Galata Gazete


29 Nisan 2017 Cumartesi

Tolstoy ve Anna

Tolstoy ve Anna 



7 Kasım 1910 Astapovo tren istasyonu sakin ve sessizdir. Yaşlı bir adam saçı sakalı birbirine karışmış şekilde bu sessiz ve yalnız tren istasyonunda belirir… İstasyon büyük bir yazarı ağırladığının farkında bile değildir. Yaşlıdır, öksürmektedir ve geçmişi ile yüzleşmektedir.

Tren rayları arasında yaşlı bir insan kışın soğuğun yakıcılığı altında geçmişi, arkasında bıraktığı çocukları, eşi Sofya Andeyevna Bers… Evliliği kendi iradesi ve içsesini dinlemesi ile oluşmuş. Komşu kızı, çocukluk arkadaşı, sonra onun en büyük destekçisi. Evliği sırasında yazmıştır en büyük eserlerini, en büyük eserlerini ve kahramanlarını bu evliliği sırasında oluşturmuş, eşi Sofya hepsini temize çekmiştir. Sofya, evliliğinin ilk yıllarında ona neşe, huzur veren kadın. Zaman içinde huzur ortamı ağır ağır yok olmuş dominant bir eşe dönüşmüştür. Onun düşüncesine, özel yaşamına müdahale eden bir kadın…

Sofya öncesi de vardır hayatında, o öncesinde yaşadığı tutku, iç sesinin ona karşı duvar örmesi yüzünden uzaklaştığı kadın Anna… Anna bu son yolculuğun son durağında hayal ile gerçek karışımı olarak karşısında belirir. Yüzleşir. Son durak geçmiş ile yüzleşmedir aslında… Aşıktır, aşk tek başına bir şey ifade etmez, hayattan beklentilerine cevap vermez… uzaklaşır. Uzaklaşır ama savaş ve barış sonrasında üreteceği en büyük ikinci eseri Anna Karenina’ya ilham verir. O yaşadıklarını yazar, gerçekçidir. Gerçek hayattın akışını romanlarında değiştirir. Romanlarda ki gibi hayat sonlanmaz ama hayat kendi iradesini ortaya koyar ve yaşamları biçimlendirir. Tesadüf yoktur, kurgu da hayat kabul etmez…

Son istasyonun yakında bir düğün vardır, o düğüne çalgı çalması için davet edilmiştir. O yüzden o istasyonda inmiş ve Tolstoy ile karşılaşmıştır. İkili konuşmalar nerede başlar nerede sonlanır, hangisi gerçek hangisi yazarın kurgusu belli değildir…

Tolstoy annesini anımsamaz bile, küçük yaşta kaybetmiştir, o yüzden annesini arayan çocuk onun geçmişine doğru yol almasına sebep olur. Bütün çocuklar annelerini bulmasını ister, çünkü annesizliğin nasıl bir yıkıma sebep olduğu yaşamış ve yaşamışlığının kırıklığını son nefesinde bile hissetmektedir…

Anna bir tenora aşıktır, tenor ona son aşkım şarkısını Rusça söylemektedir. Son aşkı, Tolstoy’un ilk aşkı belki de… Tolstoy içinde fırtınalar vardır, tenoru eğer sağlığı yerinde olsa düelloya davet edecektir, henüz düello yasak olmadan o birçok kere düello yapmıştır.

Rus Hanedanı Romanovlar'ın son çarı II. Nikolay iktidarını güçlendirmek adına birçok yasa çıkarmış, alışkanlıkları değiştirmiştir ama iktidarının son yılarlına doğru gitmektedir. O her türlü baskı aracını kullanmıştır, hatta Rus halkının vicdanı olan Tolstoy’un evini dahi bastırır ve onun günlüklerine el koydurur gizli polislerine… O vicdana el sürmez, bilir Rus halkının babası Rus halkının tepkisini alacağını. Tolstoy evde olmadığı zaman bastırır ki korkuyu yayar ama dokunmaz…

Rus halkı Romanovlar'ın son çarı II. Nikolay’a baba demekten vazgeçmiştir. Demektir ki artık sonu yakındır… Tolstoy ona karşıdır, tıpkı kilisenin şatafatlı konumuna karşı olduğu gibi… Kilise, çar’dan sonra gelen en büyük baskı kurumudur. Çar’ı da zaten kiliseye bağlı Rasputin yönetmektedir, onların en mahrem anlarını bilen biri dokunulmazlığa erişmiştir… Romanovlar bir anlamda iktidarı için kilisenin ve kendi gücünün esiri olmuştur. Tolstoy iki güce karşı bayrak açmış ve eleştirilerini eserlerine yansıtmaktadır.

Çöküşü yaşamaktadır toplum, çöküş aynı zamanda değişimdir. Köylüler adına ve köylüler için kendi yaşamında taviz vermesine rağmen köylüler tarafından tam anlaşılmayandır. Yalnızdır ve yalnızlığı son anında bir tren istasyonundadır…

“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Anna Karenina eserinde sözünü böyle bitirirken tiyatro sahnesinde son anında mutsuz bir adamın hayatına bakışı eleştirirken son nefesini vermektedir.

Sahne düzenlemesi bir tren istasyonudur. Raylar vardır. Raylar arasında dans etmek oyuncular için pek uygun gibi gelmedi, rayların bittiği noktada ki gibi bir çıkıntı sahnenin bütünü içinde olsaydı, raylar tahta zeminin arasında belli belirsiz olsaydı daha iyi olurdu düşüncesi içinde oldum… çıkıntılar ve girintiler her ne kadar derinlik kazanırmış olsa da gölgeler ile (ışık düzenlemesi) aynı etki verilebilinirdi. Bir Rus tren istasyonu… Pek de önemi yoktur adının… Ama adı asıldır bir yerde… Birbirine bakan iki ayrı duvarda Çar’ın portesi asıldır. Kilisenin sesi dört ayı yönden gelecek şekilde düzenlenmiş hoparlörler... Seste derinlik kazanılmış… İyi bir düşünce olarak düşündüm… Gerçi ses çok yüksekti… Salonun ufak olası bunda etkisi vardır dedim… Işık başarılı bir şekilde kurgulanmış, oyuncuyu izlemektedir, ancak çocukluk günlerini anlatan sahnede led ışıkların seyircilerin üzerine tavandan yansımasını pek anlamadım, çünkü o anda tren istasyonunda herhangi bir platformda yatmakta olan oyuncunun üzerine etkisi yoktur… Tolstoy ve Anna’nın ikinci karşılaması, düğünden geri gelmiş sahnede içki sahnesi yaşanan bir şansızlık daha iyi bir şekilde oyun içinde eritilebilinirdi. Her oyuncu her daim sağlıklı ve sahneye sesini ayarlamış olarak çıkamaz, bazı günler hastalık oyuncuyu teslim alır ama sahne çıkmaz zorundadır… Burada önemli olan diğer oyuncuların bu aksaklığı tekste bağlı kalmadan seyirciye duyurmadan yedirmesi gereklidir… Her ne kadar bir anlık durma ve öksürüğün gitmesini beklemiş olsa da bu kısa an kısa zamanda aşılmış olduğunu görmekteyim… Seçilen müzik ve anlamları sahneye bütünlük sağlamış olmuş olmasına rağmen bu kadar olumlu ve birbirinin içinde geçmiş olan teknik başarıya rağmen neden oyun seyirciyi kucaklayamadı, bazı seyircilerin cep telefonları ile neden mesaj yazdıklarını düşündüm… Demek ki bir şey var ki seyirci ile kucaklaşamadı ama oyun bitip oyuncular seyirciyi selamladığında ayakta alkışı hak etmelerini seyircinin oyunculara ve verilen emeğe saygısı olarak gördüm…

Peki, neden tempo ağır tutulmuştu, tek bir sahne düzenlemesi altında ışığın verilen göreve uygun hareket etmesine rağmen, oyuncuların başarılı ses ve mimiklerini kontrollü kullanmalarına rağmen oyun gerektiği gibi seyirciyi kucaklayamadı? Acaba seçilen renkler mi etkili oldu, yoksa tekste tam bağımlılık mı? Yönetmen bu şekilde tercih etmesi Tolstoy’un yazım tekniğine uygun bulması mı? Büyük bir yazarın hayatı elbette yukarıda anlattığım içerik içinde tam anlatılamaz, ama anlatıldığı kadarı ile ana hatları verilen hayatının izdüşümleri neden seyirciyi gerçek anlamda kucaklayamadı sorusu ortada durmaya devam etmektedir…

Tolstoy’un hayatını toplum ile yaşadığı ve ailesi ile yaşadığı çelişkiler belki kara mizahın unsurları içinde ironi daha fazla karikatürize edilerek sunulmuş olsaydı, kısaca biraz daha abartı olsaydı, gerçeklikten uzaklaşmadan ama yeniden yaratılan gerçekliğin içinde seyirciye ulaşmış olsaydı belki daha faydalı olabilir diye içimden geçirdim. Çünkü tiyatro yaşamda olanın yeninden kurgulanmasıdır. Ve bu kurgu hiçbir sanat dalında bu kadar başarılı bir şekilde seyirciye sunulamaz…

Her şeye rağmen büyük bir yazarın hayatının son anını başarılı bir şekilde sahne aktarılmasında emeği geçen her bir çalışanı kutlarım… her çalışma yeni bir öğrenimdir, tiyatro da geçmişinden öğrendikleri ile kendisini geliştirir, sürekli ben yaptım oldu diyerek yol almaz… Bu çalışma elbette daha sonra yapılacak olan çalışmalar için önemli adımlardan biri olduğunu düşünüyorum… Sahne her daim içinde oyuncuları ile kendini korumasını bilmiş ve sürekli geliştirmiştir. Tiyatro oyuncu ve seyircisiz olmaz… O yüzden seyircisi bol, geçmiş birikimden beslenmiş oyuncusu eksik olmasın…

İsmail Cem Özkan



Tolstoy ve Anna 
Yazan: Hatice Gülsün Kınal
Yöneten: Funda Mete
Oyuncular: Oktay Dal, Ebru Uysal, Mine Medya Haktanır, Batu Ergün
Dekor Tasarımı: Anıl Ateş Işık
Kostüm Tasarımı: Günnur Orhon
Işık Tasarımı: İbrahim Karahan
Dans Düzeni: Deniz Alp
Müzik: Can Aksel Akın
Dramaturg: Servet Aybar
Asistan: Petek Ocakçı
Sahne Amiri: Eyüp Şen
Kondüvit: Bülent Karakuzu, Soner Yücel
Işık Kumanda: Gökhan Takış
Suflöz: Mihraç Elligıram
Dekor Sorumlusu: Cengiz Taban
Aksesuar Sorumlusu: Mehmet Atay
Kadın Terzi: Zübeyde Öncel
Erkek Terzi: Abdullah Tanışık

Perukacı: Cumhur Temiz

26 Nisan 2017 Çarşamba

Dergiler…

Dergiler…

Dergiler kağıt kokusunu, matbaada ki çalışanların alın terini elinize taşıyan araç olmasının dışında en büyük kazancı hiç tanımadığınızı bir kelime ustasının size sayfa arasından göz kırpmasıdır... Dergiler birbirinden farklı, birbirinden ayrı dünyalarda yaşayanların bir arada okuyucuya seslendiği sayfalardır…

Dergiler her ayın belirli günleri postadan size ulaşır, eğer abone değilseniz bayilerden ya da en fazla bulacağınız birkaç kitabevinin dergiler bölümünden elde edebilirsiniz… Şansınız varsa eğer, dergiyi basan, yazan, oluşturan emekçilerin bulunduğu yere gidip almak. İşte onun hazzı başkadır, çünkü alınterinin tek bir damlası bile size başka dünyalara açılan kapı ancak alın teri ile mümkün olduğunu somut olarak gösterir. Alınteri olmadan birikim olmaz…

Yaba Edebiyat Ankara merkezli başlayıp İstanbul sahaf dükkanında devam eden uzun bir tarihin bir parçasıdır. Uzun sanılan ama tarih içinde kısa zamanın edebiyata, yazara, şaire bıraktığı izinde görebileceğiniz bir dipnotu özelliğini gösterir. Bir dönemi incelemek istiyorsanız edebiyat dergilerini karıştırmadan yapılan her inceleme eksik kalmış demektir.. birileri oturup bilinen kalıplar içinde bir iki yere bakıp işte ben arkeoloji çalışması yapar gibi tarih yazıyorum diyemez… Edebiyat dergileri yaşanan zamanın ruhunu üzerinde en çıplak olarak taşıyandır. Eğer popüler değilse o edebiyat dergisi içinde acıları, ezilmişleri ve de mazlumların sesini duyarsınız…

