Galata Gazete


29 Mayıs 2017 Pazartesi

Sürgün!

Sürgün!

Yüzyıl önce sürgün olarak geldiğimizde anamın konuştuğu dili bugün ben konuşamıyorum... Sürgünler kültürleri yok etmesin, yaşasın dedikçe geldiğimiz ülkede uyum adında bizleri asimile edip yok ettiler. Kalsaydık sürgün edildiğimiz ülkede, belki anadilimizi konuşuyor olacaktık... Sürgün yapan mı, asimile eden mi bize zulüm yapmıştır? Anamın konuştuğu dilde bile düşünemiyorum, sorumu sığındığımız topraklarda yaşayanların dili ile cevaplıyorum…

Parası olanları koyduğu kurallar sonucunda sömürü daima var olur...

Her dönüş hüzünlüdür, her kavuşma sevinç... Hüzün yeşil tarlaları sarı renge, sarının da altın olanına dönderir güneşin ışığı. Tarlalar birden hasat zamanı yaşar, koparır kendisinden birer parça her gün batımında. Yeşil başaklar altına dönüşür, savurur kendisini esen akşam rüzgarının eşliğinde. Başak eğilir, gitmekte olan günün rüzgarı karşısında... Gün akşama döner, güneş başka dağların arkasına kendisini saklar, yıldızlar gökyüzüne hakim olur ama artık bizler sahte güneş ışıkları yüzünden görmeyiz... Dünya kaosa döner, doğa kaosun farkındadır, kendisince önlem alır ama bizler o hakaretsiz gibi duran dönüşümün farkında bile değilizdir, kar zarar hesapları arasında... Güneş son ışığını bırakır... Bizler güneşin bıraktığı son ışık altında gelecek güne hazırlanırız...

Hedefi kazanmak üzerine kuranlar, oyunun nasıl oynandığına dikkat etmez...

Dinler sermayenin elinde birer araca döndüğünde, özgünlüğü ve özgürlüğü ortadan kalkmıştır. Onun özgürlüğü ancak sermayeye hizmet ettiği sürece vardır ve sermayenin istediği şekilde halkın üzerinde uyutma işlevini yerine getirir. Dinlerin bu işlevi bilindiğine göre İslam dini adına dünyada cihada çıkanlar hangi sermaye grubuna hizmet etmektedir? Açık ve nettir, tröstleşen sermeye kendine yeni düşman yaratıp, ülkesinde gelişen muhalefet hareketi (örgütlü işçi sınıfı) yok etmek ve liberal ekonominin yaratmış olduğu ulus devletini yıkılışından sonra ortaya koyamadığı bir sistemin ve devletin ayakta kalması için kullanıldı. Bugün islamofobi gelişmişse liberal ekonomi ile direkt bağlantısı göz ardı edilmemelidir... Cihat’ın tek işlevi olmuştur, yıkılan devletin cenazesinin kakmasına izin vermeden devletler varlığını görüntüsel olarak korumuş olmalarıdır. Yıkılanın yerine yenisini koyamayan kapitalist ve emperyalist devletler içinde islamofobi bilerek ve istenerek geliştirilmesi için cihat seferlerine bilerek ve istenerek göz yumulmuştur. Cihat yüzünden en fazla Müslüman öldürülmüştür... Hem ölen, hem öldüren aynı dini inancın insanlarıdır... Bugün Suudi Arabistan ve diğer İslam devletleri sermeyenin isteklerini yerine getiren sadece maşa hükümetlerin zorba olduğu yerlerdir...

Acı çeken bir ana gözaltına alınıp daha fazla acı çekmesine sebep olunur mu?

Diktatörler kendi ülkesinde zalim, dışarıda mazlumdur... O yüzden zalim olduğu yerdeki imajı daha önemlidir... Dışarıda imajı yerdeymiş kimin umurunda... Elbette kredi verenlerin...

Siyaseten bir birine benzerler birbirini yok eder, çünkü sonuçta ego çatışması vardır...

Alamut Kalesi ulaşılmaz, içine sızılmaz diye bilinirdi, bugün temellerini bile zor buluyoruz...

Dilencinin çok olduğu sokaklarda fakirlik hüküm sürer. Fakirliğin hüküm sürdüğü yerde ise sistem sorunu olmaz. Sistem, çökmüş olsa dahi yaşamaya fakirlerin korkusu üzerinde varlığını devam ettirir...

Dilencinin çok olduğu yerlerde mazlum rolündekiler fırsatını bulunca hemen zalim olurlar.

Haksızlıkların hüküm sürdüğü zamanda “bana haksızlık yaptı” diye ‘onur’ mücadelesine girenlerin ülkesinde olmak nasıl bir duygu hala çıkaramadım... Çünkü haksızlık yaptıklarını düşünmeyenlerin hüküm sürdüğü yerde; sağduyu, hoş görü filan olmaz... Aşağıda biri acı çekmiş, halk vicdan kanaması geçiriyormuş önemli değildir onlar için... Vicdanları dağlayanların ülkesinde "vicdan yarası" sadece piyano, org eşliğinde söylenen düğün şarkısıdır...

Yemeğe değil adalete aç olanların ülkesine dönüşmek vicdan kanatan bir durum değil midir?

Kapitalizm önce hasta edip sonra iyileştirme vaadinde bulunur... Para aldığı sürece iyileşemezsin, paranız yok olduğunda ise her canlı bir gün mutlaka...

Zifiri karanlıkta mağarada yol gösteren sadece rüzgar ve hava akımıdır...

Kırılmanın yaşandığı, kırılma ile birlikte oluşan kaosun içinde düzülenler düzenlere tapıyor... Gönül rızası ile mi düzülüyorlar bilemiyorum ama Stockholm sendromu hayat bulmuş bir evrende yaşıyoruz…

Hala umudum var, değişecek bu kötü gidiş... Gidecek yalan ve dolan ile hükmünü sürenler... Gidecek elbette karanlık...


İsmail Cem Özkan

21 Mayıs 2017 Pazar

Şarkılarla memleket tarihi

Şarkılarla memleket tarihi



İnsanlık tarihi mitolojilerin bize sunduğu ile başlar, bilim gerçi bize daha öncesini anlatır ama söz Anadolu, söz bizim toprak olunca bilimsel olanı değil destan olanı, mitolojinin bize sunduğu ile başlayalım!

Sözün hakim olduğu zamanlarda ezgiler insanlık birikimini bir sonraki kuşağa aktardı, sonra yazı, yazı ile birlikte başladı destanlar. Destanların mitolojiye dönmesi ve tanrılara ulaşması insanlığın gittiği yolu anlatır. İnsanlık başlangıçta ezgisi ile birbirine seslendi, duygularını konuşmadan belki de ezgiler ile sundu. En güzel duyguları, acıları, öfkeleri, nefreti, düşmanlıkları, barışı, dostluğu ve sevgiyi… İnsan belki de başlangıçta ezgiydi, sonra söz oldu, daha sonra kelime, cümle ve destan!
Şiir ezginin dile düşmesidir. Şiir ile anlatır oldu insan dertlerini. Şiir ile isyanına ses verdi. Şiir ile sevgisine sevgi kattı, daha güzel nasıl söyleniri hep aradı. Şiir ezginin kelimeye dökülmüş halidir. Bir grup müzisyen ve bir grup tiyatrocu aynı mekanda bir araya gelmiş. Enver Gökçe’nin bir şiiri ilk adım olmuş iki ayrı sanat insanlarını birleştiren sahne… Şiir ağıttır, isyandır, sesteki tınıdır. Sesteki tınıyı duyan müzisyen nasıl dokunmaz gitarın teline, davulun o güçlü sesine… Vurgulu, telli çalgılar şiir ile birlikte başlamış konuşmaya, bunu konuşmayı da yazıya döken Mehmet Esatoğlu olmuş. Yazmış sahnede yaşananları, duymuş, hissetmiş geçmiş yıllarının birikimi ile. Düşünmüş kendi birikimin kaynağını ve ilk ezginin çıktığı, ilk ateşin insana ulaştıran tanrıya kadar gitmiş. Ateşi çalıp insana armağan eden belirlemiş insanın kaderini. Doğa ile savaşta eline güçlü silahı en korumasız ve savunmasız olan hayvana! Doğanın zayıfı doğanın efendisi olurken kendi türünde de kategorize etmiş, ezen ile ezilen hep var olmuş bu kategorize etme ile. Bazıları kendilerini ayrıcalıklı ve güçlü görmüş, bazıları kaderi gibi sunulmuş kapı kulu ve köle olmaya. Bazıları doğdukları ailelere göre payeler biçilmiş, bazıları savaşlarda okun ucunda ki hedef olmuş… İnsan başlangıcından bu yana durmadan süre bu kavgası. İnsanlığın en güzel destanını yenenler değil yenilenler yazmıştır, onların direnci destanların konusu olmuş, güçlü olan kendisine göre değiştirmiş sunmuş, her ne kadar sunarsa da sunsun yenilenin de öfkesini, isyanını yazmış destanında. Maharetli olan anlar kelime arasında anlatılan gerçek hikayeyi…
Müzisyenler ile tiyatrocular bir sahnede buluşmuşlar, ülkemizin tarihini anlatmıyorlar, bu toprakların destanlarını, öykülerini anlatıyorlar, anlatmakla kalmıyorlar canlandırıyorlar. Homeros’un destanın yaşanan savaşlar ve sevgiler, bugün yaşayan sanatçının dilinde de durur. Hititlilerin, Urartuların destanları bu topraklarda yaşanmış olanları anlatır. Sanki dün yaşanmış gibidir, sıcak ve içten ve bugünü anlatan. Bugün yazı yazan, şiir okuyan, müzik yapanın tınısında da vardır ilk tınının ezgisi, ilk şiirin duygusu, ilk yazının sembolleri, ilk destanın akıcılığı. Nazım Hikmet’in kaleminden canlanır Şeyh Bedreddin ve yoldaşlarının öyküsü. Onun dilinde sanki Homeros yazmış gibidir. İki büyük destan bu toprakların öyküsüdür. Halk için halkı ile birlikte yaşamış ozanların dili ezilmişlerin dilidir, onların cümlelerinde hayat bulur yaşanmış isyanlar. Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu… Tevfik Fikret’den Enver Gökçe’ye, Nesimi’den Adnan Yücel’e bırakılan miras bizim öykümüzdür…

“Şarkılarla memleket tarihi” oyunu bize sunulan bu tarihin sadece sahne uyarlamasıdır. Fırsatı olanların bu hikayede kendilerine ait bir şeyler bulacağını söylemek abartı olmasa gerek… Akıcı bir öykü bir insanlık tarihinin kronolojisi gibidir. İsyan, öfke, sevgi, yaşanmışlıklar, emekçinin emeğinin yaratacak güzel günleri umudu…

“Şarkılarla memleket tarihi” Ankara’da açlık grevinde olan onuru ve ekmeği için mücadele edenlere adanmıştır. O iki insanın sessizliği sahnede ses olmuştur. Oğlunun kemiğini bekleyen Dersim’de Seyit Rıza heykeli dibinde olan 70 yaşında ki babanın acısıdır sahnede olan… Öfkedir, isyandır, sessiz çığlıktır.

