Galata Gazete


30 Mart 2018 Cuma

Kafkas tebeşir dairesi

Kafkas tebeşir dairesi

Siyah perde ile çevrelenmiş bir sahne düzeninde, sahnenin sağ ve sol çıkışlarına konmuş projektör lambaların varlığı bize sahnenin ortasında yaşanacakların ilk işaretini vermektedir. Karanlık ve grinin hakim olduğu yerde, iç içe geçmiş öykülerin kargaşasından bir düzene aydınlığa kavuşacağını fısıldar. Siyahın içinde ki tonlar, yaşadığımız anı anlamamız için ip uçlarını verir. Işık varsa orada gölge de olur. Gölgeler belki suretinden daha fazla şey anlatır.

Sahneye oyuncular çıkmadan önce ağız ile yapılan bir çağrı gelir hoparlörden, oyunun samimiyetini de fısıldar, her oyunda cep telefonu sorunu çıkar, birileri oyuna konsantre olamadığı an açar cep telefonunu dünyada ki gelişmeleri sosyal medyasından izler ya da sevdiğini ne kadar özlediğini dijital harflere döker. Anımsatılır her oyun öncesi, kimse kapatmaz ama cep telefonunu, sesini kısması yeterlidir, titreşim olur oyun izlerken!

“Masal masal içinde / Masal hayat içinde / Masal deyip de geçme /Keramet var içinde…” sözleri ile başlar oyun, karanlığın içinde sekiz oyuncu dinamik, mimikleri ile olayların ilk habercileridir.

İlk bölüm içinde kullanılan ve son bölümde tekrarlanan Yahudi inancına uygun geleneksel dans, oyunun ruhunu da bir anlamda anlatır. Koreografi oyunun özünü seyirciye iletir.  En alttakilerin öyküsüdür, onların nasıl bir anneye döndüğü, öksüzleri kucakladığı, doğurmadığı çocuğu doğurmuş gibi benimsemesin öyküsüdür. Ezilenlerin penceresinden bakarsanız dünyaya, kargaşanın esas nedeninin hakim ve çoğunluk olanların azınlıkları yok etmek ve onları sindirmek için yaptığı eylemleri görürsünüz.

'Oyun içinde oyun' vardır kargaşanın ortasında. Tek bir çizgisel doğrusu yoktur, bir çok yaşam duruş noktasına göre algılanır ve yeniden yeniden yorumlanır. Her ne kadar dans sözler eşliğinde tek bir düzlemde devam etse de, ilerleyen bölümlerde dans oyuncuların bir birini kontrol ederek sahnenin her alanını kullandığı kargaşayı da içine alır. Oyun, oyun içindedir. Oyun hayat içinde…

Kargaşa hakimdir, kargaşanın ortasında yaşananlar büyük bir trajediyi ve olayların zorlaması ile yeniden oluşan yeni düşünce biçiminin olağanlaşmasına şahitlik edeceğiz. Çünkü her yıkım; yeninin yıkımın ortasında filizlenmesine olanak sunar.

Oyun iki bölüme indirgenmiş, orijinal metninden iki bölüm çıkarılmış, onların yerini olayları özetleyen şarkı sözleri almıştır. Koro eksilen bölümlerin özetini sanki fısıldar. Politik, tarihi bir geçmiş anlatılmadan, Kafkasya’da ki gelişmeler ve Nazi’lerin göz diktiği ama hakim olamadığı Kafkasya cephesinde geçtiğini oyunun içinde pek anlaşılmaz, yönetmen oyunun daha evrensel olmasını ve evrensel sorunların bize yansımasını almak istemiş.  Çağrışımlar ve göndermeler ile oyun başka coğrafyada değil de bizim yaşadığımız salonda geçmektedir.

Oyun, yaşanan trajedinin, dramın komik hallerini sahneye taşımış gibidir. Bazı bölümlerde güldürü unsuru o kadar öne çıkmıştır ki fakir bir ihtiyarın çaresizlikten sütü pahalıya sattığını pek anlayamayız bile, onu fırsat değerlendiren karaborsacı gibi algılarız. Oyunun zaman ile oynandığında elbette yanlış anlaşılmalar ve yanlış sonuçlar çıkarmak olağan hale geliyor, hızlı tren ile geçtiği yolu izlemeye çalışan ile ağır ağır eski trenler ile aynı yoldan geçmek çok farklıdır. Ağır ağır giden bir trenin penceresinden sefaleti görürken, hızlı tren sefaletin üzerini örter, duygusal gün batımını izlersin…

Gaz bidonlarının üst tarafının kesilerek oluşturulan maskeler ve maskelerin altında işlenen konular oyuna farklı bir bakış açısı kazandırmış. Görsel olarak siyahın içinde beyaz duran gaz bidonlarının üst tarafından maske haline gelen görünüm, yüz ifadeleri her sahnede farklılaşan içeriği de yansıtmakta büyük bir başarı elde etmiş, kim düşünmüşse beynine sağlık demekten kendimi alamadım, çünkü oyuncular maskenin altında gerçek bir kukla hazzı veren görsel şölene dönüşüyorlar. (Gaz bidonlarının yeniden yaşama dönüştürülmesi de öte yandan yeni oluşmakta olan ekolojist bakış açısına uygundur, yeni yorum var olanı da içine almaktadır. Dün, dün değildir, bugünü bugünün düşünce sistematiği içinde yorumlamaktır önemli olan.)

Oyun sırasında ve akışında seçilen müzikler oyunun vurgulamak istediğini daha öne çıkaran konumdadır. Müzik kulakları tırmalamaz, sahnede ki sözü daha da güçlendirerek kulaklardan beyne doğru akışı hızlandır, çünkü oyun temposu çok yüksektir ve arka arkaya ve iç içe geçmiş mesajların doğru iletimini sağlamaktadır. Gereksiz bir ses yüksekliği yoktur, ses ve oyuncuların ses uyumu sahnede ki performansın daha izlenir hale dönüştürüyor. Sadece iç içe geçmiş konuların daha da bir anlaşılır hale getiriyor. (Oyunun metninde yer alan koro sözleri oyunun içine yedirilerek oyunun dinamizmi ve zamanın kullanımına yorumsal bir katkı olarak düşündüm, bu arada iki bölümün çıkarılması ve zaman olarak kazanım olarak yorumladım, tarihsel çizgi ve tarihsel olayı anlatımından politik olarak uzaklaşılmış olsa da evrensel sorunlar oyunun içindedir, her ne kadar yeni yorumlar katılmış olsa da…)

Işık yan ve yukarıdan aşağıya doğru dik inmektedir. Oyunun geçtiği sahnede ki ışık dağılımı biraz daha homojen olmaktan çıkarılıp oyuncuya yönelen ve konunun akışına göre sahnede ışık yoğunluğunun azalan ve çoğalan şekilde hareketlere ve dinamik yapıya uygun olsaydı diye içimde de geçiremedim değil. Ama bütün bunlara rağmen başarılı bir ışık düzenlemesi yapılmış. Özel tiyatrolar elbette yerleşik büyük sahnelere göre değil, daha hareketli ve sahne aldıkları alanların fiziki yapısını düşünerek en az projektörden en çok verim elde etmeyi düşünür, çünkü seyrettiğim Baba Sahne’deki olanaklar başka sahnelerde olmayabilir. Bu açıdan baktığımda Devlet Tiyatrosu’nda oynana oyunları eleştirdiğim noktadan bakamam özel tiyatroların ışık, sahne düzenlemesine.

Dekor, aksesuar olarak; sopa, mask, battaniye/ kumaş, plastik varil gibi eşyaların kullanımındaki yaratıcılık son derece ilgi çekici ve başarılı buldum. Oyun içinde öykünün kahramanlarına verilen güldürü unsurları ile (mask ve kumaşların katkısıyla) büyüyen dinamizm eğlenceli bir seyirlik sağlıyor.

Bölümler arasında geçiş sahnenin kullanımında ki komünal bakış açısı, oyuncuların sahne içinde birbiri ile dayanışması, tiyatronun ortak bir emek ile hayata geçirildiğini de göstermektedir. Tiyatroda her ayrıntı ortak emeğinin ve ortak olarak ortaya çıkan bir sürecin sonucu olduğunu oyuncuların hareketleri ve koreografın onlara belirlediği alanlarda hareketlerinde görmekteyiz. Kargaşa vardır ama bir düzen içindeler. İç içe geçen geçişleri oyuncular birbirini o kadar rahat ve doğal kolluyorlar ki, o olması gereken olduğunu zihninizin bir yerine işliyorlar.  

Oyunun teknik bakış açısının dışında konusudur ilgi çeken, çünkü oyunun kurgusu geleneksel olanın dışındadır.

Kafkas Tebeşir Dairesi’nin ana konusu, Çin Yuan Hanedanlığı döneminde (1280-1368) yaşamış olan Li-Çen-Fu’nun Tebesir Dairesi oyununa dayanır. Bu oyunda çocuk sonunda kendi öz annesine kalırken, Brecht’in oyununda tam tersine, çocuk gerçek annesine değil, onu büyüten ve ona gerçek annelik yapan kadına kalır.

Kafkas Tebeşir Dairesi bir ibret oyunudur; oyun içinde oyun yapısıyla, ‘mülkiyet – emek’ ilişkisini sorgular; emeği, kazanımda en belirleyici unsur olarak kabul eder. Mülkiyet, kanunla, mirasla, toplumsal statüyle değil, emekle elde edilen bir kavram olarak gösterilir.

Kafkas Tebeşir Dairesi, üretilen üretenindir, buğday onu yetiştirenindir düşüncesinden yola çıkarak, çocuk, doğurup da onu terk eden ananın mıdır, yoksa onu terk edildiği yerde bulup onu yetiştirip büyütenin midir? Çocuğun anası, ona can verenin midir, yoksa ona kan verenin midir?

Oyunda Kafkasya’da siyasal karışıklığın ve bunalımın olduğu sırada, kargaşadan canını kurtarmaya çalışan bir soylu (Valinin karısı) anne tarafından bırakılan bir bebeği sahiplenerek türlü zorluklara göğüs geren bir hizmetçinin mücadelesi anlatılır.

Grusha çocuğun hayatını ne kadar sağlama alırsa kendi hayatını o kadar tehlikeye atar: üretkenliği, onu kendi yıkımına doğru götürür. Bu, savaş koşullarının, egemen yasal sistemin, kimsesizliğinin ve yoksulluğunun getirdiği bir durumdur. Çocuğun kurtarıcısı hukuki olarak bir hırsızdır. Yoksulluğu çocuk için bir tehdittir ve çocuk yoksulluğuna yoksulluk katar. Çocuk için bir kocaya ihtiyacı vardır ama çocuk yüzünden asıl kocasını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Fedakârlıkların ağırlığı altında ve fedakârlıklar vasıtasıyla, Grusha yavaş yavaş bir anneye dönüşür ve sonunda, göze aldığı ve katlandığı tüm kayıplardan sonra nihai kayıp olarak çocuğu kaybetmekten korkar.

Gruşa’nın, bebeği korumak adına yolculuğu boyunca karşılaştığı olaylar, karşılaştığı kişiler ile Yargıç Azdak’ın gördüğü davalar, temelde burjuva sınıfının değerlerini, kapitalist sistemin ilişkilerini deşerek tartışma ve düşünce yürütme alanı yaratırlar.

Azdak başkalarını hayal kırıklığına uğratmayacak, hayal kırıklığına uğramış birisidir.

Azdak, verdiği karar vasıtasıyla çocuğun kurtuluşunu kesinleştirir. Çocuğu Grusha’ya verir çünkü artık onun ve çocuğun çıkarları arasında bir fark kalmamıştır.

Yönetmen güldürü öğesini maskeler ile öne çıkarmıştır, yaşanan trajedidir ama yansıyan gülünçtür.

Yönetmen aslına sadık kalarak oyunu yeninden yazmış ve yorumlamış gibidir, en azından Brecht yorumunun içini boşaltmış değildir ama reformist bakış açısı içinde kendi duruş noktasına göre günümüz iç politikaya yönelik göndermeler eklemiştir. Gerçi oyun o kadar hızlı ilerliyor ki göndermeler seyirci üzerine etki yapmasına bile fırsat veremden başka bir algı ile karşı karşıya kalıyor… 

İzlediğimiz oyunda olaylar Kafkasya’da geçmesi ve son mahkeme sahnesinde yere tebeşirle bir daire çizilmesi, sahnelemede yer almıyor. Brecht’i ya da bu oyunun özgün halini bilmeyenler için oyun adının bu anlamda karşılığı belirsiz kalıyor.

Kafkas Tebeşir Dairesi adlı oyunun, toplumsal gerçekçilik/ sosyalist gerçekçilik bakımından önemli bir örnek olduğunu da belirtelim. Gerek toplumsal/ sosyal olaylara getirdiği eleştirel tutum, gerekse çözümün, seçeneğin ne olduğuna dair dikte etmeden, politik nutuk atmadan ve duygusal olarak dayatmadan var edilen yaklaşım ve yöntem bakımından Brecht’in bu oyunu son derece değerlidir.

Oyun, sekiz genç oyuncunun hayranlık uyandıran takım oyunu ve enerjileri ile keyifli bir seyirliğe dönüştü… Keyifli zaman geçirmek ve epik tiyatronun verdiği olanakları ve yeniden yorumunu görmek isterseniz bu oyunu kaçırmayın derim…

İsmail Cem Özkan


Kafkas Tebeşir Dairesi
Yazan: Bertolt Brecht
Türkçe Söyleyen: Can Yücel
Yöneten: Ümit Aydoğdu
Hareket Düzeni: Gizem Erdem
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Müzik Düzenleme: Tevfik Kulak
Sahne Amiri/Işık-Müzik Kumanda: Uğur Aksu
Reji Asistanları: Metehan Çetinalp, Rüya Erdoğan
Sosyal Medya Uzmanı: Emirhan Savaş
Afiş/Görsel Tasarım: Elif Ergür

Oynayanlar: Baransel Gürsoy, Deniz Özmen, Ediz Akşehir, Esra Şengünalp, Gökhan Azlağ, Pelin Bölükbaş, Rana Büyükyılmaz, Serdar Akülker


23 Mart 2018 Cuma

İstasyon

İstasyon

Mevsimlerden sonbahar, ağaçlarda yaprak kalmamış, sarmaşık duvarın ve kapının üstünde insan eli ile biçimlendirilmiş. Sonbaharın ılık havası eşliğinde bir bankta oturan bir kadın, elinde kupası ile birlikte çayını yudumlamaktadır.