Sözü fazla uzatmadan söyleyeyim dergi sayfaları içinde size seslenen ve daha öncesi hiç tanımadığını bir değerli birikimin nefesini hissedersiniz. Size Sait Faik öykülerinden fırlamış gibi biri “şişt!” diye seslenir... Önce pek önemsemezsiniz, duymazdan gelip geçersiniz, sonra bir kere daha o sayfadan geçerken aynı sesi duyarsınız, “şiiişşşşt”! Göz ucu ile bakar ve tanıdık birinin yazısını okumak için sayfayı çevirirsiniz, ama ay uzundur… Uzun ay ister istemez siz o “şiişt!” diyen sayfa ile buluşturur… Okursunuz… Okursunuz… neden daha önce bunu görmedim diye kendi kendinize soru sorarken bulursunuz, çünkü size fısıldayan ses tarihin bilinmezliğinden gelmektedir. Karanlıktan ve hiç aklınızın ucundan geçirmediğini bir karanlık noktadan bir ışık taneciği... Zihninizde yeni bir kapı açar. İşte dergi sayaları zihinlerde açılan binlerce ışık kapısı için fırsattır…

Yaba Edebiyat dergisi 38. yılında, edebiyata aşık bir Elazığlının inadı ile bugüne gelen bir dergi… Adı meşhur bir işadamı ile aynıdır, başından ilginç olaylar geçmiştir ama en ilginci direncidir. Onu o yapan dirençli ve inatçılığıdır. Çok kültürlü geçmişin iz düşümlerinin henüz tamamen ortanda kalkmadığı bir çocukluk düşüdür. O yaşadığı ülkenin yok sayılan dillerinden, kültürlerinden gelmiş, ne yazık ki tek okunabilen bir dil ile o çok kültürlülüğün tercümesini yayınlamıştır. Ermeni, Arap, Kürt… Mezopotamya’nın dilleri, Anadolu’nun geçmişi derginin sayfaları arasında bir öykü de bir şiirde, bir anında dillendirilerek okuyucusuna dünü anlatırken yarının umudunu da beraberinde taşımaktadır… 

İstanbul’da yüksek kaldırıma inen yokuşun bir yanında, Şahkulu camiinin karşısında pek dikkati çekmeyen bir tabelada yazılıdır. Sahaf dükkanına merdiven ile çıkılır, sola dönülür, kapını olmayan camının içinde karede görürsünüz Aziz Aydın Doğan’ı… Çayı hazır değilse hemen söyler… Uzun bir soluktur Ankara kökenli yayıncının anıları… Uzun solukludur Ankara kökenli bir okuyucunun ara sıra dergisine yazısı yayınlanan bir dostu olmak…

Derginin sayfalarından biri size “şiiişt!” diye fısıldar, o yüzden dergileri okumadan geri kalmayın, hiç tanımadığınız yazarları sizin ile buluşturur…


İsmail Cem Özkan 

24 Nisan 2017 Pazartesi

Yalnızlık mutsuzluğu yaratır…

Yalnızlık mutsuzluğu yaratır…

Sokaklardan geçtim, unutulmuş kuş seslerinin peşi sıra... Sokaklar ne geçmişin yaşanmışlıklarını taşıyordu ne de yarını. Belirsizlik içinde yaşayan insanlar betonların içinden dışarıya dahi bakmadan iç dünyalarını yaşıyordu. Ne selam kalmıştı sokakta ne de gülen bir yüz... Sokaklardan geçiyordum kaybolan gölgemin izi sıra... Sokaklar ne gölgeye izin vermişti ne de kuşlara...

Sokaklardan geçiyorum, kaybolan geçmişin kaybolan izini ararken...
sokaklardan geçiyordum, dünümü yaşadığımı görmek umuduyla...

Ne dün kalmıştı ne de yarın...

Değişecek dedim, değişecek ama geçmişi olmayan değişimin değişimi olur mu?

Sokaklardan geçiyordum, insansız betona dönmüş canlıların bıraktığı sessizliğin üzerine basarak...

Doğdukları ülkede yabancı oldular evlerinin içinden sokağa bakıp balkonunda çiçek büyüttüler. Yalnızlık paranoyayı besledi büyüttü. Şimdi kafalarında yarattıkları ülkede çevresine güvenmeden yaşamaktalar. Kurgu gerçeklikten uzaklaşmadır. Yalan gerçek olur. .

Bütün güçlü olanların suratları bir birine benzer, ifadesiz ve gergin... Şimdi botoks ile yaptıranların da durumu aynı, çünkü daha fazla para kazanmak için her şeyi yaptıranlar güzellik peşinde değil, neşe peşinde değil daha fazla rahat yaşamak adına kendisini acılar içine bırakıyor... Neşeli insanın gözaltındaki çizgi onun ne kadar güzel, yaşam dolu olduğunu gösterir, bırakın gülün, gözaltına çizgiler oluşsun sizin güzelliğinize güzellik katar sadece o kadar... Germeyin kendinizi ve çevrenizi... Mutlu olmak demek kendiniz ile birlikte çevrenizin de mutlu olmasıdır.

Mutluluk tek başına yaşanmaz ama acı tek başınadır...

Mutsuz olmak için sürekli bir neden vardır, peki anın neşesini kaçırdığını anladığında geçmiş geri gelir mi?

"Neşeli ve mutlu kalın" orta yaş tesellisinden başka şey değil, çünkü ne kadar mutlu kalın derse desin çevresinde onu mutsuz edecek o kadar çok şey var ki... Çok az insanın yüzünde gerçek gülümseme var, takılmış maskelerin üzerinde ki gülümseme ancak acının üstünü örten bir örtü işlevi görür...

Çocuklarda üzüntü yoktur, her anını sevince çevirir, yaşandıkça insan çocuklaşır derler ya hiç inanmam, şımarırlar ama çocuklaşmazlar, çünkü onlar çocuklar gibi anlarını mutluluğa çevirmezler, birikmiş acıları ile sürekli yüzleşerek yalnızlıklarını edebi yalnızlığa çevirirler.

İnsan çocukluğunu kaybeder kaybetmez neden acı ile yüzleşir ve onları biriktirmeye başlar?

Bir insan ömrü boyunca kaç defa doğum günü kutlar ve sevdikleri ile fotoğraf çektirir? Neden acıları biriktirirler insanlar?

Her birey sadece kendisinin acı çektiğini düşünür, kendisine benzerleri gördüğünde ise ne gariptir ki içten içe mutlu bile olur... Ama yaşam kalitesi yüksek insanlar olmak için mücadele etmek yerine kendisinden kötü olanlara bakıp şükreder...

Yaşadığımız çağda evimize giren televizyonlar, elimizde tuttuğumuz cep telefonları, sokakta yürüdüğümüz çevremizdeki yoksulluk mutsuz insan yaratmak üzerine kulağımıza sürekli bir şeyler fısıldar... Çünkü mutsuz olun ki tüketin der... Üretenden korkar...

Üreten gülen insandır...

Domates üreten birinin somurttuğunu hiç gördünüz mü?

Ekranlarda izlediğiniz her tartışma programı sizi mutsuz ve karamsar yapmak için uydurulmuş birer projedir...

Mutsuz insanların masalları olmaz, onlar kafalarında yarattıkları gerçekler ile yaşarlar...

Mutsuz insan kendisi ile yüzleşemez, çünkü acı çeken birinin daha fazla acı çekme olasılığı yoktur...

Mutsuz insan tüketicidir, en başta kendisini tüketir.

Kapitalist sistem doyumsuz ve mutsuz insanlar çoğalsın diye eğitim denen bir sistem uydurmuştur...

Sistem mutsuz insanların üzerinden para kazanır, çünkü mutsuz insan doyumsuzdur ve mutlu olmak adına sürekli tüketir...

Mutsuz insan kendine benzeyen mutsuz insan yaratır ve birbirlerini beslerler...

Her daim çevrisinin kendisine kötülük yapacağına inanan biri aslında kendi kendine kötülük yapmaktadır...

Bilmem ne tarihinde yaşanmış bir olayda kalmışların bugünü ve geleceği olmaz, sürekli kendi kendini yiyen bir canavara dönüşür... Canavardır ve sürekli çevresini mutsuz yapar. Zavallıdır, zayıftır ve savunmasızdır ve hala kendisini haklı olduğunu düşünür ki, artık üzerinden zaman geçmiştir hak ve haksızlık kavramı ortadan kalkmıştır... Sürekli kötülük göreceğini düşünen biri çevresine kötülük yapar...

Hayata acı çekmek için geldiğini düşünenler sevgi üretemez.

Aşırı koruma güdüsü ölüm demektir, yaşayanı yaşamdan koparır. Koruyan da korunan da yalnızlaşır. Yaşayan ölüler birine sevgi değil acı verir.

Tanrı ışığı gördü ve iyi olduğunu anladı karanlığı ışıktan ayırdı ve karanlığı şeytana teslim etti. O yüzden tüm ev baskınları (kötülüğün başlama anı) bu ayrım çizgisinde olur.

Mutsuz insanlar hepiniz el birliği etmişcesine beni mutsuz etmek için benim ile kavga ediyorsunuz, nafile çünkü ben sizin mutsuzluğunu üzerine inşaat edilmiş yerden bakmıyorum... Devrimciyim, mutlu olmak benim yükümlüğümdür...

Gözlerinin içi gülmüyorsa o insan devrimci değildir...

Sokaktaki günün tüm sesleri yok olmuş yerini sessizliğe bırakmıştı hiç bir iz bırakmadan... Yaşadığımız bir gün daha balon olup yok olmuştu...

Gün doğuyor... Kuş sesi geliyor ağacın bir dalından... Kaldırımda uykusunu açmış, ekranlara bakarak yürüyen insanlar... Gazeteler alınırdı eskiden koltuk altına… Fırsat bulunduğunda sayfaları açılan... Cep telefonun ekran ışığı yüzleri aydınlatıyor... Hınzırca bir gülümseme o ışığın altında dikkat çekiyor... Beli ki bir şeyler gördü, sanal dünyanın gerçeğe yansıyan gölgesi altında... Yol ağır ağır aydınlanıyor... Araçlar korna sesleri ile henüz tüm sokakları doldurmadığı anda, çok erkenden işe gidenlerin dışında sokakta fazla insan yok, birazdan biraz daha aydınlandığında çocuklar annelerinin veya bazılarının babalarının ellerinde okula gidecekler... Okul... Eskiden zil tekti, şimdi her okulun zili farklı farklı... Uzaktan bir okuldan “düriye'min düğümleri kalaylı ah kalaylı..” ezgisi geliyor... Okul açılmadan okulun zili çalıyor gibi... “üç telli saz ile oynattın beni amaaaan...” Aldatmak ve oynatmak sıradan bir şey oldu...

Gün doğuyor...

Cep telefonu ekranı insanların yüzlerini aydınlatıyor...

Her biri başkasının özel yaşamını dikizliyor!

Her biri mutsuz birinin yaşamında ki mutsuzluğuna bakıp kendi yaşamına şükrediyor…


İsmail Cem Özkan

22 Nisan 2017 Cumartesi

Ahmed Arif Anadoluyum ben…

Ahmed Arif Anadoluyum ben…

21 Nisan 1927 yılında Diyarbakır Hançepek semtinde dünyaya gözlerini açıp ilk çığlıklarını bıraktığında ailesi oğullarının Türkçeyi en iyi şekilde kullanan bir şair olacağını düşünemezdi…  o yaşadığı çevreden, gittiği okuldan aldığı öğrenim ile özgür düşünceyi ve hayal dünyasının sınırlarını sonsuz olduğunu farkına vardı. Nazım hikmet’in şiirlerini Halkevleri'nin dergilerinden okudu, sınıf bilincini öğretmenlerinin klasik Rus edebiyatının çeviri romanlarının ders olarak işlenmesinden anladı… Köy Enstitüleri öğrenime kazandırdığı çeviri kitaplar geri kalmış ilerlemek için çaba sarf ederken işbirlikçi sermeyenin devletinin yaratmış olduğu tüm çelişkiler Ahmed Arif’in bilincinde yeniden biçimlenmiş ve yorumlanmış…

Kürt halkının zalimin hükümdarlığı altında yaşamış olduğu acılar onun ezgilerinde ileriye taşınmış, acıların dile geldiğine ‘Otuzüç Kurşun’ şiirinde şahitlik eriz…

“  Baktı otuzüçten biri
   Karnında açlığın ağır boşluğu
   Saç, sakal bir karış
   Yakasında bit,
   Baktı kolları vurulu,
   Cehennem yürekli bir yiğit,
   Bir garip tavşana,
   Bir gerilere. “

Resmi tarihin yok saydıkları onun şiirinde hayat bulmuştur, kuşaktan kuşağa aktarılan o otuzüç yurtseverin hikayesi bugün tüm çıplaklığı ile bilinmektedir…

Şiirlerinde hep ezilen insandan yana oldu ve ezilenlerin kardeşliğine vurgu yaptı. Geldiği yeri unutmadan, sınıf mücadelesini örgütlü olacağını gözden uzak tutmadı. Öğrencilik yıllarında gözaltına alınışı yazmış olduğu bir şiirinden dolayıdır. O yazdığını inkar etmez savunur… Yarım ve henüz bitmemiş şiiri başına açmış olduğu bu felaket sırasında babasını kaybetmiştir, babası onun içeride olduğunu bilmeden aramızdan ayrılır…

Acılardan yorulmuş yaşantısının içine giren tüm diğer yaşamlar ile birlikte Metin Boran ozanın hayatını sahneye taşımıştır. Tek kişilik oyunda ozana hayat veren Murat Yılancı dönemin anlayışını ve ozanın vermek istediği mesajları sahnede başarılı bir şekilde yerine getirmektedir. Her bir cümlesi, vurgusu ve mimikleri ilmek ilmek işlenmiştir. Tek başına sahnede olmak hem avantaj hem de dezavantajdır, çünkü unuttuğunuzda size yardım edecek biri yoktur, o an ustalığın gereğini yerine getirmek ve seyirciye hissetmeden durumu kotarması gereklidir, ama canlandırdığı kişi büyük bir ozansa ve hem de doğum gününe gelen bir günde sahneye çıkmışsa omzuna aldığı yük daha fazladır… Murat Yılancı bu zorlu görevi başarılı ile sahnede gerçekleştirmiştir.