Oyunun teknik açıdan yorumlamaya gelince, oyuncular kendilerine verilen rolleri kendi özelliklerini katarak can vermişler, rol yapıyorlar yaşıyorlar gibidir. Sahnede oyuncunun her hareketine ezgi ile destek verenler, arkada çalan canlı müzik aynı zamanda oyuncunun hareketlerine şiirsellik katmaktadır. Acı, öfke, isyan, trajedi, bir destanda olan her duygu ezgiler ile seyirciye başarılı bir şekilde ulaşmaktadır. Acının sesi müziğin ezgisindedir, etkilenmemek imkansız…

Sahne sanatları her sanat ile kucaklaşır, her sanat kendisine göre bir alan açar sahnede. Işık, müzik gibidir. Oyuncunun her hareketine dikkat çeker, bahçeden gelen doğal ışık ile kucaklaşır… Seyirci salonda seyirci değildir, oyunun içinde bir parçadır. Kilisenin bahçesine bakan arka zemin aynı zamanda sokak ile oyunu buluşturur… Gün boyu yağan yağmur yerini güneşe bırakarak pencereden içeriye sevgiyi boca eder. Bahçenin gülleri, ağacının yeşili su damları ile geçmişinden salona bir şeyler fısıldar ve oyuna katılır…

Ekmek olmadan özgürlük olmaz... Ekmek mücadelesi sürer, Ankara’da bir heykelin yanında olur onur ve ekmek mücadelesi…
Sağanak bir yağmur. Yağmur kendi rüzgarını yaratıyor. Isınmamış yeryüzü biraz daha üşüdü... Aç olanları sevgi kucakladı, yaşasınlar diye…

İsmail Cem Özkan


Şarkılarla memleket tarihi
Yazan ve Yöneten: Mehmet Esatoğlu
Von Müzik topluluğu: Cenk Emrah Es, Önder Aksungur, Serkan Tosun, Kaan Kıvılcım
Tiyatro Simurg oyuncuları: Hale Üstün, Fahri Bozbaş, İbrahim Ege, Merve Köse, Hazal Akkın ve Mehmet Esatoğlu
Çevre düzeni, kostüm ve afiş: Hale Üstün

Işık: Hamit Demir - Burak Yalçınyiğit

Acılar ile büyür çocuklar…

Acılar ile büyür çocuklar…

Sokakları çürüyen insanlar doldurmuştu. Çürüme kokusunu deodorantlar ve parfümler ile yok etmeye çalışıyorlar... Koku tüm şehri sarmış.

Şehir içinde yaşarken pek hissedilemeyen koku ve duman şehri terk ederken farkına varılıyor ama en kötüsü şehre geri dönerken hissedilen o çürümenin kokusu...

Sokaklarda çürüyen insanlar çürüyen yolların üzerinde çürüyen binaların döküntüsü arsında kalabalıkta kendisine yol açmaya çalışıyor...

Çürüme başlamıştı ve dönüşü de yoktu.

Kötülüklere karşı mücadele eden iyi insanlar kötüleri kovduktan sonra kurdukları düzende onlar ile mücadele eden iyi insanları gördüler... çünkü çürüme sonlanmamıştı, devam ediyordu. Her iktidar iyi niyetler ile iktidara gelir ama kısa zamanda çürümeye başlardı, çürüyen güç etrafına daha fazla koku salardı…

Her şüpheli eğitimli katildir.

Çürümenin olduğu yerde cinayetler de sıradanlaşırdı, bazıları devlet adına işlenir ve katile kahraman denirdi, devletin tasfiye etmedikleri öldüklerinde öldüren eğer yakalanırsa kahramanlık gösterisine dönüştürülür, bayrak önünde fotoğraf çekilir, methiyeler dizilirdi. İktidar için her şeyi mubah görenler, iktidar ile birlikte yok olduklarının farkında bile değillerdi… korku çürüyen toplumların çıkmaz sokağı gibidir.

Korkan insanların olduğu yerde zalim hüküm sürer...

Çürümenin olduğu toplumlar genelde deniz üzerinde sürüklenen gemilere benzetilir, “kurtuluş yok, hepimiz aynı gemideyiz” derler. Aynı gemide olanlar veba hastalığa yakalanmış ve ilaç bulamayanlar gibi denize çaresiz bakarlar. Çaresizlik rüzgardan medet ummayı getirir…

Hepimiz aynı gemideyiz diyorlar ama ben sahilden geçen gemiye el sallıyorum...

İktidarın devamı için doğum kazınılmazdır, çünkü her doğan çocuk Devlet-i Aliye’nin bekasıdır. Devletin bakası için koltuğa oturan kendi bekası için devletin bekası olanları yok etmek için başlar ve kendisinden yeni nesiller yetiştirmek için sağlıklı cariyeler cihanın her yerinden toplanır ve iktidara hediye edilir…

Cariye kadınlar sahipleri için çekici olmak için uğraşır, özgür kadın her daim güzeldir, yüzünden gülümseme eksik olmaz... Özgürlüğü ve özgürlüğünü korumak için mücadele eden kadınlar daha da güzel ve çekicidir... Güzel kadının yanında kadına destek veren de her zaman onurlu ve gururludur...

Ankara hem güzel hem de onurlu iki insanı bağrına basmış, insan hakları anıtının önünde anıt olmalarını seyretmektedir.

Ankara’da insan hakları anıtı sessiz, aç ve gözyaşlarını içinde saklayarak, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme ile hayata bakmaya devam ediyor...

Hayat kazansın...

Acırlar ile büyür çocuklar. Acılardan sıyrılmak o kadar kolay değildir ama her acının içinde gülümsemek devrimci bir eylemdir, çünkü çürümeyi yıkar gider, ağıtı ortadan kaldırır, trajedi yaşadığımız andır, gelecek umuttur, umudumuz gülümsememizde saklıdır…

Çocuklar kazanacak, çünkü onların bir bildiği mutlaka vardır!


İsmail Cem Özkan

19 Mayıs 2017 Cuma

Türk gençliği…

Türk gençliği…

Türk gençliğinin bir bölümü açlık grevinde, bir bölümü cep telefon peşinde, bir bölümü Kürt dövme derdinde, bir bölümü itaat ederken geleceğini kazanma derdinde, babasının parası olanlar yurt dışında, olmayanlar devlet okulunda din eğitiminde... 

Türk gençliğinin artık yoktur bir vazifesi, olsaydı bilirdi.

Türk gençliğinin bir bölümü cemaat üyesi diye işten atılmış, ne yapacağını bilemez konumda, dayak attığı gençlerin bir bölümü “işe dönelim, haksız işten atmalara hayır!” diye açlık grevinde, işsiz gençler açlık grevini bile ziyaret etmeye korkarlar.

Türk gençliğinin bir bölümü rant peşinde, kısa yoldan köşe dönmek için var olan siyasi atmosferin istediği gibi davranmakta ve telefonlarını açarken “selaaamııın alakuum” diyerek açmakta...

Türk gençliği adı var kendisi değişik tabelalarda...

"Türkiyem Türkiyem" marşı söylemekte, güya Amerika karşıtlığı yapayım derken var olan siyasi iradeye desteklerini eksik etmemekte... Var olan lider Amerika'da “dövün!” demiş Türk gençliğinin kariyer sahiplerine...

Kafası karışık Türk gençliğinin.

Türk gençliği hem muhalif hem iktidardan yana hem de hem muhalif hem iktidar destekçisi...

Okuldan atılmış öğretmenine destek verdi diye cezaevinde koğuş içinde gününü karşılamaya çalışan, 70 yaşında babası açlık grevinde çoğunun kemiğini alma umudunda...

Türk gençliği bu kadar dağınık, bu kadar hedefsiz, bu kadar gelecek korkusu yaşamamıştı, gerçi şimdi gelecek korkusundan daha çok yaşam korkusu içten içe onu kemirmekte... Hiç bilmediği yerde, bilmediği hakların haklarını koruma adına mayın tarlaları arasında iki büyük emperyalist devletinin bayrağı gölgesinde toprağa düşmekte...

Türk gençliği parasını olanın parasının güvencesi, olmayanın zalimi olmuş konumda...

Türk gençliği otobüs duraklarında canlı bomba arayan kariyer sahibi...

Türk gençliği her türlü baskı altında, baskı yapanın emrini getirende gençlik!

Türk gençliği 19 Mayıs ismini bilir, içeriğini bilemez, çünkü ona öğretilen daha çok yaratılan gerçektir...

Türk gençliği köyde olabilseydi ırgat, olamadığı için şehirde kağıt toplayıcısıdır... 

Türk gençliği meslek eğitiminde, meslek olarak da imamdır... Vaaz dinlemeyi, verilen vaazı aktarmayı bilendir...

Türk gençliği aslında var mıdır, yok mudur tartışmasının içinde objedir... 
Türk gençliği homojen değildir…

Bugün Türk gençliği derken kim neyi kastettiği bile karışıktır...

Ey Türk gençliği birinci vazifen... Bundan sonra kurulacak her cümle, gelen her kelime kişinin duruşuna göre değişir...

Türk gençliği “komşusunun diline, özgürlüğüne, birey hakkına saygılı olmalıdır” diyen de var, geçen güzele laf atıp, lafın karşılığında terslendiği için onur meselesi yapıp kızın boynunda sigara söndüren bile.

Onuru yüzünden açlık grevinde olan da var, onur meselesi yüzünden kız kardeşini öldüren de...

Kendisini her şeyin üstünde görüp suç işleyende Türk gençliği, bu üstün görene karşı gelende... 

Türk gençliğinin artık övünecek geçmişi de yok, çünkü geçmişini de unutturdular…

Bir Türk dünyaya bedel dediler, dünya lideri bizden olacak dediler,  sıkıntılar sona erecek dediler, koalisyon iyi değil dediler, anayasa değişmeli dediler, dediklerinin bazılarını yaptılar, demediklerini ise mahalle baskısı olarak dayattılar.

Türk gençliği yolda giderken çevresine değil, cep telefonuna bakan, yanında arkadaşı varken cep telefonu ile mesajlaşandır…

Ulus devleti yerini liberal devlet aldı, ortada ne ulusal kimlik kaldı ne de kendi insani özellikleri. Tüketen, tükettikçe daha çok borçlanan bir gençlik para ile askerlik yapmak için savaş bölgelerine gidip gelecek birikimini orada sağlamaya çalışan bir canavara dönüştü…

Yok birbirimizden farkımız, Türk gençliğine X, Y, Z gençliği dediler… Diğer ülkelerde yaşayan gençler gibi saç kestiren, onlar gibi giyinen, onların satın aldığı mağazalardan satın alan, kısaca küreselleşen dünyamızda küreselleşen bir Türk gençliğinden geriye adı kaldı… Dışlanan, horlanan gençlik ise kendisinde aidiyet sahibi gibi kendisinden ötekine, zayıfına, mazlumla saldıran, başına gelen her felaketi onlardan bilen bir gençlik oluştu…

Başarının birincil koşulu kazanmak olarak öğretilen eğitim sisteminden geçen gençlik, kazanmak adına tüm değerleri yok sayandır…

Tüketirken tükenen gençlik var, gurur duymak için neden aradığımız…
                                                       
İsmail Cem Özkan 

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Sevgisiz yaklaşanlar zulmü hak görür...

Sevgisiz yaklaşanlar zulmü hak görür...

Kimse kimsenin fikrini sormuyor, sadece yalan kusuyor üzerine... Parası olanın konuştuğu düzende yalan sadece parası olanın işine yarar, çünkü yalan ile iktidarını güçlendirir... Biri yalan söylemeye başlamışsa başka yalan da söylemek zorundadır, çünkü yalanı ancak başka yalan ile kapatır, ama yalanın da bir ömrü vardı, çıkmaz sokak yaratır yalanlar... Çıkmaz sokaklarda toprağa düşmüşlerin öfkesi yatar...