Aniden bir kadın girer, telaşlıdır, sinirli… Hemen orayı terk etmek isteyen ama yolun onu oraya sürüklediği bir kadın. İstasyon’un adını öğrenmek ister, isimsizdir. Adı yoktur istasyonun. Anlamaz. Anlaşılır gibi de değildir. Tren hareket planına bakar, saatleri vardır ama aynı istasyon aynı zamanda liman ve havalimanıdır. Ortada bir bekleme salonu ya da bahçesi vardır ama çoklu işlev gören bir yerdir…

Sakin konuşmaktadır bankta oturan kadın, sorulara kısa ve anlaşılır yanıt verirken aslında her şeyin görüldüğü gibi olmadığı kısa zamanda anlaşılacaktır. Gizemli bir yerdir ve o gizem içinde gerçekten ayrılmak isteyenlerin ayrılacağı bir istasyondur, ayrılmak istemeyen dili ile ayrılacağım demiş olsa da içten söylemediği sürece kalıcıdır…

Bekleme bahçesine üçüncü bir kadın gelir, o henüz düğünden ayrılmış (kaçmış) bir görünüm içindedir. Başında tacı, üzerinde tüllerden oluşmuş bir gelinlik! O da uzun bir yoldan tabelaları izleyerek gelmiştir. Hava soğuktur ama o soğuk havanın etkisinde değildir, istasyon bahçesine geldiğinde banka oturur. İçe dönüktür asında, gelecek olan treni sessizce bekleyip gelince gidecektir. Ama beklentisi boşa düşecektir, ortada gizemli bir olay vardır ve içine düşmüştür…

İçten istenen her şeyin gerçekleştiği bir gizemli yerdir. Dünyada yeri yoktur ama öyle bir yer vardır. Hayal edilenin gerçek olduğu gerçeğin ise hayal dünyası içinde pek önemli olmadığı yerdir. Düşünülen, arzulanan ne ise o gerçekleşiyor. Emek verilmeden, çabalamadan, mücadele etmeden her istenilen gerçekleşiyor. Gerçek hayatta olmayan her şey vardır burada. Zengin olmak mı istiyorsun, çantanda deste deste yaşamak istediğin ülkenin parası oluyor. Kış günü canın dondurma mı istiyor, istediğin aromada dondurma elinde. Yalnız bu istasyon içinde olabilecek her şey olması mümkün.

Bir anlamda cennettir orası, cennette arzular gerçek olur…

Ama bu bir süre sonra kısır döngüye dönüşecektir. Tıpkı Kral Midas gibidir yaşayan orada herkes. Dokundukları altına dönüşmez ama düşünceleri gerçek olur… Elbette Midas bu hatasını anlayacaktır, ölüm döşeğine doğru giderken. Çünkü altın karın doyurmaz. İnsanın ihtiyaçları emek harcanmadan elde ediliyorsa doyumsuzluk kısa sürede kısır döngüye dönüşecek ve artık yaşama arzusu elerlinden alınacaktır. Oradan ayrılmak isteyeni emek harcanarak mücadele ile elde edilecek gerçekler beklemektedir. Denizden çıkan balık gibi açlıktan ölüm bekleme korkusu da vardır. İkili bir tercih gerçeği ile karşı karşıya olanın tercihi geleceğini belirleyecektir…

Üç kadın, bir sahnede. Oyun yazarı oyunun içinde değişik imgeler ile mesajların üstünü açmaktadır. Oyunun sahne tasarımı, ışıkları bir bütünlük içinde ahenklidir. Sahnede metnin hem tamamlayıcısı hem de gerektiğinde vurgusunu yapmaktadır. Oyuncunun sesine ses katmaktadır. Sahnede bulunan oyuncular tekstin kendilerine bıraktığı özgürlük içinde olayı yorumlamaktalar. Heyecanlı, telaşlı, durgun sesler ile oyunun öyküsüne hayat verilirken, mimikler, vücut hareketleri ile kelimelere beşinci boyutu ekliyorlar.

Düşüncelerin hayat bulduğu, geleceğin ellerinden alınmış üç kadın… Üç oyuncunun hayat verdiği bu oyunu izleyin derim, çünkü ışık, dekor ve kullanılan müziğin oyuna nasıl bir büyük katkı yaptığını göreceksiniz. Üç usta oyuncu ve tecrübeli usta bir yönetmen oyuna hayat verirken ince ince düşünüldüğünü göreceksiniz.

Son sözü sahneye koyanlara verirsek eğer, onlar tanıtım broşüründe: "İstasyon, egomuzu tatmin eden sahte arzuları değil, gerçek arzularımızı talep ediyor." demektedir. Gerçek arzularınızın emek sarf etmek ve mücadele etmek olduğunu aklınızdan çıkarmayın!

Emeği geçenlere alkış sunulur salonda, yazıda ise teşekkür ilan edilir…

İsmail Cem Özkan




İstasyon
Yazan: Olexandr Viter
Çeviren: Senem Cevher
Yöneten: Ali Atilla Şendil 
Dekor - Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı: Nejat Karaorman
Yönetmen Yardımcısı: Berrin Akhasanoğlu
Asistanlar: Ozan Dağara, Tuğçe Topçu
Dekor - Kostüm Tasarım Asistanı: Merve Yörük
Sahne Amiri: Tankut Saraçoğlu
Kondüvit: Emre Akgül
Işık Kumanda: Abdullah Basık
Dekor Sorumlusu: Salim Kabadayı
Aksesuar Sorumlusu: Taner Şavşat
Kadın Terzi: Fatma Can
Perukacı: Yavuz Dura
Oyuncular: Gamze Yapar Şendil, Berrin Akhasanoğlu, Zeynep Alper

20 Mart 2018 Salı

İzler

İzler

Bir kadın, yeni tuttuğu evin bodrum katına inmiştir. Kadın o evi bodrum katı olduğu için ve böyle bir odası olduğu için tutmuştur. Yalnızdır. Yalnızlığını duvar ile konuşarak aşmaya çalışmaktadır. Başından geçmiş bir çok psikolojik sendromları örnekleri ile üzerine yansıtarak anlatmaktadır.

Her bölüm ışık geçişleri ile birlikte yere (sahne önü, konuştuğu duvarın dibi) koyduğu imgeler ile bölüm geçişleri anlatılmaktadır.

Elinde iki çanta ile inmiştir bodrum katına. Bir çanta içinden çıkardığı objeler her bölümün her bölümün başka bir sendrom tanımlamasının yapıldığı küçük öykülerden oluşmaktadır. Bir birinden bağımsız, bir biri ile cinsellik açısından bağlantı kurumlu sendromlar.

Cem Kenar oyunun öyküsünü kurgularken sendromları iyi araştırdığı ve o sendroma uygun davranış biçimlerini gözlemlendiğini düşünüyoruz, çünkü her bölüm içinde sahnede yer alan oyuncu bu açıdan teksti yorumladığını ve ses tonunu ona göre tek düzelikten çıkarmaya çalıştığına şahit oluyoruz. Elbette sahneye ilk konulan oyunun kendi içinde henüz tam oturmamaktan kaynaklanan geçiş sorunları olmaktadır. Özel tiyatrolar her ne kadar çok iyi bir oyun ile çok iyi oyuncu ile sahne almak istemiş olsa da onları sıkıştıran ekonomik bir gerçekte var. En kısa zamanda en az masrafla seyirci ile buluşup oyun, oyuncu, sahne, tanıtım, kostüm… kısaca girdi çıktı tablosunda masraf olanların karşılanmasını sağlamak düşüncesi vardır. Bir tiyatronun, bir oyunun ekonomik güç olmadan ayakta kalması ve seyirciye istenileni istediği gibi vermesi kolay değildir.

Karma Drama Sahne’de oyunu izledim. Henüz sokağın tam ısınmadığı kıştan bahara geçiş sürecini yaşayan bir takvim yaprağı içinde, sokakların kaldırım yapılanmasının seçim yaklaştığı için yeniden yeniden belirlendiği zaman diliminde Karma Drama Sahne’de izledim oyunu. Sokağın soğunun içeriye yansıması belki de sahnenin ısınmasını ve salonun sıcak bir atmosfer içinde oyuna hazır olmadığından kaynaklı olsa gerek izlediğim oyunun içine tam giremedim, oyunu izlerken bir çok yerde ses tonun, ışığın, müziğin keskin köşeli geçişleri içinde verilmek istenen duyguyu ben şahsi olarak aldığımı söyleyemem, elbette ilerleyen günlerde bu sıcaklık ve seyirciyi kucaklayan sıcak bir atmosfer olacaktır.

Kara mizahın unsurları yazım teksti içinde bol bol olmasına rağmen, vurgular henüz tam oturduğunu düşünmüyorum. Seyirci duvarın arkasındadır. Seyirci ile göz teması, ona dokunması gereken yerde duvarın arkasında kalmıştır. Sahne siyah bir örtü ile örtülüdür, duvarda hiçbir şey yoktur, doğal şekilde çünkü onlar bodrumda ve bodrumun penceresiz odasında olayı anlatmaktadır. Ama seyirci ile oyuncu arasında duvar olduğu tam olarak birkaç defa söz ile ifade edilmiş olsa da o duvar bize varlığını hissettirmiyor. Sanki yukarıdan aşağıya sarkmış saydam bir dikdörtgen saydam bir pencere olsa biz duvarın arkasında sorguya çekilen sanığı izler gibi olurduk belki…

Oyunun sonunda bizi bir sürpriz beklemektedir. Sendromlar içinde yaşayan kadın aslında kendi yaşadıklarını değil, onun hastalarının ona anlattıklarını anlatmaktadır, o henüz açılmamış bavulun içinde kendi öyküsünü saklamaktadır…

Elbette eleştiri subjektiftir, kişinin baktığı noktadan olayları algılar ve yorumlar. Ben ilerleyen zamanlarda oyunu bir kere daha izlediğimde umuyorum ki seyircisi ile kucaklamış, bölüm geçişlerinde daha belirgin bir zaman ile oynanacağını, daha belirgin olacağını düşünüyorum. Hangi sendrom ne zaman başladı ve bitti konusu duvarın dibine bırakılan bir sembol ev arada bırakılan bir boşluk önemlidir. Sessizlik, karanlık, oyuncunun kendisini bavulun arkasında yeni bölüme başlaması gibi sembolik duruşlar ile her bölüm farklı bir öykü olduğu hissini vermelidir. İzler, yaşamın insanın üzerine bıraktığı bir yaradır belki. Bugün her birimiz yalnızız, arayış içindeyiz. Günlük ilişkiler ile günümüzü doldurmaya çalışıyoruz. Her çabamız, yalnızlığımızdan kaynaklanan başka sendromlara davetiye çıkarmaktadır. Her insan başka insandan sorumludur, her hastalık bir birine geçen bullaşıcı bir hastalık gibi yayılmaktadır. Modern yaşam bizim yaşam kalitemizi yükseltmiştir ama yanında yan etkileri, kazanılan yeni yaşam kalitemizin tam algılayamadan sorunlar içinde yuvarlanmamıza da neden olabilmektedir…

Oyunun kurgusundan, sahnelenmesine geçen uzun süreçte emeği geçen tüm çalışanlara teşekkür ediyorum. İyi ki yazmışlar, iyi ki sahnelemişler, iyi ki bizi seyirci olarak ağırlamışlar. Onlardan acı bir tebessüm içinde bir çok şeyi de öğrendik. Bir arada birlikte sıcak ilişkiler içinde birlikte yaşamak umuduyla…

İnsan sıcaklığını bize ulaştıranlara teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan

İzler
Yazan-Yöneten: Cem Kenar
Oynayan: Esra Ede
Işık, Dekor, Müzik: Cem Kenar

17 Mart 2018 Cumartesi

Geçilmez dedik, geçtiler!

Geçilmez dedik, geçtiler!

Çanakkale geçilmez sloganını dağa taşa ve suya yazdık… bizim dememiz ile tarih değişmiyor, geçilmez dediğimiz yerden savaş gemileri geçti ve bir imparatorluğun başkentini işgal etti. Evet, İngiliz başbakanın ısrarcı ve az masraf ile kısa sürede “hasta adamı” teslim alma hayali suya düştü, bir torpidonun patlaması gibi hayali patladı ve iktidar koltuğundan oldu. Neye niyet neye kısmetti onun için. Savaşı uzaktan seyretti ama büyük ders almıştı, o dersin sonucunu ikinci dünya savaşında elinde cetvel ile ülkelerin kaderini belirlerken görecektik…

Çanakkale uzaktan bakınca homojen bir olay gibi gözükür. Askerler gitmiştir, ülkenin iki yakasını koruyan ve iyi konuşlanmış birliklerden bahsedilmez ama ima olarak verilir. Osmanlı ordusunun başında ki genelkurmay başkanı bir alman olduğu ve çifte vatandaş olduğu gerçeği pek öne çıkarılmaz, o genelkurmay başkanın başında hala iki ülkenin bayrağı dalgalanırmış, gidip görmedim çünkü mezarı Almanya’da… Alman mezarlığında halan yatanlar ise daha düşük rütbeli askerlerden oluşmaktadır… Bizim savaşa girişimiz bile bir kile değil miydi, iki alman gemisine verilen Türkçe isimler ve Türkiye’nin o dönemdeki adımız ile Osmanlı imparatorluğunun bilgisi dışında ama birkaç kişinin bilgisi dahilinde savaş için kışkırtacak girişimde bulunmuştur. Bombalamıştır ve savaşın parçası olduk. Kim için? Alman çıkarları öyle gerektiriyordu, batı (garp) cephesinde kilitlenen savaşı şark cephesinde yani doğu cephesinde yeni cephe açarak kilitlenmiş savaşı aşmak için kullanılacaktı. Garp cephesi Belçika sınırları içinde kilitlenmişti ama orada da ilk kimyasal silahlar kullanılıyordu. Bugün toplumsal olaylarda sık kullanılan gaz bombası hardal kokusu ile savaş alanının üstünü kaplayacaktı. Hitler’in bıyığı işte bu hardal gazına karşı kullanılan gaz maskesi sürecinde ortaya çıkacaktı. Şark ateşin içine atılıyordu, nasıl olsa hastaydı ve hastanın ölmesi için son tekmeyi ittifak içinde olduğumuz ülke tarafından atılacaktı.  

Çanakkale savaşını yürüten ve karar alan dük aslında savaş bilgisi zayıf ve almanlar tarafından gözde olmayan bir soyluydu. Feodal süreçten gelen soyluluğunu kapitalist sistem içinde de korumaya çalışan bir ailenin ferdi. Gözden çıkarılmış ülkeye tecrübeli komutan atamak olacak iş değildi, önemli olan savaşın tıkanıklığını açacak bir cephenin açılması, “hasta adam” ölmüş kimin umurunda!

Çanakkale savaşı başlamadan önce zaten bizi taciz eden İngilizler ve uçaklarından attıkları bildiriler savaşın nerede cephe savaşına döneceğini de bildiriyordu. Randevu verilmişti ve bizler o randevuda düello kurallarına göre kılıçlarımız çekecektik. İngilizlerde oyun bitmez ama Osmanlı’da da cesaret bitmezdi! Balkanları kaybetmiş bir Osmanlı düello yapacak ne gücü ne de artık birikimi vardı, silah icat olmuş mertlik çoktan bozulmuştu.

Çanakkale cephesi belli olmuştu, askerler oraya yığılması gerekliydi. Tüm Osmanlı tebaası erkeleri asker olarak istisnasız oraya gidecekti, Araplar elbette bir Türk için savaşmayı ret edeceklerdi, çünkü gelenekleri öyle diyordu, yanlarında “köle asker” olarak bulunanlardan emir almak onların gurunu incitirdi… Onlar savaştan çıkacak sonuca çoktan hazırlanmışlardı. Krallar bile çoktan belli olmuş ama hangi Arap toprağında kimler kral olacağına henüz net karar verilmemişti…

Anadolu’da bulunanlar savaş cephesine ileri, arka, hizmet bölümü cephede kılıç kuşanana kadar roller belirlenmişti. Bu sefer köylerden çocuklar Çanakkale için toplanmıştı… Kaçan kaçmış kaçamayan savaş cephesinde görevinin başındaydı. Savaş henüz başlamış Ermenileri zorunlu göç (tehcir) kararı verilmiş ve cephe gerisinde kim var kim yok tüm Ermenileri çöllere doğru sürgün kararı verilmişti. En kolay toplanan askerde emir altında olanlardı. Çanakkale savaşı sırasında toplar karşılıklı olarak bir birini dövdüğü günlerde Ermeniler toplu olarak alınıp çöllere doğru yola çıkmıştı bile çevrede bulunan diğer Ermeniler ile birlikte…

Savaşmaya gidenler çölde ölüme tek edildi...