Sahne düzenlemesi, seyirciye göre sol tarafta bir çalışma masası vardır. Ozanın daktilosu, okuduğu kitaplar, karalamaları olan şiir notları olan kağıtlar… Anadolu’yu sembolize eden bir halının üzerinde durmaktadır…  Masanın sağında yerde yatan falaka için kullanılmış, gerek olduğunda savunma için barikat olan bir sandalye… Onun sağında ise koltuk… Oyuncu bir kişiliğe hayat verirken bu sahne düzenlemesi içinde rahat hareket edebilmektedir…

Işık, oyuncuyu takip etmez oyuncu ışığı ile buluşur… Özel tiyatrolar düşük bütçeli işler içinde olanı en iyi şekilde kullanmak zorundadır… var olan olanaklar içinde ışık oyunun ruhuna yakışır, oyuncunun mimiklerini öne çıkarak-n bir düzlemdedir… Seyirciyi sahneye bağlayabilmektedir… 

Metin Boran’ın yazıp yönettiği oyun hem büyük bir ozanı yeni kuşağa tanıtmakta hem de yeniden onun hayatını yorumlamaktadır…

Oyundan çıktığınızda hemen unutacağınız bir oyun değil, etkileyicidir… Balon ve para kazanmak amaçlı üretilmeyen oyunda yakın tarihimizin ozanın çevresinden bir kere daha yorumlandığına şahitlik etmekteyiz…

Rampa Tiyatro adına yapımcılığını Selin Ayık yaptığı oyunda;
Işık: Yüksel Aymaz
Dekor: Ş. Fırat Çete
Kostüm: Melis Tamtaş
Türküler: Celal Güzelses
Asistanlar: Melis Tamtaş, Burcu Kurt, Sude Naz Çimen
Afiş: E. İpek Topal’ın emeği üzerine oturmuştur.

İsmail Cem Özkan



18 Nisan 2017 Salı

Yeldeğirmeni'nden Yahudiler Geçti, Geriye Anıları Kaldı

Yeldeğirmeni'nden Yahudiler Geçti, Geriye Anıları Kaldı

Harun Niyego, Yeldeğirmeni’nde doğmuş, ilk gençlik yılları orada geçmiş Yahudi bir ailenin çocuğu. Çok kültürlü, çok dilli ve çok inançlı bir İstanbul’un Anadolu yakası çocukluğun geçtiği yerleri bize anlattı…

Çocukluk anılarının olduğu yerler, değişen şehir yaşantısı ve kültürü içinde yok olmaktadır, ayakta kalanlar ise bize geçmişten bir şeyler fısıldar, orada yaşanan acılar, mutluluklar, düğünler, bayramlar… İç içe geçmiş yaşamın zamanını anılar yaşatırken, anıları taze tutan ise o bölgede yaşanmış binalardır…

Sultan III.Mehmet'İn annesi Safiye Sultan'ın isteğiyle 1597 yılında isteği üzerine bir cami inşaatı başlamış, fakat caminin inşaatı oraya yerleşik olanları başka yere göç etmesi anlamına gelmektedir. İnşaat için uygun görülen yer bir yerleşim yeridir ve orada binlerce Yahudi ailesi yaşamaktadır… İstek emirdir ve o emir gereği inşaatın başlamasına aylar kala boşaltılması gerekmektedir ki Yahudiler oradan Anadolu yakasına doğru göç etmişlerdir. İlk olarak karşı kıyıya giderler. Karşı kıyı yani Kadıköy ve Üsküdar.  Varlıklı olanlar her dönem varlıklarına uygun rahat bir yaşam sürerken, orta gelirli olan esnaf olan ahalinin tercih şansı yoktur, bütçelerine uygun yerlere gitmek ile yükümlüdür. Ki gittikleri yerler o dönem arazi olan ve köy statüsünde olan yerlerdir. Kuzguncuk Yahudilere kucak açar… Yeldeğirmeni onlara Kuzguncuk yangınından (1872) sonra kucağını açar ve Yahudi aileleri rüzgarın sert estiği tepeye gelir yerleşirler… İşyerleri karşıdadır, yaşam alanları ve aileleri ise Anadolu yakasında… Havaların çok sisli ve denizin kabardığı günler Avrupa yakasında işyerlerinde geceyi geçirmek zorunda kalırlarmış, hava bozdu mu aileleri bilirmiş eşleri ya Üsküdar üzerinden onlara ulaşacak ya da işyerlerinde geceleyeceklerini… İki ayrı dünya, bir inşaatın parçaladığı yaşamların zamanın rüzgarı ile savrulmalarını ortaya çıkarmış olduğu yeni hayatlar ve anılar…

1800’lü yılların ikinci yarısında Yeldeğirmeni’ne Yahudilerin gelmesiyle semtte apartmanlaşmanın başladığı görülmektedir. 18.yüzyılın başlarında oluşmuş olan sokakların denize bakan yamaçlarında apartmanlar, üst düzlükte ise ahşap evler ağırlıklı olarak göze batmaktadır. Genellikle apartmanlar Yahudilere,  ahşap evler ise Türkler, Rumlar ve Ermenilere aitti. Bugün dahi birçok Yahudi apartmanı ev sahipleri değişmiş olsa da varlığını ve anılarını yaşatmaya devam ediyor…

II. Abdülhamit Haydarpaşa Sinagogu’nu yapmaları için Yel değirmeni Yahudilerine izin vermesi orada yaşayan cemaatler arasında tartışmaya neden oluyor. Bu tartışmaların Yıldız Sarayına kadar ulaşması üzerine Abdülhamit orada yaşayan ahaliyi rahatsız etmemeleri kaydı ile inşaata devam etmelerini buyurur… Bunun üzerine sahile getirilen taşlar omuzlar üzerinde sinagog inşaatının alanına taşınır ve ağır ağır inşaat kendisini sinagog olarak gösterir. Elbette burada da bir anı gizlidir, inşaat yapılırken bir sorun çıkmıştır ortaya, çünkü dini inançları taş oymacılığını yasakladığı için inşaatın kimin yapacağı ve kimin çizeceği üzerindedir… Burada şansları yaver gider. Planları Avusturyalı bir mimar tarafından çizilen ve iki bin altın liraya mal olan Haydarpaşa Hemdat İsrael (İsrailoğullarının Şefkati) Sinagogu 3 Eylül 1899 günü Roş Aşana bayramı arifesinde hizmete girmiş. Sinagogun giriş kitabesinde; “Ki Beti Bet Tefila, Yikare Lehol Aamim / Benim evim dua evidir, bütün milletlere açıktır.
Pithu Li Şaare Tsedek / Bana doğruluk kapısını açınız
Avo Vam Ode Ya / Oraya geleyim ve Tanrıya şükredeyim
Nigmor Abayit Be Sof Hodeş Rahamim. 5659 / Ev Ellul ayının sonunda tamamlandı. 5659” yazmaktadır.

Sinagog açıldıktan sonra çok önemli ziyaretçileri ve bağış yapanlar olmuş… Onların bağışları sonucu bugün ki görünümüne kavuşmuş…

Yeldeğirmeni’nde yaşayan Yahudilerin Judeo-Espanyol (Ladino) dilini konuştuklarını ve çocukluğunda bu dilin sokaklarda yankılandığını ve hala kulaklarında olduğunu vurguladı Niyego.

Birinci ve ikinci dünya savaşı sırasında yaşananlar elbette burada yaşanan çok kültürlü yapının ağır ağır bir daha tekrar yaşanmasına olanak vermeyecek şekilde bozulmaya başlamış. Kendi aralarında ki küçük sürtüşmeler, aşklar anılarda kalırken gidenin yerini yeni ev sahipleri doldurmuş… En son Varlık Vergisi buranın Yahudi toplumun daha da fakirleşmesini, işyeri sahibi olanın işyerinde işçi olarak çalışmasına kadar dönüşüme sebep olmuştur. Cihan savaşına şehit düşmüş azınlık mensuplarının yok sayılması ve onları görmemezlikten gelinmesi cemaat üyesini bugün dahi üzmektedir. Örneğin Çanakkale savaşı sırasında ölen askerlerin hepsinin Müslüman’mış gibi sunulması ve sadece onlar için rahmet dilenirken Ermeni, Yahudi, Rum şehitler için ve onların dini adamlarının o anma toplantılarında olmaması yürekleri acıtmaya devam etmektedir. Yeni gelen nesil bu gerçeği bilmediği için içimizde ki azınlıklara karşı düşmanlık bilerek ve isteyerek devlet eli ile körüklenmeye devam etmektedir.

Bugün Yeldeğirmeni sokaklarında ne Ermenice, ne Ladino dili, ne de Rumca çocukların ağzında ve oyununda duyulmuyor. Yerlerini bugünlerde yabancı öğrencilerin geçici oturdukları evler ve Cafe’lerde İngilizce dilini duymaktayız ama onlarda geçicidir… Haydarpaşa garı inşaatı sırasında Almanlar buraya gelmiş yerleşmiş, çoğu Yahudilerin kiracısı olmuş, Alman lisesi bugün bina olarak varlığını koruyor olması onun geçmiş anılarını bugüne taşıdığı anlamına gelmiyor, çünkü yağmalanmış bir liseden geriye sadece konuşamayan duvarlar kalmış…

Yeldeğirmeni sokakları bugünlerde canlıdır, fakat geçmişin çok kültürlülüğünden, çok renkliliğinden çok şey kaybetmiş, yerini dolduranların sadece geçmişin anılarını yok etmekle kalmamış, geçmişi bugünden koparmıştır. Her ne kadar artık özel günlerde işlevsel olan sinagog kaybettiği cemaatini sessizce ağıdını yakmaya, kilise amacının dışında kaybettiği cemaatinin o coşku dolu Pazar ayinlerini, paskalya bayramının renkliliğini kaybetmiş, Ermenilerin, Almanların ve Laventenlerin yerleşim yeri betonlar ile kaplanmış, dar sokaklarından doldurulmuş denize doru bakan Haydarpaşa Garının yanmış haline göz yaşını dökmeye devam etmektedir.

Harun Niyego çocukluk anılarının yeniden gözlerinin önünde canlandırdığı, eskiden oturduğu apartmanın apartmanların arasında yok olduğu, kilise merdiveninde oturup Rum arkadaşı ile yaşadığı dostluğu, Ermeni arkadaşı ile Paskalya bayramında onların neşesine katıldığı, Yahudi gençler ile birlikte çimenlikte koşturdukları, papatyaların oluşturmuş olduğu beyaz bahçede piknik yaptıkları daha dün gibi gözünden geçerken, bugün artık dünden kalan anıların esintisine eski bir kilisenin bodrum katında ki salonda bizim yüzümüze hafif poyraz esintisi olarak ulaştı. Bir zamanlar ne güzel çok renkli, çok kültürlü, çok dilli olan bu yer nasıl çöl toprağının yakıcı havasına dönüştüğünü hissettik…

Erguvan ağaçlarını açtığı bugünlerde ne kadar az ağaç kalmış boğazda diye düşündüm… Bahar ayları boğaz erguvan ağaçlarının rengine bürünürken esen rüzgarın etkisi ile tüm sokaklar erguvan ağacının çiçeğinin yaprakları ile dolduğu geçmiş artık yok, yerlerini beton binaların aldığı, boğaz çakılan kazıklar üzerine oturtulmuş yolların olduğu ve sürekli doldurulan bir deniz konumuna dönüştü. Ne küçük kayıklar var, ne de yunus sürülerin boğazı geçerken yaptıkları dansları… geçmiş ayağımızın altından kayarken anılarda Alzheimer hastalığın pençesinde ağır ağır yok olmaktadır…

Değişen, savaştan savaşa koşan, yok olan ulus devletinin yerini dolduramayan liberalizm yaratmış olduğu kaos ortamında teknolojinin imkanları ile benliğimizi, anılarımız elimizden alan, çocuklarımızı bizden koparan bir dünyada, liderler birer birer diktatöre dönüştüğü zamanın ruhunda kendimi Stefan Zweig ruh halinde hissettiğim bu günlerde anıların sıcaklığı yaşadığım anı bir an olsa da dışına çıkıp bakmama sebep oldu… “über alles… “ diyen liderlerin dünyada yerlerini alırken, yok olan renklere bir daha bakmak önemlidir… “Bir daha asla” dememiz için geçmişimizi bilmek ve çocukluk anılarımız ve yaşadığımız alana sahip çıkmak zorundayız, aksi halde geçmiş bir savaş oyununda eğlence olarak anlaşılır ki, savaşa gülen nesillerin olduğu zamandan korkuyorum…

Anıların anlatıldığı her toplantı burada ne güzellikler yaşanmış demek için bir fırsattır… Keşke o güzellikleri bende yaşayabilseydim… Belki sırf o yüzden ana dili farklı olan bu toprağın güzel bir kadını ile evlendim… Farklıklar ile birlikte yaşamak işte benim geleceğim budur…


İsmail Cem Özkan


Beklentiler soğuk suya düştü…

Beklentiler soğuk suya düştü…

Şimşek gri havanın buğusu altında çaktı, bulutların arsından fırlayan ışık kıvılcımını gök gürültüsünün takip etmesi gerekli, ama ne gök gürledi ne de başka şimşek...