Acılar üzerine mutluluk inşaat edilmez... Üzerine beton dökülünce geçmiş yok olmaz... Şehirler geçmişin izlerini silercesine sürekli betonlar ile gökyüzüne doğru uzanıyor…

Koca koca insanlar, kariyerinin en üst noktasına çıkmışlar, önlerini ilikleyip var olan tüm haksızlıkları kariyeri için görmezden gelenler, yaşanan hukuksuzluğa hukuk ve yasal elbise giydirmek isteyenler bir siyasi güç önünde eriyip yok oluyorlar... Yok olan sadece onlar mı?

İnsanların hayatları ile oynamaya siyaset denir... Yaşam bir siyasinin dudaklarının arasına bırakılmışsa, orada insanlık yok demektir...

Çocuklarımız kurtuldu, akademisyen oldu derken çocuklarımızın geleceği elimizden bir kararname ile alındı... Açlığa teslim olmaları istendi... Çocuklarımız gelecek kaygısını artık taşıyamıyor, yaşama kaygısı daha ağır bastı...

Masumiyetinizi kaybettiğinizde her şeyinizi kaybedersiniz... Lider olsanız dahi artık hiç bir şeyi yeniden kazanamazsınız... Eğitim, masumiyeti yok eden ve sistem için insan yetiştiren ve biçimlendiren bir mekanizmadır... O mekanizmadan kim geçmedi ki, hepimiz. Hepimizin masumiyeti elimizden alındı, yok edilen geçmişimiz ile birlikte… Çocuklarımız büyüyor, masallarda kalmış masumiyetin gölgesinde…

Çocuklar ile birlikte öfke de büyüyor... Çocuklarımız ölüyor, ölen çocuklarımızın anıları ile öfke de büyümekte... İçimizde sevgiyi büyütelim derken, bize sadece öfke kalmış...

Bizler öfkemizi büyütmek istemiyoruz, öfkemizin yerini sevgi alacağı bir gelecek arzumuz...

Bir arada yaşayabileceğimiz, siyasi sınırların olmadığı, siyasilerin insan hayatına hükmetmediği bir gelecek istiyoruz, çok mu masum oldu. Masallardan mı elde ettik bu düşünceyi… Şimdi birileri tüm masalları yasaklar!

İşten atılanların en küçük birimi, onuru için direnci seçti… Yaşananlar bir inat değil, hayatta kalma mücadelesidir... Onurunu yok edince geriye sessiz bir çoğunluk kalır...

Sessiz çoğunluğun yanında sessizlik açlığa dönüştü. Açlığa dönüşen sessizlik gözaltılar ile yok edilmek istendi. Sessizlik aslında en büyük çığlıktı, elden alınan yok edilen seslerimizin sokakta kalan yansıması eşliğinde…

Gözaltılar açlığı ortadan kaldırır mı?

Tepkisizlik bir anlamda onaylamaktır... Acıyı, ölümü, çığlıkları onaylamıyorum… Tepkisiz değildim, olmazdım da vicdanım kanıyor…

Her insan her acıyı uzun süre üzerinde taşıyamaz...

Yasalar fakirleri umursamaz!

Hayatımız; KHK, darbe, olağanüstü, açlık, işsizlik ile bölündü, ülke bölünmüş ne önemi kaldı... Hayatların bölündüğü coğrafyada siyasi sınırların önemi yoktur...

Yasalar para sahiplerinin ihtiyacına göre düzenlenir...

Freni tutmayan siyasetçinin freni tutmayan panzerleri olurmuş... Her iki durumda da çocuklar ölür, hayaller çalınır...

Bir gün üzerini beton ile örttüğün toprağa dönüşeceksin... İster toz olarak ister başka şekilde ama toprak kaçınılmazdır... Toprak sevgisi olmalıdır insanda, çünkü atasıdır toprak... Para kazanma hırsı, doğadan soyutlanma adına toprak yok ediliyor, toprak düşman olarak gösteriliyor ama toprak için milyonlarca insan öldürülüyor... Savaş çıkıyor… Nedir savaş, belirli toprak parçası üzerinde olabildiğince sömürü... Sevgi ile büyümesi gereken yerlerde öfke, hınç, nefret ile hakim olma savaşları veriliyor... Savaşları ortadan ancak sevgi ortadan kaldırır, çünkü sevmeyen biri savaşmak için bahane arar, o yüzden kim ki savaş çığlığı atar o sevgiden yoksundur. O öfke içinde paranoyaktır, o insanlığın yüz karasıdır... Elbette savaş diye çığlık atanların karşısında direnler hepsi bizim onurumuzdur... Sevgi ile bakarlar dünyaya... Sevgi ile bakarlar aç bedenlerinden çevresine… Sessizlik çığlıktır yeryüzünde!

Korku ve hoşnutsuzluk arttıkça insanlar din, ırk, ulusa dayalı kendi grup kimliklerine daha çok sarılacak. Yaşanan her olumsuz durumun sorumluluğu kendi grubu dışındaki insanlara yıkılacak ve kin artacaktır. Bu durumda çöküşten kaçmak zorlaşacaktır. Dağılıyoruz, komşularımızın aç olup olmadığını bilmiyoruz, vicdanlarımızın üzerine beton döküyorlar. Betonlar arasında yaşa diyorlar. Tüm birikimlerimizi betonlar arasında gönüllü yaşayalım diye ellerimizden alıyorlar. Birikimlerimizi bizim adımıza karar verip, bizim adımıza hesap açıp, bizim adımıza savaş araçlarına yatırıyorlar, bir avuç toprak için. Ve bizler birden gökten gelen bombanın sesi ile irkiliyoruz, aşsında irkilmemiz gereken sessiz çığlık, açlığın sesi olduğunu unutuyoruz. Bir kişi açsa o toplum dağılmak zorundadır, çünkü biri bir arada tutacak artık aidiyetlerimiz kalmamıştır… Ortak dili konuşmak, ortak susmak çözüm değildir, kaosun girdabından kurtulmak için…

Sevgisiz yaklaşanlar zulmü hak görür...

Sevgi ile yaklaşan ise sessizce zulüm karşısında açlık ile çığlığını atar… Hiçbir insan aç kalmasın, yaşasın... Ölümler sevgi dolu insanlardan uzak kalsın… Ölüme koşanların önünü kapatın, vücutlarını açlığa yatıranların istemlerini karşılayın, çünkü bu dünyayı güzellik kurtaracaksa, güzellik yaşam içinde olur... Yaşayan insanlardır güzelliği çevresine paylaşanlar… Toprak serpilmesin güzel insanların üzerine… Onların sesine ses katın, ses sadece ses…

Üzerimize yalanlar dökülmesin!


İsmail Cem Özkan 

Eleştiri…

Eleştiri…

Eleştiri olmazsa olmazımızdır deriz ama hiçbir zaman eleştiriyi ya kaldırmayız ya da yok sayarız, çünkü her şeyi en iyi bilenlerin olduğu yerde eleştiri olmaz; ya övülür ya da yerilir…

Eleştiri tarihini yazmaya çalışan biri mutlaka kendisi ile hesaplaşmak zorundadır, çünkü eleştiri; kişinin kendisi ile yüzleşmesidir ona da özeleştiri deriz. Özeleştiri ne yazık ki eleştiri ile birlikte buharlaşmış, ısınan gökyüzünde suya dönüşmeyi bekler, bir gün kaybolduğu topraklara umarım yağmur olarak iner…

Her yapılan pratik iş aslında geçmişin eleştiridir, konuşmaktan daha çok üretin derler. Üretin geçmişe öykünmedir, en fazla öykünenler geçmiş ile bir noktaya gelir ve kopar, çünkü yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz.

Bugün ne üretilirse üretilsin geçmişte ayağı yoksa varlığı yok demektir. Her üretimin, her adımın, her söylemin geçmişte bağı olmak zorundadır, birden postmodern söylem ortaya çıkmaz, postmodern de olduğu gibi olaylar birbiri içine girip sonsuz ve karmaşık anlatım ile bitmeyen öykülerin pasif, sistem ile çakışmayan, sistemin güzellemesini dolaylı yapan bir dil ortaya çıkmazdı. Bugün yaşanan postmodern diye kabul edilen dil aslında liberal söylemin edebiyat/sanat içinde karşılık bulmasıdır. Yani postmodern yıkar ama yerine yenisini koymayı düşünmez. Yıkıntı halinde kalan ulus devlet gibidir, yıkıntılar içinde kaos ortamında kalan bir bireyin neden yıkıntılar içinde kaldığı, neden gökyüzünden bombaların kendi şehrini vurduğunu, koşusunun neden birden radikal dinci olarak karşısına dikildiğini ve de neden dine sarılarak özgürlükleri bilerek ve isteyerek kendi elleri ile yok ettiğini anlayamaz, çünkü anlaşılmazlık, dil kuralları yerine kuralsız ve bilgisizce kullanılan dil aslında bilinçli bir tercih olarak karşımızda durur…

Elbette postmodern dili kullanarak tam tersi söylemlerde geliştirmek mümkündür, onun denemeleri olmuş olsa da genel içinde küçük bir dalga konumunda kalırlar, genel ve gelmekte olan ve üzerimize çöreklenmiş olan dalganın yönünü değiştirmez. Değişim ancak dalganın önüne bent oluşturup yeni bir dili veya geçmişin güzel destansı ve zengin dilini keşfetmek ve yeniden insanlık için, birlikte yaşam için geçmişin önemli yazlarına öykünerek oluşturmak zorundayız. Bugünün popüler yazarları bizi boşlukta ayağı yere basmayan ve sadece yıkımı meşrulaştıran, direnmeyi yok sayan bir konumda bıraktı…

Yaşadığımız çağdan ve algıdan kopuk herhangi bir şey üretme şansımız var mı, belki vardır ama kopuk olan zaten anlaşılmazdır ve anlaşılmayan şey de balondur. Toplumsal gerçeklikten uzakta yaşayanların iç dünyalarını anlatması bile eleştirinin konusu içinde nereden baktığına bağlı olarak ya beğenilir ya da yok sayılır… Çünkü eleştiri birçok kategorize edilmiş dinamiklerin iç içe geçmiş halinin anlaşılır hale getirip okuyucuya ulaşmasıdır… Sadece psikolojik çözümleme yetmemektedir, onun ile bağlı sosyoloji ve sosyal bilimlerin diğer dalları da işin içine karışır. Eleştiri sosyal bir olaydır ve bilimsel temelini aramaya da gerek yoktur, çünkü nereden durduğunuza bağlı olarak değişim gösterir. Bir eleştirmenin beğendiğini başkası beğenmez, doğaldır önemli olan o esere bakan okuyucunun kendi bakış açısıdır. Ama eleştirinin de bazı kriterleri vardır ki kaçınılmaz olarak ortaya konması gereklidir, nerden bakarsanız bakın dil kuralları bellidir ve yüzlerce yıllık birikimin ürünü olarak karşımızda durur, o kuralları ben çiğnedim yeni dil yarattım diye olmuyor, öncelikle anlaşılır ve ne anlattığı okuyucu tarafından bilinmesi gereklidir. Birikim olmadan ürün olmaz.