Savaşın komutanı Almandı, onun direktifleri ile savaş yürütüldü, İngilizler yenildi ve başbakanı görevinden oldu.

Savaşın gerçek anlamda en büyük etkisi bizim iç işlerimizde değil, İngiliz içişlerinde oldu. Peki, İngilizler ne yaptı, bu savaştan çok büyük dersler çıkardı ve ikinci dünya savaşında o birikimden yararlandı...

Peki, bizler Çanakkale savaşından nasıl bir sonuç çıkardık ve hangi işimize yaradı? Sonuç çıkaracak kadar sakin bir ortam olmadı, çünkü Çanakkale geçilmez destanı henüz halk arasında yaygınlaşmadan İstanbul çoktan işgal edilmişti bile. Artık ülkenin kaderi bir kaç liderin iki dudağının arasına sıkışmış çıkar kavgasındaydı...

İşgal altında ki bir şehirden İngilizlerin onayı ve bilgisi ile bir "kurtuluş" savaşı başlayacaktı.

Peki, İngilizler bu kurtuluş savaşından ne kaybettiler ne kazandılar?

Bunun açık yüreklilikle cevaplandırılmış karşılaştırmalı tarih verileriniz elinizde var mı?

Aslında arayan bulur...

Bir ülke kurduk ama ülkenin kaderi, geleceği ülkenin insanın eline bir türlü geçmedi, dış ülkelerde gelişen savaş rüzgarı ve taraf olma zorunluluğu, içten içe her ne kadar geçmişten kalan Alman hayranlığı bıyıklara yansımış olsa da bıyıklara yansıyan cesaret ve ülkenin içinde bulunduğu durum kendi başına karar verme sürecine bir türlü adım atamadı...

Sanayisi olmayan ülke burjuva devrimi yapmaya kalktı...

Yaratılan burjuva ise dünyanın en dayanıksız, en kötü, çöpe atılmış teknolojileri ile ülkemizi birer çöplük yuvasına döndürdü...

Amerika’da 1935 yılında renkli tv izleyen bir Amerikalı, ülkemizde renkli televizyonu ancak 80'li yıllarda görecekti... O tarihe kadar çöpe atılmış siyah beyaz televizyonlar ve antenler ile tek kanal izlemek şerefine ve mutluluğuna ancak 70li yıllarda nail olacaktık...

Ulus devletimizi gerçek anlamda inşa edemedik, güdük başlayan her iş gibi bu da güdük kaldı ve çok kültürlü bir imparatorluk geçmişimizi kısa sürede homojen devlet kurmak için komşumuzu boğazladık...

Katliamlar, kapılara bırakılan işaretler, linç kültürü bugün dahi yaşamaktadır...

İşgal devleti geldi başkenti işgal etti, işgal eden devletlerin birliğine girmek için o işgal gününü anımsayan anmalar birden yasaklandı ve yok sayıldı...

Bizim bağımsızlık bayramımız ne zaman ortadan kalktı?

Bütün dünyanın ülkelerinde bağımsızlık bayramı belki vardır ama bizde yok... Bir zamanlar varmış o da 30’lu yıllarda kaldırmışız.

Çanakkale geçilmez destanı anlatılacak bugünlerde...

Destanlar, başarılar, kahramanlar anılacak...

Avustralya’dan gelen askerlerin anması ekranlara yansıyacak...

Dünyanın öteki ucundan insanlar geldi ve hiç bilmedikleri coğrafyada yaşayan insanları öldürdü, neden? Kim için?

Gerçekler devletler olduğu sürece ortaya tam olarak çıkmayacak, çünkü güçlü olan kendi çıkarına göre tarih yazdırır ve yorumlar...

Tarih, yaratılan gerçeklere uygun belgeler bulmak için sadece birer kaynak işlevi görmeye devam ediyor. Elbette karşılaştırmalı tarih ile iki yaratılan tarih karşılaştırılıp belki gerçeğe yakış şeyler bulunabilinir ama devletler varlığını sürdüğü sürece ne yazık ki gerçekler raflarda bize sadece göz kırpmak ile yetinecek, çünkü açılmamış her dönem bazı dosyalar bulunacak ya da farelerin yemesi için uygun yerde saklanacaklardır…


İsmail Cem Özkan 

9 Mart 2018 Cuma

Aşk Ölsün

Aşk Ölsün

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Baba Sahne’nin konukları arasındaydık. Sahnenin perdeleri kapalıydı, bizler salona girdiğimizde. Daha önce başka oyunlar izlediğim salon bana yabancı değildi, yerimi buldum ama yardım etmek için çabalayan baba sahne elemanlarının ısrarına rağmen ev sahibi gibi gidip yerimi buldum ve oyunun başlamasını yani perdenin açılışını bekledim.

Bugüne kadar gittiğim oyunların içeriği hakkında hiçbir araştırma yapmadan gittim, buna da öyle geldim. Eğer ön araştırma yapmış olsaydım, tiyatroya izleyici olarak bakamıyor, kafamda oluşturduğum önyargıların penceresinden bakıyorum ki, eğlenemiyorum… Seyirlik olarak sahneye taşınmış şölenden yeteri kadar keyif alamıyorum… Önyargısız oyunun oynanacağı sahnenin önünde daha önce bilet alarak rezerv edilmiş koltuğumda yerimi alır ve perdenin açılmasını ya da oyunun başlamasını beklerim.

Ve perde!

Her ne kadar geçmişten gelen bir sestir “ve perde!” diyen ses. Her perde açıldığında içimden bu cümleyi söylerim. Perde açılınca bizi başka bir dünyaya davet edilir. Yaşadığımız zamandan ve coğrafyadan farklı bir yerde oyun süresince olmak büyük bir değişikliktir. Ve ben bu değişikliği çok seviyorum. Hangi trajedinin, hangi dramın hangi komik durumların şahidi olacağım hatta zaman zaman içine katılacağım. Büyük bir maceradır. Kelimelerin üzerine zaman, mekan ve insan giyindirilmesi. Sahne üç duvardan oluşuyor, bizler açık olan yerden bakıyoruz. Üç boyutlu bir tabloya bakar gibiyiz, fakat bu üç boyutlu tablonun üç boyutlu olmadığını ve daha başka boyutlar da bizim zaman ile oyunun zamanın çakışmasını yaşayarak öğreniriz.

Bir tuvalet, pislik içinde. Esenler Otogarın eksi ikinci katında ki kadınlar tuvaletidir. Bunu oyunun ilerleyen zamanında öğreneceğiz. Songül, titizdir. Adını da ilerleyen zamanlarda öğreneceğiz. Çünkü hiçbir oyun peşin peşin bir hap gibi hazır bir şekilde mekan, isim ve zaman kavramlarını bir arada vermez. Zamanın içinde oyunun zamanının müsait olduğu anda bilgiler kulaklara fısıldanır. Artık denir ki sizi bu zamana (oyunun) mekanına, olayların gelişim sürecine davet ediyoruz. Her seyirci hemen katılmaz, çünkü her kişinin algısı ve ilgisi farklıdır. O farklılık içinde sahnede ki oyuncuların tüm seyirciyi kucaklaması biraz zaman alır. Oyuncunun seyirciyi kucaklamasını ve zamanını belirleyen de sahnede ki ışık, dekor, kostüm, müzik, ışık… gibi sahnenin vazgeçilmezlerinin uyumundan geçer.

Seyirciyi mimikleri ve hareketleri ile kucaklar Songül rolünü oynayan Günay Karacaoğlu. Öyle bir kucaklama ki salonda ki seyirci birden sahnede o tuvaletin içinde titiz bir şekilde tuvalet üzerine serilen tuvalet kağıdının rüzgarı sanki ellerine dokunur. Kirli bırakılmış tuvaletin içinde titiz, her adımını dikkatlice atan bir kadın. Terk edilmiştir. Kocası başka bir kadın ile whatsapp üzerinden yazışmaktadır. Her yedi dakika da bir online olmaktadır. Karısını hiçbir yere götürmeyen koca, sevgilisi ile karını götürmediği yerlere gitmekte ve zamanını geçirmektedir. Terk edilmiş olan kadın bir gün otogarın kadınlar tuvaletinde kirli bir ortamda intihar için oradadır. Kirlilik, pislik hem aldatan koca için kullanılır hem de ortam için.

Seyirci oyunun içinde oyunun parçasıdır ve muhteşem bir performans… Otobüs seyahatı sırasında muavinin bir hap içip tanrıya isyan ettiğini gören Songül, hemen çantasında ne var ne yok verir ve o hapları alır… İsyan ettiren hap onun sonu olmasını planlar…  Pislik içinde ortamın içinde son yolculuğuna hapları yutarak adım atar ama o ölümü değil başka değişimlere neden olur. Titiz ve pislikten çekinen kadın pisliğin içindedir, yuvarlanmaktadır. Birden dudağına ruj sürmediğini anımsar ve hiçbir zaman rujsuz olamayacağını öldükten sonra polislerin onu makyajsız bulamayacağını dillendirir ve rujunu cebinden çıkarır ve dudaklarına sürer… Son yolculuğuna hazırdır ama… Pislik içinde tuvalette bulunmak fikri hiç hoşuna gitmez, o otobüslerin arasında kendisine yakışan bir şekilde ölmeyi planlar…

Günlük onun iç konuşmasıdır. Her bölüm bir günlükten bölüm okuyarak geçiş yapılır. Başlangıçtan ve diğer bölümler arasında bağlantı günlüklerdir. Günlükler aynı zamanda sahnenin değişimdir. Sahne her bölüme uygun olarak değişim gösterir. Dijital ses olarak bölümler arasında seyirciye ulaşırken ses, karanlığın içinde yeni bölümün dekoru sahneye taşınır. İlk bölümde yakalanan kahkaha ve eğlenceli hava bölümler ilerledikçe yerini hüzne ve yaşamın başka gerçekliği ile yüzleşmemize doğru geçiş yaparız.

80 ve 90’lı yılarlın popüler sanatçıların şarkı sözleri, postmodern edebiyatımızın zengin iki yazarı ve Murathan Mungan Songül’ün bakış açısı ile değerlendirilir. O bir Murathan Mungan gibi olmak istemektedir ama ne romanı vardır ne de günlükleri kitap olarak basılmıştır. Edebiyat dünyası onun kaybını hissetmeyecektir ama o yaşamış olsaydı belki onarlın dünyasında dahil olabilirdi.

İntihar etmiş ama içtiği ilaç onu öldürmemiş aşırı derece özgüven vermiştir. Polisler sohbeti sırasında ağzından “bomba” kelimesi çıktığı için çantası uzaktan kontrollü patlama ila paylatılmış ve içindeki tüm eşyaları etrafa yayılmıştır.  İkinci sahne bir mutfaktır. Mutfakta artık boşandığı kocasının yeni sevgilisi ile yaptıklarını instagram’dan izlemektedir. Sosyal medyanın yarattığı bir kuşağın içinde sevgilerini bile insanlar sanal dünyadan bulmaktadır. Sanal olan dünyanın gerçek sonuçları ile yüzleşiyoruz… Günümüzün zamanı ile oyun içinde karşılaşmalar oluyor. O karşılaşmalar seyirciyi oyunun bir parçası yapıyor. Sekiz yıldır aldatan kocanın, uzun zaman sonra yakalanması ve sonra Songül’ün komşusuna sorduğu yanıtı salondan duymak şaşırtıcı olmuyor. Sahnede bir oyuncu vardır ama seyirci ile sahne salondadır.
İkinci bölümün ilk sahnesi büyük bir motosiklet üzerindedir. Uzak Asya’ya doğru bir yolculuk canlandırılmaktadır. Aslında kafasının içindedir. Ehliyet almak için gittiği kursun yan tarafında ki bir galeride bulunan motosiklet üzerinde hayallerini anlatır buluruz. Motosiklet eğitimini veren hocasının sözlerini kendi yaşamına uyarlamıştır. Sürmek için ileri bakın demiştir, ama kendisi fırsat buldukça geriye bakmakta ve aldatılan eş olmanın getirmiş olduğu travma ile yüzleşmektedir. İlk bölümde kahkahaların yerini ağır ağır yüzleşmeye ve trajedinin ağırlığı salonda hissedilmektedir.

İkinci bölümde iş bulmuştur ve banka adına CallCenter’de çalışmaktadır. Orada müşteriler ile görüşmeler yaparken buluruz. Aynı zamanda hayatına Hayri dışında Hayrettin’i almıştır. Onun ile yaşadıkları ve yeni keşfettiği cinsel yaşamını müşterisi ile konuşurken bankaların nasıl bir düzen kurduğunu da seyirci ile paylaşır. Günümüze direk mesajı burada vermektedir. Müşterinin biri üzerinden çocuk gelinlere yönelik eleştiri ile günümüzün acılı tablosunu seyirciye anımsatır. Kadın cinayetleri ve çocuk gelinler…

Ve perde kapanmadan önceki son sahne…

Gelinlik içindedir. Sahne arka dekorunda kullanılan gelinlik abiye giysi artık üzerindedir. Hayrettin ile nikah öncesi yaşadıklarını anlatır. O ana kadar olayların peşi sıra ve seçeneği olmadan kendisine verilen seçeneği yaşadığının farkına varmıştır. Seçme hakkı yoktur ve o yüzden yarım hayatlar ve olayların kahramanı olmuştur. Acaba seçme hakkı verilmiş olsaydı neler yapabilirdi?

Başından geçen talihsiz olaylara, girdiği işlerde tutunamamasına, kandırılmalarına, aldatılmalarına aldırmadan mutlu olmak için arayışlarını son verme kararı onun hayatının tamamı ile değişimine sebep olacaktır. İlk sahnede intihar etmek isteyen Songül son sahnede artık ölüm ile kucaklaşmıştır. İkinci evliğinin aday damadı Hayrettin onu gelinlik pastası için ayrılan ve süslenen bıçak ile öldürülecektir… Ölüm kapısını çalmıştır ve dünyamızdan ışıklı bir kapıdan geçerek ayrılacaktır. Salonda artık kahkaha yoktur, sessizlik. Bir ağırlık vardır. Hüzün atmosfere kendisini dayatmış ve kahkahanın ses kırpıntılarını da yok etmiştir.

Songül nedenleri ve sonuçları ile kendini çok sorgulayan bir karakter olarak hafızalarda yer ederek son alkışlar ile salondan seyircisi uğurluyor…

“Aşk öldürecekse aşk ölsün. Seni çok seviyorum diye ya da sen beni artık sevmiyorsun diye öldürmek kadar acımasız vahşi bir şey olamaz.”