Hava kapalı ve griydi, yağmur yağacak diye bekledik, bekledik, ne çiçek açtı, ne de güneş…

Gri olmuştu yaşantımız...

Ne tam zifiri karanlık ne de aydınlık, gölgesi olmayanların ülkesinde gölgesiz dolaşan insanlardık her birimiz...

Beklentilerimiz boşa düşmüştü...

Ortada kazanan yok aldatanlar var, aldanmış gibi yapanlar…

Maaş bordrosu dışında hiç bir şeye sadık olmayanlar her şeyi para karşılığında satabilir. Parayı verenin düdüğünü “pardon” zaferini ilan ettiği günleri yaşamaktayız…

Ben yaptım oldu sürecindeyiz... Rejim tartışması bitmiştir...

16 Nisan referandum sonucu ulus devletinin resmi olarak ortadan kalktığının ilanından başka bir şey değildir...

Şirketlerin çıkarları halkın çıkarının üstündedir... Artık şirketler devletten almış oldukları ihaleler ile doğayı, insanı yağmalamaya devam edeceklerdir. Doğa için kavga edenlerin mahkeme önlerinde her zaman yenilgi ile ayrılacakları günler doğal karşılayacağımız günler olacaktır, çünkü tek iradenin her şeye karar verdiği yerde, karar verecekler tek iradenden gelecek işarete göre görüşlerini biçimlendireceklerdir…

Tarih bize solcuların tahminlerinin genelde tutmadığını ilan eder, sistem o kadar kıvrak ki, solcuların tarih çizgisi yönünde ki tahminlerini boşa çıkardı gibi gözüküyor… Ama bu algı sadece kavgada taraf olanların geniş kitleleri yanıltmak adına kullandıkları bir psikolojik stratejinin sonucudur… Solcular doğru tahmin yaptı ama hile ile baş edemedi ve açıklanan ‘resmi sonuç’ onları yalancı çıkardı...

16 Nisan ülkemiz tarihi içinde önemli kırılma noktalarından sadece biridir. 12 Eylül kırılmasından sonra ülkemize biçilen role uygun olarak yeniden devlet denen mekanizmamız yapılandırılacak... Liberal ekonominin son noktası kaçınılmaz diktatörlüktür... Şirketlerin çıkarları halkın çıkarının üstün olduğu yerde şirketler en özgür ticari faaliyetlerini köle toplumlarda yapar... 

Atı alan Üsküdar’ı geçti, demek artık somut at filan düşünmeyin ama bende ki çağrışımını yazayım tecavüze uğrayan tecavüze uğradığı ile kaldı demek...

Örgütlü güç karşısında hilenin başarı şansı yoktur...

Yapılan haksızlıkları unutmayacağız demek yerine ne zaman hesap soracağız olması gerekmez mi? Pasif siyaset bize unutmamızı söyler…

“Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” diyen özeleştiri yapmak zorunda...

Adamın biri tecavüz etti, üzerinden kalktı ve dedi ki beni sen tahrik ettin... Gel şimdi bu adamı şikayet et, çünkü güçlü o, güçlüyü koruyan ve haklı gören bir gelenek var... Artık olay çözdük, sorgulanacak bir şey yok diyen amirlerin ülkesindeyiz...

Devletin orantısız sağladığı tüm olanaklar ile %50 oyu alan bir lider lider olamamıştır... Ülkenin yarısı ellerinde tüm olanaksızlıklar içinde karşı olduğunu ve kabul etmediğini ilan etti...

Örgütsüz her adım yenilgiye mahkumdur... Hazırlıksız kavga sonucu katliamdır...

Cepheleşme politikası ülkemizi bütün olmaktan çıkarmıştır... Köyleri, ilçeleri hendek bahane edilerek düzleştirilen yerlerde yaşayanlar devletin tüm baskısına, politikasına ve tüm olanaklarına rağmen hayır demişlerdir... Seçimlerini net olarak yapmışlardır... Orada ki “hayır”ın anlamı meşrudur ve onların her istekleri bu meşru zemin üzerinden tartışılmaya açıktır...

Mastürbasyon yapılarak çocuk sahibi olunmaz ama sperm veya yumurtaları bir yerde biriktirip steril ortamda birleştirilirse çocuk olur... Son yıllarda yapılan tüm seçimler sanki bu steril ortam ürünü sonuçları gibi geliyor bana...

İlk defa bu referandum çalışmasında mastürbasyon yapmadan dişi ve erkeğin gerçek birleşiminden çocuk olunacağını (ana rahmine düşeceğini) yeniden anımsatan atmosfer oldu…

Hayat her seçim sonunda devam eder, dünyanın sonu değildir… Şartlar daha da zorlamış olsa da kavga devam eder...


İsmail Cem Özkan

16 Nisan 2017 Pazar

Alzheimer tarih!

Alzheimer tarih!

Alzheimer geçmişte olanların kısa aralıklar ile unutulması ve geçmişin yok edilmesidir. Bir hastalıktır ve neden kaynaklandığını bulup bulmadıklarını bilmiyorum ama son kırk yılın en popüler hastalığı olmuş ve tarihimize damga vurmuş liderlerin bu hastalığa yakalanmasının tesadüf olmadığı inancımı bugün dahi korumaktayım…

Elbette insanların bu zihin yitirmesi insanlar ile sınırlı değildir, yaşadığımız alanlar bu hastalığın bir parçası olmasını yine biz insanların yeni adına yaptığımız değişikliklerdir… Değişim kaçınılmazdır ama değişim adına geçmişte olanların üstüne yeni bir şeyler yaparken geçmişin tüm izlerini silmemiz. Bizlerin (modern insanın) yaratmış olduğu her şey geçmişi yok etmesi üzerine kuruludur. Geçmişin izi yoktur, yıkılır ve yenisi inşaat edilir. İnşaat edilen malzeme genelde betondur. Teknoloji ürünü olan beton, yine teknoloji ürün makineler ile kısa sürede teknik çizimlere uygun olarak kısa zamanda hayat verilir… Betonların oluşturmuş olduğu şehirler şimdilerde camlar ile giydirilmiş ve yenilebilir enerjinin ürünü olarak akıllı bina olarak bize sunulmaktadır… Camlardan kıyafet yapılmış evlerde ne geçmiş varır ne de gelecek, çünkü işlevini bitirdiğinde yerine başka bir bina yapılacak şekilde geçici olarak ortaya oturmuş gibidir… Binalarımız akıllarımız gibidir, akıllarımız tarihimiz gibidir. Çünkü geçmişin izlerini üzerilerinde taşır ama modern yaşamda ne geçmiş vardır ne de gelecek, anı yaşamak ve an için verimli olması önemlidir…

Tarih, geçmişin not edilmesidir. Geçmişi not edenler aynı zamanda birçok dipnotu da notların olduğu sayfanın altına yazar, çünkü notlar dipnotlar olmadan anlaşılmaz. Dipnotlar geçmişin yaratmış olduğu anlamların bugün ki karşılığıdır, anlamlar, terimler zaman içinde değişir ve yeni anlamları üzerilerinde taşır…

Bugün yaşadığımız süreç geçmişin üzerine yeni bir siyasi tercihin oturtulmasıdır. Bu aynı zamanda geçmişin tüm izlerinin silinmesi ve daha önce yaşanmışlıklar içinden kendisine kök bulma sürecidir. Aslına bakılırsa daha önceki kök pek önemi yoktur, çünkü atı alan Üsküdar’ı geçmiş diyen bir lider için dün yoktur, bugün vardır, yarın ise Allah-ı Kerim’dir. Kısaca Alzheimer hastalığında olduğu gibi geçmişin tüm kazanımlarının ağır ağır unutturulması gereklidir ki, bugün zaferi tam olarak ilan edilebilsin… Bugün yaşanan süreç aynı zamanda ulus devletinin çökmüş olması ve yerine oluşturulan liberal ekonominin koşullarına uygun devlet mekanizması henüz ne tam olarak adlandırılabilimiş ne de oluşturulmuştur, henüz ulus devletinin kırpıntıları ile ayakta durmayan devlet olmayan ama devletmiş gibi bir yapının içinde yaşamaya çalışıyoruz. Elbette bu -miş gibi yapının içinde birçok çelişki bir arada yaşamaktadır… Toplumumuz bir hastalık içinde ama bunu adlandıracak konumda değil, çünkü dününü çabuk unutan, uzak geçmişi ile abartılı şekilde övünen ama yeniden yarattığı geçmiş bugünün ihtiyacına veren bir masal konumundadır… Bugün yaşadığımız tarihtir ve en kısa zamanda unutacağız bir gündür…


İsmail Cem Özkan

La belle Hélène / Güzel Helen (opera)

La belle Hélène / Güzel Helen (opera)



Kadıköy Belediyesi Süreyya Opera sahnesi’nde Türkiye Prömiyeri yapılacak olan La belle Hélène / Güzel Helen için bulunmaktayız. Operet olarak adlandırılan ve klasik bir oyunun sahnelerimizde hem de kendi dilimizde bulaşacağı için heyecanlıydım. Ama her yeni olanın öncelikle adından başlayarak irdelemek gerektiğini düşünüyorum, her ne kadar her Türk her konuda fikir sahibi olsa da ben bilgi vererek başlayayım, çünkü çok tanınan ve yaygın olmayan terimler bir birine yakındır ve her birimizin kafasında farklı çağrışımlar yapar.

“Operet, olayları gülünç ve toplumsal, siyasal yergi öğeleri içererek anlatan müzikal sahne oyunudur.” Operet daha kısa ve daha hafif konuları içeren müziksel eser olarak Fransız seyircisi için Jacques Offenbach tarafından kurulduğu kabul edilmektedir. 19 yüzyılın ortalarında sahnelerde yerini alan  ‘opera comique’ seyircisini yaratmıştır. Sahnenin neşesi seyircisine ulaşırken, seyircin tepkisi sahnede ki eğlence ögesini daha da gelişmesine katkı sunmaktadır. Kısaca sahne ve seyirci geçişi iç içedir.

Konusunu anlatmadan önce kısaca gözüme çarpanları hemen belirterek başlayayım ki, oyuncuların sahnede ki doğal hareketleri aslında doğal olmayan ve önceden planlanarak ince ince araya serpiştirilmiş ama oyunun bir parçaymış gibi sunulan ayrıntıyı yazmadan geçemeyeceğim.
Oyuncular sahnede yerini alırken, prova rahatlığı içindeler… Suflör prova anındaymış gibi sahnedeki oyuncuya sözlerini aktarmaktadır, seyirciyi görünce utangaçlık içinde kaçar… İkinci bölümde ise Ajax II (Can Reha Gün) rolünü canlandıranın seyirci ile işaret dili ile iletişime geçmesi ve oyunun zamanından uzak günümüzde anlamlı olan işaret dilini kullanarak sahnede yabancılaşma tekniği kullanılmaktadır…

Sahne düzenlemesi tanrıların yaşadığı bir alandır. Tanrıların oturduğu Roma gelenekleri içinde gördüğümüz koltuk bulunmaktadır. Sahnenin sol tarafında sabittir. Her ne kadar Helen kültürünün (Antik Yunan) içinde geçmiş olsa da sahne düzenlemesinde bu şekilde tercih edilmesi oyunun akıcılığı içinde sahnenin ne kadar başarılı bir seçim olduğunu anlıyoruz. Koro ve kalabalık oyuncu kadrosu sahnede hareketleri o sahne içinde kendisine özgür alan bulmaktadır… ışık sahnenin bölüm geçişlerinde ve ağırlaştırılmış zaman dilimlerinde renk değişimi ile bize birden ortam değiştirdiğini ve zaman akımında iç konuşmaya doğru evirildiğimizi de göstermektedir.