Siyasi yaşantımız karanlığın içinde yaratılan cahillerin hakimiyeti altında geçmektedir. Karanlığın dili genelin dili olur zaman içinde, çünkü karanlık kendi hakimiyetini kurarken aynı zamanda kullanılan dili de değiştirir. O dil cahiliyet dilidir ve cahiliyet dili ile üretilen her eser geleceğe değil geçmişe övgü taşır. Gelecek geçmiştir onların dilinde ve geçmiş bir şekilde yeniden yaratılır. Yaratılan geçmiş, geçmiş değildir, onların kafasında ki gelecektir. İşte bu özleme en yatkın dil liberal ekonominin yaratmış olduğu dildir ve modern olarak sunulan her çalışma aslında karanlığın dehlizlerinde oluşan çığlıktan başka şey değildir, çünkü modern olarak sunulan her çalışma aslında belirsizliği ve geçmişi savunur gibi, gibi gözüküp geçmişten kopmaktır… Ayağı yere basmayan kulağa hoş gelen ama beyinde herhangi bir iz bırakmayan konumundadır. Bakıp, okuyup, izleyip ve anında unutulandır.

Modern sanat merkezleri arka arkaya banka sponsorluğunda açıldı, orada sergilenen absürt eserlerin çoğu yüzleşme değildir, sadece geçmişin izinin silikleştirilip bugüne sanki bugünün ihtiyacına uygun sesin değiştirilmesi olarak gelmektedir… Eserlerin sergilendiği mekanlarda ilk basın sunumlarına katıldım, birçok eseri anlatan küratörler kafada yaratılanın gerçek gibi sunulmasına şahitlik ettim. Evet, onlar belki kafalarında bir şeyler tasarladılar ve sundular ama önemli olan seyircinin okuyucunun onu nasıl algıladığıdır, sanat eseri, sanatçının üretiminden çıktıktan sonra artık onun değildir, seyirci veya okuyucu onu nasıl algıladığı ve yorumladığıdır asıl olan… Eleştiri denen kavram ile seyircinin algısı ile oynayıp, onun gözüne at gözlüğü takma girişimine şahitlik etmekteyiz, çünkü var olan tüm medya araçları bu modern olarak sunulan postmodern eserleri öyle bir şekilde sunmaktalar ki, sanırsınız geleceği bunlar biçimlendiriyor. Geleceği, parası olanların siyasi irade üzerine baskısı belirlemektedir ama esas belirleyici olan o baskıya karşı direniştir. Direniş geleceğin nasıl olacağını biçimlendirir ve yeniden yaratır. Yeniden yaratılan direnişler aslında geleceği de yaratır… Direnişi ve zulüm karşısında dik duranları görmeyen her sanat eseri geçmiş ile bağını koparmış olarak karşımda durur, çünkü direniş olmadan zulüm anlatılmaz… 

Eleştiri bir anlamda direnmektir, övgü ise karanlığın hüküm sürdüğü dönemlerde korkmak ve kendisini silikleştirmektir. Eleştiren bir insan eleştirisi karşısında gelebilecek olan her tepkiye karşı direncini ortaya koyar ve bir anlamda Donkişot’tur… Eleştirinin olduğu yerde özgürlük vardır, övgünün olduğu yerde ise korku hakimdir ve övgü düzenler bir anlamda kralın soytarısıdır… Elbette soytarılarda inceden inceye eleştirisini yapar ama kralın bıraktığı özgürlük alanı içinde kalmak koşulu ile… Bugün sanat dünyamızın eleştirmenleri yoktur, çıkar ilişkilerinin sağlamış olduğu bir eserleri görme durumu söz konusudur. (Düşünün bir eleştirmen ayda on kitap eleştirisi değişik yayınlarda yazabilmektedir. Yayınevleri ile eleştirmenin arasında ki maddi ilişki söz konusu bile edilmez. ) Yaratılan ve sunulanın sermaye olarak gösterildiği ortamda eleştiri ortadan kalkmış ve sadece piyasa belirleyicilerin bir aracı konumuna dönüşmüştür. Bir eserin fiyatını artırmak adına ‘görünür kılmak’ ve ‘farkındalık’ kelimeleri kullanılarak piyasa oluşturma işine dönmüştür… Yaşadığımız çağ kırılmanın canlı olarak hissettiğimiz ve geçmişin yaratımlarının yeniden gözden geçirildiği bir döneme denk gelmektedir. Kırılmanın yaşandığı ve yeni kırılmaların oluştuğu bu süreç aslında eleştirmene ihtiyaç duyduğu bir dönemdir, çünkü sistemin sahiplerinin elinde zaten istenilen şeyler yaşanmaktadır, ulus devlet çökmüştür, onun yaratmış olduğu tüm değerler ve direnişler tek tek ortadan kalkmıştır. İşçi sınıfı örgütsüz ve işyerlerinden mahrum olarak kalmış işsiz bırakılarak bir anlamda sınıfı ortadan kaldırmış gibiler… Fakat ortadan burjuvazi kalkmadığı sürece işçi sınıfı da ortadan kalkmayacaktır. Sosyal adaletin yok olduğu yerlerde yaratılan her devlet yok olmaya mahkumdur, küçük bir azınlık milyonları yönetemez, kontrol edemez… Sosyal devletin ortanda kalktığı yerlerde devrim kaçınılmazdır, çünkü bir küçük azınlık refah içinde ve parasına göre yaşarken olmayan paranın sefaleti o yaratılan birikimi de ortadan kaldıracak kadar öfkeyi biriktirir ve öfke bir kere yürümeye başladı mı hiçbir özel güvenlik o öfkenin önünde engel olamaz…

Korku ve hoşnutsuzluk arttıkça insanlar din, ırk, ulusa dayalı kendi grup kimliklerine daha çok sarılacak. Yaşanan her olumsuz durumun sorumluluğu kendi grubu dışındaki insanlara yıkılacak ve kin artacaktır. Bu durumda çöküşten kaçmak zorlaşacaktır. Toplumumuz yürüyen ve çürümekte olan bedenlerden oluşmaktadır. Bedenin çürümesini ancak gerçek eleştiri ortadan kaldıracaktır. Eleştiri var olanın yerine güzelden, iyiden yana bir şey yapmaktan geçer…


İsmail Cem Özkan

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Gazetecilik!

Gazetecilik!

Bu ülkede çalışan da çalışmayan da hepsi işsiz gazetecidir... Çünkü gazetecilik denen kavram patronun çıkarına göre haber yapmak olarak yeniden kurgulandığı gün bitmiştir. Gazeteci, eskiden ihale için meclis ve parti koridorlarını patronun adamı ile turlar ve ilişki yakalarken gazetecilik bitmiştir. Günümüzde koridorlarda gazetecinin koşuşturmasına ihtiyaç kalmamıştır, zaten iktidar ile içli dışlıdır, aracı koymak ve ilişki yakalamanın anlamı kalmamıştır. Editörlerin nasıl haber yapılacağı ve hangi konularda kaç vuruşluk yazı yazacağı yani sipariş üzeri haber yazılması başladığı gün gazetecilik bitmiştir... Zengin adamlar için onlara özel dergiler çıkarıldığı ve onların hoşuna giden haberleri tek bir gazetecinin üzerine yıkıp, ondan her konuda yazı yazması beklendiği gün gazetecilik bitmiştir... Kısaca bitmiş mesleğin eski çalışanları ve hala kendisini gazeteci olarak görenler işsizdir... Çünkü mesleğin gerekliliğini yerine getirebileceği alan kalmamıştır... Havuzdan alınan ve havuza bırakılan her haber editörler ve gazetenin duruşuna göre yeniden yaratılıp yaratılan gerçeklik olarak okuyucuya ulaşmaktadır. Bu ortamda gazetecilerin hepsi işsizdir, maaş almak ve evini geçindirmek için kendisinden istenileni yerine getirene çalışana editör, getirmeyende işsiz gazeteci denir...

Suç, yoktan var ediliyor…

“Gazetecilik suç değildir!” başlığı taşıyan dövizler her gösterinin merkezi İstanbul’da ki Galatasaray lisesi önünde ki meydanda belirli günlerde (ihtiyaca uygun zamanlarda) çıkarılıyor ve kamuoyundan destek isteniyor… “Gazetecilik suç değildir!”  sloganı gerçekten sorunun odak noktasını karşılıyor mu diye düşünüyorum ve bana göre yetersiz olduğuna karar verdim... En azından ülkemiz gerçekliği ile uyuşmuyor... Yandaş gazetecilerin yaptığı iş kasaplık değil, onların ki ‘embedded’ gazeteciliktir... Ama sonuçta gazetecilik... Ülkemizin gerçekliği muhalif gazetecilere suç yapıştırmaktır... Gazetecilere suç atmayın, suç yapıştırmayın demek bana daha mantıklı geliyor...

Gazetecileri korkutmak, cezaevine atmak için suç uyduruyorlar... Uydurulan suçlarda özellikle dikkat ediyorlar gazetecilik ile ilgili olmamasına, dolaylı bağlantı kuruyorlar...

Çalışan gazeteciler uzun zamandır zaten yazı işleri ve patronlarının sansürü ile karşı karşıyadır ve onların çıkarına uygun haberler medya havuzlarında yer bulmaktadır…

Hepimizin bildiği bir gerçek durum söz konusudur, ülkemizde ifade özgürlüğü yok… O yüzden sansürümüzü her daim içimizde taşıdık, taşımaya da devam ediyoruz.

İfade özgürlüğü, düşünme hürriyeti, bilgiye ulaşma, haber kaynaklarını saklı tutmak özgür olmalıdır. İdeal olan bunlardır ama hayat ideal olanı karşılamıyor...

Kırılma noktasındayız ve kırılma noktasında aptallaştırılmış ne kadar kitle varsa sistem içinde, sistem adına çözüm arayanlara o kadar çok zaman kazandırır…

Sorun daha boyutludur ve sadece görünen kısmıdır gazetecilerin yaşadıkları…

Gazeteci kendisinden ne isteniyorsa onun peşinden koşmakta ve ödüller ile de yılda birkaç defa ödüllendirilmektedir… Gördüğünü haber yapmak yerine sipariş edileni haber yapmak daha risksiz ve maaş garantisi vermektedir.  Hatta bazı gazeteciler olayların derinlemesine bilmeden sağdan soldan duyduklarını haberleştirip kitap yaparak üstün körü yazılmış ortaokul seviyesinde çocuğa hitap eden diller ile tarihi de kendilerine göre tahribat yapmaktadırlar. Popüler söylem popüler gazeteci yaratmakta ve popülizm ile halkın doğru bilgi alma kaynakları ortadan kalkmaktadır…

Özgür gazetecilik yapmanın birincil koşulu devlete gazeteci olduğunu onaylatmamaktan geçer... Eğer bir meslek alanına devlet tarafından kolaylık ve destek yapılıyorsa orada onlardan beklenilen bir şeyler olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız ki, Türk gazetecileri beklentiye gönüllü katkı sunduğu medya tarihimizden öğrenilebilinir...

Gazetecilik yapanlar tıpkı diğer meslekte olanlar gibi mesleklerini kutsamaya veya dokunulmaz kılmaya kadar götürüyorlar, hatta öyle payeler sunuluyor ki kutsallaşıyor birden...

Kategorize edilmiş tüm meslekler hayatı ve dünyayı değiştirmez, sadece değişimine katkı sunan disiplinlerden biri olur. Çok fazla abartmayın mesleklerinizi, çünkü kutsal ve dokunulmaz hiç bir şey yoktur...


İsmail Cem Özkan

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Ayrı ayrı gittiler…

Ayrı ayrı gittiler…

Ayrı ayrı gittiler, ayrı ayrı bayraklarını açtılar, ayrı ayrı afişler hazırlamışlar, ayrı ayrı bağırdılar, ayrı ayrı ayrı yönünü öne çıkardılar, her biri tek bir mezara gidip aynı şekilde duygulandılar, aynı şekilde gelecek umudunu içine çektiler...

