarda sloganların yerini şiir almış olsa güzel kokular yayılsa ne güzel olurdu...

Bugünlerde hayır şiirleri gerçekten ne güzel yarışırdı duvara ama bu güvenli bölgeler dışında olsa... Çünkü güvenli bölgelerin aslında güvensiz olduğunu bir darbe ile bir çok kişi canı ile bir çoğu işkence tezgahlarında öğrendi. Öğrenen acısı ile yaşadı, orada yaşayanlar gecekondularını apartman yaptı...

Hayat bir döngü ise başka şekilde dönsün artık...


İsmail Cem Özkan  

12 Şubat 2017 Pazar

Köprüyü geçene kadar…

Köprüyü geçene kadar…

Kitaplarım var ama hiç biri basılı değil, (toplu imzalı olanlar hariç) çünkü hacimli ve birbirinden faklı alanlarda ürün vermişim. İlk oluşturduğum kitabım karikatür alanındadır ve onu kitap haline getirmişim ama henüz baskı yapmamışım, çünkü karikatür satılmaz. Yayınevleri de para almadan kitap basmaz, onu bilen eski ustalarım sponsor bulduğunda hemen kitabını bastırır, üstelik zıtlıkların bir bütünü gibi yansır, kapitalist sistemi eleştirir ama kitabın arkasında sponsor yazar… Önemli olan o ustam için geleceğe meslek adına bir şeyler bırakmak, gazete, dergi sayfalarında yayınlananlar yok olup gitmektedir… Gündemin bu kadar hızlı değiştiği dönemlerde kitaplar gelecek için bırakılmış dip notlardır… Ustamın bu çabasını saygı ile karşılarım, duruş noktası bellidir.

Belediyeler karikatür sergisi yaparlar ama onlarda karikatür için kitapçık, tanıtım broşürü yapmaz, belki de siyasi gündemde kendisine karşı bu yayınladığı eser belge olarak kullanılmasın diye, sadece açılan sergi afişleri kalır…

Karikatür dışında benim öykü kitabım bulunur, yayınevinde yayınlanacak en son kitap olarak durur, belki bir gün yayınlanır… Öykü kitabı da karikatür gibi satılmaz, şiir, öykü kitapevlerinin hiç istemediği ve hacim kaplayan nesneler olarak görüldüğü alandır, satmaz. Satılmayan şeyinde kitap raflarında raf işgal etmesi verimlilik ilkesi gereği zarardır… Adam orada kültür satmıyor ki her hangi bir ticari mal, o da süpermarket mantığı içinde bakmak zorunda, en çok satan en çok yer kaplaması gereklidir… Ticari kurumlar kar zarar mantığı içinde verimlilik esasını uygular. Kitapevlerini eleştirmek kolay ama ticari hayat bu şekilde…

Karikatür dışında görsel alanda ürettiğim afişlerimdir. Son yıllarda afişler ile günlük tutuyorum. Sosyal medyadan da yayınlıyorum. Oradan herkes yararlanabilir ama kronolojik çalışma yapmak isteyenler için biraz karışıktır, kitap olarak çıkarsa elbette bir düzende bir öykü içinde verilecektir… Her afişin, karikatürün bir öyküsü vardır, şiirsel imgeleri içindedir. Şiir, karikatür, grafik bunlar hepsi bir birine akraba alanlardır, öykü hepsini içinde taşır… Seksenli yıllarda Ankara’da Asaf Koçak, Adnan Yücel ve benim Mülkiyeliler Birliği bahçesinde işgal ettiğimiz masanın konusuydu. Asaf, Sivas’ta mızıka çalarken son nefesini verdi, son nefesini verdiği zaman heykelleri ile ilk defa geçinecek kadar elde ettiği günlere denk geliyordu, Adnan Yücel dostum ile Ankara dışında yıllar sonra Almanya’da buluşmuştum, daha sonra erken yaşlarda aramızdan ayrıldı… Şiir, karikatür imgeler bizim dünyamızdı, o sohbetlerin ürünü eserlere da yansıdı, kitap haline gelecek şekilde toparlandı… Kitabı olanın adının olduğu bir dünyada kitapsız biriyim…

Geçenlerde bir arkadaşım siyasetten davran, direkt yazma, konuşma dedi, bende ona dedim ki beni böyle kabul etsinler, basacaklarsa kitabımı benim düşüncemi bilerek bassınlar, ikiyüzlü olamam...