Orkestra sahnenin ön alt tarafında yer alırken orada oyunun bir parçası olduğunu ve oyunun akışını ve seyirciye ulaşımında köprü görevi gördüğünü yaşayarak hissettik. Orkestra şefi zaman zaman sahnedeki oyuncular ile diyaloga girerken sahnenin ayrılmaz parçası olduğunu seyirciye vurgulamaktadır. Müzik, sahne gösterisinin ayrılmaz parçası olmasının ötesinde ruhudur…

Achille (Serkan Bodur) kostümü günümüzde motor kullananların kostümü içindedir. Geçmiş ile günümüz arasında bir köprüdür… Hêlêne ile yakınlaşmak isteyen ama o kadar zeki ve akıllı olmayan biridir. Girdiği yarışmada kaybetmeye mahkumdur bir anlamda…

Truva Kralı Priamos’un oğlu Paris elinde bir mektupla Sparta’ya gelir; bu mektubu tanrıça Venüs, Jüpiter tapınak başrahibi Calchas’a göndermiştir. Venüs mektubunda başrahibe emir vererek, Juno, Minerva ve kendisi arasında düzenlenen bir güzellik yarışmasında kendisini en güzel tanrıça seçen Paris'e mükafat olarak söz verdiği üzere, Hélène'in Paris 'e aşık olmasını sağlamasını istemektedir.

Calchas bulunduğu ortamın en kritik insanıdır, onun elinde güç vardır ama o gücü krallara ve çevresine etkilediği boyuttadır… Dolayıdır gücü aslıda… onsuz bulunduğu ortamda hiçbir düşüncenin hayat bulma şansı yok gibidir. Her bulunduğu ortamın rengini alacak kadar kıvraktır… Kahindir… kahinler her ortamda yaşamayı bilmiş, kıvrak zekası olanlardır…

Calchas aynı zamanda kadınlara ve zevkine de düşkündür. Hilecidir… hayat kadınları gerçi Sparta’da tanımadıkları kimse yoktur ama onun ününü duydukları için onu merak etmekteler ve ilk fırsatta yanına gelmişlerdir. Saray’da o gün kralların ve komutanların toplantısı vardır, özel bir davet vardır, özellikle dışarıdan halktan birilerinin gelmesine kapalıdır… İki hayat kadını oradadır ve Calchas’ın marifeti sayesinde toplantıya davetli olurlar… O gün bir yarışma yapılacağı duyurulur, bu sefer akla hitap eden ve en akıllı ve zeki olan seçilecek ve ödül olarak Hêlêne’nin yaptığı taç takılacaktır… Elbette altından olmayacaktır… O tacın sembolik bir değeri olacaktır…

İda dağında üç güzelden birinin güzellik kraliçesi seçilmesini isterler Zeus bunda isteksiz olduğundan bu görevi Paris’e verir… Paris sonunda Hélène seçer ve onun birlikte olmak adına Sparta’ya kralların toplantına bir çoban kıyafeti ile gelir. Hélène zaten ona karşı aşk ile hisler ile doludur ve kocasına karşı zorunlu görevini yerine getirmektedir. Sevgi ve aşk yoktur… Aşkı arar ama aradığı aşk uzağında İda dağında bırakmıştır… Sparta’ya gelen Paris, Hélène’nin kaybettiği duygunun yeninde canlanmasına neden olur, kor aleve dönüşmüştür.

Kral sorular hazırlatmıştır ve Hélène’nin kocasına sormasını buyurur. Ménélas (Çağrı Köktekin) sarhoştur. O hali ile yarışmanın sorularını sorar… ilk soru basittir ve hayat kadınları bile bilir… kral hayat kadınlarına tanımadıkları erkek var mı diye sorar ki, kendisi de onları ziyaret ettiği ortaya çıkar… o yüzden hemen üstünü kapatır. Peki der sizlere gelenlerden hiç akıllı olan var mıdır? Elbette yoktur, çünkü anlık mutluluğu dışarıda arayanları akıllı olması düşünülemez… Yarışma işte onlar ile olmayanı bulmak gibidir…

Paris her soruya uygun yanıt bulur ve kazanır… Paris’in kazanması aynı zamanda Hélène ile birlikte olacağı yolu açar… Paris, Calchas’dan ricada bulunur,  Ménélas’ı görevli olarak uzaklara göndermesini… Paris, Calchas’ın Ménélas'ın ivedilikle Girit’e gitmesi konusunda kehanette bulunmasını sağlar.

Olaylar hızlı bir şekilde akar… Paris amacına doğru emin adımlar ile giderken Calchas’ın ne kadar hileci olduğu ortaya çıkar… Hayatın bir parçasıdır.

Hêlêne bir gün uyurken rüyasında Paris’i görür… bu sırada Ménélas’da gelmiştir. Ménélas Hêlêne’nin sayıklamasını duyar, hatta Paris ile birlikteliğini görür… Sarhoştur ve gerçeği olduğu gibi hemen algılayamaz… Hissetmektedir ve Paris ile olan ilişkisi onun onurunu kırmıştır… Onuru için kavgaya tutuşur…

Hélène tüm bu olanlardan  kocasını sorumlu tutar: Hélène 'e göre iyi bir koca ne zaman karısının yanına geleceğini ne zaman uzak duracağını bilmelidir. Pâris, Ménélas 'a bir skandal çıkarmaması ve çıkarırsa herkesin zarar göreceğini söyler. Ménélas bunları dinlemez ve kralların hepsini bu odaya çağırır. Hepsi Pâris'i itham ederler ve geldiği yere dönmesini isterler. Pâris oradan eli boş ayrılır ama geri döneceğine ve başladığı bu işi bir dahaki sefere başarıyla tamamlayacağına ant içer. Krallar ve yanındakiler yaz mevsimi için bir sahil kasabasına yerleşmişlerdir. Bir Venüs tapınağı rahibi gemi ile gelir ve kendisine Hélène 'i Kitara Adası'na götürme görevi verildiğini söyler. Orada Hélène 'in, yaptıklarına karşılık ceza olarak 1000 tane beyaz sığır kurban etmesi gerekmektedir. Ménélas da rahibin bu isteğini büyük bir memnuniyetle kabul eder ve karısına emri yerine getirmesini söyler. Başta bu görevi yerine getirmeyeceğini haykıran Hélène, bu rahibin, kılık değiştirmiş olan Paris olduğunu anlayınca onunla gemiye biner ve birlikte yelken açıp oradan ayrılırlar. Oyuna getirildiğini anlayan Ménélas savaş emrini verir!

Hande Soner Ürben, Hêlêne rolüne hayat verirken Rumların Türkçe lehçesini kullanarak konuşur... Muhteşemdir…

Her oyuncu ve koroda yer alanlar kendilerine verilen rolü çok iyi yerine getirdiği için salonda kahkaha hiç eksik olmadı… ‘opera comique’ Türkiye’de Türkçe olarak seyircisi ile buluştu… fırsatı olanların kaçırmaması gerekir diye düşünüyorum...

Göndermeleri bol, geçmiş ile bugün yaşananlar arasında köprü kuracağınız trajedilerimizi aslında ne kadar “comique” olduğunun farkına varacağınız bir eser…

Operet görmeyenlerin görmesini özellikle isterim ki, sanat kavramınız mutlaka kafanızda yeninden biçimlenecek ve tanımlanacaktır…

İsmail Cem Özkan


Libretto: Henrı Meılhac, Ludovıc Halévy
Türkçesi: Işık Noyan
Orkestra şefi: Serdar Yalçın
Sahneye koyan: Murat Göksu
Dekor tasarım: Zeki Sarayoğlu
Kostüm tasarım: Serdar Başbuğ
Koro şefi: Paolo Villa
Işık tasarım: Ahmet Defne
Hêlêne: Şebnem Ağrıdağ ve Hande Soner Ürben
Paris: Caner Akın ile Ahmet Baykara
Ménélas: Cenk Bıyık ve Çağrı Köktekin
Oreste: Nesrin Gönüldağ ve Deniz Erdoğan
Agamemnon: Alper Göçeri ve Kevork Tavityan
Calchas: Zafer Erdaş ve Ufuk Karakoç
Likos, Achille: Serkan Bodur ve Yoel Keşap
Ajax I: Zafer Çiftçi
Ajax II: Can Reha Gün
Philocôme: Engin Yavuz
Euthyclès E.Erdem Gedik
Bacchis: Banu Ergün ve Funda Güllü
Leaena: Peyman Dorkan ve Zeynep Halvaşi
Parthenis: Betül Görgülü ve Şöhret İnanç

dönüşümlü olarak oynayacaklar.

13 Nisan 2017 Perşembe

Gayri Resmi Hürrem

Gayri Resmi Hürrem

Sarayın gizli bir odası. Oraya girilmesi yasak kılınmış… Gizli oda ve tarihin bilinmez çarkları içinde bilinmeyen zamanın içinde o gizli odada yaşanan veya kurgulanan bir kronolojik olmayan olayların anlatıldığı bir tarih döngüsü...

Yasak meyvenin yenmesi nasıl ki cennetten kovulma nedeni ise gizli odaya girmek ve orada çilehanede olduğu gibi kendi başına kalmak yasaklanmıştır. Özellikle o odayı iki kişi bilmektedir, çünkü odayı inşaat eden işçiler hepsi kural gereği öldürülmüştür…

Zamanlardan Kanunu hüküm sürdüğü zaman, odaya kendisini kilitleyen Hürrem. Zamanın ruhuna kendi damgasını vuran iki ayrı güçlü karakter… geçmiş, gelecek ve o anın hikayesi içinde gidişler ve gelişlerin anlatıldığı iki kişilik bir öykü, öykünmeler ile bugüne göndermelerin olduğu ve iktidar gücünü sorgulandığı, iktidarın kişiler üzerinde yarattığı tahribatı, tahribatın bıraktığı izleri bu oyunun kurgusu içinde bizlere sunulmaktadır… Gerçi kahraman olarak sunulanlar da asıl kahraman değildir, onlar adına konuşurlar, karakterler iç içe geçmiş ve sürekli değişimi oda içinde diyaloglar içinde bize sunulmaktadır. Oyunun sonuna kadar aslında bize verilen imgelerin hepsinin bir oyun içinde oyun olduğunu ve imgesel olarak kabul ettiklerimizin de aslında o odada olanlar olmadığını öğreniyoruz…

Öykünün kahramanları kuklalar ile sahnede hayat bulurken, iki oyuncunun muhteşem mimikleri, ses kontrolü, vücut dili ile bize anlatılan öyküde verilen rolleri doğalmış gibi sunmaktalar…

Hürrem, geçmişini bilen, nereden geldiğini ve kimler ile neler yaşadığını anımsayan ve sultanın gözdesidir. Cariyeler içinde kendisini öne çıkarmasını bilmiş, cihan padişahın gözdesi olmuş bir güzeldir… Eski aşkı onun peşi sıra tüccar olarak İstanbul’a kadar gelmiş ve Hürrem’i bulmuştur, fakat kaderin cilvesi onu o içinde bulundukları gizli odanın inşaatında bir duvara resim yapan usta olarak bulur… O, o inşaat bittiğinde bir daha ülkesine dönemeyeceğini bilmektedir, çünkü sırları olanın sırları gizli kalması için sırrı bilenlerin sayısı azaltılmak zorundadır. O sırrı iki kişi bilecektir, onlarda iktidarı elinde tutan Hürrem ve onun gönül sultanı Kanuni’dir…

Hürrem önüne gelen ikili seçenekten birini seçmiştir. Sanki dünya ikili karşıtlardan oluşmakta ve birini seçmek ile yükümlü kılmış gibidir. Savaş ve barış, ölüm ile yaşam… Kara ile ak… Aşk ve iktidar gücü… O iktidarın gücünü seçmiştir, çocukluk aşkını o odanın inşaatı sonrasında kaybedecektir…

Girilmesini yasak koyduğu odaya Hürrem girmiştir, onu orada bir sürpriz beklemektedir. Başka bir giriş daha vardır, gizli tünelden ulaşılan başka kapıdan bir cariye girmiştir. O cariyenin ne geçmişi ne de geleceği vardır. Hiçbir şey anımsamadığı için varlığı da tartışmalıdır ve ona cariyeler arasında Hürrem demekteler. Hürrem’in aynadaki yansımasıdır… Onun gibi makyajlı ve ona benzemektedir ama Hürrem’in gençliğine…

İki kadın, birisinin hafızası güçlü, diğerinin hafızası yok gibidir… Bazen anımsar ama zamanı karıştırır, ölen yaşayan olarak bilir, yaşayanı ölü! İkili karşılaştırmalarda zaten hepsi bir birinin içindedir. Nerede ölü, nerede yaşıyor, ne zaman? Tarihi ve bugün günlerden ne olduğunu bilen var mı?