Ayrı ayrı gittiler bir mezarın başına ve ona söz verdiler, halklar özgür olana kadar bu kavga bitmez! Çünkü ilk yüz adımı en hızlı koşucusu yatar o mezarda, o mezarın başında binlerce aynı isimi taşıyan genç... Mezarın içinde yatar bir delikanlı, içindedir kemikleri ama ruhu başında bağıran her bir gençtedir. Her ziyarette onların ruhlarına bir nefes üfler, "Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm!"

Ayrı ayrı zamanlarda yok edildiği düşünülenler, ayrı ayrı vücutlarda savundukları hayat bulur, dikilir zalimin önünde…

Önce yaşamdır, ölüm güzel insanlardan uzak dursun...

En zor koşullarda bile önce yaşamı savundular, yaşam için kendileri ölümü göze aldı… Yeter ki güzel, yaşam dolu gençler ölmesin diye… Devlet onları yok ederek kendi homojen toplumu kurma projesini başardığını sandı. Kurulan devlette başka birilerinin projesi olduğunu düşünmeden devleti yaşatmak adına, devlet için cinayet işleyenler kahraman olarak tanıtıldı ama sonuçta katildi hepsi. Devlet kendi kahramanını unuttu, kahramanlarının vurduğu gençler bugün dahi yüreklerde, meydanlarda, mücadele alanlarında yaşamaya devam ediyor…

Devlet adına cinayet işleyenler hepsi profesyoneldi, vicdanlarını çıkarları gereği dağlatmışlardı…

Halk adına hareket edenler ise amatördü ve vicdanları en ufak haksızlık karşısında kanıyor ya da acıyordu. Onların vicdanları, onların gelecek hayalleri, onların kavgası bugün dahi kirletilememişse, piyasaya sunup ticari araç olmamışsa hala onlar kadar temiz insanların davalarına sahip çıkmasında yatar…

İnsanlar işini, ekmeğini, çocuğunun cesedini alabilmek için ölüme yürüyor.

Ölüme yürüyenler devletin kendilerini duymayacağını biliyorlar… Ben duydum, sağır vatandaş duydu, kör bir vatandaş gördü…

Daha geç olmadan dönün...

Devlet duymadı ama bir gün bu acıyı yaşatanlar hesap vereceğini tarih zaten bize söylüyor, benim sözümü duymuyorsanız, tarihin sesini duyun, sizler kolay yetişmiyorsunuz, bu kadar kolay yok olmayın aramızdan, anılarınız ile yaşamak istemiyorum...

Yaşamı savunan, dünyanın sevgi ile kurtulacağını düşünenlerin olduğu yerde ölümü biz çağırmamız gereklidir, ölümü durdurmak elinizde; ölmeyin...

İşten her insan atılabilir, her insan işten atılmasına itirazı olabilir. En doğal haktır... Ama birini işten attıktan sonra onu açlığa mahkum etmek, ‘vebalı’ gibi yaşaması için etrafını boşaltmak da nedir?

Elbette her işe başlamak sonlandırılmakta var ama bunlar sonlandırmıyor, çalışma hakkını elinden alıyorlar...

Bütün çalışma hakkı elinden alınan, itiraz ettiği için sürekli dayak atmak, tutuklamak, işkence yapmak da nedir?… Bu vicdansızlığı yapan kulaklarını kapatmış, gözünün önüne pembe resimler almış, magazin dünyasına bakarak kim kimi aldattı diye haberleri ekranlarından izleyenlerin üzerine boşalttığı, yalanlarının her taraftan aktığı bir yerde vicdan kanıyor, kanatılıyor, inadında daha fazla öfke biriktiriliyor... Gerçekten öfkesi olması gereken bilmem ne kadar işsiz, işten atılan, çalışma hakkı elinde alınmışlar neden bugün yaşam alanlarında sokakta değiller, neden evlerine kapanıp razı olurlar?

Tüm insanlık sizin acınızı, öfkenizi duydu, bırakın ölüm yolculuğunuzu, başka yollarda vardır sonu ölüm olmayan...

Son yolculuk, dönüşü olmayan yolculuk, inadınızı, kararlılığınızı hepimiz gördük... Kimse size bir şey söyleyemez, ama en azından ölmeyin, yaşayın… Anılarda yaşatmak istemiyorum...

Devlet sevindiğine biz sevinemeyiz, çünkü devlet bizi değil çıkarları temsil eder.

Devlet öl diye gözümüze baktığı, öldürmeyi ve yağmayı kendinde hak olarak gördüğü dönemde birileri kalkıp kendilerini ölüm yolculuğuna bırakıyorsa ortada direnç yerine birilerin istediğini gönüllü yapmak gibi geliyor bana. Elbette bu düşüncem ölüme kendisini bırakmışların son anına kadar haklı haksız tartışmasını yapmadan desteklemek ve onların bu vicdan kanatan durumlarını kamuoyu önüne getirip -ne bekliyorlarsa önemi olmadan-, beklentilerinin karşılanmasını talep etmektir...

Devletin muhalif olanların hepten yok olduğunu ve sorunsuz bir homojen devlet yaratama içinde olduğunu da hepimiz biliyoruz, ama bilinen başka şey de var ki devlet hiçbir zaman homojen olamayacağıdır.


İsmail Cem Özkan

9 Mayıs 2017 Salı

Zalim, genelde zayıflardan çıkar…

Zalim, genelde zayıflardan çıkar…

Serçeler çimlerin üzerine düşmüş çiyi yudumluyor. Gün henüz kendisini göstermedi ama havada gri bir aydınlık söz konusu... Gölgesiz bir gün daha başlamıştı… Günün ilk ışıkları bulutların üstüne vurmuş ama bulutlardan yeryüzüne daha doğrusu yaşadığımız yere gelmiyordu. Homojen bir aydınlık söz konusuydu, gölgelerimiz olmadan sokaklardan geçerken, gölgesiz dolaştığımızın bile farkında değildik.

Şehir yaşamı insanı hedeflediğini değil bulduğu gibi yaşamasını öğreten bir alan olmuştu. Şehir ticaret demekti, ticaret çalışan insan, çalışan insan ise birilerin artı değeri olacaktı. Çünkü çalışan olmazsa onun üstüne basıp rahat yaşayan olamazdı. Rahat yaşama adına arkadaşının üzerine basıp gitmek yaşadığımız çağın ruhu olarak bize sunuluyordu. Liberal ekonomide her insan koyun gibi kendi bacağından asılır, kasap dükkanlarında olduğu gibi uygun yerine çiçek takılırdı. Gerçi marketlerin içine sığınmış kasaplarda ne koyun ne de gül vardı…

Şehir, mertliğin ortadan kalktığı, zayıf insanların güçlü insanları paraları ile teslim aldığı bir mekan olmuştu… Okumamış, duyduğu ile hareket eden, duyduğunun yanına bin koyan, yaratılmış gerçekliğe inanan ve o inanç ile tek doğrunun kendi düşüncesi olduğunu sanan ve dünyayı tek başına oynatacak kadar güçlü ve de merkezinde gören birinin elbette bilim ile işi olmaz, o sadece güce inanır ve gücü olanın her şeyi yaptığını sanır. Ama güç bilgi olduğunu bilmeden yaşadığı sistemde birisi için tüketici ve tetikçisi olduğunu anlamayacaktı…

Zayıf insanlar kapı kulu olur, sonra kapıdan aldığı yetki ile zalim olur… Zalim olmayanlar ise kendilerini daha güvende hissetmek için kapı kulluğundan bir adım ileri giderek onun kölesi gibi davranır ve her isteğini yeteneği kadar yerine getirirken, geçmişi, geldiği kültürü, konuştuğu dili unutur… Onlar gibi olmak, onlar gibi yaşamak için her şeyini unutur, ne yazık ki kayıtlar onu kodlamıştır, güvenilmeyen insan olmasına rağmen kendisini güvende hissetmek için kayıtsız şartsız hizmet etmeye devam eder…

Stockholm sendromu sadece yenilenlerin yaşadığı bir durumdur ve ülkemizde bu sendrom her yenilgi ve katliamı yaşamış hakların içinden ve yapılardan çıkmıştır... Neden şaşırıyorsunuz, faşist bir partinin logosunu, siyasi iradede tek adamın imzasını Ermeni yaptı diye... Bugün ki iktidara en çok destek verenler, Suriye iç savaşında IŞİD'e dolaylı destek veren azınlık vatandaşlarımızın olması şaşırtıcı mı? Dink cinayetinde Dink arkadaşı gibi gözüküp Dink cinayetinin üzerine toprak serpip örtmeye çalışanlar? Erdoğan’ın başdanışmanları arasında eski TKP'li olması... TKP’nin son genel sekreterinin AKP’yi destelediği ve onun medyasında AKP lehine yazılar yazdığını... Şaşırmamak gereklidir, çünkü olaylar öyle bir şekilde akar ki birden kendinizi Stockholm sendromu içinde bulabilirsiniz... Bugün birçok liberalin kandırıldık diye piyasaya çıkması bu sendromun etkisi değil mi? Geçmişte Kürt davalarında yargılanmış, cezaevinde yatmış birinin dümdüz edilmiş ilçelere, mahallere rağmen iktidarın yanında yer almasını nasıl açıklarsınız?

Birinin zaferi diğerin yenilgisidir, birinin acısı diğerinin onuru olur... Birinin yenilgisi, diğerinin kahramanı olarak sunulur... Hepsinin üstünü bir bayrak örter. Bayrak, kahramanlık, zafer, şan, onur diye sunulur, ama acı, katliam, boşu boşuna öldürülmüş masum insanları yok sayar... Sırf birilerinin kasası dolsun diye milyonlarca insan bayrak ideali altında öldürmesine, katil olmasına sebep olunur...

Tüm bayrakları yakın, yok edin insanın insana kulluğunu...

Her zaman söylenecek bir şeyler bulunur ama sevgi sözleri dökülmez insanların dudaklarından, dökülüyorsa eğer içtendir, paradigması dökmesini istiyorsa eğer zaten yapmacıktır. Bir insanın neden sevgi gösterisi zordur da öfkesi, hıncı, nefretini daha kolay gösterir? Sevgi gelecektir, yaşadığımız zaman öfke, nefret, yalan üzerine oturmuştur...

Aşina olduğumuz düşüncelerimizden sıyrıldığımız an dünya gerçekleri ile yüzleşmeye başlarız...

Arabesk duygu sömürüsüdür... Duygulara seslenen ve duygular ile hareket etmektir... Bir söz duyar jileti vücudunda gezdirir, çünkü acıyı hissetmesi gereklidir. Arabesk dinleyen kişi duygusaldır... Duygularının fiziki acı ile sonlanacağını ve onu göstereceğini bilir... Çünkü aklın yerini duygu aldı mı, artık orada mantıklı bir şey beklenmez, bir ses onu intihara kadar götürür... Peki, sol arabesk yaşam ile bağlantıyı gecekondular yok olup varoşlar olduktan sonra mı elde etti? gecekondu sahibi oldu apartman sahibi, geçmişi ile dört eğilimi bir arada tutan partiler ile yok etti, paradigma ona duygusal hareket etmesini buyurdu... Elbette Alevi olanları Sünniler arasına almayınca onlar kaldı sözde solcu, diğerleri oldu dört eğilim partinin neferi... Duygulara kim seslenirse, seslendiği sürece popüler, duygulara seslenme bittiği an buharlaşan bir kitleyi temsil eder oldular... Arabesk yaşam biz Ortadoğu ülkesi olmamız ile birlikte dört eğilimin dördünü de kapladı, peki arabesk yerine hala inat ile çok sesli müziği dinleyenlere ne demeli? Onlarda yakında arabesk dinlerler mi?