Bir çok yayıncı arkadaşım var, bir çok kitabın kapağını yaptım, yayınevi sahibi arkadaş çevremin geniş olması benim kitabımın basılması anlamına gelmiyor, çünkü ne kadar para o kadar kitap anlayışının hakim olduğu ticari yaşamda, dönüşü olmayan depoda bekleyecek kitap basılmaz… Bazı yayınevleri de ticari kaygıdan daha çok siyasi kaygıları ve parası kendi okuyucu kitlesinde eritebileceği bir hazır etnik pazara sahip. O etnik pazara başka ve farklı görüşün girmesini istemezler. Birbirini besleyen ve destekleyen kitaplar basarlar… Kendilerinin ne kadar haklı olduğunu kanıtlayacak arka zemin oluşturacak kitaplar onların yayın listesindedir ki, benim gibi özgün ve düşünceleri tamamı ile eleştirel konumda olanı istemezler, çünkü benim gibi biri bir düşünceye ne tam biat eder ne de tam uyar.

Özgünlüğüm özgürlüğümdedir.

Özgün olmak ve özgür olmak bir anlamda ekonomik özgürlük demektir. Ekonomik özgür olmayanların siyaset arenasında yeri olamaz, çünkü siyaset, politika para işidir ve parası olan parasının gücü kadar sesini duyurabilir. Siyaset hayat yayın hayatımızdan farklı değildir.

Kitap yayınlamak aslında pazarlamaktır. Yazanın pazarladığı bir dünyada yayınevinin isteği ile ya da kendi verdiği parayı kurtarmak için değişik mecralarda sergi, toplantı, okuma günü, kitap fuarları, kitap satın alan kütüphaneler, kitap eki çıkaran gazete ve yayınevleri ile işbirliği içinde olmayan benim gibi bir üreticinin kitabı sürekli sanal olarak varlığını korur ama kağıt üzerine düşmez…

Para ilişkisi dostlukları ortadan kaldıran, çıkar üzerine kurulu yeni bir ilişkinin doğmasına sebep olur. O ilişki içinde insan ister istemez ilke diye kavramı bir kenara bırakmak zorundadır, çünkü ilişkiler çıkar üzerine kurulur…

Yayınevi sahibi arkadaşlarım bana gel senin kitabını basalım demediği günler içinde “yahu dedim” kendi kendime “o kadar geniş çevrem var, paranın suyu çektiği günlerde vakıflar ile görüş.” Vakıflar değişik alanlarda hizmet veren kurumlardır ve karşılıksız işler yaparlar. Elbette siyasi beklentilerine uygun olanlara yardım ederler. Bu alanda en meşhur olanları Almanlardır ama Amerikan ve İngiliz sermayesinin de azımsanamayacak vakıf işleri vardır. Değişik vakıflar ile görüştüm, birisi kabul etti ama sanırım Trump sonrası değişim onların varlığını sorgular kıldı ki bana dönüş yapamadılar... Bakalım vakıf adına iş yapanlar ne zaman dönüş yapacak?

Köprüyü geçene, meşhur olana kadar ayıya ‘dayı de’ mantığı içinde olmuş olsaydım bugünlerde farklı şeyler yapıyor olabilirdim. Çünkü popüler kültür yayın dünyasında böyle olanaklar yarattı, sipariş ile yazdırılan kitaplar, sipariş işi proje içinde yayınlanan broşürler, kitapçıklarda imza karşılığı para almalar…

Dünya değişmektedir, değişimin yaratmış olduğu büyük kırılmaların yaşadığı zaman diliminden geçmekteyiz ve hayata bakışıma uygun düşüncelerimi durduğum yere göre yorumlayan köşe yazıları yazıyorum. Köşe yazılarım birilerini kollayan ve onu görmezden gelen içerikte değildir. Çünkü köprüyü geçerken ayıya ayı diyorum, onu görmezden gelmiş olsam hayata bakışımda bir şeyler eksik olacaktı, çünkü dünyanın değişiminde önemli figürlerden birini yok saymak hayata bakışını topal bırakır ki, ülkemizde muhalefet ne yazık ki çok şeyi gömemezden gelerek çıkarlarına göre davranış içinde olduğu için gerçek anlamda muhalefet hareketi yaratamadı. Son otuz yılda muhalefetin neden çapsız olduğunu sorgulamayanların projeleri çıkar gereği yapılması gereken ve aktivistler ile hayata dokunulduğunu dillendirilir. Projeler ve aktivistler muhalefetin ehlileştirilmesinde kullanılan sadece araçlardan bir kaçıdır ve ekonomik temelleri tartışılmayan her girişim birilerine hizmet eder.  