Elbette yoktur, çünkü senaryoda özellikle buna özen gösterilmiştir. Zaman kavramı olmayan ama bir zamanın içinde geçen olaylar zinciri…

Postmodern yazım tekniğinin tüm incelikleri ve kurnazca iç içe geçirilmiş kurgusu ile seyirci oyuna anlamlar yüklemesi oyunun akışı içinde oluşan etkileşiminde ortaya çıkar ve böylelikle pasif durumdan kurtarılan izleyici zihninde oluşan sorular ve anlamlar doğrultusunda oyuna içsel olarak yön verir. Bu açıdan bakıldığında sadece oyunun söylediği değil, söylemeyip ima ettiği anlamlar üzerine de yoğunlaşılır. Oyunlarda düş ile gerçeğin ayrıştırılması yoluna gidilmez. Böylelikle oyunun iletisi oyunun geneline yayılır.

Görsel olarak bir şölene dönüşür oyun, oyunun en önemli görselleri makyaj, kukla, sandıklar ve ağaçtır… Dört mevsim ağaçlar ile imgelenir… Nar bülbülü sesi iki Hürrem’in kulağına geldiğinde kulaklarını kapatır ve kıvranırlar. Onların geçmişe doğru özlem duyduğunu hissedebilirsiniz ama aslında onların bir kafese kapatılışını ve kafesteki bülbüller olduğu gerçeğine ilerleyen diyalogların birinde rastlarız…

“Nar bülbülüne ödünç verdiğim sırlar, yankılanır zamanın peşinde. Onun sesi bir tarihi getirir bırakır şuncağız kollarıma. Her tarihte unutulması mukadder fasıllar var.”

Işık bu görselde en önemli unsurdur, çünkü oyuncuların mimikleri, ses ve vücut dillerinin seyirciye ulaşımını sağlarken ışığın yoğunluğu ve nereyi ne kadar aydınlatacağına kadar her şey hesaplaşmıştır… Nereye bakmamız gerektiğini ışık bize yol gösterirken, müzik bizi kanuni sesi eşliğinde bize anlatılmak isteneni anlamamız için kulağımıza bir şeyler fısıldar… Sahne tasarımı ekonomiktir, ağaç olayın zamanını ve akımını imgelerken, sandıklar ve içinde olan kuklalar anılar veya gelecek iç içe geçmiştir… Her kukla kendi gerçekliğini anlatırken Hürrem olan ilişkisi ve iktidar gücünün nasıl kullanıldığını anlatır… Sahnede her bölüm içinde değişimler olurken bir devamlılık ile karşılaşırız. İnce ince düşünülmüş renkler bizi oyunun içine dahil eden uyarıcı görevi görür…

Oda birden başka anlamlara bürünür, saklandığı ve kendisi ile yüzleşildiği alan olmaktan çıkar ve “Sanki ömrümün tamamım bu odada geçirmiş gibiyim. Sanki bu sarayda, başka hiçbir odayı bilmiyorum. Başka kadınları tanımadım. Onlarla bir kaderi paylaşmadım. Onların arasından sıyrılıp haseki olmadım. Sanki bir tarihi ben yazmadım…”

Oyunun son sahnesinde şimdiye değin izlediğimiz her şeyin iki cariye tarafından Handan Sultan’a sunulmak üzere hazırlanmış bir oyun olduğunu anlarız. Handan Sultan oyunda tarihsel olarak yanlış bulduğu kimi noktaları söyler ve oyunu Sultan Mehmed’in görmemesini ister. çünkü gerçekler rahatsız edicidir.

Resmi tarihin dışında bir metin oyunun adı olmuştur. Oyunda zaman kavramı kuklalarla, karakterlerin ortak kader geçmişine sahip olup, geçmişi canlandırırken yer değiştirmeleriyle ve Cariye’nin hafıza sorunuyla soyutlanmıştır.

Oyunda Hürrem’e verilen karakter soyluluğu değil, pişmanlığı, sıradanlığıdır. Kullanılan imgeler ve dil kalıplarını kırmaya yöneliktir. Bizi başka şeyleri düşünmeye ve tarihin bu şekilde de yorumlanabileceğini göstermektedir… alışık olduğumuz kahramanlar ve onarlın muhteşem yaşamları yoktur, onların öfkesi, tepkileri ve aşkları ve onların yaratmış olduğu hayal kırıklıkları aynaya yansıtılmış halde bize sunulmaktadır…

zamanı, mekanı ve kişileri değiştirin, bugün yaşadığımız karanlık zaman dehlizinde yeri, zamanı ve de kişileri değiştirerek sahneye bakın, sizi rahatsız edecek bir çok gerçeklik ile karşılaşacaksınız. her ne kadar kurgusal dil dünü işaret etmiş olsa da bugüne dair söylemleri daha fazladır, tıpkı dün söylenenleri bugün tekrarlayan bizler gibi... 

Yazanın yönettiği bir oyunda iki oyuncu İpek Atagün Gezener, Gülin Ersoy her ne kadar usta oyunculukları öne çıkıyorsa da gözüme oyunda görev alan her birinin ortak emeğinin başarısı alkışı hak ettiğini düşünüyorum… Sahneye çıkan çıkmayan her emekçi alkışı ayakta alkışı hak ediyor…

Özen Yula yılların birikimini ve tecrübesini, oyunda vurgulamak istediği kara mizah öğelerini, kuklaların başarılı yüz ifadelerini ve onlara hayat veren İpek Atagün Gezener, Gülin Ersoy usta oyuncuların verilen görevi en iyi şeklide getirirken, bizleri yaratılan gerçekliğin içinden farklı anlama sürüklüyorlar… Alkışı bol, seyircisi sürekli olacak bir oyunu seyrettiğim için kendimi şanslı hissediyorum. 

İsmail Cem Özkan

Gayri Resmi Hürrem
Yazan: Özen Yula
Yöneten: Özen Yula
Oyuncular: İpek Atagün Gezener, Gülin Ersoy
Cariyeler: Gizem Türker, Handan Kılıç, Pelin Gülten, Ezgi Özer, Melis Kızılaslan, Şükran Dama
Kanun: Deniz Ertürk
Dekor Tasarımı: Hakan Dündar
Kostüm Tasarımı: Funda Karasaç
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Koreografi: Banu Demir
Müzik: Turgay Erdener
Yönetmen Yardımcısı: Caner Kadir Gezener
Asistan: Gizem Türker
Sahne Amiri: Turgay Erel
Kondüvit: Tayfun Gültutan
Işık Kumanda: Baki Koca-Alper Öğüt
Suflöz: Kevser Burcu Tezel
Dekor Sorumlusu: Semih Kolaç
Aksesuar Sorumlusu: Mustafa Mert
Kadın Terzi: Mehriye Taşdelen
Makyöz: Kadriye Polat
Sesler:
Kanuni Sultan Süleyman: Erdal Küçükkömürcü
Handan Sultan: Özlem Ersönmez
Muhafız: Caner Kadir Gezener
Yeniçeriler: Esat Tanrıverdi, Ergin Özdemir, Serhat Yazıcı, Burgaç Döğüşçü, Öncü Kamışlı, Gökhan Burak Ansen
Müzik Kayıt
Kanun: Ahmet Baran
Viyolonsel: Onur Şenler, İbrahim Aydoğdu, Köklü Yiğin Tan, Yaz Irmak


11 Nisan 2017 Salı

Palavra!

Palavra!

Uzun uzun konuştu, uzun uzun anlatı ama ne anlattığını ve ne söylediğini kimse anlamadı. Toplantı salonunu terk ettiğimizde ne anlamıştık diye kimse bir şey sormuyordu, çünkü ne konuşulduğunu da anımsayan yoktu. Orada olmamız istenmişti, olduk. Sadece oradaydık ve dinliyor gibiydik. Gözlerimiz açıktı, ruhumuz başka diyarlarda olduğunu hissediyorduk. Palavra dedi biri… Neyin palavra olduğunu da bilmiyorduk, çünkü ortada konu yoktu sadece konu başlığı girdiğimiz toplantının duyurusunda vardı.

Projeler meslek hayatına adım attığımızda vardı, projeler. Biri bitiriyor biri başlıyor. Proje sunumu, proje bütçesinin hazırlanması, projenin nasıl sonlanacağına dair beklentiler, her proje başvurunda protokolüne uygun şekilde bulunuyordu ama ya insanlar. İnsanlar bir projeye dahil olmak ve işsiz olmamak için bir birinin sırtına basmaya hazırdı, ki hazır kelimesini fazla kullandığımı düşünüyorum, basıyorlardı.

Uzun uzun konuştu, proje sunumu yapıyordu. Proje sunumu önemliydi, çünkü o protokolde gösterilmiş ve giderler hanesindeydi, yapılması gerekliydi ve yapılıyordu. Bir otel salonunda bir araya gelmiş insanlar ve şişirilmiş faturalar. Gerçekler ayrıydı ama şişirilmiş fatura proje finans edene verilmeliydi. Parayı verende biliyordu kandırıldığını ve yalan üzerine kurulu olduğunu ama göz yumuyordu, çünkü işsizlik hanesinde birkaç insan eksikti…

Proje sunumuna katılanlar çalışanlardı, aslında kısa bir süre bir arada olmak zorunda olan emeğinden başka satacak şeyleri kalmayan umutsuz insanlar. Umutsuz insanların gelecek öngörüsü yoktur, günü kazanmak ve günü geçirmek için çaba harcar…

Projeye gelmek, sunuma katılmak için yaşadığı şehrin bir yerinden başka şehre geliyorlar. Ellerinde bir çanta, bir birine benzeyen çantalar ile gelen birbirine benzeyen insanlar, aynı heves ve gülen yüzler ile, çünkü bir projeye dahil olmuşlar ve o projeden para kazanacaklardı. Proje neydi, ne zaman uydurulmuştu?

Kimse bunu düşünecek ne soru sormayı, ne de sorgulamayı aklına bile getirmiyordu, dahildi, memnundu, işsiz değildi. Birilerine ben çalışıyorum deme öz güvenine sahipti… Çantalar içinde neler taşınır, otel odasında çantanın içinden neler çıkarılır?

Toplantı salonları bir birine benzer, büyük bir masa ve etrafında projeye dahil olmuş çalışanlar, bir de proje yürütücüsü. Fotoğraflar çekilir, faturalar otel sahibi ile birlikte şişirilir ve güzel birkaç gün geçirilir… Masaların üzerinde birbirine benzer durumlar. Pastalar, cocacola, su, kahve ya da çay… bir kullanımlık kağıt bardaklar… plastik en ucuzu olanıdır ve genelde plastik içindedir içilecekler…

Tek tüketim… Bir bardak plastik şişede bulunan cocacola doldurulur, çöpteki yerini alır… Otel daha fazla çöp parası vermemek adına denizin ortasına birikmiş plastikleri döker… Belki de belediye... Ama sonuçta plastik olanlar deniz ile buluşur, deniz ile buluşanlar denizde yaşayanların midelerinde yerini alır… O da bir proje konusu olur... Çünkü kirlenmek sadece söz ve akıl ile değil, çevremiz ile de devam eden bir süreç ve o kadar kirin arasında insanlar sürekli duş alır, üzerilerine sinmiş kiri temizlemek adına ve sürekli duş, sabah, akçam, sürekli sürekli duş ve parfüm… Palavralar ve yalanlar her yere sinmiştir. Her yere sinen şeylerin bile proje konusu olabilir, çünkü kirletmek demek temizlemek adını alır...

Uzun uzun cümle kurarlar, kısa cümleler önemsiz gibi gösterir var olan projeyi… Uzun uzun konuşurken belki konuşan doyuma ulaşıp, içinde biriktirdiklerini dinleyenlerin beynine boşalır. Hangi beyin hamile kalacağını kimse bilmez ama kondom (prezervatif) içine insanların beynine doğru üflenir kelimeler…

Projeler sadece küçük konuları kapsamaz, bazen bir ülke, bazen bir siyasi parti veya siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, bakanlıklar, aileler, şirketler… 

Her şey aslında palavradır… Palavra…


İsmail Cem Özkan

9 Nisan 2017 Pazar

Çirkin

Çirkin

Bir çiftlik evi, dışarıdan bakan için belki bir yerdir, fakat içine baktığımızda acılar, aldatmanın ve sonucunda yaşanan bir trajediyi içinde barındırır. Zengin bir adam unvan için soylu bir ailenin kızı ile evlenmiş ama onu da evlilik süreci ve öncesi aldatmış. Macera ruhu sonunda onu frengi hastalığına yakalanmasına sebep olmuş, yakalandığı hastalığı karısına ve hamile olan çocuğuna geçmiştir.

Aldatıldığını ve hastalık kaptığını anlayan anne çocuğunu doğurmuş ama doğan çocuk kambur, çirkinmiş... Ret etmiş. Doğan çocuğuna elini sürmemiş, bir kadın tutmuşlar, süt anne. Çocuğa o bakmış… Zaten anne bu acılara dayanamayarak iki sene sonra ölmüş.