Barış Dinçel’i ilk defa yönetmen olarak izledim. Oyunun sahne düzenlemesini yapan bir ustanın ilk yönetmenliğini yaparken sahneye ne kadar hakim olduğunu seyirciye gösteriyor… Dekorun değişimi ve sahnede rol alan sanatçının kendisini daha fazla göstereceği alan yaratması, ışığın onu takip etmesi ev zaman zaman oyuncuya dikkat çekmek için ışığın ayarları ile oynaması oyunu daha fazla seyirci ile buluşmasına olanak sunmuş… Müzik oyunun akışına katkısı yadsınamaz… Günay Karacaoğlu
sahnede devleşirken, oyunun başlangıçtan son sahnesine doğru geçişte gözyaşlarını sevinçten hüzne döndürmesi seyirci üzerinde ki başarısını göstermektedir. Murat İpek eğer isteseydi tamamı ile balon ve oyun bittikten sonra akılda hiçbir şey kalmayacak oyun yazabilirdi. Salon dışında yaşamın akışına hiç dokunmadan diğer oda tiyatrolarda oynana oyunlar gibi Amerika’dan alınan bir konuyu bize uyarlayabilirdi. Onun yerine daha özgün ama kontrollü bir metin yazmış…

Ustalar bir araya gelince usta iş oluyor… Emeği geçenlere ve salonda ve dışında yer alan çalışanlara çok teşekkür ederim.

İsmail Cem Özkan

Aşk Ölsün
Yazan: Murat İpek
Yöneten, Sahne ve Kostüm Tasarımı: Barış Dinçel
Müzik: Çiğdem Erken
Oynayan: Günay Karacaoğlu
Süre: 1 saat 30 dakika (2 perde) 

8 Mart 2018 Perşembe

Kontrabas

Kontrabas

Yatak dağınıktır, yatağın biraz uzağında içi bira ile dolu bir buzdolabı, onun önünde sahnenin de ön tarafında kontrbas, kontrbasın arkasında bir masa ve onun yan tarafında sallanan bir sandalye ve üzerinde oturan biri, klasik müzik dinliyor. Klasik müzik içinde bir çalgıya dikkat çekmek isteyen bir müzik insanı… Odanın içinde yer alan kontrbasın sesini aramaktadır çalan müzikte. Kontrbas!

“Orkestra şefsiz olur, ama kontrbassız asla olamaz”

Heyecan ile kontrbas sesini anlatmaktadır. Onun sesinin ne kadar farklı olduğunu.

“Kontrbas ses derinliğinden dolayı yegane temel orkestra çalgısıdır. 1750’den yirminci yüzyıla kadar bütün orkestra müziği, hiç abartısız dört telli kontrbasın omuzları üstündedir. Kontrbas, insanın ne kadar uzaklaşırsa o kadar iyi işittiği tek çalgıdır.” der sahnede ki oyuncu sahnenin bir köşesinde duran kontrbasa bakarak. O aslında kontrbas ile bütünleşmiş ekmeğini ondan kazanan bir devlet orkestrasında çalışan “memurdur” .

Memurdur. Müzik ile uğraşmaktadır. Küçük bir evde yaşamaktadır. Odanın küçüklüğü yaptığı iş ile tezattır. Kısaca geçmişine doğru yol alırız, neden kontrbas çalan bir orkestra üyesi olduğunu öğreniriz.

Çocukluğundan bu güne kadar hep fark edilmek istemiştir ama görünüm olarak fark edilmese de yaptıkları ile fark edilecek ve ailesinin isteklerine tezat işler yapacaktır.

Babası memurdur ve oğluyla fazla vakit geçirmeyen biridir, hasta ve müzik sevdalısı, flüt sanatçısı bir anneye sahiptir. Annenin babaya, babanın kız kardeşe düşkünlüğü ilişkisinde kendini biçimlendirmiştir. Sevilmediği duygusu onun ailesinin isteklerinin tersini yapmak olarak ortaya çıkmıştır. Yaşı ilerlemiş ve ilk ergenlik çağında kontrbas çalmaya eğilim göstermiş ve o alanda eğitim almıştır. Eğitiminden sonra devlet orkestrası sınavını kazanarak orada memur olmuştur.  O da bir orkestrada büyük bir öneme sahip olmayan kontrbası seçerek bir nevi ailesini cezalandırmak istemiştir.

Kısaca neden kontrbas çaldığını anlattıktan sonra kısaca kontrbas’ın tarihi ve bestecilerin elinde nasıl kullanıldığını uzun uzun anlatmaktadır. Aslında orkestranın ve Amerika’da gelişen Jazz Müziğinin vazgeçilmezdir. Ama kendisi klasik müzik eğitimi aldığı için ve sabahları her gün provalarda çaldığı ve gösterim için yer aldığı zamanlarda ise terden birkaç defa gömlek değiştirmek zorunda kaldığı yorucu bir alet olduğunu vurgulamaktadır.

“Bazı insanlar spor yaparak terler ben ise çalarak!” 

Parmak uçları nasırlaşmıştır, o kadar duygusuz olmuştur ki parmağını kestiğini bile tesadüfen öğrenmektedir…

Çok çalışmanın karşılığı güvenceli bir iş!

Memur olmak hakların olması anlamına gelmektedir, onu kimse işten atamayacaktır, o yüzden orkestra içinde çalıp çalmadığının ya da iyi çalıp çaldığının bile kimse farkında bile değildir. Konser boyunca arka sırada ayakta aletine sarılan konumdadır… Zaten çok iyi de çalsa kimse bunun farkına bile varmayacaktır. O oranın bir parçasıdır ama görünmezdir…

Yalnız yaşamaktadır. İzole edilmiş bir odada… Ses izolasyonu olmasa şehrin tüm gürültüsü içeriye girecektir. O gürültünün içinde bir sanatçının eser üretmesi bile düşünülemez. O yalnızdır odasında ve aşka susamıştır. Uzun süre bir kadın ile olmamıştır, olmaya kalktığı zamanda ise odanın bir köşesinde duran kontrbas onarla baktığını düşünmekte ve kadın bundan rahatsız olduğu için hiçbir seksi sonuna kadar doyurucu bir şekilde bitirmemektedir. Kontrbas sessizce onarlı izlediğini düşünür, o sessizdir ama ilişkiyi bozacak kadar varlığını hissettirmektedir.

Kontrbasın iri cüssesiyle yaşamında büyük bir yer işgal ettiğini ve ona duyduğu nefret artık odanın içine savrulmuştur. Başlangıçta ki methiyelerin yerini yergi almıştır.  Vazgeçilmez olan vazgeçilir olmuştur ama vazgeçtiğinde işinden olacağı için zorunlu bir bağımlılık içinde yaşamaktadır.

Nefret ettiği alet ile her gün konserde orkestranın görünmeyen yerinde ayakta ekmek parasını kontrbas tellerine basarak kazanmaktadır. En ağır işçidir aslında, tüm zamanlarını alan bir işte parmak uçları ile ekmeğini kazanmaktadır.

Sesiyle büyülendiği, ufak tefek, soprano Sarah... Ona karşı platonik bir aşk ile bağlıdır. Onun ilgisini çekmek için her yolu kafasından denemektedir ama pratikte sessizce uzaktan izlemektedir. Hatta Sarah onun farkında bile değildir.

Orkestranın en arka sırasında olmasa belki Sarah ile göz göze gelecek ve ona ilgisini gösterecektir ama çalıştığı yerin en arkasındadır. Bu mutsuzluğunda da kontrbasın payı olduğunu düşünmektedir hatta ona karşı nefreti kat be kat artıyor bir yandan.

Kontrbası bir kadın vücuduna benzeterek şöyle anlatmaktadır; ''Sonra bakarım ona şöyle bir. Ve düşünürüm: Tüyler ürpertici bir çalgı! Buyurun, bakın! Bakın şuna iyice. Görünüşü şişko bir kocakarı. Kalçalar çok alçak, bel hepten felaket, fazla yüksek kalıyor, ince de değil; sonra şu daracık, düşük, raşitik omuzlar- deli olmak işten değil... Kontrbas şimdiye kadar icat edilmiş çalgıların en iğrenç, en hantal, en kaba saba olanı...'' Her ne kadar kadınsı bir dış görünüşe sahip olsa da çıkardığı bas sesi tam bir erkek çalgıdır. Almanca sıfat önüne gelen artikel “der”dir yani erkek!

Kontrbas görünümü gibi değildir, erkek çalgıdır. Orkestra içinde Kontrbas, tek başına hareket edemeyen, bütün içinde eriyip giden, diğerleri için yaratılmış bir sona mahkumdur her zaman!

Ünlü bir bestecinin kontrbas için ürettiği sola bir parça var mı diye sorar, yanıtını kendisi verir, yoktur.

O sadece orkestrada olmazsa olan ama her daim arkada duran bir çalgıdır. Kendisini gösterecek ve öne çıkacak hiçbir özelliği yoktur.

Fark edilmekle sıradan olmak arasındaki kalınca çizgide, pek çoğumuz bir çivinin üzerinde oturuyoruz. Fark edilmek ürkütücü, sıradan olmaksa daha da ürkütücü. Hata yapmaktan korkarken, sıra dışı olmak zor. En arkada durup işimizi nasıl yaptığımızın bir önemi yok gibi görünürken, o aşık olduğumuz sopranoya seslenmek istiyoruz var gücümüzle: “Sarah!”.

Belki işten atarlar ama o zaman farkına varılır… İşinden atılan tek kontrbasçı olmak ayrıcalığını yaşamak düşüncesi heyecanlandırmaktadır ama bunu başaracak gücü yoktur. Uzaktan duyduğu sevgi çaresizidir ve unutulmak zorundadır.

Toplum gibi orkestra içinde de adaletsizlik söz konusudur. “Orada becerinin amansız hiyerarşisi hüküm sürer, günün birinde verilmiş bir kararın korkunç hiyerarşisi, yeteneğin tüyler ürpertici hiyerarşisi, titreşimlerin ve seslerin tabiatça yasalaştırılmış, sarsılmaz, fiziksel hiyerarşisi; siz siz olun, sakın bir orkestraya girmeyin!...”

Hayal kırıklığı içinde yaşamak zorundadır.

“Müziksiz özgürlük de yoktur. Müzik, kendini başkalarını aşmaya, normların ve kuralların ötesine geçmeye, aşkınlık hakkında, zayıf da olsa bir fikir edinmeye teşvik eder”

Yalnızca hata yapınca fark edilmek üzücü şey bence. Çarkların arasında yaşamlarımızı sürdürürken, onların işleyişini bozunca mı görünürüz sadece?

Sorular sorar…

Sorular içinde faşizmin içinde müziğin olmadığı gerçeğini vurgular, mahkumlar kendilerini ifade etmek için orkestra kurarken faşizm içinde yaşayan hür müzisyenler ise özgün eser üretemezler. Tek ses uygun eserler üretilir ama onlar da kalıcı değildir, faşist bir lider ile birlikte unutulmaya mahkumdur.

Yapılan en iyi parçaların, çekilen en iyi filmlerin herhangi bir ürün gibi çabucak tüketildiği ve yenisinin arandığı bu zamanda, tükenmeyen bir şeyler arıyoruz. Gerçek olarak kalabilen ve her daim korunabilecek bir şey.

Orkestra insan toplumunun bir aynasıdır… Hatta insan toplumunda olduğundan daha bile kötüdür orkestra, çünkü toplumda, hiyerarşinin basamaklarını çıka çıka günün birinde piramidin en tepesinden aşağıya, altımdaki solucanlara bakarım umudu vardır- teorik olarak…”

Orkestralardaki hiyerarşi, solo ve tutti ayrımları sadece müzikal anlamda bir eşitsizliği değil, müziğin de giderek bu eşitsiz mekanizmaları onaylamasına neden olur. Toplumsal cinsiyet ve müzik bu sorunların en temelindedir.

“İnsanlar müzikle düşünür, onunla kendilerinin kim olduğuna karar verip kendilerini anlatırlar”

Olayın kahramanı kontrbasçı olarak karşımızdadır ve en içten çelişkileri ile karşımızda bir bütündür. Acıları, sevinçleri ve hayal kırıklıkları ile…

Metin Belgin oyunun ruhuna uygun  olarak karşımızdadır, oyunun metnine uygun bir şekilde karakterine hayat vermektedir. Kendi hikayesini kontrbas üzerinden anlatmıştır. Kendi yalnızlığını, karşılıksız sevgisini, tutkusunu ve gelecekten duyduğu umutsuzluğu, çaresizliği. Sokak ile kalmak arasındadır, sokakta kalması onun aç olması ve yaşam kalitesini kaybetmesi demektir. Bir memurdur ve memurun işten atılması görülmüş şey değildir…

“Hayatta, bir şeyi düşünmekle yapmak çok farklı şeyler.” 

Tek kişilik oyunlar her zaman risklidir, çünkü sahnede yalnızsınız ve size yardım edecek kimse yoktur. Seyirci ile iletişime girecek ve oynadığı oyunun kahramanın bilgisinden fazla bilgiye sahip olması gereklidir. Seyircinin her hangi bir tepkisine oyunu bozmadan yanıt vermesi zorunludur. Siz hiç kadın ünlü bir besteci duydunuz mu soruna yanıt seyirciden biri verdiğinde o soracaktır, ünlü mü? Çünkü erkekler tarafından üretilmiştir tüm klasik besteler, kadınlar için yazılmıştır çoğu…


Eğer bir ustayı sahnede görmek istiyorsanız kaçırmayın derim, çünkü usta bir oyuncuyu sahnede büyüten her şey oyunun içinde mevcuttur. Işık, dekor, ses, müzik... her şey iç içedir ve her biri birbirini desteklemektedir…

Sade, abartıya kaçmadan, her şeyi oyunun içe alayım demeden, kişinin iç dünyası ve kontrbasın hayatına etkisini en iyi şekilde verildiğine inandığım sağlam bir metin üzerine sağlam bir sahne şöleni olmuş. Tek kelime ile yazıyı sonlandırmak istersem, ayakta alkışlayacağınız bir oyunu kaçırmayın derim…
İsmail Cem Özkan


Kontrabas
Yazan: Patrick Süskind
Dekor Tasarımı: Ethem İzzet Özbora
Türkçesi: Hale Kuntay
Reji: Metin Belgin
Kostüm Tasarımı: Serpil Tezcan
Işık Tasarımı: Yakup Çartık

Oyuncu:
Metin Belgin

3 Mart 2018 Cumartesi

Falkland adaları neden işgal edilmişti?

Falkland adaları neden işgal edilmişti?

Arjantin’in cuntacı General Leopolda Galtieri Falkland adasına bir gün çıkarma yaptı, durduk yere neden bir çıkarma yaptığını o gün yaşayanlar belki anımsar, çünkü sürprizdi. Anlam verilememişti, dünyanın öteki ucunda bir küçük ada ve ekonomik olarak hiçbir girdisi olmayan yer. Ortaçağ’da gemilerin geçiş yolunda olduğu için belki stratejik konumu vardı ama 19 Mart 1982 tarihi için ada gerçekten hala aynı özelliğini mi koruyordu?

Cuntacı General Leopolda Galtieri Arjantin'in o güne kadar mutlak hakimi bir darbeciydi. Cuntacı general mutlak hakimiyetini ülkesinde emri altına aldığı halkına yeniden göstermek zorundaydı, çünkü üstesinden gelemediği sorunlar içinde boğuşuyordu. Gündem değiştirmesi gerekliydi. Hem gündem değişecek hem de başarısından dolayı ona payeler kazandıracak bir strateji izlemesi gerekliydi. O hakimiyetini başarı madalyaları ile süsleme peşindeydi.  Kolay bir yolu seçecekti, savaş!