İlkelerin hakim olmadığı bir alanda ben hala ilke diye tutunmayı bıraksam mı?

Özgünlüğün özgürlük olmadığını gelinen bu süreçte görmüş bulunuyorum…


İsmail Cem Özkan

6 Şubat 2017 Pazartesi

Küresel oyunlarda rol değişimi!

Küresel oyunlarda rol değişimi!


Küresel arenada beklenen gerçekleşmiyor, hayat yeni rota çiziyor, çünkü liberal ekonomistlerin tahmin ettikleri küresel hukuk kuralları henüz oluşmadan kürselleşme adına yapılan tüm adımlar ulusal direniş ile karşı karşıya geldi ve kapitalizm yeni rotasını yeni bir imparatorluğun doğumuna doğru rüzgarların esmesine sebep olmaktadır.

Ulus devleti kapitalizmin can suyuydu ama bu can suyu artık sistemin içinde sistemin boğulmasına doğru evrilen bir sarmaşık olarak algılandı. Bu algı kapitalistlerin önünde başka kapıların açılmasına yol açtı. Ulus devleti içinde sermaye biriktirenler, bu sermayeleri ile haksız rekabetin koşullarının oluştuğu diğer ülkelerin sınırları içinde yayılmaya ve şirketler arası rekabet şirket birleşmesine ve uluslar arası şirketlerin doğmasına sebep oldu. Bu sürecin sonucunda ulus devletin politikasını belirleyenler kendi çıkarları için devletler arası ulusal çatışmayı aynı zamanda rekabeti de körükledi.  Bu yeni durum emperyalist politikaların feodal süreçten devralınan sömürgeci anlayışın yeni kalıplar içinde oluşmasına doğru evrildi. Sömürgeci anlayışın yerini daha kanlı ve daha acımasız bir sömürü sistemi kuruldu. Eskiden gelen miras ve yeni göz doymaz saldırgan ve her şeyi tüketmeye yönelik bu dizginlenemeyen güdü emperyalist devletler arasında rekabet ve çatışma için de zemin oluşturdu ve iki büyük savaş bu zemin üzerinde meydana geldi. 

Dünya savaşı ve kitlesel katliam ve soykırımlar olarak hayatımızın içinde yerini aldı. Bu iki büyük savaş kapitalizmin iki büyük krizini ve krizin yönetilememesi olarak ortaya çıkmış ve çözümü savaş sanayinin gelişiminde bulmuştur. Savaş sanayisi teknolojiyi ileriye taşıyan bir ivme olmasından dolayı geleneksel üretimin dışında yeni üretimin ve haksız rekabet için olması gereken teknoloji birikimi yapması için savaş yeni sistem için önemlidir. Bu sayede hem yönetmek ve yönlendirmekte olduğu hazır tüketici toplumun bireylerini meydanlarda bir birine kırdırırken diğer yandan yeni kasa yapımına ve yeni kasaların güvenliği için hukuk kuralları oluşturmaya gitmiştir. Elbette savaş çıkaranların beklentileri ile sonuçlar arasında uçurumların oluşması doğaldır, çünkü savaş çıkaran şirketler her durumda kar elde ederken aynı zamanda üretim alanların da yok olmasını getirmiştir. Düşünüldüğü gibi savaş teknolojik olarak ileriye taşırken toplumu geriye çekmiş ve var olan borsanın dağılması ile sonuçlanmıştır.

Sarmaşık ile mücadele etmek ana gövde için önemliydi, çünkü ana gövde paradır ve paranın 24 saat hiç aralıksız sürekli hareket etmesi gerekmektedir küresel dünyamız içinde. Paranın hareket alanı oluşturmuş olduğu kelebek etkisi ile iktidarlar devrilecek kadar güçlü sarmalların oluşmasına sebep olan borsa oyunları da bu sürecin parçasıydı. Borsa kapitalizmin küresel gücünün bir sembolüdür, orada şirketler yeni kurallara göre davranış sergilerken, aynı zamanda şirketler arası hukuk kurallarının da oluşma noktasıdır. Haksız rekabeti önlemek adına birçok kural orada hayat bulmuş gibi gösterilir, çünkü kuralsız rekabet tröstleşmeye ve ulus devleti yok etme ile sonuçlanacağını yaşanana süreçlerde öğrenilmiştir. Kaynakların tek elde toplanılması piyasa adına toplum toptan yok olması anlamını da içinde taşımaktadır aynı zamanda teknolojik ilerlemeyi durduran ve piyasanın kısa zamanda doyması ile sonuçlanan bir sonucu yıkıcı olabileceğini kapitalistler kısa zamanda öğrenmiş ve ona karşı önlemler almıştır. Elbette her önlemin bir de hile yolu ile aşılması da mevcuttur. Hile ile şirketler arası evlilikler yapılarak yeni şirketlerin ve piyasanın oluşmasına sebep olunmuştur.