O gün doğan çocuk büyümüş, içinde biriken yalnızlık onun kaderi olmuş…

“Gerçeği söylemek gerekirse yalnızlık tek başına olmak değildir. Düşünceler, yalnız insanlara her zaman eşlik eder. Çare bulunmayan yalnızlık başka bir şeydir. Gerçek yalnızlık karşısındaki insanın bakışlarında kendini gösteren yalnızlıktır. Sık sık başkalarının sayesinde var olduğumu anladığımı söyledim. Yine başkalarının sayesinde tamamıyla, kesinlikle, çaresizce yalnız olduğumu anladım .”

Farkındadır her şeyin ama elinden bir şey gelmemektedir… Süt annesi Gaixa ona kendi çocuğu gibi sarılır, onu büyütürken o da dışlanmış, hor görülmüştür… Çirkin kambur çocuk görünümün aksine çok zekidir, farkındadır ama elinden bir şey gelmemektedir. O ne zaman insanlara yakınlaşmaya kalsa bir kötülük ile karşılaşmıştır.

Zaman zaman babası onları görmeye gelir ve iç çekerek bakarmış. Eğer normal çocuk olsaydı büyük adam olacağını vurgulardı… yalnızlık kütüphanede olan kitapların hepsini okumasını beraberinde getirmişti. Hayal dünyası onun yalnızlığını yok ediyordu. Görmediği yerleri özellikle denizi merak ediyordu. Denize çok uzak olmamalarına rağmen denizi görmemişti…

Umut varsa beklenir.

Gaixa havaya bakıp denizde kalanların durumundan bahsederdi, sanki o denizi canlı bir varlık gibi tasvir ederdi… Onun anlatımları çirkin’in hayal dünyasını daha da canlı tutuyordu. O denizi görme umudu içinde evinde bekliyordu. Bir de sevgili, konuşabileceği bir insan…

“Bir kambur, bir çirkin kesinlikle kalp sahibi olmamalı. Ama benim bir kalbim vardı ve ben onunla ne yapacağımı bilmiyordum. Birinin beni dinlemek isteyebileceği umuduyla onbeş yıl bekledim. Bunu bir düşün. Bu iki sözcük, bizim buralarda eş anlamlıdır. Çünkü umut varsa beklenir.”

Bu düşüncelerin olgunlaştığı günlerde babası hastalanmış ve artık ölüm döşeğindedir. İlk defa kalabalığın içine çıkmıştır. Kamburuna dokunan el onun canını çok acıtmıştır, elbette el değil kelimeler… kahkaha…. Ona yönelik korku dolu gözler ile bakışlar…

Yalnızlığı artık daha da fizikidir, çünkü çalışanları babası öldükten sonra onu terk etmiş ve tek süt annesi ile birlikte yaşamak zorundadır… onun hayattaki tek bağlantısı bir kişidir.. bir de ağzından eksik etmediği sevgilisi… Linda!

Senin onlara ihtiyacın yok ama onlar sana muhtaç!

Çiftlik bakımsızdır, işçi almak zorundadır. Süt annesi ona akıl verir ve kötü olmasını öğütler, çünkü iyi niyet ile davrandığı sürece suistimal edeceklerdir.

“Onlara elimi uzatmıştım ve onlar içine tükürmüşlerdi.”

Kötü olmak aslında çiftliğin yaşaması için gereklidir. Köylüleri maddi yönden sıkıştırır, evlerini almak ile tehdit eder ve köylüler çiftlik işlerine dönerler…

Geceleri dolaşmaktadır, çünkü karanlık çirkinliğini örtmektedir. Bir gün gece sokakları gezerken yolunu kaybeder ve yolunu sormak için bir kadına yanaşır ve kadın korkusu ile onun yüzünü yakar. Çirkin doğumdan sonra en büyük yarayı bu karşılaşmadan alır... Artık yüzünün yarısı da yanıktır… Korkunçtur…

İnsan ahlaksızlığının sonsuz olanaklarını değerlendirmeyi öğrenmiştir kendi deyişiyle. İşçilerine kötü davranır, borçları yüzünden evlerini ve topraklarını ellerinden alır, kadınlarıyla yatar. Yolunu şaşıran kadınları korkutur, onları bir canavar olduğuna inandıran oyunlar oynar. Sadece yol sormak istediği insanlar tarafından saldırıya uğramış ve kötü ilan edilmiştir. Sevgiyi ararken kötülüğü bulmuş ve hayallerini paramparça ederek çirkin bir canavara dönüşmüştür sonunda.

“Huzur ise hayal kurmamaktır. Hayal kurmaktan bıkmıştım.”

Denizin yakınında olan oteline gider ama otelden önce denizi görmek ister ve görür. Kafasında canlandırdığı karşısındadır. O hayal olmaktan çıkmıştır.

Gitar sesini duyar, yardımcılarına gitar çalanı çağırmalarını ister ve gitar çalandan kendisine ders vermesini ister ve bu isteği kabul görür… Bir yıllık anlaşma yaparlar.

“İşte o an gitarın hayallerimden kurtulmama yardım edeceğini, onlara bir şekil verebileceğini anlamıştım.” Bir kere daha insanların karşısına çıkmak ve kendisini odluğu gibi kabul etmeleri için bir olanak görmüştü…

Çiftlikte birlikte yaşamaktalar ve “gitar çalan Jairo karşımda öylece oturuyor, hatalarımı söylüyordu. Bana cesaret veriyordu. Her zaman neşeliydi. Beni kendine eşit gibi görüyordu, bir insan gibi yani. Bir insan gibi davranılmak harika bir şeydi. İlk kez birisi beni adımla çağırıyor ve benimle korku ya da art niyet olmaksızın konuşuyordu.”

O farklı biri değil insandı…

Gitar çalan bir insan hayalperesttir. Hayal her türlü iyiliğin ve kötülüğün ötesindedir.

“İnsanlar arasına üçüncü çıkışımı yapacaktım. İlk seferinde beni dikkatle incelemek ve alay etmekle yetinmişler; ikincisinde yüzümü mahvetmişlerdi. Üçüncüsünde ne olacaktı? Korkuyordum hem de çok!”

Süt annesi Gaixa babasının mezarı başında taşlanarak ölü bulunur. Gaixa öldürüldükten sonra tam anlamıyla yalnız kalmıştır. Daha da hırçınlaşmıştır, sanki çevresinden öç alma dürtüsü içindedir… Köylülerin her isteklerini ret eder, kötüdür, daha da kötüleşmiştir…

Bahar gelir, içinde ki korkunçluk yerini sevinç ve umut kaplar. Gitarı yani sevgilisi Linda ile ilk defa halkın önüne çıkmaya hazırdır. Denizde kaybolanların kutsayan törenlerde o da gitarı ile (Linda) ile halka karışmak ister… Beklenti yaşananları karşılamaz…

Toplumuna karşı verdiği bir var oluş savunması kendini son kez ifade etme çabasıdır. Büyük bir coşkuyla, kendinden geçerek gitar çalmasına rağmen o büyük önyargıyı kıramaz ve şeytana alet olmakla suçlanır tekrar lanetlenir.

Ne olursa olsun kırılamaz bir önyargıyla karşı kaşıya olduğunu anlar ve bu kapalı topluluğun vicdanını rahatlayacak tek şeyi yapmaya kendini yok etmeye karar verir.

Öldüğünden emin olduktan sonra ise denizin kıyısında bırakıp gittiler…

Konusu yukarıda ki gibidir. Oyunda birçok imge kullanılmıştır. Kuklalar ve mumlar… Her bölüm bir mumun sönmesi, yalnızlaşması ve yok olmasını simgeler. Her olay çirkini daha da yalnızlaştırır, içinde beslediği umudu söndürür… Kuklalar olayın içine giren, anne, baba, süt anne, gitarist ve gitardır… Kısaca hayatının insanları kuklalar ile canlandırılır ve onların iç konuşmaları çirkin tarafından bize aktarılır…

Semih Çelenk öyküyü yeniden kurgulamış ve sahnede canlandırılır hale getirmiştir. Öykünün kurgusu ve sahnede ki akışı alkışı çoktan hak etmiştir… Sahnede bir çirkin gözükür ama perde arkasında gölgesi yansıyan gitarist Jairo (Mert Demir) vardır. Oyunun ruhudur aslıdan ve o ruhunu seyirciye başarılı bir şekilde sunar… Çirkine hayat neren Hamit Demir gerek makyajı, gerek felçli şekilde sürekli aynı konumunu koruması, gerek ses vurguları ve sesini gerektiğinde yükseltip, gerektiğinde alçaltarak seyirciye anlaşılır bir şekilde mesajını iletmesi açısından çok başarılıdır… Onun başarısını makyaj yanında ışık ve sahne düzenlemesi eşlik etmektedir… Deniz vurgusu sahnenin karakterini belirtir, dalgalar arasında giden bir öykü… Deniz aşkı, özlemi, gitar… ışık burada çok önemli bir işlevi yerine getirmektedir, çünkü o sesin yükselmesi ve alçalmasına uygun olarak ışık da seviyesi düşülerek, gerektiğinde daha da aydınlanarak sahnenin içinde ışık oyuncuyu ve öyküyü takip eder…

Öykü bireyi anlatır ama asıl anlattığı toplumun önyargılarının birey üzerinde ki yıkıntısı ve bireyin toplum önyargısı karşısında direnişini, toplumun bilerek güzellikleri çirkinlik adı altında yok etmesini sahnede buluyoruz… Bu bir kültüre ait değil ne yazık ki küresel dünyamızın yaratmış olduğu yeni bir kültüre karamizah yönünden eleştiridir…

Kısaca ve bu kadar uzun bir yazının arkasından hala izlemedim diyorsanız fırsatınız vardır, bir gün yaşadığınız yere bu oyun gelirse gidin yaşayarak benim sözlerimi kontrol edin... Ayakta alkışlamayı da unutmayın…

İsmail Cem Özkan

Çirkin
Yazan: Michel del Castillo
Yöneten: Semih Çelenk
Yönetmen Yardımcısı: Hale Üstün
Oyuncular: Hamit Demir
Dekor: Erhan Alabaş
Kukla Tasarım ve Uygulama: Şafak ve Adem Dağlar
Işık: Murat Bakır
Kostüm: Ayşe Selecik
Müzik: Gitarist Mert Demir - Kajon Oğuz Kaan Özgen

6 Nisan 2017 Perşembe

Cennet!

Siyah beyaz olarak perdeye yansıyan görüntüye bakıyorum. Beyaz… Sonra üzerine siyah bir leke... Bir insan... Bir adam… Konuşuyor. Çocukluğunu, ailesini, işini… Sabit bir ses... Fransızca konuşuyor… Alman işgali altında Fransa’da bir karakolda komiser… Almanlar Yahudileri topluyor… Fransızlar işbirlikçileri kadar direnişçileri de var. Fransa’ya yıllar önce göç etmiş bir Rus kadın… Fransız Banliyösünde yaşıyor… Direnişçi... Örgüt üyesi ama karakolda direnişçi olmanın sorumluluğunu taşıyor, susuyor, kendisine sorulan sorulara yanıt veriyor… Arkadaşları ile birlikte gözaltına alınmış… Gözaltına alınma sebebi iki Yahudi çocuğu kaçırmak, kollamak…

Yahudiler söz konusu olunca akan sular durmaktadır, onlar yok edilmesi gereken kir olarak görmekteler. Toplumları temizlemek ve Avrupa kültürü. Almanların cenneti onların hakimiyeti altında Yahudilerden temizlenmiş bir cennet!

Cennet!

Komiser karakolda istenileni yapmak ile yükümlü bir devlet memuru. Devleti çökmüş, alman idaresi altında ama Fransız halkı adına Almanlara hizmet etmektedir. Onların istediklerini yerine getirmek için onların istediği bilgiyi almak işkence yapmaktadır.

Rus direnişçi, kendisi gibi Rus direnişçiler ile birlikte karakoldadır. Rus edebiyatını bilen, okumuş aydın insanlar. Arkadaşı işkence altındadır, konuşmamaktadır. Komiser onu sorgulamaktadır… Çekicidir. Komiser onun ile birlikte olma niyetini içinden geçirmektedir.

Her iç konuşma aslında konuşmayı yapanın tek görüntüsü ile bir kürsünden seyirciye seslenir…

Eşi ve bir çocuğu vardır komiserin. Mutludur. Çocuğunun ismini her ne kadar kendisi koymamış olsa da sevmektedir. Çocuk küçük yaşlarda bakıma muhtaçtır, büyüdükçe ve annesinin sevgisi onu iyileştirmiştir. Minnettardır… Minnet duygusu başka kadına bakmayı engellemektedir...