Savaş kararı almak kolaydır ama nereyi hedef olarak seçmesi gerekliydi? Bu konuda tarih onun eline koz veriyordu. Ülkesine yakın bir ada! Büyük Britanya eski sömürgeci gücü yoktu, bir kayalığın ülkesinden kopması İngilizler için o kadar sorun olmazdı. İngiltere’de değişim vardı ve değişim liberal ekonominin ve liberal politikaların acımasız olarak uygulanması söz konusuydu. Ulus devleti tartışmaya açılmış ve alınan kararlar ile özelleştirme adına bütün ulus devletin birikimleri ve işçi sınıfının o güne kadar kazandığı hakları yok ediliyordu. Burjuvazi hayal edemediği kadar özgürdü, sermaye sahiplerinin en çok istedikleri bir şey gerçekleşiyordu, küreselleşme! Sermayenin önünde olan ulus devletten kaynaklanan engeller tek tek ortadan kalkıyordu.

Margaret Thatcher değişimin sonuçları ile karşılaşıyor ve yaptığı politikanın seçmen üzerinde ki olumsuz yargısını da görüyordu. Onun da gündemi değiştirecek bir olaya ihtiyacı vardı. Tam bu sırada gelen Falkland adasının işgali olayı ona can simidi özelliğini kazandırmıştı. Hemen Falkland Adaları’nı bir milli mesele haline getirerek ülkede yaşanan enflasyon’un toplum üzerinde ki etkisi ve seçmenin kendisine olan desteği yeniden artırmak için fırsat onun avucunun içine düşmüştü. Savaş teknolojisi olarak çok üstündü. İstediğini rahatlıkla elde edebilecekti. Savaş kim kazanırsa koltuğunda sağlam şekilde oturacak, kaybeden gidecekti.

Savaşın sonucu belliydi, iç siyasetin kaosunu ve girdabını çözmek için bir zafere ihtiyaç vardı.

Dünya siyasetini izleyenler bilir, sistemin çarklarına uyum sağlamamış ve kişisel kaprisleri ve göz doymazlığı yüzünden haddinden fazla yetki sahibi olmuş bir siyasetçiyi (lideri) ülke içinde gelişen ve var olan iç dinamikler o siyasetçiyi koltuğundan almaya güçleri yetmiyorsa ve başaramamışlarsa iç dinamiklerin yerini dış dinamikler kısa sürede alır. Zaten iç dinamiklerin önemli bir muhalif gücünü dünya sisteminde söz sahibi olanlar desteklemektedirler. Onların verdiği destekler ile siyasi hayat içinde daha rahat hareket ederler, çünkü muhalefetin iktidara gelmesi durumunda diyetini ödeyeceklerini bilirler. O yüzden buna benzer ülkelerde rüşvet davaları küçük çaplı açılır ama siyasi arenada kritik noktalara geldiğinde durur ya da yok sayılır.

Dış müdahale kaçınılmaz olduğunda mutlaka bir yol bulunur ve edilir. Ama dünya siyaseti içinde dış müdahale içinde ortam hazırlanır…

Lider öyle pohpohlanır ki, “sen aslansın, sen Sezar'sın, sen dünya liderisin, senin ayağına dünya liderleri geliyor”… (elbette bir lidere bu kadar sokak dili ile konuşulmuyordur ama içerik aşağı yukarı böyle gibidir) gibi gururu okşayacak sözler ile önce liderlerin gözleri boyanır, sonra onun hizmet aşkı için borçlanması sağlanır, onu iktidara taşıyanlar aslında çoktan aldıkları diyetin daha fazlasını isterler… Ortada ulus kavramı olmaz, çıkarlar olur. Çıkarlar, o liderin koltuğuna getirenlerin çıkarları ile paralel olduğu sürece sorun yoktur, her türlü aymazlığı, baskıcılığı, insan haklarına karşı duyarsızlığı söz konusu bile edilmez. Ama artık halk deyimi ile “suyu ısınmış” bir liderin yaptıkları her yerde göze batar. Sorgulanır.

Dış siyasette ve müdahale yapacak ülkelerin iç kamuoyunda o liderin algısı değiştirilir. Dünya kadar toz kondurulmayan ya da yok sayılan bir lider kamuoyuna “şeytan” olarak sunulur ve onun her yaptığının kendi ülkelerinde oluşan zararların nedenleri olarak sunulur…

Çarklar iktidara taşınan sürecin farklı boyutu ile işletilir.

Dünyanın hakimi bir liderin kahramanlığa ihtiyacı vardır ve “büyük” ulusal rüyalar yeniden gündeme getirilir. Dışarıdan çaktırmadan başlayan kredi iptalleri, ülkenin ihraç mallarında ki “kimyasal maddeler” yüzünden ihraç edilen ürünlerin geri iadesi, ticaret yapan şirketlere verilen imtiyazların geri alınması ve uluslararası ihalelerde ihale almakta gittikçe düşen ivmeler… Kısaca öncelikle hedef ülkenin ekonomisi küçültülür.

Ülke içinde başlayan ekonomik sorunlar girdaplar oluşturmaya ve krizler oluşmasına sebep olunur. Kaos başladı mı, krizi yönetemeyenler gündem değişikleri ile iktidar ömrünü uzatmaya çalışırlar…

Gündem değişikliği kısa süreli başarı getirir.

Bundan nemalanan iktidar ve lider sürekli gündem değiştirme yöntemleri bulur ve gerçekler “yeniden” yaratılır. Soyut kavramlar içinde somut başarılar aramak boşunadır ama artık dönüşü de yoktur…

Arjantin cuntasının başına işte böyle şeyler gelmiştir. Onun zafer kazanmaktan başka çaresi yoktu. Ya zafer kazanacaktı ya da kaybedecek ve koltuğunu kaybettiği gibi sorgulanacaktı.

Dış güçler (siz onu emperyalist güç, dünya siyasetine hakim şirketlerin siyaset üzerinde ki etkisi diye okuyun) ortam hazırlamıştı. Cunta liderinin başka çıkış yolu yoktu, sefere çıkacaktı. Arjantin gibi büyük bir ülkenin stratejik önemi vardı, en azından nüfusu hazır tüketiciydi! Kapitalist ülkelerde yaşayan halkın daha refah yaşaması için alın terlerini artı değer olarak hediye ediyordu cunta ve onun hükümeti. Sermaye çıkıyordu, Arjantin işçi sınıfının cebinden çalınan yöntemler ile. Cunta zaten o amaç ile darbe yapmıştı. Üçüncü dünya ülkelerinde tüm cuntalar birilerine hizmet için devlete el koyar ve onun çıkarları yönünde karar alır…

Liberal ekonominin uygulanmasının güç olacağı her ülkede domino taşı gibi arka arkaya askeri darbeler olması tesadüfi değildir…

Ortam Falkland adası işgali için hazırdı ama bir taş ile iki kuş vurmak isteyen güçler “Demir Lady”inin arkasında ki onu destekleyen güçlerdi.

Bir taş ile iki kuş!

Arjantin istenilen konuma getirilmesi için ortam hazırdı, değişim kaçınılmazdı. Dünya liberal ekonominin ve küreselleşmenin önünde ki engellerin ortadan kaldırılması için her şey uygundu. Liberalizm solu ortadan kaldıracaktı, en azından işçi sınıfını zayıflatacak ve batı dünyasında bir tehlike ortadan kaldıracaktı. Liberalizm mutlak zafere ulaşması gerekliydi…

Reagen ve Thatcher seçilmiş ve uyumlu iki başkandı. Dünyanın kaderi bu iki liderin başarısında yatıyordu. Sermaye koşulsuz olarak “küreselleşme” adına onların arkasındaydı. Sermayenin önünde engel olan ulus devlet onun bürokrasinin ortadan kaldırılması şarttı. Sovyetlere karşı girişilecek olan savaşın son perdesi bu başarıya ihtiyaç duyuyordu. Sermaye dünyada mutlak hakimiyetine gidecek yolunu açmalıydı.

Arjantin’ dış dinamikler müdahalesi gerçekleşmişti. Thatcher koltuğunu sağlamlaştırmış ve seçimin mutlak kazananı olduğunu ilerleyen günlerde görecekti…

Dünya değişimini başlatmıştı ama yarım bırakılmaması gerek bir süreçti.

Ulus devleti yıkılıyordu.

Savaş iktidarları değiştirir ya da zafer ile çıkanı koltuğunda sağlam kalmasını sağlar düşüncesi bu savaş sonunda bir kere daha kulaklara fısıldanmıştı.

Altı hafta kadar sürdü savaş...

Altı hafta bir savaş için belki çok uzun belki de çok kısaydı ama değişimin önemli bir noktasıydı…

Dünyada ulus devletlerin kaderi değişiyordu.

Ulus devlet sorunlara yanıt veremiyor, sermaye işçi sınıfının kazanımları karşısında rekabet koşulları ortadan kalkıyor diyerek isyan ediyordu.  Sermaye istediğini almıştı ve demir perdenin arkasında elini daha da güçlendirecek müttefik arayışlarına girişecekti…

Dayanışma hareketi “Solidarność”, 1980 yılında Polonya‘nın Gdansk şehrindeki tersanelerinde birkaç muhalif işçinin öncülüğünde çoktan liberalizmin demir perde arkasındaki görevine başlamıştı bile. Değişim Varşova’da başlıyordu, demir perdenin silahlı gücünün kalbinde. Ulus devlet ve sosyal devletin sonu hazırlanıyordu. Bu değişimin nasıl sonuçlanacağını kimse bilmiyordu o gün ve bugün de bilen yoktur, çünkü henüz ulus devletin yerini alacak yeni bir mekanizme küresel çapta oluşmamıştır, hukuksal alt yapısı hala yok…

Arjantin’in cuntacı General Leopolda Galtieri’n başına gelen daha önce bir çok liderin başına gelmişti. Bilinen yöntem uygulanmış ve tekrar başarı elde edilmişti. Ne ilkti ne de son oldu…

Cuntacı’lar bu savaştan dolayı mahkemeye çıkarıldılar.Bu kişiler 1986 yılında Silahlı Kuvvetler Yüksek Mahkemesi’nce kusurlu görülerek 12 yıl hapse mahkum edildiler.

Margaret Thatcher’ın liderliğinde ki Muhafazakar Parti 1983 seçimlerini kazanarak 7 yıl daha iktidarını sürdürdü.


İsmail Cem Özkan

1 Mart 2018 Perşembe

Daha yeni başlıyor…

Daha yeni başlıyor…

Faruk Eczacıbaşı’nın yazdığı kitabın tanıtım yazısını görünce mutlaka okumalıyım dedim, çünkü onun bilgi birikimi dünya görüşüme katkı yapacağını düşünmüştüm ve kitabı okuduktan sonra çok isabetli seçim yapmışım diye düşündüm.

Bilgi elde olunca bir anlam ifade eder, kitapların bir köşesinde ya da haberlerin satır arasında olduğunda gören göz, duyan kulak habersiz kaldığında bir anlamı yoktur. Bilgi işlevi olduğunda anlam ifade eder, ansiklopedi bilgiler olarak sayfaların arasında yerini alır ki bir dönemin ansiklopedileri evlerimizin vazgeçilmezi olmuştu. Orada bilgi durağan ve madde maddeydi, fakat zaman hareketliydi ve birçok bilgi yeni buluşlar ile anlamını kaybetmişti. Çağdaş, dinamik bilgi platformu wikipedia ise ülkemizin yasalları arasında yerini koruyor. Bu yasaktan ancak kendi sınırımızın içinde ki birçok insanın bilgiye ulaşımını engellemekten başka şey ifade etmiyor. 

“Sanal göçmen kuşağı” üyesi olan yazarın gözünden bugüne ve geleceğe bakışını kitap sayfaları içinde bilginin süzülüp geldiğine şahitlik ediyoruz. Üzerine çok iyi çalışılmış, yüzlerce kaynak ve internet alanında çalışma yapan belli başlı bu konuda hakim olanların yazılarına atıflar yapılarak hazırlanmış…

Bir kitap okunduğu anda eskir mi, eskiden olsa asla derdim ama şimdi teknoloji üzerine yazılanları okurken eskidiğini hissediyorum... Çünkü teknoloji alanında o kadar hızlı gelişim/değişim yaşanıyor ki, henüz bir program/ yeni geliştirilmiş teknoloji hakkında okumaya fırsat bile bulamadan o teknoloji ortadan kalmış yerini başkası çoktan almış bile...

Bugün kendi alanımdan söz edersem eğer, sinema tv okumaktan kaynaklı grafik programları ile ili dışlı olmuştum. Okuduğum dönemde grafik programları geliştiren bir çok firma vardı, çalıştığım alan içinde her birini öğrenmek zorunluydu, çünkü film alanında dijital platformda tek program ile bir işi sonlandırmak imkansızdı. (Analog zamanı daha zordu, çünkü film kalitesi sürekli montaj sırasında düşerdi ama keyifliydi, kes, yapıştır…) Bütün programlar ve onları oluşturan mantığı çözdükten sonra ancak bir film montajına girilir ve o programların olanakları içinde kafamızdakini hayata geçirmeye çalışırdık. Zaman içinde o işten yeteri kadar para kazanılmayınca başka alanlara kaydım. - Burada benim ticaret bilgisizliğim ve ticari beceriksizliğim rol oynadı, çünkü bana gelen her iş batmış ya da batmaya yakın şirketlerin bedava iş istemesiydi – Gazetecilik mesleğini yaparken elime geçen bir video çalışmasını film formatında yeniden kurgulamak istediğimde, geçmişte kullandığım tüm programların sahipleri değişmiş, yeni sahipleri kendi amaçları doğrultusunda değişiklikler yapmış, kopya programı engellemek için online kontrol mekanizması getirmiş...

Her şey değişmişti ama mantığı aynıydı…

Montaj yapacaktım, çünkü öğrenmek benim vazgeçemediğim bir işti ve her zaman öğrenmekten de büyük keyif almıştım, eğitim ve ezberden her daim uzak kaçmıştım, eğitimin insanı aptallaştırdığını hala düşünürüm. Çünkü eğitim denen kavram sistem için üretilmişti ve sistem için uygun insan biçiminin okul dene kavram ile verilmesiydi. Ulus devletin homojen çocukları eğitim ile biçimlendirilirken yaratılan tarihi okullarda ezberletilmişti…

Her bir şeyi baştan öğrenirken aslında kısa zamanda nasıl piyasa dışına düştüğümü gördüm. Üstelik üzerinden çok uzun zaman da geçmemişti…

Elime attığım meslek yok oluyordu sanki…

Gazetecilik mesleği ise çok uzun zaman değil kısa zamanda yok olacaktı, seçtiğim meslek beni doyurmaya yetmedi ama çok geniş bir kesimden çevre elde etmiş oldum. Bugün gazetecilik parasını verenin niyetine uygun, editörün belirlediği konularda kalem oynamaktan ibaret oldu.  Hatta haber yazma adı altında programı bile üretmiş olabilir, çünkü geçen gün bir arkadaşım için senaryo yazma programını indirdim, hazır kuralları var ve o kurallara uygun alanlar açık sadece istenileni yaz, seyircisi hazır bir film ve dizi senaryosu hazır olsun… Gazetecilikten bu kadar kısa sürede işsiz kalacağımı düşünmemiştim.

Piyasada hala eski programları kullanmakta direnen arkadaşlarım var…

Piyasa içinde ki arkadaşlarda hala geçmiş programlar ile cebelleştiğini gördüğümde ise şaşırmıştım, çünkü yenisi programları birleştirmiş tek bir program ile birçok işi daha pratik yapabiliyor ve hatta olanakları daha genişlemişti... Kısa sürede onları da anladım, çünkü teknolojiyi izlemeye kalkarsan iş yapamaz hale geliyorsun. Ne zaman bir şey yapmaya başlasam, var olan tüm programları inceliyorum, yani içeriklerine bakıyorum, sonra onları öğreniyorum... Nereye bakacağımı biliyorum ama eskisi gibi inceleyeceğim platformlarda değişmiş, Google bu konuda müthiş bilgi birikimini sunuyor, çünkü artık gizli diye bir şey yok, gizli olan Youtube'de bir video içinde saklı olabiliyor...

