Galata Gazete


28 Temmuz 2017 Cuma

“Ben Ulrike Bağırıyorum!”

“Ben Ulrike Bağırıyorum!”

Amatör tiyatroları her daim sevmişimdir, amatör ruhu ile iş yapanlara hayranımdır… İzmir’in Karşıyaka semtinde bir dernek içinde yarı amatör ama usta bir ekip tarafından yürütülen bir çalışma vardır. O çalışmanın sorumlusu Seda Yelbuğa. İdealist ama ütopyası olan güzel bir insan, elbette bunda benim sübjektif bakış açım vardır, çünkü yıllardır tanırım, yıllardır onun iğne ile kazarak büyük başarılara imza attığını yakından gözlemlemiş biri olarak bu sübjektif analizi yapmak benim hakkımdır diye düşünürüm… Elbette söz söylemek için insanlar değişik araçlar kullanır, kimisi direkt konuşmayı, kimisi dolandırarak, kimisi ise işi estetik boyutuna vardırıp sanatın inceliklerinden yararlanarak söylemek istediğini rahatlıkla söyler. Seda, tiyatro aşkını bu söz söyleme sıkıntısını yaşarken keşfetmiş ve o sanatın tüm inceliklerini öğrenmiş ve usta olduktan sonra da öğreten konuma gelmiş ve o sanatın vermiş olduğu geniş evrenin olanakları içinde sözünü çekinmeden söylemeye başlamış ve devam etmektedir…

Yıllar içinde kafasında tasarladıklarını hayatta karşılığını bulmuş, idealize ettiğini bulamasa da yaşamın ona verdiklerini iyi değerlendirmiş.  Karşıyaka’da küçük bir çevre ile başladıkları dernek çalışmasını bugün büyük bir aileye dönüştürmüş.

Dernek, para üzerine oturmamaktadır, proje yoktur burada, birilerine iyi gözükmek için ya da küçük yardım almak için boyun eğmemiş, başı dik ve ne söylediğini bilen ve ne yapmak istediğini açıkça ortaya koyan ve hayat veren bir yapıya kavuşmuş. Kısaca dernek kendi evrenini Karşıyaka içinde yaratmış ve kısa sürede etrafında tanınmış, profesyoneller tarafından orada ücretsiz etkinlik yapılıyor diye de eleştirilmiş, çünkü onların piyasasına sessiz ama etkili bir müdahale olmuş. Sanat parasız ve sokakta yapılabileceğini göstermekle kalmamış, sokakta ve yarattığı ortamda kendisine hayat ortamı yaratmış…

 Karşıyaka Sanat ve Kültür Derneği  (KSK-D) özgün ve bağımsız yapısı ile Karşıyaka’nın dar ve basık sokaklarında oksijen taşıyan bir vaha olmuş…

Bu vahanın içinde oluşmuş olan bir tiyatro: Çatlak Tiyatro ya da Tiyatro Çatlak kim nasıl kullanmak isterse, çünkü o özgürlüğü isim konulurken düşünülmüş, kimin kolayına gelirse öyle ifade etsin, marka yani satılıp alınan bir isim olmamış, sahip çıkılan ve paylaşılan bir isim üzerinden yola çıkılmış… Kısaca Çatlak Tiyatro marka değil, ortak üretimin bir adı olmuş… Ortak emeğin ortaya çıkarmış olduğu düzen ve çok renklilik çalışmalara ve seçilen oyunlara da yansımış. Emek ortak olunca seyircisi de bol olmuş, çünkü ortak emek harcayanlar daha fazla sahip çıkmış, yeteneği (emeğini ortaya koyarak çalışmak isteyenleri)olanları da bu kolektif çalışmaya dahil etmişler.  

Bu kadar tiyatro tutkunu olurda oyunlar olmaz mı? Her ayın son perşembesi ‘oda tiyatrosu’na adım atılmasına sebep olunmuş. Her ay başka bir oyun, her ay gündeme uygun başka söz söyleme… Her ayın son perşembesi ortak emeğin seyircisi ile buluşmasıdır…  Birçok oyun olmuş her ayın son perşembesinde…