Rus direnişçi kadın arkadaşı için kendi bedenini sunar, yeter ki o bırakılsın…

Eğer işkence gören arkadaşı kadar kendisine işkence yapılsaydı her şeyi anlatacağını söylemektir. Çünkü acıya karşı dayanaklı değildir... Acı… Yaşamın acı yüzü… İşkencede arkadaşının hayatı için kendi bedeni... Ruhen acı çekmek vücudunun acı çekmesinin gerisindedir…

Komiser her sabah olduğu gibi karısı ve çocuğu ile kahvaltıdadır… Karısı Yahudileri toplama kampına götürülmesini gündeme getirir… Oğullarını hemen kapının dışına çıkarırlar, çünkü onun duymasının istemezler... Yaşananların dışında korunaklı limanlarında yaşamaktalar… O korunaklı alanda her türlü korunma yöntemine dikkat ederler, çünkü sevmediği işi zor ile yapmaktadır… Zor ile çalışmak, gönüllü gibi gösterir kendisini, sakladığı çok önemli bir gerekçesi vardır…

Karakolda Rus kadın komiser ile randevulaşır... Bir arada olacaktır, arkadaşı için bir arada olmak…

Karakol bir sığınaktır, bazı gerçeklerin de üstünü örten…

Bir alman gencini görürüz ekranda, Heidelberg’te doğmuş köklü bir ailenin çocuğudur. Geçmişi ile övünür. Çünkü onun ataları vatanı ve onuru için kavga etmiş ve başarılara imza atmıştır… Doktora öğrencisidir ve Rus edebiyatı üzerine özellikle Çehov üzerine çalışmaktadır… Alman diline hakim olduğu kadar Rusçaya da hakimdir… Ari ırktan ve ari bir aileden geldiği için seçilmiştir… Seçilmiş olduğunu Himmler ile buluşmasından anlarız... O artık SS müfettiştir… Başarılıdır... Verilen her görevi yerine amacına uygun şekilde liderine bağlı olarak gerçekleştirecektir…

Üç ayrı insan birbirinden bağımsız olarak tek başlarına iç konuşmalarını bir masa arkasından bize sunarlar… Üç insan beyazlar içindedir…

Zamanla üç insanın kaderi birbirini keser... Aslında savaş öncesi barış ortamında da kesişmiştir ama uzun süren ayrılık ve savaş başka bir ortamda bir biri ile ilişkisiz alanda birden ilişkili oldukları alana evirmiştir. Savaş dünyayı büyütmez, küçültür… Komiser oğlu ile bazı gerçekleri konuşmak için orman gittiğinde Fransız direnişçileri tarafından vurulur…

Rus kadın toplama kampına gider…

Toplama kampına yeni atanan SS subayı da gider… İtalya’da tatil aşkını orada bulur. Bir Alman ve Rus…

Paris’te kurtardığını düşündüğü iki Yahudi çocukta toplama kampındadır…

Savaş, yaşam ve gelecek beklentisi her şey kampın içindedir..

Rüşveti, yolsuzluğu soruşturmaya gönderilen genç SS subayı oranın zorluğu karşısında dik durmaya çalışır, bulundukları odayı havanın ter esmesi yüzünden insan kokusunu bulundukları odaya taşır... Ölüm, havaya bırakılmış kokudur…

Hayat, ölümü nefesinde yaşayanlar ile ölümü yönetenleri bir kampın içine hapsetmiştir…

Umut, umutsuzluğun içindedir, her umutsuzluk verilen göreve biat etmek ve sorgusuz yerine getirmektir… Trenler ile gelen Yahudiler, direnişçiler kendi sonlarına doğru adım attıklarını bilmektedir… Cennet bir dünya kurmayı hayal eden Almanlar ise Rusya cephesinde yenilmektedir… Her çöküş çürümeyi artırır… Çürüme kokudur... Çürüme biat yerine kişisel çıkarın almasıdır. Biat edilen soyut gelecek projesi artık yoktur… Çöküntü… Cennet aslında cehennemdir…

Kaçmak…

Cennetten Adem ve Havva kovulmuştur ama cennet geleceği göremeden cennetten kaçmak…

İnancın sorgulanması çöküntünün bir sonucudur…

Çehov’un kızı toplama kampında yakılmıştır… Rus edebiyatının büyük ustası Yahudi karşı görüşü ile tanınan yazarın en yakını Yahudiler ile birlikte gök yüzüne duman ve koku olarak karışmıştır…

Rus direnişçi kadın son yolculuğuna iki çocuk için tek başına kaçmak için fırsatı varken gider...

Alman SS subayı artık Rus bombardımanı altında son nefesini bürosunda verir…

Üç insan son cümlelerini tek tek beyaz perdeye yansıyarak kurar… Üç insan ölmüştür ve ara yerde yaşadıklarını anlatmaktadır bize…

Üç farklı kültür... Üç farklı insan… Üç farklı olay… Hepsinin ortaklaştıran Yahudi sorunu…

Film, çok uzun süren bir birikimin beyaz perdede derlenmesidir… Farklı akış açısı, farklı kurgusu ve muhteşem oyunculukları ile birden sizi içine almaktadır... içine girdiğiniz bu kara mizah ögelerinin çok serpiştirildiği film muhteşem bir ekip çalışmasının ürünü olarak karışımıza çıkmaktadır…

Konuları ince ince işlemedim, üzerinden geçerek en azından kurgusunu anlamınız için bu kadar sözü uzattım, fırsatınız olursa eğer gidin görün bu muhteşem siyah beyaz filmi… Elbette her seyirci kendisine göre yorum çıkaracak, her biri farklı etkilenecek… Sinemanın gücü sizi beyaz perdenin ışığında toz taneciğine döndermesidir…

Film bittiğinde sizin suratınıza çarpan yaşanmışlıklar, duygular, kurgular ve alakasız gibi duran üç ayrı dünyanın bir sorun içinde bir sorunun parçası olarak ortada durması… savaş dünyayı cehenneme dönderir, size ne söylerlerse söylesinler cennet için yapılan her savaş aslında cehennemi yaşatır… Ölüm sıradanlaşır... Çöken toplumların bireyleri onurlarını dahil her şeylerini kaybeder... Toplama kampında kim yaşıyorsa yaşasın çürümeden payını alır ve çürür…

Cennet dedikleri sanırım çürüyen bir yer olsa gerek, çünkü ölümün sonu çürümekten geçer…

Teknik analize gelince siyah beyaz çekim, sahnelerin çok ince şekilde düşünülmesi, ışık ve ses efektleri ile bir bütün olarak muhteşem… muhteşem bir “Cult Film” olarak sinema tarihine bırakılan önemli bir imza olarak görmekteyim… her bir oyuncu kendilerine verilen görevi o kadar iyi yerine getiriyor ki, sırıtan her hangi bir an bile bulamıyoruz…

Tekrar tekrar vurgulamakta fayda var, seyredin, kaçıracağınız anları tekrar izleyebilecek kadar gücünüz kalır mı bilemem, çünkü çıplak ve çok sert, sade bir dilin yıkıcılığı sizi sinema salonundan toz taneciği halde bırakacaktır… Işığın altında toz taneciklerin dansına hepimiz şahitlik etmişizdir, o taneciklerden biri siz olabilirsiniz…


İsmail Cem Özkan



CENNET | RAI | PARADISE | Yönetmen: Andrei Konchalovsky / Senarist: Andrei Konchalovsky, Elena Kiselyeva / Görüntü Yönetmeni: Aleksander Simonov / Kurgucu: Ekaterina Veshcheva, Sergey Taraskin / Özgün Müzik: Sergey Shustitsky / Oyuncular: Julia Vysotskaya, Christian Clauss, Philippe Duquesne, Victor Sukhorukov, Peter Kurth, Jakob Diehl, Vera Voronkova / Yapımcılar: Andrei Konchalovsky, Florian Deyle / Yapım Şirketi: The Andrei Konchalovsky Production Center, Drife Filmproduktion Gmbh & Co. Kg / Dünya Hakları: Arri Media İnternational / Rusya, Almanya / 2016 / DCP / Siyah-Beyaz / 131´ / Rusça, Almanca, Fransızca, Yidiş; Türkçe, İngilizce altyazılı




Nazım Ormanında Gündüz Gece

Nazım Ormanında Gündüz Gece

Bir posta kutusu, gelen günlük gazete ve mektuplar. Sabahın erken saatleridir, şair her zaman olduğu gibi sabah kıyafetleri içinde posta kutusuna bakmak için kapıyı aralar ve havanın ayazından korunmak amaçlı kapının aralığından sadece elini çıkarıp uzatır. Memleketine uzatır gibi elini uzatır ama bu sefer ters giden bir şey vardır. Posta kutusundan aldıklarına bakamadan hepsi yere dökülür, Nazım kapıya sırtı dönüktür ve yavaş yavaş yere doğru düşmektedir.

Memleketinden son haberleri alamadan, son mektuplarını okumadan orada toprağa düşmüştü, ama gerisinde bıraktığı muhteşem bir birikim kitaplar arasında, kitaplara sığmayan anılar ve anıların dışında yaşanmışlıkları acıları, aşkları, kaçışları, direnişi…

İnsanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı tanımını bu oyunda hayat bulduğuna da şahitlik etmekteyiz. Işık, sahne düzenlemesi oyuncuların Nazım’a hayat vermesini ve sahnede Nazım olduğunu seyirciye aracısız direkt aktarmasında yardımcı olmanın önünde onları öne iteklemiştir… Sahnede Karadeniz dalgasını ve Karadeniz’in öte yakasını anlatan bir Şile yapımı perde vardır. Bu beze bizler Şile bezi demekteyiz ama adının önüne aslında bu oyunun atardamarı diyeceğim ruhunu veren yapımıdır. Bu bezin yapılışı çok özeldir ve en ilginç aşaması da kumaşın şile sahiline serilmesidir ki o sahilde denizin tuzunu emsin, kurusun, dayanıklı olsun... Nazım’ı anlatan tek kelime deseler hasret, özlem denir. İşte bu özlem bir deniz ile simgelenir. Hem komünist şairin partisinin liderlerini Karadeniz hain bir tuzak sonunda toprağa değil, denize boğularak, bıçaklanarak düşmesi, diğer yandan ilk gençlik yıllarında okuduğu Moskova onun ikinci gerçek vatanı olması ve halan orada yatıyor olmasıdır… İlk gençlik yıllarında Batum’dan bindiği tren onu Moskova’ya götürmüş ve önüne yeni bir dünya açarken acılar, hasretler, aşklar, açlık grevleri de açacaktı…

Dünya birinci dünya savaşını yaşarken, ikincisine doğru giderken Nazım cezaevi’nde... Uydurulmuş bir olay yüzünden mahkum edilmiş, yaşadığı ülkeyi orada tanımış, destanlarını orada yazmıştır. Ayrıcalıklıdır, o yüzden daha fazla eziyet çekmesi için ellerinden geleni yapmışlar. O bir şairdir, yaşadıklarını dizelerine almıştır…

“Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...”
Kendi dizeleri içinde kendisini anlatır…

Onun hikayesi bizim hikayemizdir…

Mehmet Esatoğlu onun hayatını anlatırken bizi de anlatmakta ve onun yaşadığı sürecin tarih kronolojisini de müzikler ve şiirler eşliğinde bize sunarken, oyuncular Mehmet Esatoğlu’nun cümlelerine kendi yorumlarını katarak bizim öykümüzü insanca anlatmaktadır…

15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963

Nazım iki rakam arasında bir çizgide yaşadı. Mehmet Esatoğlu o çizgiyi bize sahnede sunmaktadır…

Özel tiyatrolar en ekonomik şekilde seyircinin karşısında çıkmak zorundadır, çünkü piyasa denen mekanizma iyi olanı değil, iyi pazarlanan hayat hakkı tanımaktadır. Ama bu durumun istisnası vardır, onlar da mesleğine gönlünü vermiş, amatör ruhunu hiç yok etmeden sadece oyuncu ve sadece tiyatro diyerek amacına uygun şekle sahnede bulunanlardır… Tiyatro Simurg işte o ruhu yaşatanların mekandır… O mekanın sahnesi sokaklardır, tiyatro salonlardır, oyunlarını sergileyebilecekleri her yerdir… Usta oyuncu Mehmet Esatoğlu amatör ruhunu koruyarak insanı insanca ve insanların olduğu yerde insanın öyküsünü anlatmaya devam ediyor. Kendisinin yazdığı, yönettiği ve kendisi gibi güzel insanlar ile güzel bir oyun sahneye koymuş…

Büyük şair Nazım Hikmet yeniden sahnede hayat bulurken hayat hikayesi Mehmet Esatoğlu kurgusu ile yeniden oluşturulmuş. Bu yeni olana hayat veren her emekçi oyunu büyük bir şölene dönüştürmüş… Vakti olanlar bu oyunu gidin görün derim…

Emeği geçenlere teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan



Nazım Ormanında Gündüz Gece
Anne Celile hanım : İnci Bilaloğlu
Piraye: Aydan Cömer
Vera: Hale Üstün
Nazım :İbrahim Karamemet - Mehmet Esatoğlu
Münevver: Merve Köse
Dekor-Işık Hamit Demir
Teknik Yönetim: Fahri Bozbaş- Burak Yalçınyiğit

Afiş: Hamit Demir