Küreselleşme adı verilen ve liberal ekonominin nihai hedefi olan uluslararası hukuk kurallarının oluşturulması ve ticaretin denetim altında ama denetimsiz serbest piyasa koşulları içinde oluşmasını teminat altına alacak süreç sanıldığı gibi pürüzsüz değildir. O amaçla bir çok kurum oluşturulmuş ve Dünya Ticaret Örgütü bunlar içinde en önemlilerinden biridir. Bu örgüt dünyada ki sınırlardan geçecek ürünlerin kısıtlanmasına karar veren bir üst yapı işlevindedir ama bu örgüt içinde istisnai durumları da barındırmaktadır. O istisnai ülkelerin başında Amerika Birleşik Devletleri yer almaktadır. O ülke içinde üretmiş olduğu ürünü ihtiyaç duyduğunda daha ucuza başka ülkenin üretim alanına sokmakta ve o ülkenin ekonomisinin çökmesine sebep olabilmektedir. Elbette sadece ekonomi çökmesi borsa ile olmamaktadır, üretiminin tamamı ile yok olmasına ve tek tip üretime ve yaşam biçimine insanları zorlamaktadır. Dünya Ticaret Örgütü tıpkı Birleşmiş Milletler gibi istisnai ülkelerin denetiminde ve gözetiminde serbest piyasa adı altında birkaç ülkenin şirketinin kollandığı bir yapıdır. Küreselleşme işte bunun aşılacağını vaat eden ama aksine var olan büyük uluslararası şirketlere zırh giydiren konumdadır.

Amerikan şirketlerinin çıkarı her şeyin üstündedir ve güvencesi altındadır.

Şimdi Amerika da yapılan seçimler bize başka şeylerin de olduğu ve göz ardı edilen ulus devletinin anlayışının gizliden gizliye ve üstelik liberallerin eli ile büyüdüğüne şahitlik ettik. Liberallerin ari olarak oluşturduğu yerde başka bir sarmaşık oluşmuş, (ulus devletini anımsatan ama ulus devletini çoktan aşmış bir yaban otu, ki yakında ona isim verirler.) Trump bu yeni sürecin lideri olarak karşımızda bir anda gelip oturdu. Aslında bir anda dediğime bakmayın, çünkü Reagan döneminden Bush’ların Irak’ı açık işgali ile en üst seviyeye çıkmış olan politikaların ve doktrinlerinin bir sonucu olarak karşımıza gelmiştir. Amerika içinde kapanan fabrikalar, kapanan madenler, işsizliğin işçi şehirlerini teslim aldığı ve işçi sınıfının işsizler blokuna dönüştüren bu süreç popüler söylemlerin de halk arasında taban bulmasına sebep olmuştur. İkinci dünya savaşı öncesi Almanya’da enflasyonun kontrol dışına çıkması, işsizliğin tüm şehirleri teslim alması ve toplum içinde baş gösteren huzursuzluğun sesi olan popüler söylemler ile iktidara gelen Hitler ortamından pek farkı yok gibidir. Biçimsel aynı olmasına rağmen elbette dönemin özelliklerinin karakteristik tarafını da göz ardı edemeyiz. Trump bu dönemin sermayeyi temsil eden ve sermaye sahibi bir liderdir ve kabinesini de temsilcilerden değil bizzat sermaye sahiplerinden seçmiş bir şirketin yönetim kurulu gibi bir kabine oluşturmuştur. Şirketler artık temsilcilerine kusura bakmayın demiş ve bizzat işin başlına oturmuştur. “Önce Amerika” demek aslında var olanların daha kuralsız ve daha yağmaya açık politikaların olacağı işaretini vermiştir. 