Temmuz ayın son perşembesinde ki oyunu görme şansına sahip oldum… Son perşembeye uygun kendimi ayarladım, dedim mutlaka görmeliyim… Mutlaka bu emeğin sahnede nasıl hayata karıştığını görmeliyim… Temmuz ayı benim için İstanbul’dan kaçmak için fırsat ayıdır… Bu fırsatımı iyi değerlendirdim ve İzmir’e geldim… Şansıma “Ben Ulrike Bağırıyorum!” oyunu çıktı. Başka oyunda olabilirdi ama Temmuz ayı için Seda Yelbuğa ve arkadaşları bu oyunu seçmiş, bence çok iyi bir seçim olmuş… Çünkü karmaşık ve sürekli kırılmaların yaşandığı ülkemizde gündem hızla değişmekte. Değişen gündeme ait söz söylemek öyle kolay değil, çünkü ne söylediğine kimse bakmıyor, kimin yanında sesin yankılanıyor ona bakıyorlar ve yankı yerleri sürekli değişime uğramaktadır… Zeminin sürekli değiştiği yerde sağlam duruşlu insanların işleri gerçekten zor, çünkü onlar nerede durduklarını biliyor ama çevresinde olanlar sürekli yer değiştirdiklerinden sağlam duranları her durdukları noktaya göre yeniden değerlendirip kendi kafalarında yeniden yaratıyorlar. Yaratılan gerçekliği gerçek gibi görenlerin oluşturmuş olduğu gündemler ise her daim cepheleşmeyi ve düşmanlığı körüklüyor… Düşmanlığın körüklendiği ortamlarda barışı savunmak, gerçek doğruları konuşmak öyle kolay bir iş değil, çünkü yaratılmış gerçeklik içinde yaşayanlar hem siyasi hem de ekonomik güçleri olduğu için ortamı kargaşaya ve ses kirliliğine sebep olarak kendi çıkarlarının kavgasını yapmaya devam ediyorlar… Bu kirliliğin ortasında vahada sözleri olanların söz söylemek için arkalarına sanatın gücünden alarak bir odanın içinde seslerini gök kubbeye bırakıyorlar… Hiç bırakmamaktan daha iyidir, çünkü o ses bir gün ulaşması gereken yerlere ulaşacaktır… Evren kendisine emanet bırakılan sesi mutlaka bir gün sahibine ulaştırır…

“Ben Ulrike Bağırıyorum!” oyununa gelince bugüne kadar görmediğiniz farklı bir yorum ile sahnede hayat buluyor… Tek rengin hakim olduğu hücrede RAF örgütü liderlerinden Ulrike Meinhof’un hücreden dünyaya bıraktığı sese şahitlik ediyoruz. Oyuna Sultan Demiralp can veriyor. Sultan Demiralp amatör ruhun vermiş olduğu rahatlıkla usta oyuncuların takdirini toplayacak şekilde bir performans ile ete kemiğe büründürüyor ve Almanya’nın insanlık dışı trajedisini ülkemizin gerçekliğine yansıtıyor. Oyun bir projektör görevi görmektedir. Beyazlar içinde kalan bir insanın ölüme doğru gidişini ve hiç konuşmayan gardiyanların gözleri önünde siyasi iradenin tercihine göre yok edilişine şahitlik etmekteyiz. Ulrike duvarlara bıraktığı sesi bugün hala aramızda yankı bulmasına sebep oluyor…  Muhteşem bir performans, ses ve mimikleri ile usta bir oyuncuya da gönderme yapmaktadır, evet profesyonel oyuncuların kaybettiği ruh oda tiyatrosunda Sultan Demiralp vücudunda hayat bulmaktadır.

İzmir, Osmanlı döneminde en çok tiyatro salonuna ve oyuncusuna sahip bir şehirken nasıl çöllere dönderildiğini yaşamış bir şehirdir, bugün İzmir şehrinin hemen hemen tüm ilçelerinde sanki tiyatro festivali yapılıyor, çocuklara tiyatro eğitimi veriliyor… Tiyatro yeniden kendisine yaşam alanı bulmuş, çöle dikilen her biri birer yaşam tohumudur. Karşıyaka’da bu tohum tutmuştur… Boy vermiş ve şimdi kendi ormanını yaratıyor…

Abdullah Özbağcı kısa ve öz bir rolü vardır sessiz gardiyandır. Sesiz ve mimiksizdir… Bize o gardiyanın ruhunu kısa ve anlık vermektedir…

Dorio Fo eğer bu eserini sahnede görmüş olsaydı eserimin ruhu hayat bulmuş diye ayakta alkışlardı. Sade bir dekor, sade bir ışık altında, gürültüye sebep olmayan efekti  ile oyun tiyatro sahnesine yakışır bir şekilde hayat bulmuş ve seyirciye istediği mesajı vermiş olduğunu düşünüyorum. Oyunun yönetmeni bu başarıda ki rolünü tartışmaya bile gerek yoktur, başarılı bir şekilde birlikte çalıştığı arkadaşları gözlemlemiş ve onlara uygun rol dağılımını yapmış olduğunu oyun sonunda seyircinin yerinden alkışlar ile fırlamasından bellidir…

Emeği geçen tüm Tiyatro Çatlak ekibini kutluyorum, iyi ki gelmişim, iyi ki izlemişim…

Ulrike bugün dahi sesi kulaklarımızda, onu yok eden Alman devletinin gerçek yüzünü teşhir etmiştir…

“Bütün devletler katildir hatta büyük bölümü seri katildir…”

İsmail Cem Özkan


“Ben Ulrike Bağırıyorum!”
Yazan: Dorio Fo
Yönetmen: Seda Yelbuğa
Oynayanlar:
Sultan Demiralp
Abdullah Özbağcı
Ses, efekt, Işık: Tiyatro Çatlak ekibi
Tiyatro Çatlak Oda Tiyatrosu
27 Temmuz 2017 Karşıyaka İzmir