Bilgi rakipler karşısında silah gücü gibi kullanılır oldu…

İnternetin dünyada yaygınlaşması ve hızlanması ile veri transferi ve bilgiyi toplayan firmaların önüne öngöremedikleri birçok kapı açıldı. Bilgiyi biriktiren ve iyi analiz eden her firma rakiplerinden üstündür. Bu üstünlük elbette teknolojik alt yapı ile orantılıdır. Yüksek bir server’i olmayan bir kurumun, kişinin aklındakini hayata geçiresi o kadar kolay değildir. Çünkü veri trafiğini karşılayacak alt yapı zorunludur. Belki birileri facebook öncesinde (chat siteler bir zamanlar çok modaydı, kişiler özel odalarda sohbet edebildiği gibi ortak bir alanda da sohbet edebiliyorlardı. Özneleri yazılı olan paylaşımlar zaman içinde genişledi ve Skype ortaya çıktı. İlk ücretsiz telefon görüşmesi belki Skype aracılığı ile bilgisayardan bilgisayara sınır, zaman, coğrafya ayrımı gözetmeden küresel olarak gerçekleşmişti.) bir çok benzer siteler kurulmuş ama onun gibi küreselleşmemişti, çünkü veri trafiği için gerçek bir teknoloji alt yapıya ihtiyaç vardı ev verilerin trafiği kadar ondan bilgi toplamak önemliydi. Facebook’un en başardığı şey her katılımcının fikrini, düşüncesini, ne ile ilgili olduğunu gözlemleyebiliyor olması ve kişiye özgü reklamı kontrol edebilmesidir. Facebook bugün rakipsiz gibi gözükmektedir, bir dönem Skype rakipsiz büyümesi gibi.

Teknoloji alt yapısı olanların büyüdüğü bir alandır, uzaktan bakıldığı gibi iki bilgisayar bir server (sunucu) kiralamak ile olmuyor… En önemlisi bilgiyi karşılıklı olarak alıp vermektir. Her katılımcı aslında denektir, onlardan elde edilen tecrübeler ile yeni fikriler doğmuş ve yol alınmıştır.

Her üye hem müşteri hem de kamuoyunun bir rakamıdır…

Bugün bilgiyi en iyi kullanan şirketlerin merkezlerine baktığımız da güçlü bilgisayarlardan oluşmuş ağların olduğunu görürüz. Server (sunucu) adı verilen bu bilgisayarlar her türlü bilgi transferini gerçekleştirecek büyüklükte kapıları vardır… Günlük yaşantımızda otoban olarak düşünebiliriz, otobanın işlevsel olduğu akan trafikten anlayabiliriz, eğer otobanda da trafik tıkanıyorsa ortada bir sorun vardır ve o sorundan karaborsanın hemen yaşam alanı bulduğunu buluruz. Çiçek, su, hatta çiçek satanların bir anda otobanı doldurduğuna şahitlik ediyorsak orada çözülmemiş ve kronolojik olmuş bir sorundan kaostan bahsedebiliriz. ‘Server’lerde bu söz konusu bile olamaz, çünkü oraya yerleşen her hangi bir solucan yıllardır birikimlerinizin bir anda sonlanması anlamına gelir ki, arşiviniz bile olmaz geriye…

Arşiv, günlük yaşantımızda ki yazışmalar sanallaştıkça buhar olamaya hazırdır, çünkü insanlık tarihinde olmadığı kadar bir bilgi ve belge birikimi bu dönem kadar olmamıştır.  Fotoğraf makineleri artık cep telefonumuzun içine sıkışmış ve oradan kaliteli görüntü elde edilen bir araca dönüştü. Her cep telefonu olan canlı yayın yapabilir ve çektiği fotoğrafı anında paylaşabilir konuma geldi. Bir çok film bugün dahi cep telefonu ile çekilir hale geldi…

Her an birileri sizi izliyor…

Büyük birader Orwell önerisinden ve tahmininden önce hayatımıza girdi. 1984 yılında yaşayacağımızı düşündüğümüz büyük biraderin gözü cep telefonlarımızın ekranlarında gönüllü olarak taşır hale geldik. Savaş sanayisinde büyük birader oturduğu bürodan binlerce kilometre ötedeki düşman gördüğünü insansız hava aracı ile bombalayabiliyor, dinleyebiliyor konumuna geldi. Büyük biraderin elinde ki silah coğrafyaları ateş topuna döndürdü. Enerji savaşları hibrit savaşları adı altında başka boyutta “bahar” adı altında yapılır oldu. Gerekçeler ne olursa olsun savaş alanında geliştirilen kitlesel imha araçları gittikçe daha fazla ülkede üretilmeye başlandı. İnsanız denizaltılar, insansız uçaklar, insansız silah atan araçlar…

Ölen insan ve doğa ama…

Ölen sadece insan değil, birikimlerimiz de.. Evimizde ki kişisel bilgisayarımızda ki çektiğimiz fotoğraflar ki bir daha dönüp geriye bakmıyoruz ama sürekli çekmeye devam ediyoruz, yeni çıkan depolama alanlarında bilgilerimizi saklıyoruz. Bir gün posta kutumuza düşen bir sahte mail, ki gerçeği ile arasında hiç fark yok gibidir, dünyanın bir ucundan gelen mail kişisel bilgisayarımızı birkaç saniyede şifreleyebilmekte ya da bilgiler gözümüzün içine baka baka intihar edip yok oluyor… 

Arşivlerimiz güvende değil…

Dijital dünyanın en büyük sorunu dijital alanda depolamadır, çünkü eskiden kağıtlar üzerine bırakılan lekeler için arşiv odaları olur ve işe yarayan ve bir çıkar kavgasında kullanılan belge olarak karşımıza çıkar ve uygun görülenler (arşiv idaresi tarafından) farelerin önüne yem atılır o olmazsa su basardı… Dijital dünyada ise bir tık ile silinenler ve geri dönüşümü olmayan depolama alanlarının yok edilmesi çıkarların çatışmasının gücüne bağlı olarak durmaktadır, bulut hafızalarında şifrelerinin tek bir kere verildiği ve tekrar dönüşümü olmayan şifre kayıtları söz konusudur… Sizin şifrelerinizi ele geçiren sizin tüm verilerinizi istediği gibi fidye konusu yapabilmektedir… En azından benim başımdan geçen bilgisayarımda ki tüm dosyalarımın şifrelenmesi ve fidye istemeleri... Hala şifreleri çözebilmiş değilim…

Her şeyi kontrol edenler her şeyin hakimi olacağını düşünür…

Ulus devletinden gelen bir düşüncedir, kontrol etmek ve kontrol altında hareket etmelerine izin vermek. Güvenlik birimleri ve NATO gibi uluslar arası organizasyonlar kontrol altında rakiplerin hareket etmesini ister ve ona göre örgütlenmiştir. Kara para kontrol dışı alanı temsil eder ve kara paranın da tamamı ile kontrolsüz kalması denize bırakılmış mayın gibidir. O yüzden mayınların yerini bilmek için küreselleşme öncesi küresel güvenlik birimleri kurulmuştur. 1980 yılında hayatımıza katılan yeni teknoloji ve iletişim içinde kontrol zorunluydu ve başlarda kontrollü bir şekilde gelişim birden kontrol dışına çıktı ve ulus devletlerin kontrol dışında toplumsal olayların da oluşmasına ortam hazırladı. Önceleri portakal, karanfil devrimleri gibi sunulan değişimlerin batı dünyası içinde de yansıması kontrollü gelişim gösterilen teknolojinin kontrol dışına düştüğünü de işaretini veriyordu. Liberalizm “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” söylemini gelen tepkiler ile geri almak için adım attı ama nasıl geri alacağını bilemedi. Ulus devleti çökmüştü ve yerine yeni devlet henüz oluşturulamamıştı.

Devlet görünümlü hükümetler sorunların sürekli üstünü örtmek ile uğraşıyorlar… IŞİD gibi terör örgütleri Londra, Brüksel gibi Avrupa’nın kapital ve sanayi başkentlerinde canlı bombalar ile can alabiliyor…

Üstü örtülen güvenlik açığı ortaya serilmişti…

Ağları kontrol eden bütün internet dünyasında akışı da kontrol edebilir, fakat ağların da içinden daha karmaşık ilişkiler içinde olması ve birbiri ile bağlantılı ağların hangisinin nerede kontrol edileceği de zaman içinde kaybolmaya başlayacak gibidir… Ağların trafiğini kontrol edemeyenler, ağlarda akan bilginin kodlarına uygun kelimeler ile o kelimelerin yolunu izlemekteler…  O teknik donanıma sahip olanlar istedikleri bilgiyi izleyip istediği bilgiyi kendi arşivlerinde ya da yaratıkları yapay zekanın gelişiminde kullanabilmektedir. 

Sokaklarını tam kontrol edemeyenlerin sanal ağları kontrol etmesi kolay olmayacaktı, olmadı da… Ölen teröristlerin kullandığı şifreleri bile kırmak ulus devletinin polisinin ve güvenlik birimlerinin boyunu aşıyordu.

Satranç tahtasında oyuncu muyuz, yoksa satranç oyuncusu muyuz?

Teknik donanımın nerede olduklarına baktığımızda aslında baştan kaybedilmiş bir satranç oyununda nerede durduğumuz ortada değil mi? Biz bizden daha iyi tanıyan, her paylaşımımız da bizim hangi dilde nasıl düşündüğümüzü, neyi tükettiğimizi, kimler ile ilişki içinde olduğumuzu bilen karşımızda çok büyük organizasyon var... Onların belirlediği ortamlarda ağır ağır yaşamaya başladık bile. Onların belirlediği haberleri okuyoruz, onların belirlediği reklamlara bakıyoruz. Nasıl düşünmemiz gerektiğini bize dikte ediyorlar... Bugün bize özgü neden hiç bir yeni bir şey yok diye düşünecek kadar bile vaktimiz yok, çünkü zamanı o kadar hızlandırdılar ki, dünyayı o kadar küçülttüler ki, onların belirlediği adalarında tüketen olduk...

Hazır sunulan teknoloji ve bizim iyiliğimizi düşünen firmalar…

İnternetin hızlanması, telefon hatlarının daha fazla dosyayı taşır hale gelmesi bizim için avantaj mı? Hızlı film indirip bilgisayarımızdan filmi izleyeceğiz, özgürlük gibi sunuluyor… Peki, o indirme aralığında bizim bilgisayarımızdan kaç dosya karşı tarafın bilgisayarına geçmiş olacak? Zaten gönüllü bırakmıyor muyuz bulutlara dosyalarımızı, fotoğraflarımızı...

Güvenlik bir anahtar ile mi çözülecek?

Anahtar kavramı kontrol etmek amacı ile ortaya çıkmıştır. Kontrol altında bıraktığımız nesneyi gerip dönüp bulmak adına geliştirildi ve sonraları da güvenlik kavramı içinde sanayileşti. Güvenlik sanayisi network sayesinde öyle bir gelişme gösteriyor ki anahtarı ortadan kaldıracak gibi geliyor bana... Çünkü her üretilen nesneyi sokağın ortasına bırakın kimse alamayacak, çünkü o nesnenin hareketi sürekli birileri tarafından kontrol edildiğinde alanın elinde hemen bulunması ve ona hırsız muamele yapılması kaçınılmaz olacaktır...

Çürüyen toplumda hırsız…

Hırsız muamelesi eskiden toplum içinde ki ahlaki yanı için önemliydi ama hırsızın bol olduğu ve ahlak (etik) kavramının altı boşaltıldığı düzlemde ne anlam ifade eder? Ama sonuçta anahtarla önceleri boyut değiştirdi ve bugün ortadan kalkması ya da birer rakama dönüşmesi kaçınılmaz olacak gibi...

Elimde anahtarım var, evim güvende mi?

Her birimizin bir mail hesabı var ve mail hesabının şifresi. Şifre bugün anahtardır... Özel bir paylaşım alanımız gün geçtikçe elimizden alınıyor ve sürekli kontrol edilen bir network içinde yaşamaya doğru yönlendiriliyoruz. Bu durumda mail şifrem ne anlam ifade eder? Parmak izi anahtarımız olsa da anlamı ortadan kalkacak ve bize doğuştan verilecek olan ID yani kimlik numarası birer anahtar ve güvenlik kodu olarak kullanılacaktır... Cebimizin delinmesine sebep olan anahtarlar artık yok olma sürecine girmiş konumda, daha doğru ifade ile değişime uğramaya devam ediyor...

Bugün klavyede yazdığımız her satırın başka ekranda çıktığı bir süreci yaşıyoruz. Hangi şifreyi verirsek verelim karşı ekranda belirlenirken bizler ne yapmamız gereklidir, bunu tüketici olarak bizler bilemeyiz, bu işten en çok mağdur olan bankalar sanal klavye geliştirerek oynak harfler ile çözmeye çalışmıştır.

Risk gün geçtikçe artarken banka soygunları artık eskisi kanlı olmuyor…

Anahtar yani modern anlamı ile güvenlik! Güvenlik her şeyin önüne geldi birden, çünkü yaratılanın karşı tarafı yani karanlık yüzü de ortaya çıkmıştır. Karanlık tarafı var olan sistemin, düzenin yıkılmasını sağlarken bireysel olarak bizlerinde artık hiçbir şeyimizin sır olarak kalmayacağı anlamına geliyor. Devlete yönelik saldırılar dışında kısa yoldan zengin olma hevesli modern korsanlar kişisel bilgisayarlarına girip elimizde ne var ne yok alarak daha küçük çaplı kriminal olaylara yani hırsızlıklara neden olmaktalar. Bu durumu iyi değerlendiren internet dünyasının yeni dahileri modern anlamda bekçileri yani güvenlik elemanlarını anti-virüs programları ile bu bekçilik kavramı içine dahil oldular. Henüz net olarak doğrulamadığım ama anti virüs programları üretenler bizzat onların karanlık yüzü ile virüslerin dağıldığı ve kişileri panik haline getirip kendi programlarını sattıklarını duyuyorum. Modern bekçiler aynı zamanda soygunlara kapı açan ya da amatör hacker’lere yok gösteren olduğu fikri gittikçe yaygınlaşmaktadır. Modern bekçilerin yayımladıkları yıllık raporlara göre her geçen sene artan saldırlar karşısında bu programların yetersiz kaldığı yedek yan programların kullanımı da gündeme geldi. Kısaca her program ya da fikir başka fikri doğururken tüketicinin sanal olan güvenliğini somut olarak kar hanesine döndürmekteler. Aynı şey firmalar içinde geçerlidir, onlarda sadece güvenlikli bilgi akışı için yetişmiş ve sürekli yeni saldırlar karşısında güvenlik duvarı örecek yazımcılara ihtiyaç duymaktadır. Güvenlik alanında 80’li yıllardan sonra başlayan özelleştirme, sanal dünya da devam etmektedir. Bir ülkenin ordusundan ve polisinden fazla özel güvenlikçiler “joker” olarak kullanılmaktadır.