İsmail Cem Özkan 

5 Mayıs 2017 Cuma

Sol bilinçtir…

Sol bilinçtir…

Sol üzerine binlerce yazı kaleme alınmıştır, binlerce sayfa üzerine leke olarak işlenmiştir, çünkü bilince çıkarılmak istenen şey bilimsel açıklaması olan, akla uygun ve yaşamda karşılığı olan bir tanımdır… Sol denilince her bireyin kafasında duygusal olarak bir şeyler yansısa da aynı şeyler algılanmadığını yaşanan sol yapıların çeşitliliğine bakarak anlayabiliyoruz. Çünkü olaya nasıl baktığın değil nereden baktığın solun tanımını de etkilemektedir… Ama üzerinde ortak mutabakata varılmış ilkeler vardır ki, bu ilkeler yüzlerce yılın sonunda akla uygun geldiği için kabul edilmiştir. Çünkü kapitalizm her şeyi kategorize ederken, her sıfata başka anlamaları zamana uygun şekilde verebilmektedir. Popüler söylem her zamanın ruhuna göre değişmektedir…

Sol adına yapılan her adım bir birikimdir ve her birikimden elde edilen tecrübeler ile bireyin özgürlüğünü, yaşama bakış açısını genişletmek için kullanılmıştır. Özgürlük, bağımsızlık, eşitlik, kardeşlik solun belirleyen temel sıfatlardır… Bunlar olmadan sol tanımlanamaz ve düşünülemez…

Fransız devrimi çok kısa süreli iktidar süreci içinde birçok tecrübeyi de arkasında bırakmıştır ama bu kısa zamanda insanlık için çok değerli birikmeleri de bırakmıştır. Kısa zamanda çok şeyler öğrendi insanlık, çünkü içinden doğduğu kapitalist sisteme karşı işçi ve kenar mahallenin yoksul kesimi ortak olduklarında, el ele verdiklerinde, omuz omza barikatların arkasında yer aldıklarında en güçlü görünen devlet mekanizmasını elinde bulunduranların iktidarını da yok edecek kadar güçlü olduklarını gösterdiler… Burjuvazinin o fiyakalı zafer çığlığını yerle bir edilebileceğini göstermesi açısından önemlidir. Feodal düzen içinde büyüyen burjuvazi iktidarı elde ettiğinde söz verdiği eşitlik, kardeşlik ve özgürlük söylemlerinin altını boşaltmış ve işçi sınıfı ile birlikte kenar mahallerin yoksul kesimini devlet mekanizması içinden uzaklaştırmıştır. Henüz iktidarı alacak şekilde bilinç anlamda kendisini geliştirememiş olan işçi sınıfı ilk tecrübesini barikat arkasında yaşamış ve ilkelerini burjuvazi yaşamına karşı oluşturmak için nüvelerini ekmiştir. Daha doğrusu daha önceleri toprağa ekilen düşüncelerin filizlenmiş ve yaşamda karşılığı denendiği bir alan olmuştur…

Sol, bilinç ile geleceğe adım atacağını ve bilinç ile örgütlendiğinde başarıya ulaşacağını yaşayarak öğrenmiş ve Ekim devrimini hazırlamıştır. Ekim devrimi elbette teorilerde olduğu gibi bir işçi sınıfı devrimi değil köylü ittifakı ile iktidarın ele geçirilmesidir. İşçi devletinin kurulabilmesi için öncelikle köylülerin işçi sınıfı içinde erimesi ve köylülüğün ortadan kaldırılması için liberal bir ekonomi politika hayata geçirilmiştir.

Devrimin lideri Lenin düşüncelerinde hayata geçen büyük deneyim, kısa sürede çökeceği tahmin edilirken, uzun süreli bir birikimin başlangıcını ifade ediyordu.

İktidar Sovyetlerin oldu…

Sovyetlerin birliği değişik halkların ve beklentilerin bir meclis ve bayrak altında toplanmasıdır… İşçi devleti adına atılmış büyük bir adımdır ama yaşam teoride olduğu gibi olanak sunmamış ve o dönemin yaşanan krizleri oluşmakta olan Sovyet devletini de biçimlendirmiştir…

İç dinamiklerden daha çok dışta gelişen birinci dünya savaşı sonrası kapitalist krizin rüzgarı bu yeni oluşmakta olan ülkenin sol tanımını da biçimlendirmiştir… Lenin’in erken ölümü oluşmakta olan devletin de kaderini değiştirmiştir. İktidar kavgası ve ikinci dünyanın gelmekte olan ayak sesleri yeni devletin özgürlük kavramını devrim sürecinde olduğu gibi algılanmasını ortadan kaldırmasına ve kendi evlatlarını iktidarı güçlendirmek adına feda etme sürecidir.

Tek coğrafyada güçlü devlet ve iktidar.

Güçlü iktidar da tek lideri yaratmıştır. Tek lider, tek parti, tek ideal, tek gelecek! “Özgürlük, bağımsızlık, eşitlik, kardeşlik” kavramları yaşanan sürece uygun olarak yeniden tanımlandığı dönemdir…

Özgürlük tek partinin özgürlüğü olmuştur. Sınıf devletinde iktidar; parti değil sınıftır, sınıfı tek parti temsil edemez, çünkü tek parti kontrol mekanizmasını ortadan kaldırıp tek liderin her şeyi yapabilmesi anlamına geldiğini kısa sürede öğrenilecektir.

Çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli, çok renkli, çok uluslu olan Rusya stepleri homojenleştirmek adına tek tipleşmesi işçi sınıfının iktidarını aslında çöküşünün başlangıcını ifade ediyordu. En güçlü ve şatafatlı gözüken süreç yıkımın filizlerini de kendi topraklarına ekiyordu…

Teknolojik anlamda ülke birden çok atılım yapmış, şehirler bir düzene girmiş, köylerde üretim teknolojiye bağımlı olarak gelişmiştir. Ama çarın gizli servisinin ve polislerin yerini Moskova merkezli partinin elemanları almıştır. Parti üyeleri özgürlüklerini yaşarken partili olmayanların söz ve yaşam hakları ellerinden alınmıştır. Hatta sürgüne gönderilenlerin ölüm fermanları bizzat yerine getirilmesi için devlet olanakları çekinilmeden kullanılmıştır…  

25 Aralık 1991 tarihi bir istifa değil yıkımın da tarihidir. Son tekmeyi bizzat ülkenin evlatları atacaktır…

Fransız devriminden sonra en büyük deneyim artık solun gelecek için elindedir…

Sol yaşananlarda elbette yeni sonuçlar çıkaracaktır, en azından tek parti rejimi ve solun tüm renklerini yok eden yaklaşım sol olmadığı, özgürlük kavramını yok ettiğini devlet mekanizmasının söndürülmesi için atılması gereken adımlar bu yaşanmış deneyimlerden elde edilecek olan sonuçların pratiğe yansıması ile ortaya çıkacaktır. Teoride söz edilenlerin yaşamda karşılığı bire bir olmadığı için her somut durumun somut tahlili yeni deneyimlerin adımları olacaktır… Elbette her somut durum elde edilen tecrübelerin yaratmış olduğu olanaklar içinde olacaktır…

Sol bilinç ile adım atar. Bilinç yaşanmış tecrübelerin ve gelecekte kurulması hedeflenen işçi devletinin kapitalist devletin eleştiri olacağını ve kapitalizmin yaratmış olduğu tüm olumsuzlukları yok edecek şekilde adım atması anlamındadır…

Kapitalizm bireyi yok eder, üretici değil tüketimin bir parçası yapar…

Kapitalizm birey özgürlüğünü savunur gibi yapar ve özgürlüğün ve sermayenin küçük bir azınlık için ayrıcalık olduğunu kulaklara fısıldar. Kapitalizm kendisine muhtaç kapı kullarını yaratır ve onlardan hizmet etmesini bekler. Hizmeti ve insanı satın alır…

Kapitalizm kapital için her şeyi yağmalar ve değerler birikimini küreselleşme adına yok sayar… Tüm çeşitliği tüketir ve sadece para getirebilecekler için yaşama alanı bırakır... Kısaca kapitalizm para getireceği acın gölgesini bile satabilecek kadar anlayışa sahiptir…

Kapitalizm doğayı yağmalar ve kirletir…

Kapitalizm kurulu aşamasında ulus devletini kendisini geliştirmek için kullandı ve ulus devletini yarattı. Ulus devleti, küreselleşme karşısında ayak bağı olduğunda liberal politikalar ile yıktı ama yerine henüz küresel ihtiyacı karşılayacak herhangi bir devlet mekanizmasını yaratamadı. Bugün yaşanan küresel sorunların temelinde tröst firmaların (küresel) ulus devletlerin yaratmış olduğu hareket alanını kısıtlayan uygulamalarının sonucudur… Devlet yoktur ama devlet gibi hareket eden bir mekanizma söz konusudur… Son yıllarda ulus devletini savunan aşırı sağın yükselmesi işte bu yıkımın ortaya çıkarmış olduğu krizin üründür… Liberal ekonomi birey özgürlüğünü öne çıkararak ulus devletin tüm birikimlerini firmalara devrederken devleti küçültme adına geniş kesimleri işsiz bırakmıştır…

Kapitalistler çıkarlarına uygun olarak en ucuz malı istedikleri ülkede üretmiş, en yüksek fiyatta satabildikleri ülkede ürünlerini satışa çıkarmıştır. Karlarını azaltmamak adına ülkelere göre malın kalitesi ile oynamışlardır. Örneğin Avrupa’da satılan bir ürün ile ülkemizde satılan bir ürün arasında kalite, çevreye verdiği zarar ve kullanılan kimyasal madde farkı ortaya çıkmıştır. Avrupa için verdiği paraya göre (fakirlere ucuz marketlerde bizde satılan malın kalitesine yakın ürün pazarlamaktalar) mal üretip pazarlarken bizim ülkemiz için daha düşük kalitede ürün pazarlayabilmektedir. Bayer CEO'su Marijn Dekkers “paran kadar sağlık (ilaç) alabilirsin” diyerek açıklamıştır. Elbette sadece kendi adına konuşmamaktadır. Çin malı parasına göre kalitesi vardır. Aynı ürün, aynı görünüm ama farkı kalite...

Kapitalist sistem insanları homojenleştirmekte ve herkese aynı pencereden bakıp belirlediği standarda göre mal üretmekte ve o ürünü kullanmaları beklemektedir…  Sağlık, eğitim, güvenlik küresel standartlara göre belirlenmeye başlamış ve ülkeler ve coğrafyanın getirmiş olduğu değişiklikler yok sayılmıştır. Amerika veya başka ülkede üretilen ya da patenti alınmış her hangi bir sağlık aracından elde edilen verilen tüm dünyada standart olarak uygulanmakta ve o standart verilere göre insanlar hasta ya da sağlıklı diyerek sağlık sanayisi için müşteri olmaları sağlanmaktadır… Aslında bireyin özgürlüğü ve farklılığı hepten teknoloji ile yok sayıldığından sağlıklı insanlar ilaçlar ile hastalandırılmakta ve küresel olarak hastalıkların yaygınlaşması sağlanmaktadır. Bu sayede sağlıklı olan bireylerin tüm birikimleri sağlık firmaları ve sigortalarının kasalarında birikmesine sebep olunmaktadır.