17 Temmuz 2017 Pazartesi

Bütün dünya aynı şeyleri tüketirken…

Bütün dünya aynı şeyleri tüketirken…

Kedimiz Cips’in anısına…

“Zayıf daima adalet ve eşitlik ister, halbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir.” Aristoteles

Evrenimiz şimdilik dünyadır, henüz uzayın derinliklerine doğru ne yol aldık ne de yerleştik. Evren bizim için ulaşabildiğimiz kadar olandır, diğerleri ulaştığımızda bizim olacaktır…

Evrenimiz henüz bir köy görüntüsünden çıkmış değildir, nereye gidersek gidelim tüm evrenin köyleri farklı görünüm altında olsa da sadece yanılgıdan başka şey değildir, çünkü yakından baktığımızda tüm köylerde tüketilen ürün global firmaların ürünlerinden başka şey değildir, tüm çöplükler belli markaların çöp yığını ile doldur. İnsan tüketiyor, tüketirken kendisini ve çevresini de tüketerek tıpkı diğerlerine benzemeye başlıyor. Tüketen insan tüketen insana benziyor ve arlarında ki şimdilik tek fark konuştukları dil ve kullandıkları alfabedir.

Evrensel köyümüzün hangi coğrafyada yer aldığına bakmadan proje üretenler yerel olan kültürleri yok saymaya ve ortak tüketen insan biçimi yaratmaya odaklanmış durumdadır. Tüketen insan davranışları, dış görünümü ve tükettiği aletler ile hiç görmediği, gitmediği coğrafyada ki insan ile benzerlik aksetmektedir…

Hangi cafe’ye girerseniz girin, küresel firmaların birer taklidi gibidir, orijinal olan ve onu taklit edenlerin oluşturduğu cafe’lerde oturan müşterilerde tıpkı cafe gibi taklit eden bireylerin oluşturmuş olduğu bir yığından ibarettir. Yeter ki paralarını oraya bıraksınlar ve boş zamanlarını boş ve zararlı ürünleri tüketerek geçiştirsinler, önemli olan tüketim ve onun sonucunda oluşacak ve henüz kesinleşmemiş ve yakında ortaya çıkacak hastalıkları taşısınlar. Hastalanan bir kitle… Hastalan kitle ilaç ve sağlık sanayisinin hazır müşterisidir. Hastalık bu sistemin vazgeçilemezdir, çünkü hastalık olmadan, savaşlar ortaya çıkmadan ne kapitalist sistem ayakta kalabilir ne de firmalar dünya çapında yayılmaya ve liberal ekonominin gerekliliği gibi genişlemeye olanak bulabilir… Tüm dünyanın mağazaları bir birine benzediği sürece liberal ekonomi kendi sistemini yaratmak için olanak bulur…

Dünyanın hangi köşesine giderseniz gidin birbirine benzer mağazalar ve markaların hakim olduğu bir pazar var ama hala ulus devleti görünümlü devletler tarafından o insanların yönetildiğini düşünürsünüz, fakat görünüm her zaman yanıltıcıdır. Uluslar üstü firmaların çıkarları ulus devletinin çıkarları çatıştığında, firmaların çıkarlarını savunmak liberal ekonomiyi savunan ve uygulayanlar tarafından tercihlerini firmalar lehine kullanılır. Her kullanılan tercih ulus devleti içinde görevini yapanın kasasına aktarılan bir miktar paradan ibarettir…

Liberal ekonomi uygulayan tüm devletlerde ulus devlet çökmüştür, fakat yerine yeni bir devlet mekanizmasını henüz oturtamadılar. Olmayan devletlerin hakim olduğu alanlarda krizler kronikleşmiş, çıkış yolu henüz bulunmuş değildir, çünkü küreselleşen piyasanın küreselleşen bir hukuk düzlemi henüz oluşturulamamıştır, olmayan hukuk düzlemi içinde kapitalizmin ilk döneminde olduğu gibi güçlünün hakim olduğu alanlarda güçsüzleri koruyacak hiçbir yasa yoktur. Kovboy yasaların hakim olduğu alanda ilk piyasada gücünü ispatlayan diğerlerini ya kendinin yan kuruluşu yapmakta ya da satın alarak hepten yok etmektedir. Tröstleşen piyasalarda adalet kavramı sadece kağıt üzerinde ve sadece sanayicinin çıkarına uygun işletilmektedir, işçi sınıfı ve ona bağlı mazlumların oluşturduğu çoğunluk bu piyasaların örgütsüz gücü olarak çıkış yolunu geçmişe öykünen ve sloganlar ile geçmiş güçlü günlere döneceğini söyleyen popülist politikaların ve politikacıların iktidara gelmesini sağlayan sıradan birer oy deposuna dönüşmüşlerdir… Sınıf çıkarının yerini güruh çıkarı almıştır… Sınıf sadece güçlünün peşinden giden kuru bir kalabalık konumuna dönüştürülmüştür, çünkü sınıfı bir arada tutması gereken siyasi oluşumların başında yer alan sendikalar sınıfın kazanımlarını ekonomik çıkarları gereği ellerinden alınmasına sadece sessizce onay vermişler, politikacıları liberallerden daha fazla liberal politikayı hakim oldukları ülkelerde uygulamışlardır…