Küresel hukuk kuralları yerine Amerikan hukuk kuralları ve çıkarları belirleyici olacaktır demekteler. Ve bunu da sakınmadan açıkça ifade etmekteler. Küresel imparatorluk ve onun temsil ettiği şirketler Amerikan bayrağı altında Amerika halkı için dünyayı daha rahat yağmalayacaklar ve Amerika ceo masasında cetveller ile yeni sınırlar çizilecek ve eskilerinde düzenleme yapılacaktır. Liberal ekonominin temsilcisi konumda olan Soros ve benzerleri bu süreçte artık yeni yerleri çöp kutusunda olduğunu söylemeye bile gerek yoktur, çünkü hemen Trump ile birlikte Soros’un dünya çapında örgütlediği kurumlar faaliyet gösterdiği ülkelerin bazılarında yasa dışı ilan edilerek bir anlamda işlevsiz hale getirilmeye başlanmıştır. Sermaye çıkarında öncelik Amerikan şirketleri ve onlar ile işbirliği yapan şirketlerin olmuştur.

Soros, faaliyet gösterdiği ülkelerde yerel kültürlerin korunması ve yerelde işlenmiş kültürel cinayetler ile var olan ülkenin yüzleşmesini sağlamak olarak kendisini ifade etmiş ve sermaye için borsa düzleminde paranın özgür hareket etmesini destekleyen liberal tüm eğilimlere destek vermiştir. Kamusal üretim yerine şirketlerin üretim yapmasını ve hatta global entegrasyonu savunmuştur. Özelleştirme ve yeniden sermaye piyasası gibi oluşumları desteklemiş ve yeni borsaların kurulması için projelere destek vermiş ve kredilendirilmesi için aracı olmuştur. Trump işte bu oluşunun yerine daha kaba ve daha merkezi ve de daha ari bir yapının sözcüsü olarak iktidara gelmiştir. 

Ari üretim yapan entegre üretim alanları dünyanın her yerine yayılarak paket içinde satılan üretime dönüşüm olacağını söylemek için henüz erken bile değildir, çünkü büyük üretim alanları entegre üretim için planlanmış ve hayat bulmuştur. Ülkemizin tarımının yok olması ve sanayileşmesi bu entegre üretim yapan ari üretim alanlarının oluşması ile mümkün olmuştur. Doğal olan artık yok olmuş, doğal etiketli bazıları helal etiketli üretim sonucu ortaya çıkmış tüketim malzemeleri marketlerde ki yerini almıştır.

Küresel ticaret ari çiftliklerin oluşması anlamına gelir, ari çiftliklerde sadece para eden ürün yetiştirilir, diğer canlıların ölümü anlamına gelir. Bu da ari üretilen ürünün içinde olması gereken tüm minerallerin, vitaminlerin yok olması anlamındadır. Aslında ari çiftliklerde üretilmiş olan ne olursa olsun insan sağlığına aykırı üründür ve o ürün kutular ya da kavanozlar içinde marketlerde satılır. Markette satılan her zararlı değildir ama paketlenmiş ürün zararlıdır, çünkü ari çiftliklerde üretilmiş ve diğer canlıların yaşamasına izin verilmeyen alanlardır. Bu da Nazilerin ari ırkı yaratmasının küresel ticaret içinde hayat bulmasıdır...

Trump iktidarı sermayenin ari bir piyasa oluşturması için bir fırsat olarak ortaya gelmiştir, buna direniş de kaçınılmazdır. Yerel olanı savunan ve yerel ürün tüketenler olmakta olana karşı sessiz direnişin sadece bir parçasıdır…

Üretenler tüketici olmadığı sürece bu sistemin çıbanbaşı olmaya devam edecektir, kapitalist sistemde çıbanların daha da fazlalaşması umuduyla…

İşçi sınıfı bu yeni sürece evrensel dayanışma ve direniş ile yanıt verecektir, çünkü Amerika’da ki işçi kadar ücret talep etme hakkıdır…

İsmail Cem Özkan

1 Şubat 2017 Çarşamba

Hayır!

Hayır!