Ulus devleti çatısı altında üretim yapan tüm sanayi fabrikaları daha ucuz üreten ülkelere taşınmakta ve ülke içinde var olan örgütlü işçi sınıfı ortadan kaldırılıp onları hizmet sektöründe çalışan kalifiyesiz ve taşeron işçi konuma getirilmektedir. Bu liberal ekonominin başarısı olarak sunulmuş ve işçi sınıfı elde etmiş olduğu birikimleri/ kazanımlarının çoğunu kaybetmesine sebep olmuştur. İşçi sınıfının örgütlü olduğu Almanya gibi ülkelerde işçi sınıfını temsil eden partilerin başına liberal solcuları getirerek bu başarı elde edilmiştir. Üstelik işçi sınıfı sendika ve partisi eli ile bir çok tümüne yakın haklarını kavgasız ve grevsiz kaybetmiştir… Fransa’da 2017 seçiminde sağ partiler arasında olmaktadır, sol ve komünist partilere iki sağdan birini seçme hakkı verilmiştir…

Yaşanan liberal ekonomi ve politikalar da solun alışkanlıklarını ve beklentilerini hepten değiştirmiştir. Klasik sol, ulus devletinin yaratmış olduğu birikimlere göre tepki vermektedir ve bütün yorumlarını ulus devletten elde etmiş olduğu tecrübeler ve alışkanlıkları ile ortaya çıkarmaktadır. Somut durumun somut tahlilinde liberal ekonominin ve politikalarının yıkımının sonucu ve yenilgi süreci yeteri kadar dillendirilmemekte ve pratik politik alanda kendisini günlük sorunlara günlük tavırlar ile ifade etmektedir. Uzun soluklu ve iktidar hedefli politika ancak örgütlü güç ile olunabileceği tüm sol tarafından kabul görmesine rağmen solun temelini oluşturan işçi sınıfının örgütsüzlüğü solun önünde en büyük çıkmaz sokak olarak durmaktadır.

Sol kendisini yeniden tanımlamak zorundadır. Somut durumun somut tahlili var olan iktidara bakarak ona göre duruş tespit etmek ancak yaşanan krizin ötelenmesi anlamına gelmektedir… Sol, krizi kapitalist sistemin krizi olarak tanımlamış ama kendi yaşadığı krizi yönetmemektedir…

En büyük kriz sol değerlerin dini değerler ile karışmış olmasıdır…

Solun temeli kapitalist sitemi eleştirmek ve onun yerine yeni bir sistem oturtmasıdır…

Sol, yaşamak ve yaşatmak için vardır, sağ (kapitalizm ve onun temsilcisi ve müttefikleri) zaten; vatan için, millet için, bayrak için öl der... Sol da hop der kim için, kimin çıkarı için diye soru sorar ve savaşa/ ölüme karşıdır... Tek savaş varır o da sınıf savaşıdır ki, sömürü, emperyalizm, kapital üzerinde olan sistem kalksın diye... Eğer bu hedeflere doğru adım atmamışsa sol, sol değildir...

Ölümü kutsamak solda yoktur, çünkü solun cenneti ve cehennemi olmaz...

Sol da her ne olursa olsun bütün eylemler ve mücadele yolu tükenmediği sürece kendi vücudunu ölüme döndürmek anlayışı da yoktur...

Sol vicdana seslenmek için duygusal hareket etmez, akla ve bilime bakarak adım atar... Akıl tatile çıkmaz solda...

Arkadaşını, yoldaşını var olan mücadeleden ayrıldı diye düşman ilan etmez, her ne olursa olsun yaşam her şeyin üstündedir, savaşta barikatta dahi olsa yanındakine güven duymak zorundadır…

Her insan her şartta ve koşulda aynı tepki verir diye anlayış bilimde olmaz, çünkü her insanın konumu, duruşu, dayanıklılığı sadece o insana özgüdür...

Standart insan yoktur, standart insan kapitalist anlayışta vardır, ona göre standart elbise üretilir, standart ayakkabı, standart sağlık tetikleri, standart kategorize edilmek için vardır. Sol, standart değil, kişiye özgü, kişinin yeteneğine göre, kişinin kültürel ortamına göre arayışlar içinde olmak ve ona özgü ortam yaratmak için arayışlar içinde olur...

Kişileri standart yapmaz, eğer her kişiyi ak ve kara olarak ayırıyorsa zaten orada bilim yoktur ya da bilimi kötü amaçlarına uygun kullanım vardır...

Bilim çıkarlara göre eğilir bükülebilinir ama sol eğmeden doğrudan insan ve doğa hedefli olarak yararlanır...

Solcu olmak ve sol yapı içinde olmak demek özgür olmak demektir...

Özgür olmayan bireylerin özgür bir gelecek kurma hayali olabilir ama gerçekleştiremezler, çünkü özgürlüğü bilmeyenler özgürlük adına dikta rejimi kurmaktan başka iş yapamazlar...

Solcu başkasının iyiliğini düşünmez, kendisi ile birlikte ortak güzellikler yaratmak için omuz omuza çalışır ve üretenin iktidar olduğu düzeni savunur...

Uzun bir yazı oldu, istenirse daha da uzar ama genel anlamda ne anlatmak istediğimi sanırım anlatabildim… Ülkemiz öznelinde ve diğer ülkelerde solun yaşadığı krize yukarıdan bakarak bana yansıdığı şekilde dillendirmeye çalıştım. Elbette benim sözüm tek doğru ya da yanlış değildir. Tek doğru ve yanlış yaşanmışlıklara nereden baktığınıza göre değişir. Beklentiler zaten doğruyu ortaya çıkarmaz olasılıklardan birini veya birkaçını tartışma zemininde tutar…

“Özgürlük, bağımsızlık, eşitlik, kardeşlik” bugünde solun değerleridir. Ulusal sorun da, yaşanan krizlerde bu açıdan bakıldığında hakların çeşitliği, bir arada yaşama olanakları, verilen mücadeleler ve dayanışma için bize bir zemin yaratmaktadır. Elbette çağa, zaman, coğrafyaya, kültüre, konuşulan dile özgün düşünce yönetmeleri kapitalist sisteme rağmen hala kendisini koruyabiliyorsa hala umut vardır ve o umut işçi sınıfının devleti yeni tecrübeler ile yaşama geçirilebilinir…

Eşkıya şimdilik dünyaya hakim olmuş gibi gözükebilir, dünyaya hükmeden tüm devletler yok olmuştur, yerlerini başkaları almıştır. Üstelik dünyaya hükmeden tüm devletleri güçsüz olarak kabul edilen insanlar tarafından ortadan kaldırılmıştır…  Aklı ve bilimi bilinç ile kullananlar duygusal tepkilerden uzak durarak yarına örgütlü biçimde baktıkları oranda başarılı olacaklardır… 


İsmail Cem Özkan 

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Korkunun üzerinde hiçbir şey yaşamaz!

Korkunun üzerinde hiçbir şey yaşamaz!

Henüz sabahın ışıkları yaşadığım yere vurmamıştı ama sokakları ve şehrin karanlık noktalarını Bizans zamanın makamı çoktan kuşatmıştı. Erguvan ağaçlarının çiçeklerinin rengini alan boğaz artık anılarda kalan bir fotoğraf parçası, ayakta kalmış sütunların yanında gökyüzüne bırakılan bir renk konumuna düşmüştü. Ağacın gölgesi yaşadığımız zaman diliminde İstanbul boğazına ulaşamıyordu, denize çakılan kazıkların üzerine oturtulan yaya ve kara yolu ağacı denizden koparmıştı…

Sabah kalabalığı sokakları kuşatmadan sokakların hakimi olan köpekler grup olarak gezmeyi bırakıp her biri kendi bölgesine bireysel olarak dağılmak üzerine birbirine en son seremonilerini yapıyorlardı. İlk insan kalabalığı karanlıkta hareket etmeden ayrılmaları ve çöplerin kenarında olan yiyecek paketlerini koklamaya başlamamışlardı... Karanlık dağılmamıştı, aksine karanlık daha fazla kendisini hissettirirken doğudan başlayan bir aydınlanma yeryüzüne gelmekte olanı muştuluyordu...

Bizans makamı ses yok olmuştu... Zaten ortada ne yedi tepeli şehir kalmıştı, ne de onlardan kalan mahzenler...

Yeraltında var olduğu söylenen tüm değerler metro çalışması adı altında çoktan beton içinde ya kalmış ya da tarihi belge olmaması için çöplerde un ufak edilmiş, değerli gibi gözükenler de çoktan yurt dışında antik borsasının parçası olmuştu bile... Alan ve alıcısının belli olmadığı müzayedeler İstanbul’un yeraltından çıkanları ile daha da zenginleşmiş... İstanbul’un geçmiş sesi müzayedelerde bir başka topraklara ve sahiplerine doğru taşınmaktadır...

Sadece İstanbul’un yeraltı zenginliği mi, geçmişe ait yakın uzak ne varsa hepsi çöl kumu üzerinde ki gibi savruluyor ve çöl kumunun boşalttığı alanları beton kaplamıştır. Bütün değerler bir bir erozyona uğruyor yok oluyordu. Yeni gelenler geçmişi tanımadıkları için ayakları yere basmadan sanki havada uçar gibi geleceğe doğru uzanmaya çalışıyor ama ayaklarının altında zemin olmadıkları için gelen rüzgarın gücü ile her şeyi tüketmeye devam ediyorlar…

Tüketim çılgınlığının hakim olduğu yerlerde eğitim sadece yapılması gereken bir zorunluluk olma dışında eğitim de bir sermayedir… Ürünün pazarlanması için devlet eli ile öğrenci yaratılır ve orada eğitimden geçenler neyi daha iyi tüketeceklerini hem eğitim kurumu hem de mahalle baskısı ile öğrenirler…

Eğitimin para etmediği, küçümsendiği toplumlarda eğitimsiz olanların para hırsı ile yaratılmış tüm değerleri yok sayarak " yalnızca ben yalnızca ben" diyerek hiç bir ölçü tanımadan toplumun bir enayi, kendisinin dahi olduğuna inanır...

Gelecek korkuların üzerine yükselmez...

Korku içinde koruyu büyütür ve yeni bir korku yaratarak süreklilik sağlar... Bugün yaşadığımız korkular aslında ilk atalarımızın yarattığı korkunun büyütülmüş halini yaşarız...

Bir diktatör sadece insanlığın değil aynı zamanda bulunduğu ülkenin de düşmanıdır...

Yol kenarında yatar cansız vücutlar, yanlarından geçen hızlı araçlar. Her birinin acelesi var ama çürüyenin acelesi yoktur, zaman onu bildiği gibi yok edecektir ama artık ona da müsaade etmez arabalardan çıkan egzoz... Yol kenarında cansız bedenler, yanlarından hızla geçen zaman ve neden öldüğünü hiç bir zaman anlayamayacak ruhlar... Ölmüş bir köpeğin başında gözü yaşlı başka bir köpek çaresiz içinde nefessiz yatana bakar. Çaresizdir, gözünden yaş akmaktadır. Gece karanlığında birbirine destek olan köpeklerden biri artık yoktur ve çürümeye başlamıştır…

Savaşın yaşadığı ülkede yaşayanlar, neden savaşıldığını anlayamadan mülteci konumuna düşenler her biri yarınlarının çalındığının farkına bile varamadan olayların ve bombaların bıraktığı rüzgarda savrulmaya devam ediyorlar... Zamanın ruhu şarapnel parçasında havaya savrulmaktır... Yol kenarında yanlarından hızla geçen araçlarının rüzgarından kendilerini koruyarak daha güvenli buldukları yerlere doğru yol almaya devam ediyorlar… Gözlerinde korku, tam kavrayamadıkları gerçekler arasında kafalarında oluşmuş korkudan kaçarken onlar karanlığı aydınlatan farların korkunç görüntüsü altında belirsizliğe doğru yürüyorlar…

Korkunun üzerinde hiçbir şey yaşamaz!