Ağların gün geçtikçe karmaşık hale gelmesi ve kullanılan programların çeşitliği ve yapılan her işin kağıt üzerinden bulut alanında ki hafızalara kayması elbette riskleri de beraberinde getirdi, çünkü iyi niyetle yapılan örneğin ormanlar yok olmasın, kağıt tüketimi azaltalım kampanyası aynı zamanda sanal arşivi ortaya çıkarmış, neticesi itibarı ile ormanlar kağıt yapımı için kesilmekten belki kurtuldu ama yeni zenginler için villa yapımı için ormanlar yanmaya devam ediyor. Brezilya bile dünyanın akciğeri olan orman arazilerinde ağaç kesimi için yasalarda yeni düzenlemeler yapmaktadır…

Denetim mi, kontrol mü?

İnternet dünyasında ki denetim, ulus devletleri sınırları içinde olmaktan çoktan çıkmıştır. Ulus devleti kendi olanağı içinde ülkemizde olduğu gibi sansür uygulamış ama başarılı olamamıştır, çünkü DNS kapılarından isteyen istediği gibi başka ülkeden bağlanıyormuş gibi bağlanarak istediği bilgiye ulaşmaktadır. Ulus devletli çözümler, ulus devletini çökerten sorunlar karşısında çaresiz kalmıştır. Bu küresel dünyamızın küresel sorunu karşısında şimdilik küresel ama ileride evrensel sorunların karşısında bütün ülkelerin kabul edeceği hukuk düzenlemelerine ve onları denetleyecek kurumlara ihtiyaç vardır, çünkü masum bir önlem, halkın karşısında bir diktatörün elinde saldırı aracı olarak dönebilmektedir. Küreselleşen dünyamızda her yasal düzenlemenin birçok farklı açıdan kontrol edilmesi ve denetlenmesi gereklidir, halkın iyiliğini düşünenlerin iyilikleri genelde zara olarak ve baskı olarak dönmüştür.

Özgürlük, baskı yapma özgürlüğünü mü geliştirdi?

Küreselleşme birçok alanda özgürlük vaat ederken aynı zamanda popüler siyaseti ve popülizmi körüklemiş ve beslemiştir. Bugün ulus devleti mantığı içinde bir Ortadoğu liderinin batı devletlerinin başına geçeceği hayal bile edilemezdi, hayal olmaktan çıktı yaşadığımız kaosun bir parçası oluverdiler.

Bizler kullandığımız teknoloji ürün üzerine eskiden dantel örterdik, şimdi hazır kaplar geçiriyoruz.

Sıradan kullanıcı olarak bizler için teknoloji alanında ki bilgimiz, aldığımız ürünün yıpranması sonucu çizilen nesnenin /malın nasıl ilk aldığımız gibi görürüz üzerine kadardır... Çizikleri nasıl yok edeceğini biliriz ama nasıl işlediğini ve hangi bilgi ve birikim üzerine oturmuş olan teknolojiyi kullandığını bilemeyiz, elimizde olsa her teknoloji üzerine dantel örtü örteriz, çünkü her şeyin üstünü örtmesini bizden daha kim iyi bilebilir ki?

Kuşak çatışması…

Kuşaklar arasında sorunlar her daim kuşaklar arasında ki çatılmada kullanılan cümleler ile ortaya çıkardı, geçmişte yazılan roman kahramanları bu kuşak çatışmasından beslenirdi kahramanlar. Eskinin eleştirisi var olanın neden gerekli olduğu bu çatışmanın bir sonucu olarak yansırdı eserlere. Bugün kuşak çatışmasını işleyen yazılı bir romana karşılaşmanız daha zordur, bugün o kadar hızlı değişim var ki karikatürlere konu olmuştur. Beş yaşında ki çocuk bizim zamanımızda 2.5 lira vardı diyor 3 yaşında ki kardeşine…

Değişim olumlu yönde her zaman olmaz…

Çevremizin çehresi de değişiyor, şehirler bulutların üzerine oturan insanların aşağı yerine ufka bakar hele geldiler. Yatay şekilde gelişim göstermedik, İstanbul sanayi merkez, bürokrasi Ankara, tatil merkezi Antalya derken nüfusumuz birkaç şehirde toplandı… ulus devletin plansız gelişimi toplum içinde oluşan uçuruma katkı sunmaktan başka işlevi olmamıştır. 1980 yılından sonra ki süreçte ulus devletin yarattığı üretim araçlarının özelleştirilmesi ile göreceli olarak üretici olan toplumumuz üretici kesimini de çöle karışan kum yaptı ve tüketici bir konuma döndük. Yeni sürecin siyasi sonucu da tipik Ortadoğu ülkesi refleksleri olan ülkeye dönüştük. Bugün bir sene sonrası için nasıl bir plan yaparız konusu bile belirsizlik içine düşmüş konumdayız. Otorite istediği konuda açılım yapıyor, istediği konuda masa devirebiliyor…  Otorite istemediği siteleri ve devletin televizyon kanalı beğenmediği türkü sözlerini ekranında yasaklayabiliyor… Yasaklar ve gözdağı ile yol alan bir değişim her ne kadar “bizim iyiliğimizi düşünen” bir otorite olsa da onlara rağmen gelişimine devam etmektedir. Tek doğrunun ortadan kalktığı, karşılaştırmalı tarihin küresel düşünce yapısı içinde yer alırken, hala ulus devletinden kalan alışkanlıklar ile Ortadoğu ülkesi refleksi ile değişime karşı durulamaz… Teknolojinin karanlık yüzüne karşı otorite ile karşılık verdiğiniz sürece karanlık daha da büyüyecektir… Saydam, şeffaflaşırken saydam camın önüne filtre de çekseniz araba yol almaya devam edecek ve direksiyonun başında ki kişinin tüm davranışları bir yerde kayıt edilir olacaktır…

Teknoloji karanlığında kayıtları tutar…

Doğduğum şehir artık yok, en azından büyüdüğüm semt yok… Şehir ismi tabelada yaşıyor... O kadar hızlı büyüdü ki şehirler, o kadar hızlı değiştirdiler ki geçmişimiz ortadan kalktı… Bizim ülkemizde kayıt pek önemsenmemiştir, arşiv sadece ihtilaf olduğunda akla gelen ve delil yaratmak veya delil yok etmek için kullanılmıştır…

Teknoloji kendisine ait kuşaklar yarattı…

Bilişim çağı içinde doğmamış bireylerin bugünü anlaması ve yeni teknolojiye hakim olması gerçekten çok zor. Ben bile sonradan öğrenmiş bir birey olarak hala birçok gelişmeye aklım ermiyor, hatta kullanmaktan korkuyorum! Kısaca diyorum ki bugün bizi siyasi olarak yönetenler bizden çok geri ve onların önünde sadece baskı ve zulüm var, çünkü onların yetişmesi sırasında benliklerine işleyen şey sadece ölmek, zor ile hakim olmak vardır... Bu düşünceden dolayı çocuk tacizlerine ve linç kültürüne karşı hoşgörüleri vardır... Çağ dışına düşmüşlerin bizi yönetmesi bir yerde mutlaka kırılacaktır...

Her okuduğum kitap yeni düşünceleri oluşturur…

Okuduğum kitap yukarıda düşüncelerin bende oluşmasını sağladı, elbette yazarın duruşu benimkinden farklıdır ama ortak kaygılarımızın da olmaması mümkün değil… Öyle bir zamana adım attık ki daha önce yaşanmış zamanlardan ve değişimlerden çok farklı ve çok daha hızlı değişimlerin olduğu sürecin tam geçiş noktasındayız. Henüz sonuçlanmış ve bitmiş bir süreç olmadığı içinde bu sürecin belirsizliği ve nasıl bir son ile biteceği konusunda henüz elimizde yeterli bilgi birikimi yoktur. Tamam, bu konuda şu şekilde gelişme birkaç yıl sürer derken o alanın birden gündemden düşerken başka bir keşif ile karşı karşıya kalıyoruz. O gitmesini beklediğimi alan birden hiç olmamış gibi hayatımıza devam ediyoruz. 1980’li yıllardan bugüne kadar hayatımıza giren teknolojik ürünleri kısa bir düşünürsek sanayi devriminde gerçekleştirilen teknolojik ürünlerden daha fazla olduğunu görebiliriz.

Yenilik değiştirir…

Her yenilik, teknolojinin hayatımıza etkisi her zaman olumlu olmamıştır, bizim için olumlu olarak gördüğümüz şey başkalarının yıkımı anlamına da gelebiliyor. Var olan yerleşik toplumların içinde başlayan yarılmaları çatışmalar görünür kılmıştır.

Toplumu değiştiren teknoloji toplum içinde çatışmayı da körükler... yeni çatışmalar yaratır...

Avrupa'da matbaanın kullanılmaya başlaması 30 yıl savaşlarına neden oldu. Endüstrileşme dönemi tüm dünyada yıkımlara yol açtı.

Yakın çağın başlangıcı Fransız Devrimi, endüstri çağının başlangıcı ise buharlı makinelerin buluşu olarak kabul edilir. Bu iki olay hemen hemen aynı zamanlara denk gelir, bu değişim geçmişte yaşanan toplumsal ilişkilerin de çatlaması ve yeniden oluşması için çatışmalarında temelini oluşturdu. Yeni zamana uyum sağlayan geçmişin tortuları olan imparatorluk aileleri varlıklarını korurken imparatorluklar da yok olmuştur... Politik coğrafya değişmiştir...

Buharlı makinelerin kullanımı ile başlayan sanayi ve teknolojik alanda ki değişim, toplumları, devletleri, aile ilişkilerini de değiştirerek bugüne geldik. İmparatorluklar yok oldu, yeni kurulan devletler kısa zamanda kendi çıkarları için diğer devletlere savaş açtı ve iki büyük dünya savaşını yaşadık…

1900'lü yıllarda Paris EXPO fuarı ile görücüye çıkan elektrik hayatımızı baştan aşağıya biçimlendirecektir. Amerika ekonomisini belirleyen 400 şirket grubunun %40'ı elektrik ile tanıştıktan sonra yok olacaktır. %11'i ise varlığını zar zor yürütmüş bir süre... Elektrik alışkanlıklarımızı da değiştirmiştir. Öyle bir değişim yaşadık ki, çıradan, lambaya geçiş gökyüzünde bulunan yıldızları ve yıldızlar altında aşkları da yok etti. Sokağa taşan ışıklar gündüzün hareketliliğini akşamları da sokağa yansıtmıştır. İnsan ve paranın hareket saati gün içinde genişlemiştir. Tüketim küreselleşmeyi kaçınılmaz olarak getirecektir ama onu başka bir tehlike de beklemektedir, tekelleşme ve tröstleşme… piyasaları bekleyen bu tehlike henüz ortadan kaldırılmış değildir, yeni teknolojiyi kullanan yeni zenginlerin de birden dünyanın en büyük firması ve doğmakta olan her fikri satın alıp kendi içinde eritmesi dünyayı ve yarını nasıl bir gelecek beklediğini bugün kimse tahmin edemez konumda… elbette tröstleşmenin de yaratacağı karşı direncin de nasıl bir şekilde evirileceğini bugünden bilemeyiz, çünkü ulus devleti olanakları içinde bu gelişmelere karşı henüz çözüm yolları yaratılmış değildir, duygusal olarak verilen tepkilerin de pek anlamı olmadığını ülkeler arasında seçim çalışmalarına yapılan etkiler ile ortaya çıkmıştır. Teknoloji daha önce görünmeyen yeni yolları açmış ve yeni yollar ile kontrol dışı büyüme ve şirketler arası birleşme daha doğrusu biri ötekini yutması karanlık deliklerin oluşmasına sebep olmaktadır.

Demir perde düşerken, sessiz bir liberalizm kendi hedefleri ile yola çıktı… hedef ulus devletini sermaye önünde ki engeli kaldırıp sermayenin daha rahat küresel hareketini sağlamaktı. Beklentiler bugün ki yaşadıklarımızdan çok farklıydı… Liberal ekonominin siyasi ayağının iki lideri Alzheimer hastalığından vefat etmesi, o döneme ait bir şeylerin üstünün örtüldüğü düşündürdü bende.

Ulus devletinin siyasi sınırlar kalkarken…

1989 yılında Berlin duvarı yıkılırken sessiz sedasız internetin de artık halk tarafından kullanımına açılmıştı.

Büyük değişim başlamıştı! O güne kadar bir iş kurulurken küresel çapta düşünülmezdi, ulusal çapta ve çevre ülkelerde ticaret yapmak üzerine düşünülürken, bugün her hangi bir alanda bir çalışma yapılırken küresel düşünmek zorunludur…

“Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler…”

"Fikir fikri doğuruyor, fikir ürüne dönüşüyor, ürün yeni bir fikre ilham kaynağı oluyor ve herhangi bir mekan sınırı tanımıyor.”

80’li yıllardan sonra başlayan liberal ekonominin dünyaya egemenliği sürecinde dünya daha da küçülmüştür. “Bizim sorunumuz herkesin sorunu olduğu gibi, dış dünyanın sorunları da bize ait. Bütünden soyutlanmış bir çözüm, ileride şekil değiştirmiş bir sorun olarak karşımıza çıkacak.”

Kürselleşme…

Bilgi dolaşımı arttıkça mal, hizmet, finans ve insan trafiği de artacak. Küreselleşme bu beş unsurun bir arada olmasıdır.

Küreselleşme insan trafiğinin artacağı konusunda öngörüsünü mültecilik kavramı ile gerçekleştirmiş gibi gözüküyor ama orada aslında mültecilik olmadığını artık hepimiz biliyoruz. Yetişmiş elemanın ihtiyaç duyulan yerlerde hizmet vermesi yani beyin göçü kol göçünün yerini alacak olarak kabul edilmişti. Beyin ise bulunduğu noktadan gelişen teknolojiye uyum sağlamış ve yerinde katkı sunar olmuştur, çünkü sanal dünya coğrafyayı ve zaman kavramını yeniden tanımlamıştır.

Bilinmezlik korkuyu doğurur.

“Bilişim alanında ki değişim "sosyal yapının sigortalarını yerinden oynattı ve çatlaklar oluştu. Aradan sızan karanlık yapılar fırsatları değerlendiriyor. Gelecek her zaman bilinmezliği beraberinde getiriyor. "

Korkularımız…

Geleceğe karşı korkumuz aç kalıp kalmama korkusudur, çünkü teknoloji mavi yakalı işçilerin yerlerini alırken işsizlik de artmış ve popülist söylemlerin arması ile birlikte ırkçılığı besler hale gelmiştir. Küreselleşme çağında ulus devleti yeni formüle edilmiş hali ile geriye dönüş istemleri toplumlar içinde güçlü bir destek bulmaya başlamıştır. Liberalizm solu yok etmiş ama yerine her hangi bir sistem bulamadığı için sağ tarafında ki kapıyı açık unutmuş, sağın güçlenmesi çatışmaları körüklemiş ve sağı besleyen mültecilikle sağ batı toplumu içinde gün geçtikçe kendisine daha fazla taraftar bulmuştur. Liberaliz kendi eli kendi sonunu sağ taraftan yapmıştır…

Barış ya da savaş…

“Tarih boyunca görülen sıçramaların hemen hiçbiri barışçıl bir şekilde gerçekleşmedi. Özellikle barutun kullanılmasında, matbaanın gelişmesinde görüldüğü gibi, güç ve servet kaymasında oluşan tüm paradigma değişimleri topluma ağır bedeller ödetti.”