Referandum yolu açıldı ama henüz yazı yazarken tarihi belli değildi, meclisten geçirilmesi için acele edenler imza atıp hadi tarih verelim konusunda aceleleri yok, çünkü bekledikleri gibi bastır kazan stratejileri bu sefer tutmadı gibi. Gezi direnişinden sonra tecrübe kazanan örgütsüz çoğunluk hemen hayır etiketleri ile yaşamın içine karıştı. Meclisler kuruluyor, birlikler yeniden gözden geçiriliyor, daha geniş ve heterojen yapı içinde hayır diyenler ile homojen tek amacı olan evet karşısında direnişin tohumları kısa zamanda ekildi…

Gezi direnişi bizim tarihimiz içinde önemli bir kırılmadır, çünkü ilk defa orada özgürlük sloganları bir siyasi gruba dahil edilmeden her kesimin ortak istemi olarak meydanda kendisine yer buldu ve özgürlük için insanlar meydanlara, sokaklara her yeri gezi yaptı. Gezi direnişi bir meydanın değil, tüm meydanların adı oldu. Bu büyük ve kendiliğinden gelişen süreç karşısında böl parçala yönet yöntemini kullanan iktidar kendi içinde paralel olarak parçalanmış ve iktidar kavgasını bir darbe girimi ile en üst noktaya çıkarmıştır. Darbe girişimi başarılı olup olmadığı duruş noktasına göre değişmektedir, çünkü sonuca bakarak yorum yazmak bugünden daha kolaydır. Çünkü darbe yapanlar ortalıktan silinirken darbeye muhatap olanlar darbenin sahibi olmuşlardır.

Elbette ülkemiz içinde gelişmeler dışımızda ve bizden çok uzakta olanlar ile bağlantılıdır, çünkü dünya daha da küçülmüş, çıkarı olan şirket sayısı azalmış (azalmış demeyelim de var olanları yuta yuta tröst firmalar ortaya çıkmış diyelim) ve onların çıkarları elbette bizim iç işleyişimizde de etki edecektir. Neoliberal ekonominin bayraktarlığını yapan, Reagan’dan bugüne kadar dünyaya birçok şey dayatan ve ulus devletini çökmesini hızlandıran liberal ekonominin bayrağı olan ülkede de ulus devletini anımsatan, gümrük duvarları yanında sınıra duvar örmek ile daha da somut hale gelen yeni bir anlayış ortalıktadır. İşte bu yeni durum dünyadaki öngörülen tüm teorilerin gözden geçirilmesi anlamını da içermektedir. Devlet, beklenildiği gibi uluslar arası evrensel hukuk kurallarına tabi olmayacak ama bir ülkenin şirketlerinin çıkarları o devletlerin hukuk ve günlük yaşantısını belirleyecek konunda değişim söz konusudur. Serbeste rekabet adı verilen soyut ama gerçeklikte olmayan bir rekabet koşulunun daha açık ve net görünür halde güdümlü, destekli yeni bir sermayeler arası çatışmanın ortasında olacağız. Amerika yeni yönetimi ile yeni bir kırılmanın ve çatışmanın da habercisi olmaktadır.

"insan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu düzene karşı savaşmaktır..." Karl Marx

Hayır demek bu var olan değişimler karşısında direnmek anlamını içermektedir, çünkü itiraz etmeyen ve sessiz kalanlar (boykot) bu düzenin daha da ağırlaşarak üstümüze çökmesine destek vermiş olurlar. Kavgayı emperyalistler kendi kulvarlarında davet ediyorlar ama bizler onların kulvarında ki kavgaya evet dememiz onların teknolojik üstünlükleri karşısında yenilgiyi peşinen kabul etmemiz anlamına gelir, o yüzden onların kulvarı değil bizim açacağımız bir Gezi Direnişi gibi kulvarda kavgaya evet hazırız dememiz onların şaşırması ve onların birlikteliğinin ve kapı kullarının ve üzerimize saldıkları çoban köpeklerinin zayıflaması anlamına gelir. Hayatın her alanında direniş, hayatın her alanında onların dayattığı tüketim kültürüne hayır demek insanlığın geleceğinin kurtulması için atılan ilk adım olarak tarihteki yerini alacaktır.

Bodrum katta yanarak ölenlerin acısını içinde hissetmeyenlere de hayır...

Daha çok para kazanacağım diye GDO'lu tohum ekenlere de hayır...

Yıkılacağı belli olan binalara sağlam raporu verenlere de hayır…

Göçmen kuşların konakladığı göletleri doldurup hava limanı yapanlara da hayır...

Kızım bakire diyerek düğünlerde gelinliğin üzerine kırmızı kurdele takılmasına da hayır...

Senin iyiliğini güvenliğini düşünüyorum diyerek belirli alana hapsedenlere de hayır...