Tüketim toplumlarında tüm dünyanın kedileri bir birine benzer, tıpkı sokak köpekleri benzediği gibi. Kulaklarında kimlik kartı olan sokak köpekleri kısırlaştırılmıştır, artık soyu yok olacaktır ama ne soyları tükenir ne de sevgileri. Onların gözlerinde oluşan acı bakışı, çaresizliğini bütün dünya sokakları şahittir… onları sokaklara atanlar parası olanların bitmeyen hırsları ve tüketim çılgınlıklarıdır. Her gittikleri yerde evlerine birer canlı alanlar tatil zamanı ya da yazlıktaysa eve dönerken aldıklarını oldukları yere bırakıp dönmeleridir, sokaklarda yaşayan hayvanların çoğalmasını sağlayan. Sevgiyi de tüketen ve kullanılan birer araca dönüştüren pet dükkanlarının varlığıdır… onlar hayvanlar için üretilmiş malzemeleri o dükkanlarda global firmaların logoları ve güvencesi ile satar… O dükkanların ulaşılır olması sevgiye veya gösterişe uygun olan yerlerde bir ya da birkaç hayvan alınır, sevgi ve hayvan dokunuşu için egolar tatmin edilir ve sokak hayvanları için bırakılan birkaç köşede yem ve su ve vicdan rahatlaması ile kendi beslediğini sokağa bırakmak artık parası olanların bir hobisi gibidir… Ulus, coğrafya farkı olmadan parası olanların genel olarak yaptığı bu davranış biçimi küresel köyümüzün sürekli olan görünen yüzüdür… vicdanlı olanlar bu egolarını tatmin edenlerin arkada bıraktıklarına ellerinden geldiğince sahip çıkarlar, sosyal platformlarda sorunları dillendirirler ama sorunu tarif etmek yerine sonucunu en uygun şekilde karşılamaya çalışırlar, çünkü parası olanların hakim olduğu yerde adalet parası olanların lehinedir, mağdurlar her daim sonuçlarını kendi olanakları ve dayanışması ile hafifletmeye çalışırlar…


İsmail cem özkan

12 Temmuz 2017 Çarşamba

92. gün!

92. gün!

“Hayatı, yaşayarak yaşacağım!” dedi. Eğer bu karanlık dehlizden çıkarsam. Hayat sorgulanması gereken ama yaşanan bir şeydir…

Süleyman Toklu yakalanışından Mamak Cezaevine gidiş süreci boyunca işkence merkezlerinde yaşadıklarını Sebahattin Selim Erhan kurgulamış, yeniden yaratmış. Çünkü yaşananları olduğu gibi anlatmak her yüreğin kaldıracağı gibi değildir, zaman içine yeni duyguları katarken bir çoğunu da alıp götürür, hiç anımsanmasını istemediğimiz anlar benliklerden yok olurken o anlar duvarlara işlenmiş bir çığlık olarak o işkence merkezlerinde kalır…

Çocukluğundan Mamak Cezaevine kadar ki süreci olayların örgüsü içine öyle işlemiş ki bir kronolojik yapının içinde işkence merkezine yaşanan o anlara da dolaylı ya da direkt olarak yansımalarını yakalarız…

Direnişi bir efsane olmuştur bir dönem cezaevinde kalmış ve umut arayanlar arasında… Öyle unutulmayan insanlar geldi geçit ki yaşantımızdan artık anı kitapları arasında yakalarız birçoğunu… Onların yaşamı bir dönemin tarihidir, üstelik resmi olanın dışında…

Birçok kardeşi içinde en küçüğü, abisi ile çıktığı okuma heyecanı ve onu bilmediği dünyada bir özneye dönüştürür, silik değildir, liderdir birçok alanda, omuzuna yüklenmiş birçok sorumluluk onun tercihleri sonucunda doğal olarak yüklenmiştir. O yüklendiği sorumluluğun bilincinde ve direncinde hak ettiği görevlerini yerine getirmiştir. Olması gereken belki onun yaşadığıdır belki de değil, onu tarihin yenilgiler sayfasında belki birileri yeniden sorgular… Solun yenilgiler tarihi işkence merkezlerinde yaşanan direnişler ile solun onur mücadelesinin birer öznelerinden biridir Süleyman Toklu…