Korkular üzerinde gelecek inşaat edilemiyor…

Korkular üzerinden özgür düşünce varlığını koruyamaz…

Korkuların hakim olduğu yerlerde ve zamanlarda sağlık denen kavram bir sermaye yatırımından başka şey değildir…

Korkunun hakim olduğu yerde çaresizlik vardır…

Korku yol kenarında araçların bıraktığı bir rüzgardır belki de…

İsmail Cem Özkan

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Sahtekar / Changeling

Sahtekar / Changeling



Amerika her yaşadığı olumsuzluktan olumlu sonuçlar çıkararak yol alan bir devlettir. Avrupa’nın önyargılarını olduğu gibi yenidünyaya taşıyan insanların oluşturmuş olduğu devlet mekanizmasında insanları denetim altında alan ve onları yönlendiren devlet mekanizmasının yaşadığı değişimleri hukuk mücadelesi içindedir. Amerika’da değerler yaşanan olumsuz örneklere karşı verilmiş direnişler üzerine oturmaktadır. Elbette direnişi ortaya çıkaran orantısız gücün mazlumun üzerine uyguladığı baskıdır. Avrupa kıtasından gelen sermaye sahiplerinin önyargıları ve kafalarında ki ideal toplumu yaratmak adına uyguladıkları tüm baskılara karşı verilmiş mücadelelerin tarihidir bir anlamda… Amerika’da sermaye egemenliğinin olduğu ama ona karşı liberal düşüncenin de mücadelesini görmekteyiz. Sistem ile kavgası olmayanların sistemin yaratmış olduğu sorunların üzerine yapmış oldukları mücadeleler ile reformlar ile adımlar atmıştır. Atılan her adım kazanılmış haktır ve o hakkı koruyan hukuk maddeleri oluşturmuşlardır…

Zalimlerin karşısında mazlumların zaferini konu alan birçok olay tarihin dehlizlerinde yerini aldığı gibi, tersi de söz konusudur. Sömürge döneminden emperyalist döneme geçişte sınıf mücadelesi Amerikan toplumun özgürlükler karşısında ki duruşunu somutlamıştır… Amerika bugün Avrupa’dan birçok konuda farklılık göstermektedir. Avrupa kültürünün yeniden yaratılması değerlerin yeniden oluşturmasında elbette Avrupa kıtasında azınlık olanların Amerika kıtasında en azından yönetim alanında çoğunluğu temsil etmesinin payı vardır. Zalimlerden çok çekenler kendi zalimliklerini kurarken temelde sınıf bakışı içinde fark olmamasına rağmen pratik alanında değişiklikler ortaya çıkarmıştır.

1928 yılında Amerika’da bir şehir. Los Angeles’in işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı bir şehrin kenar mahallerinden bir semt… O dönemde teknolojinin gelişimine bağlı olarak ortaya çıkan yeni iş alanları. Amerika Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşadığı krizler dönemine denk gelmektedir. Herbert Clark Hoover başkandır. Henüz New York borsası çökmemiştir. Toplum yaşanan krizlerin ağırlığını üstünde taşımaktadır. Devlet kendisini güvende hissetmek adına toplum üzerinde baskı aygıtını artırmıştır. Polise özel yetki veren şehir idaresi, toplum içinde potansiyel olarak suç işleyebileceklere karşı acımasız ve yargısız infaz etmektedir… Yetkiyi eline alanlar denetim olmadığı ortamlarda en acımasız uygulamaları doğal olarak görülür…

Ağırlıklı işçi sınıfından insanların oturduğu varoş mahallelerinden birinde, Los Angeles banliyölerindeyiz. 1928'in mart ayında, telefon operatörü olarak çalışan anne Christine Collins (Oscar ödüllü Angelina Jolie), sakin bir cumartesi sabahında işe gitmek üzere evden ayrılırken dokuz yaşındaki oğlu Walter ile vedalaşır. Akşam evine döndüğünde her ebeveynin en büyük kabusuyla yüz yüze gelir: Biricik oğlu kayıptır. Polis tarafından çok yoğun bir arama tarama çalışması başlatılır. Ancak küçük Walter en ufak iz bırakmadan ortadan kaybolmuştur. Ta ki aylar sonra polisten haber gelinceye dek Collins için umutlar tükenmiştir. Christine'in oğlu olduğunu iddia eden bir çocuk bulunmuştur. İtibarını kurtarmak isteyen polis, Collins ile evladının kavuşmasını medya önünde bir halkla ilişkiler-tanıtım etkinliği gösterisi olarak organize etmeyi tasarlar. Sayısız polis, medya organı, fotoğrafçı arasında allak bullak olup adeta serseme dönen Christine, getirilen çocuğu evine almaya ikna olur. Ancak yüreğinin derinliğinde kendisine getirilen çocuğun oğlu Walter olmadığının bilincindedir.

Öykünün kurgusu dönemin tüm özelliklerini ortaya sermektedir. Belediye başkanının tercihi ile oluşmuş olan polis teşkilatı içinde ki özel bir birim sokaklardaki potansiyel olan tüm farlılıkları ortadan kaldırmaktadır. Şehir öyle bir düzen içinde olması istenmektedir ki, tüm dünyaya örnek olacak kadar düzenli, sorunsuz ve ideal bir şehir yaratmak… Bu dönemde inşaat ile şehir yeniden biçimlenirken toplum da polis gücü ile hizaya sokulmaktadır. Bir çocuğun kaybolması polis teşkilatının popüler konumunu pekiştirmek ve kötü imajını ortadan kaldıracak bir fırsattır. Çocuk bulunacak ve aileler mutlu yaşamına geri dönecektir. Polis içinde oluşan yozlaşmanın da üstü örtülecektir… İmaj için fırsat ellerine geçmiştir.
 
Film imajları içinde polis teşkilatı, kadına saygısı olmayan ve kendi erkinin sorgulanmasına tahammül bile edemeyen erkek egemen düzenin sembolüdür aynı zamanda.

Polis bulduğu çocuğun kaybolan çocuk olduğunu iddia etmektedir, fakat anne o çocuk kendi çocuğu olmadığını bilmektedir. Kendi çocuğunun olmadığını kanıtlamak için öğretmene ve diş doktoruna giderek onlardan da bildiğinin teyidini alır. Medya önünde gerçekleşen bu trajediye polis teşkilatı sert tepki verir, onu görüşme adına polis karakoluna çağırır ve orada yapılan tehditlere boyun eğmeyen anne psikiyatri kliniğine kod 12 adı verilen özel bir statüde gönderilir. Orada başka bir gerçeklikle karşılaşılır. Polise mukavemet eden kim varsa suçu olsun olmasın her birey kod 12’den oradadır. Boyun eğmeyen, biat etmeyenlerin bir sorgu odası gibidir…

Amirine itaat etmeyen bir polisin tercihi başka bir zincirleme olayı tetikler…

Bu arada Kanada’dan ülkeye kaçak geçen bir çocuk yakalanmıştır. O çocuğun yurtdışı edilmesi için görevlendirilen polis orada başka bir gerçekle karşılaşacaktır. Yakalanan çocuk başka bir gerçeği ortaya çıkaracaktır. Ölü çocukların kemiklerinin olduğu bir çiftlik! Zaman çocuklarının kemiklerinin toprak ile buluştuğu dillimden ilerlemektedir ve başka bir şehrin kaderini değiştiren olayların aslında başlangıcıdır… seri cinayetler, kaybolan çocuklar… Polisin elinde ki kayıp çocukların akıbeti bu cinayetler ile aydınlanacaktır. Masaya bırakılan her fotoğraf başka bir trajedinin aydınlanmasını ve drama dönüşmesini anlatır…

Sistem, bulmayı istediği şeyleri buldu…

Olayların kurgusu yaşanırken fark edilmez ama ilerleyen zamanlardan geçmişe doğru bakıldığında nasıl ilmek ilmek iç içe geçtiği anlaşılır… Seri katil kardeşinin evinde kardeşinin kocasının ihbarı ile yakalanır. Sistem öyle bir şekilde eğitmiştir ki, kardeş kardeşi korumak yerine ihbar etmesini olağan karşılar hale getirmiştir. Önyargılar asılında yakalanmadan mahkum etmiştir, şimdi prosedür yerine getirilecektir...

İki dava açılır, paralel yürüyen iki dava... Birinde şehir idaresi ve polisler sorgulanırken, diğer tarafta katilin verilmiş kararının yasal hale getirilmesi… Yasalar ile polislere verilen orantısız güç hukuk maddeleri çıkan olumsuz koşullardan dolayı yeniden gözden geçirilmesi ve insan haklarına saygılı bir düzenleme adıma adım atılması… Sistem kendi içinde kendisine karşı oluşan havayı kendi lehine reform ile düzenlemesidir...

“Kavganın başlatanı olma ama bitireni ol!”

Dava bitmiş, beklenen karar açıklanmış… Biri idama giderken öte yandan özgürlükler hukuk maddesi altında güvence altına almıştır… Olayların merkezinde olan çocuk bulunmamıştır ama o ölüm çiftliğinde olay yeni bulunan çocuğun öyküsünde biraz daha umut şeklinde açılmıştır…

Anne artık eski işyerindedir, yaşama dönmüştür. Papaz olayların çözümcüsü olarak işlevine devam etmektedir. Polis devleti olmamak adına mücadele etmeye medya aracılığı ile işlevine devam eder. Reformist görevi üzerine kilise adamı üzerine almıştır. Anne umudunu üzerinde her daim taşıyacaktır, çünkü çocuğun akıbeti belirsiz bırakılmıştır. Şehir idaresi polis müdürleri ile birlikte görevini bırakmış ve bir daha yönetime talip olmamışlardır.

Bu kadar çok temaya değinme çabası, Angelina Jolie'nin gayet teknik ve yer yer abartılı oyunculuğu, son olarak da filmin finalinin hangi günde geçtiğini öğreniş şeklimiz, aslında Sahtekar'ın amacını belli ediyor. Filmin son bloğuna gelindiğinde, aradan geçen yılları anlatmak için Oscar ödül töreni kullanılıyor. Frank Capra'nın Bir Gecede Oldu (It Happened One Night) filminin Akademi Ödülleri'nden zaferle ayrıldığı günde geçiyor final. Bu konuda bayağı yorumlar da yapılıyor karakterler tarafından…

Kaybolan çocuk bir olayın sonlanmasına sebep olmuştur, yetkileri ellerinde toplayanların ne kadar zalim olabildikleri ve kontrolsüz güç kullandıkları kanıtlanmış ve onların gücü sistem içinde çözülmüştür…

Sahtekar / Changeling
Yönetmen: Clint Eastwood
Senarist: J. Michael Straczynski
Oyuncular: Angelina Jolie
John Malkovich
Geoff Pierson
Jeffrey Donovan
Jason Butler Harner
Colm Feore
Amy Ryan
Michael Kelly
Müzik: Clint Eastwood
Görüntü yönetmeni: Tom Stern

Kurgu: Joel Cox