HES'ler, RES'ler doğa dostu diye söyleyene de hayır...

Yanında çalıştırdığı işçiye mobbing uygulayanlara da hayır...

Yalan söylediğini bile bile yalan söyleyenlere de hayır...

Anasının bacağından tahrik olanlara da hayır...

Kadının saçını gören ve pantolonun önüne çadır kuranlara da hayır...

Çocukları cinsel obje olarak görenlere hayır...

Dikenli teller ve jilet gibi keskin olan duvar üstüne örülen güvenlik tellerine de hayır!

Çocukları cinsel istismara uğramış ailelerin sessizliğine hayır!

Kadını alınıp satılan mal olarak görenlere hayır!..

Hayır diye biten binlerce cümle kurabilirsiniz, demektir ki her hayır bir protesto, bir itirazı ortaya koyabilir. Yaşadığımız süreç içinde hayır diyecek o kadar çok olay gerçekleşti ki, canlı bombalar aramızda, katiller ellerinde silahlar ile gece gündüz insan öldürebilmekte, sürekli güvenlik görevlilerinin yerleri değiştirilmekte ve açığa alınmaktadır, o kadar güvensiz bir ortam ki istikrarlı hiç bir şey kalmadı ölümler dışında…

Yaşadığımız süreçte sokaklar daha tehlikelidir, çünkü 12 Eylül öncesi süreçte sokakları tehlikeli kılan aslında beklenendir, şimdi ise beklenmeyen anda ve yerde canlı bomba olarak bizim gibi görünenler tarafından işleniyor... Yani daha sinsi ve daha kanlı ve de daha fazla cana mal olan olaylar... 12 Eylül öncesinde ölen insan sayısı 5 bin kadardır, fakat şu ana kadar elli binden fazla insan öldü ve katiller daha tecrübeli ve daha acımasız... Son bir yıl içinde işlenen katliamlar Maraş, Çorum katliamından daha fazladır...

Elimizde cep telefonu olması aslında bombayı elimizde taşıyoruz anlamındadır, çünkü teknoloji elimizde ama teknolojiyi yaratan olmadığımızdan o teknolojiyi yaratanlar istedikleri amaç için onu rahatlıkla kullanabilir... Teknoloji sahibi parayı verene her türlü hizmeti verir...77 yılının 1 Mayısında ki olay açık kontrgerilla katliamıdır ve güvenlik alınmayan yerden yapılmıştır. Güvenlik anlayışı o dönemde kortej güvenliği idi, ki meydan güvenliği göz ardı edilmiştir... Şimdi durum Ankara, Sur, İstanbul, Ortaköy, Maslak... katliamlarında uygulanan yöntemler iyi incelenmesi gereklidir, çünkü canlı bomba bir araç ile geldiği gibi, yürüyerek de gelmektedir... Şu anda iyi düşünülmüş, muhteşem planlama ve zamanlama ile karşı karşıyayız. Hiç bir şey tesadüf değildir...

Tesadüf olmayan ölümleri durdurun!

Hayır demek sizi biat etmekten çıkarır, çünkü biat edenler efendilerin her sözüne evet demek ve son sözü onların söylemesine izin verir. Direnenler her daim son sözü söyleyecektir, ekmeğimiz, özgürlüğümüz, yaşam hakkımız ve demokrasi için hayır diyerek itiraz edin gelmekte olan tek adam rejimine… Çünkü sadece var olan değil, gelecekte ve şu anda hayal dahi edemediğimiz büyük tehlikeleri içinde zemin hazırlamış oluyor bu var olan değişikliklere evet diyerek… O yüzden var olanı düşünmeyin, çocuğunuzun geleceği için, çocuğunuz kimin yönetiminde kim için kurban gideceğinizi düşüneceğinize, çocuğunuz daha çağdaş özgür ve ne istediğini bilen olarak hayata kucak açsın…

Daha kısa zamana kadar çocuğunuzun geleceği için endişe edip onları en iyi okullara göndermek için her şeyinizi ortaya koyarken bugün kendi ve sevdiklerinizin hayatından endişe eder hala geldiniz. Yarın ne getireceği belli değil, çünkü bu katliamlar, cinayetler sürecek diyen bir iktidar sözcüsü var… Onlar bizim güvenliğimizi bugün, hemen sağlayamıyorsa, yarın sağlayacağını kim garanti edebilir?

Yaşama hakkı için hayır!

İsmail Cem Özkan