Ankara solun kalbinin attığı şehirlerden biridir… 12 Mart darbesi sonrası yeninden toparlanma süreci ve ayrışmaların yaşandığı sürecin bir üniversite öğrencisinin hayatın içine karışması ve orada örgütlenme mücadelesini “profesyonel” olarak sürdürmesinin öyküsüdür…  Ankara’nın gecekondu mahallerinde orada yaşayanlar ile birlikte oranın sorunlarına yerel cevap arama süreci onu başarıya götürür. O tüm tecrübesini yaşadığı sürecin birikiminden almıştır, köydeki ilişkileri ve orada kadına, aileye ve aile içinde nasıl davranması gerektiği konusunda ki ahlaki bilgileri onu başarının anahtarını doğal olarak eline almıştır… Gecekondular her ne kadar şehre çok yakın olsa da o kadar da uzaktır… orada ilişkilerde köy yaşamının izleri hala canlıdır ve aile içinde ki erkek figürü başkalarının yanında nasıl işlediğini bilmek önemlidir… erkek her ne kadar her şeye kadir gibi gözükse de son kararı kadın vereceği ve en ağır işleri kadınlar yaptığını köy yaşamı içinde olanlar bilir… sol yapılar tüm sorumluğu erkeklere vermiş gibidir ama işkence merkezlerinde en direngen insanın kadın olduğunu yaşadıkları tecrübe ile görüyor, keşke hareketimize kadın arkadaşlara daha fazla yetki verseydik diye içten içe konuşmuştur Süleyman…

Süleyman’ı en çok yaralayan onu vuranların devrimcilerin olmasıdır. Birlikte omuz omuza kavga etmesi gerekenler faşistler ile çatışma yerine rekabetlerini silahlı düzeye çıkaranlardır. İşkencede onu vuranları sorar, elbette polis bilmiyorum demektedir ama içten içe bilmektedir ki kendi yetiştirdiği devrimcidir. Hareketin parçalanma süreci ve o parçalanmanın ortaya çıkardığı rekabet koşullarında sol içi çatışma ve birbirini “düşman” yani o dönemin jargonu ile konuşursak “faşist” ya da “sosyal faşisti” olacaktır. Elbette sol terminolojiye kazılan birçok kelime o dönemde dilden dile, dergi sayfalarından dergi sayfalarına kullanılır ve düşmanlık körüklenerek grup çıkarı kollanırdı. Safları sıkıştırarak için kavga gereklidir! Safları sıkıştırma döneminde gözlerin içine dolan düşmanlık ve acımasızlıktan o da nasibini almıştır, üstelik hiç art niyet ile orada olmamasına rağmen. “biz kardeş gruplarız” söylemin karşılığı kurşundur vücudunda… “Kardeşleri” vurmuştur onu! Ama o intikam duygusu içinde değildir, “Bu kavga bitsin diye ben ölümü göze aldım. Belimde ki silahı çekmesini bilmiyor muydum ben? Vurularak bir kardeş kavgasını bitirdim.” diyerek soğukkanlı olarak olayı yorumlamış ve çevresine telkinde bulunmuştur ama o vurulma onu yıllar sonra işkencede yine karşısına çıkaracaktır. Çünkü onu vuranları da öğrenmek ister polis. Her türlü acıya karşı devrimciler vurdu demez, bilmediği faşistler tarafından vurulduğunu sürekli tekrarlar… İşkencede en zoruna giden işte bu durumun karşısına çıkmış olmasıdır ve o merkezde vuran da vurulan da ve diğerleri de artık ortak kaderin içindedir. Aynı zeminde başka görüşler ile birlikte batmakta olan bir geminin direngen devrimcilerdir…

Polis zaman içinde her türlü bilgiyi diğer devrimcilerin sorguda çözülmesi ile elde etmiştir ama Süleyman’a bunu kabul ettiremez. Çünkü o baştan itibaren belirlediği ve çevresinin de direnişini desteklemesi ve moral olması yüzünden devam ettirmek ile yükümlüdür, o artık orada birey değil devrimcilerin onurudur… Üzerine düşen görev direnmektir ve her koşulda direnecek ve direniş içinde yaşadığı yerdekilere telkinler sunacaktır…

Direnişin boyutu örgütlü olmayı aşmıştır, insan onurunu kurtarmak ile eş değerdir… Onun direnişi tüm cezaevlerine işkence merkezlerine fısıltı olarak yayılır. Bir direniş ve umut olur… Onu tanıyanlar onur duyarlar, tanımayanlar saygı duyarlar… O artık işkence merkezinde kanata çırpan bir kelebektir… Etkisi güçlüdür…

Örgüt dağılmış yeni örgütlenmeler kurulmuştur. Bugün o günleri düşünürken polise direnenlerin polisten sakladıkları ya da polisin bildiğini polise söylemeyenlerin anıları uzun bir zamandır kitap sayfaları arasında yer almaya başladı… Direnişten yıllar sonra ortaya çıkan kitap… Artık ne hareket kalmıştır ne de o dönemde rol alanların rolleri… Rahatlıkla yazıla bilinir, söylenebilir, çünkü bu bizim tarihimiz. Bizim tarihimiz de geçmişten kalanların resmi söylemlerin dışında samimi, olabildiğince gerçeğe yakın anılar bizim sözlü tarihimizdir ve tarihimiz bu anıların ışığı ile ileride yazılacak… bugün onlar için sadece dip notlarıdır. Bu dipnotları sayesinde devletin yazdığı tarih yırtılıp atılacaktır, umarım kafamızda ki dünya kurulur ve onun da resmi tarihi bu anılar ile yok olacaktır… kim ne derse desin bu anılar çok önemlidir, küçük bir anısı olan da yazsın, işkenceye dayanamamış konuşanlar da, yakalanmadan o süreci atlatanlar da… Kimseden her direnişçinin direncini göstermesini beklemek insanı tanımamak anlamına gelir, o yüzden iyisi kötüsü, konuşanı direneni, yenileni küçük zafer elde edeni bizimdir, tarih hepsinin bir bütünüdür. Bütün olarak hepsi bizimdir…

İsmail Cem Özkan

92. gün
Sebahattin Selim Erhan
Dipnot yayınları – Ankara, 2017

ISBN: 978-605-4878-89-5

11 Temmuz 2017 Salı

Avrupa her şeyi görür ama göz yumar!

Avrupa her şeyi görür ama göz yumar!

Avrupa’da yapılan tüm IŞİD saldırganları hakkında Avrupa polisinin elinde kayıt olduğu ortaya çıkmış olması benim kafamda acaba bilerek ve isteyerek kendi ülkelerinde IŞİD 'ciler eylem yapmasına mı izin verildi sorusunu oluşturdu. Çünkü IŞİD eylem yaptıkça sağ ve faşist gruplar güçleniyor, o da yıkılmış liberal ekonomi ve ulus devletinin artıklarının biraz daha zaman kazanmasına sebep oluyor. Avrupa işçi devletlerini kurmadığı sürece bu baskı ve katliamlar ile yaşayacak diye düşünüyorum ama ortada işçi devletini kuracak olası bir siyasi güç ne yazık ki yok... Ama yok olması var olmayacağı anlamına gelmiyor...

Almanya ikinci dünya savaşından yenik çıkmıştır. Amerika yeni bir devlet kurarken Naziler ile hesaplaşma yerine Nazileri kullanmayı seçti. Yani Nazi rejimi ile yüzleşmek yerine üstünü Nürnberg mahkemesi ile örttü. Sadece 27 kişi cezalandırıldı... Peki, Almanya nasıl oldu da sanayi devleti yapısını korudu diyenlere bilgi vermiş oldum, Naziler eğer cezalandırılmış ve hesap sorulmuş olsaydı Almanya sanayisi olmayacaktı... Bugün dahi Almanya’da Nazi hayranlığının temelinde işte bu yüzleşmenin olmamasında yatar...

Bizler öğretilmiş hedefler için mücadele ediyoruz...

Peki, son darbeden sonra Türkiye darbeciler ile yüzleşti mi? Ne yazık ki hayır üstleri kapatılıyor, elbette bir kaç kişi ceza alacak ve af edilecektir... Bu arada masum çok insanın canı yanacak, bugün bile cezaevinde kritik aşamada olan iki güzel insan hala aç ve greve devam ediyor...

Emek sermaye ile uzlaşmaz derler ya yalandır, her sözleşme döneminde emek sermaye için uzlaşmaya gider ve adına da çalışma dünyası barışı ve huzuru için derler... Sermaye emek ile uzlaşır mı, sanmam çünkü her fırsatta verdiğini alır ve köle düzenine dönmek ister. Sermayenin en büyük gücü devlet organını elinde bulundurmasıdır... Devlet sermaye adına emeği baskı altına alıp nefes alamaz konuma getirmektir...

Marks’ın ulus kavramını yorumlayanlar bugün faşist ya da faşist patiye hizmet eden bir çalışan konuma düşmüştür... Aslında Marks’ın ulus kavramı o dönemde başka kelime bulunamadığı için onu anlaşılır olmak için kullanmıştır... Bugün anladığınız bir ırkın birliği değildir... Sınıf birliğinden bahseder ve işçi devletlerini tanımlarken kullandığı bir kelimedir. İşte bu kelime yüzünden içimizden bol bol faşist çıkmıştır...

Devrimcilik halka birlikte halka omuz omuza kavgadan geçerdi, halk adına hareket etmek değildir... Devrimciliği soyutladılar ve halk adına hareket eden militan bir anlayışın içine sıkıştırdılar...

Hepimiz tehlikedeyiz, tehlike biziz, çünkü sessizce izliyoruz... Sessizce tüketiyoruz günleri, birilerin yaşamına rağmen…


Çevreyi kirleten plastikleri biz üretmiyoruz, tüketiyoruz. Sonra diyorlar ki tüketilirken dikkatli olun, şuraya atın, burada toplayın... Doğayı gerçekten seviyorsanız neden üretiyorsunuz ve bize satıyorsunuz ki, plastik ürünler yerine rahatlıkla başka ürünler üretilir ve satılabilinir, üstelik doğa dostu olanlardan... çevreyi kirleten ürün üret, sat, çevreyi kirlet, sonra doğa dostu projeler yaptır, sonra o projelerden elde ettiği bilgiler ile doğadan toplanan artık üretim alanı aç, geri dönüşüm ünitesi kur ve sürekli dönen bir kaos üret, bu kaos sanayicinin cebine para, yaşanan hasta olarak dönsün, hastalanan kişi, plastik üreticisinden ilacını alsın, tomografi aletinden röntgen çektirsin... Sağlık sanayisi için araç üretenler büyük hastaneler kurdursun, aletlerini oraya satsın, satın alan hastaneler satın aldıklarının ücretini çıkarmak için hasta yerine müşteri toplasın hastanelerine… Kısaca üreten sanayici her şekilde ölüden bile para kazanmayı hedefler ve adına verimlilik der...

Halifeliğin ilan edildiği şehir artık Irak devlet güçlerinin elinde. IŞID orada yeraltına indi, anılarda halkın içinde yaşayacak ve her olumsuz koşul altında yeniden başka isimler altından yeniden filizlenecek, çünkü yaşanmış bir deneyim var. O işe para yatıran proje sahipleri başka kahramanlar yaratacak ve yeniden bir cinayet şebekesi ortaya çıkaracak, çünkü o işten kısa yoldan ekonomilerin nasıl düzeltileceğini, sağ politikaların nasıl iktidarda kaldığını batı dünyası (projeye para yatıranlar) öğrendi…

Avrupa bütün projelerini “verimlilik” esasına göre önceden planlar ve uygular… Kendi içlerinde yaşadıkları çelişkilere rağmen kapitalist sistem her ölüden para kazanmayı ve düzenini devam ettirmek için toplumu küçük parçalara ayıran projeler yapmaya devam edecek…

Toplumlar kendi geçmişleri yüzleşmeleri bu “verimlilik” esasına göre imkansız hale getirildi, yüzleşme olmadığı sürece her ülkede geçmişin kanlı süreci başka özneler ile yeniden hayat bulması tesadüf değildir… 


İsmail Cem Özkan

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Sol hastadır!

Sol hastadır!

Sol içinde Yahudi düşmanlığının temeli nerelere dayanır bilemiyorum, fakat bir düşmanlıktan söz etmek mümkündür. İsrail devleti ile Yahudileri eş gören ve her Yahudi’yi İsrail devletinin vatandaşı olarak gören ve onları oraya sıkışıp yaşamasını arzulayan bir sol düzlem nasıl oldu da benliklerin içine kadar işleyen bir düşmanlığa dönüştü?

Solun en aktif kesimini Marksistler oluşturur, sol ile özdeşleşmiştir. Marx’ın 1. Dünya Siyonist toplantısı çağrıcısı ve üyesi olduğunu kaç kişi bilir? O toplantı tarihin en solcu Siyonist toplantısı oldu, çünkü toplantıya kadın Yahudiler de katıldı.

Sorular yanıtları olduğu sürece anlamlıdır, yanıtı yoksa soru sormanın tek anlamı vardır; yanıtı aranacak! Yanıtı aranacak sorular her daim var olmasına rağmen bizler soru sormak yerine soruların yerini önyargılarımız almıştır ve önyargılarımız bizim yaşama bakışımızı ve duruşumuzu belirler konumdadır. Günümüzde sol önyargılarını boş olduğu bir zemin üzerinde kendisini tanımlamaya çalışmaktadır…

Sol kalıpları kırmak için yola çıktığını ifade etmesine rağmen kalıplar arasında sıkışmış ve belirli refleksleri vermekten başka işlevi olmayan bir konuma doğru eğilmiş. Özgürce tartışma yerine belirli kalıplar ve cümleler arasında kendisini ifade etmeye, sürekli belirli kaynakları referans kullanmak adına dogmatik düşüncenin kucağına doğru yelken açmış konumundadır. Sol özgürlükçüdür ama özgürlük kelimesini durduğu yere göre altını doldurulan veya boşaltan konumundadır.

Sol adaletçidir, adalet kavramına da özgürlük kavramı gibi davranmaktadır.

Bazı solcuların Yahudi düşmanlığının temelinde kopamadıkları Ortodoks İslam dinin etkisi olduğunu düşünüyorum... Çünkü geçmişlerinden bugüne taşınan ama söz ile ifade edilemeyen askeri bir disiplinin benliklere ve davranışlara etkisi olduğu gibi yaşamaktadır. Müslüman olmadan önce ve sonrasında tutsak edilen Türkler, Araplar tarafından köle olarak kullanılmış ya da paralı asker olarak kendi adlarına savaşmaları istenmiştir. Köle olmaktan utanmayan ve hatta köle geçmişi ile övünen bir atanın torunları elbette onlardan aldıkları bazı kültürleri bugün de taşımaktadır.

İsrail devletinin Arap toprakları işgali sonrasında 68 kuşağı kendi ülkelerinde ki devrim yürüyüşünün pratik deneyimini Filistin topraklarında İsrail devletine karşı savaşarak başlamıştır. Oraya gidenler Yahudi düşmanlığı için değil, emperyalizme karşı savaşmak için gitmiş ve anti emperyalist düşünceler ile pratiklerini belirlemişlerdir.

68 kuşağının en etkili örgütleri İsrail devletinin emperyalist politikasına karşı savaşmış, büyükelçisini kaçırmıştır. Onları geçmişte Nazi katliamında kurtulan mazlumlar olarak görme yerine o zamanki politikaları yüzünden kaçırmışlar ve eylemlerinde kullanmışlardır. Birilerinin iddia ettiği gibi proje olarak kullanılmamış, para alarak saf duygularını kirletmemişlerdir. (Projeler, 12 Eylül sonrası hayat bulmuş ve daha yaygın olarak eylemler içinde kullanılmıştır, fakat 68 kuşağı devrimcilerini projeler ile bağ kurmak tarihsel olarak imkansızdır.)

Yahudiler ile İsrail devleti arasında bire bir bağlantı kurulamaz... Türkler ile Türk devleti arasında bire bir bağlantı kurulamayacağı gibi…

Tüm devletler katildir...

Tüm devletler sermaye sahipleri için vardır, tüm devletler içinde yaşayan heterojen kültürleri yok etmek için ulus devleti anlayışına uygun olarak asimile eder... Şimdi bütün bunlar tüm devletler için geçerli olmasına rağmen neden bazıları İsrail ile Yahudiler arasında ayrışmaz bağ kurar? İsrail’de dünyanın gelişmiş barış hareketi vardır, solcular Filistinli kardeşleri ile birlikte yaşamdan bahseder. İki dil, iki kültür iki bayraklı tek devlet derler... Yahudi ulusalcılarına karşı mücadele ederler, onlar ile ortak eden Filistinliler de vardır ve onlar ile dayanışmak yerine Yahudileri soykırıma uğratacağını söyleyen İslam devleti savunan ile mi dayanışma yapılacak?

Hadi diyelim ki dini hassasiyetiniz var ve o açıdan bakıyorsunuz olaya, buna rağmen İbranice bilmek zorundasınız, çünkü dinlerin temeli İbrani kültüründen geçiyor. Bilmezsen anlamazsın... Hıristiyan’da İslam da İbrani dilini, kültürünü bilmek ile yükümlüdür...

Ortadoğu karmaşasını anlamak için sadece İngilizce, Fransızca ve Arapça yetmez... Sorunların ortasında duran İsraillerin ne düşündüğünü de ve planladıklarını da bilmek zorundasınız… Onlar her ne kadar homojen gibi gözükseler de aslında heterojen yapı içindeler, göçmenlerin oluşturduğu bir ülkedir.

Neden bazı solcular hala tek dil dünyayı yorumlamak ile uğraşırlar ki, kaç dil bildiğin çok önemlidir, farklı dillerde düşünebilme yetkisi sahibi olanlar gerçek anlamda solcu olur...

Tek dil ile ancak “ulusal solcu” olursunuz, tüm dünyanın sizi takdir ettiğini ve onlara önderlik ettiğini düşünürsünüz...

Marks boşuna yazmamıştır “tüm dünya işçileri birleşin” diye...

Hangi dil ile anlaşacaksınız?

Kafalarda oluşmuş şablonları kırmadan ne bugünü ne de yarını anlamak imkanınız olur...

Eskiden beri var olan bir sol hastalık var, nerede bir yürüyüş görseler gidip kortej önünde fotoğraf çektirip "yaşasın mücadelemiz" diye gazetelerinde yazı yazarlardı. Acaba diyorum bu Kılıçdaroğlu'nun başlattığı yürüyüşte aynısını kaç solcu yapacak? Görün, fotoğraf çektir ve hemen ayrıl...

Sol, fotoğraf çektirme hastalığında olduğu sürece meydanlar boş kalmaya devam edecek gibi...

Gerçekten iki insanın açlık grevi kaçıncı gününde?

Açlık grevini desteklemeseniz de yaşamı savunmak adına neden sessiz kalınır?

Bizden değil diyerek neden bir kaç kişinin canla başka yaptığı eylemler görmezden gelinir? Neden, neden diye sormuyorum hepimiz biliyoruz ya da hissediyoruz nedenini...

Eylemi ortaya koyan da eyleme destek vermeyen de aynı yerden bakar olgulara...

Destek veriyormuş gibi yapıp görmezden gelmek, yürüyüş yapıyormuş gibi yapıp aslında bir iki temsili olarak orada fotoğraf çektirmek, şey yapıyor gibi yapıp da şey yapmamak...

Sol hastalık; her şeyi bilip de bir şey yapmamaktır...

Bilerek ve isteyerek siyasi yapısı yarar görmüyorsa orada olmamak ve her şeyi siyasi ranta dönüştürme telaşı bir arada olmayı engelleyen en paradigmatik tutumdur ve sol hastadır...


İsmail Cem Özkan