En büyük korku üçündü dünya savaşı ama sanki bugünlerde dünya ölçeğinde taraflar bir biri ile hibrit savaşları yapmaktadır, henüz nükleer silahlar kullanılmamış onun dışında ki tüm silahlar değişik coğrafyalarda kullanılmaya devam ediyor…

Ortak akılı arıyoruz, tek başımıza karar veriyoruz.

Ortak akıl barış diyor ama bugün ki çıkarlar çatışmasında ne kadar gerçekleşir konusu belirsizliğini korumaktadır.

"Bir insanın bilgi ve ilişki ağı ne kadar geniş, çeşitli ve yoğun olursa başarı şansı o kadar yüksek. Geleceğin dünyası, ortak akılı en iyi kullanabilenlerin..." olacaktır.

Ortak çıkarlar ortak zeminlerde ve ortak zamanlar için geçerlidir ve internet ve teknolojide ki gelişme küresel bir ortaklaşmaya zorlamasına rağmen ortak bir hukuk sitemini henüz oturtamadık…

Popülizm…

Popüler kültür olarak kendi varlığını biçimlendiren liberalizm toplumları bir arada tutacak ortak kültür üretmediği gibi tersine ırkçılığı büyütmeye devam ediyor. Liberal ekonomi ve küreselleşme beklenileni değil, ikinci dünya savaşı öncesi koşulları yaratmıştır...

Zamanında yapılmayan müdahale mağdurlalar yaratmaya devam ediyor…

“Gittikçe hızlanan değişim, bireylerin ve kurumların gittikçe daha esnek davranışlar edinmesini zorunlu kılıyor.” Devlet kendisini yeniden biçimlendirmesi gerekirken geçmişten kalan tortu ve devlet mekanizmasında ki mantık hala kendisini zor ile de olsa korumaya ve devam ettiriyor…

Daha az bilen daha çok savunan konuma dönüştük.

Rekabet bilgi ile yapılandır, bugün bilgi diye kabul ettiklerimiz yaratılan bilgi olup olmadığını dahi bilmiyoruz, çünkü bunu kontrol eden eve sorgulayan bağımsız her hangi bir yapı kurulmadı ama kurulması yönünde küçük adımlar bir birinden bağımsız olarak atılmıştır.

Ezberler bozmak…

"Rekabet dünyasında ayakta kalabilmek farklılık yaratmaktan, farklılık ezber bozmaktan, bu da şaşırtmaktan geçiyor."

Ulus devletinin anlayışı için yetişenler her teknolojik gelişme karşısında şaşırmakta ve artık umursamaz konuma geldi… umursamış olsa da zaten elinden gelen fazla bir şey yoktur, en azından elinde bulundurduğu cep telefonu ile bugünlerde fotoğraf çektiği platformlarda yayımlamayı öğreniyor ama burada kişilerin genç görünme hırsı ortaya çıktı k, bazı kuşaklar için estetik ameliyatların ve estetik salonların (güzellik) kapısında sıraya girmesi anlamına gelmektedir… teknoloji kapalı spor merkezlerin yaygınlaşmasına dolayı bir etki yapmıştır, o alanda yatırımların fazlalaşması direkt teknoloji ile bağlantı kurulamıyor ama dolaylı etkisi ortadadır…

Kuşaklar çatışırken…

Geçmişte değişim kuşaklar arası çatışmayı ortaya çıkarırdı, bugün ise kuşaklar bile değişmeden gelişen teknoloji karşısında çaresiz kaldığımızı düşünüyorum... Teknolojide ki değişimi izleyecek ve her gelişmeyi hayatına uyduracak kadar bile zaman bırakmadılar elimize... Değişim sonucu ortaya çıkan şirketler bile nasıl bir gelecek düşündükleri konusunda belirsizlik içerisindeler. Facebook, Google bile yarının ne getireceğiniz bilemez yeni teknoloji zengini olarak karşımızda durmaktadır. Yarattıkları değişimin ve gücünün henüz tam farkına bile varamadıkları yaşanan sürecin kriz koşullarında nasıl bir tepki vereceklerini bilememezlikten kaynaklanan krizlerden görmekteyiz.

Gelenekler ile birlikte şirketlerde yok oluyor…

Geleneksel büyük şirketler yerlerini gittikçe dinamik, eskiye bağı olmayan şirketlere bırakıyor. İşin daha ilginç tarafı ise hem geleneksel şirketlerin sayısı azalıyor, hem de büyük şirketlerin ömrü kısalıyor.

Her yeni gelen teknoloji, eski teknolojiyi yok ediyor, eski teknolojiye göre yapılanmış şirketlerin iflası anlamına geliyor. Ayak uyduranlar yaşamaya devam ederken uyduramayanlara sadece geçmişin anıları kalıyor... Tıpkı toplumsal olaylarda geçmişin anlı şanlı örgütlerden geriye kalanlar gibi...

Sürekli ve güvenceli iş hayal mi oluyor?

Teknolojide ki bu hızlı değişim ve yeni teknolojilerin hayatı belirleme oranı arttıkça süreli iş güvencesi ihtimali giderek ortadan kalkıyor. Kişi artık sürekli kendisini geliştirmek için mücadele edecek ve yeni olana en kısa zamanda uyum sağlamak için mücadele edecektir. Elbette bu bir süreye kadar devam edecek bir süreç olacağını kendi hayatıma bakarak söyleyebilirim. Eğitim aldığım teknolojik bilgi bugün geçerliliğini kaybetmiştir. Bugün temelini aldığım düşünce sistemi içinde yeni olanı daha çabuk öğrenebiliyor ve en kısa zamanda o ürün ile ürün vermeye çalışıyorum, fakat şöyle bir olay ile de karşılaştım, geçmişte iyi kullandığım bir programı bugün elime alıp çalışmaya başlarsam kullanamaz konuma geldiğimi görüyorum, oturup yeniden öğrenmek için zaman harcıyorum...

Devlet memurluğu da artık sınırlanmakta ve devlet için yük olmaya başlandı, memurluğun yerini sözleşmeli personeller alırken o alanda da taşeron işçilik ve joker kullanılan iş alanları da açılıyor.

Devletler esnek olabilecek mi?

Katılığa iten hiyerarşik yapıdan uzaklaşarak, esnekliği öne çıkaran demokratik yönetim ve denetim sistemlerine yönelmek gerekiyor.

Elbette sadece devletler değil, şirketlerde yaşanan bu süreç içinde esnek olmak zorundadır, çünkü oluşan yeni Pazar içinde kendisine yaşama hakkı tanımak isteyenler teknolojide ki gelişme ve ona bağlı olarak gelişen ilişkiler ve pazarlama ağına sahip olmak zorundadır. Yeni oluşan ihtiyaçlara yanıt verecek esneklikte üretim yapmayan, onu global olarak dağıtıma çıkaramayan her şirket tekelleşen ve tröstleşen piyasa içinde başka bir firmanın hizmet sektöründe yer alır ya da hepten yok olabilir...

Devlet mekanizması içinde katı hiyerarşik, korkuya dayalı yapılar ister istemez şeffaflıktan uzaklaşıp daha güvensiz ortamların yaratılmasına neden oluyor. Nitekim bugün neredeyse dünyanın her tarafında yükselişe geçen popülist politikacıların üzerine en fazla oynadığı şey, şeffaflığı ve toplumların güvenirliklerini sorgulamak.

Sorunların çözümü yok mu?

Elbette sorunların olduğu yerde çözüm yolları da denenecektir, çünkü kimsenin elinde hazır reçete yoktur, hatalar yapıla yapıla doğru yol bulunacaktır, günümüzde hataların sonuçları kısa sürede ortaya çıkmaktadır, çünkü gelişme o kadar hızlıdır ki eskimiş devlet yapısı henüz tanımlayamadan başka bir sorunun içinde kendisini bulmaktadır. Şirketler devletlere göre daha avantajlıdır, çünkü eski ulus devleti anlayışına göre örgütlenenler yeni ve gelmekte olanı anlamaya ve ona göre adım atmaya çalışmaktadır, eğer zamanında adım atmazsa yok olma ile yüz yüze kalacağını bilmektedir. Dünyanın en büyük çocuk eşyaları satan Toys’R’us bir kitap dağıtımı ile başlayan Amazon’un her şeyi pazarlaması ile yok olmaya yüz yüze kalmıştır. Amazon’un başarısı elbette popüler olmasında yatmıyor, onun alt yapısı ve lojistik hizmetlerini gelişen teknoloji ile uyumlu olmasındadır. Milyonlarca gelen siparişleri zamanında ve doğru yanıt vermesinde yatıyor. Bilgileri gerektiği gibi toplaması ve onun yatırım stratejini belirliyor…

Eğitim ezber ve bilginin aktarımı olmaktan çıkıp bilgiyi kullanmak üzerine yeniden kurgulanmalıdır.

Bugün okul çağına giren gençlerin bambaşka yetkinliklere yetişmesi gerekiyor. Gittikçe hızlanan gelişmeler çerçevesinde yirmi yıl sonrasını planlamanın neredeyse olanaksız olduğu biz zamanda, gençler kendi yollarını kendilerini çizebilecek yetkinliğin verilebilmesi, bence önümüzdeki dönemin eğitim stratejilerinin en önemli öğesi.

Sorgulamayı bilmeyen ve kendisine “öğretilen”lerle yetinen çalışanlar yerine, çok daha ucuz makineler veya rutin işleri yapacak robotlar dünyanın her tarafında tercih edilecek.

Göç sorunu popüler siyaseti beslerken bu sorun nasıl aşılmalıdır?

Bugün karşılaşılan göç sorunun önlenebilmesinin en önemli yollarından biri, insanları bir yerden bir yere taşımak değil, iş olanaklarını uzun dönemli stratejilerle, çalışanların ayağına götürmek.

İnternet ve türevleri, insanların kendi ortamlarını terk etmeden hizmetler üretmesini sağladı.

Kurallar yeninde yazılırken…

Tarih boyunca kuralları imparatorlar, devletler, yerel yönetimler, şirket veya kurum yöneticileri koydu ve denetledi. İşte bu yapının değiştiğini gözlemliyoruz.
Değişen sadece kurallar değildir… Toplum ve algılarımız da değişme uğradı. İnternetin bu kadar yaygınlaşması, alt yapısının her sokağa kadar gitmesi, artık uzaydan da iletişime yön verildiği süreçte artık hiçbir şey değişime engel olacak ve kanalını değiştirecek kadar kudretli ve güçlü değildir. Her değişim kendi kudretini ve gücünü yaratacaktır. Elbette bunun karşısında güçte kendisini yaratacak ve konumlandıracaktır. Her olumlu gelişmenin elbette öngörülemeyen olumsuz yönleri de olacaktır, önemli olan o olumsuz gibi gözükenlerin denetim altında tutulmasıdır. Bugün gelişmelerin hangi yönde ve nereye doğru yöneleceği konusu bilinmezlik içindedir ama her daim bilinmez kalacak da değildir… Verileri toplayan teknoloji firmaları yapay zeka üzerine uzun süredir çalışmaktadır, akıllı arabalar, evler, şehirler kurulması için ortamlar hazırlamaktalar. Bir araç yolda giderken araç hem yol ile hem de hedef ile iletişim içinde olacaktır. Başlangıç noktası ve varış noktası önceden belirlenen yolda giderken aracın çok yönlü iletişim içinde olacaktır… Bu çok yönlü ilişkinin içinde karanlık noktalar olacağını peşinen kabul etmek gereklidir, çünkü teknoloji hataları sayesinde gelişme gösterir, yeni fikirlerin oluşmasına sebep olur.

“Gelecek geldi ama eşit olarak dağıtılmadı.” W. Gibson

İnternet ve onun yarattığı dünya eşitlik yaratacağı varsayılabilir, tam serbest piyasa kurallarının hakim olacağı öngören birileri olmuş olabilir ama gelişmeler dengesizdir ve o dengesiz ve eşit koşulalar içinde olmayan gelişme dahilindedir. Bugün gelişen teknolojiler daha önceden piyasa yer etmiş firmalar tarafından rakip görülerek satın alınmakta ve belki de daha özgün gelişecek bir teknoloji baştan frenlenmektedir…

Her gelişme, her adım kendi karanlık tarafını da getirdi.

Henüz kitap baskıdan yeni çıkmış ama bu haberi yeni gazetelerden okur olduk; “İnsan Hakları İzleme Örgütü'ne göre, Çin'in Şincan bölgesindeki yetkililer, bireyler hakkındaki çeşitli verileri toplayıp ihbar eden bir bilgisayar programının işaret ettiği zanlıları gözaltına alıyor.

Örgüte göre yazılım, güvenlik kamerası görüntülerinden sağlık ve bankacılık kayıtlarına kadar değişen verileri birleştirip tahminde bulunuyor.”

Bilim insanı çalışıyor…

Bilim insanları kendilerine verilen görevi yerine getirmek için girdikleri laboratuarlarında sonucunu düşünmedikleri alanlarda gelişim kayıt ederler... Bilim insanların ortaya çıkardığı bilimsel sonuçları ise elinde güç olanlar kendi çıkarlarına göre değerlendirir, şirketler çıkarları yönünde daha fazla para kazanmak için kullanır. Sosyalist toplumlarda ise bilim insanları toplum için çalışır, çıkarını kollayan bir kaç kişi ve şirket için değil. Bilimsel olarak kanıtlanmış şeyleri de sosyalist toplumlarda halktan bir şey gizlenmez ama kapitalist sistem içinde elindekini tüketene kadar yeni keşfedilmiş olan bir gerçekliği halktan gizlerler... Bugün belki çoktan keşfedilmiş hastalıkları ve teşhisler bir kaç şirketin kasasında gizli olarak duruyor olabilir... Kimse de onlara neden halkın iyiliği için açıklamıyorsunuz diyemez... Bilim insanı işine bağlı tarafsız olması onun ilgi alanın sadece o alan içinde olmasına bağlıdır... Peki, bugünden bizler bilim insanlarını eleştirebilir miyiz, neden bulduğunu halk ile paylaşmadın diyerek... Hayır, eleştiremeyiz, çünkü bilim insanı da profesyoneldir ve parasını aldığı şirkete ya da kuruma bağlıdır... Nasıl ki gizli dosyaları paylaşmayan onları tasnif eden memura bir şey diyemeyeceğimiz gibi...

Eğer insanın içinde ki yağmalamak kültürü yok edilmezse;

İnsan dünyanın ekolojik dengesi içinde kanser hastalığı olarak ortaya çıkmış, kontrolsüz bir şekilde büyüyor ve kendi çevresini yok ediyor. Bir gün doğa, kendi kıt kaynaklarını yok eden insandan acımasız bir şekilde intikamını alacak ve bu kanseri yok edecek veya kanser bütün organizmayı çökertecek.

Elimde tuttuğum kitabı okurken birçok konuyu yeniden araştırdım, kitapta verilen kaynaklar ve görüşler ile var olan görüşlerimi karşılaştırmalı olarak inceleme şansına sahip oldum. Eğer şansınız varsa bu kitabı elde edin ve okuyun, çünkü sizin de düşünce yapınıza mutlaka bir katkısı olacaktır. Alıntı yapmadığım birçok konuda kitapta mevcuttur ve er bir başlığı dikkatli okuyacağınızı düşünüyorum, çünkü dikkatlice ve her biri bir bilgiye dayanarak kitap oluşmuş.

Bilgi elinizin altında, kitap iki parmak ile sağa sola açarak ekran üzerinde kayarak okunmaz, sayfaları çevirerek okunur ve kağıdın kokusu eskisi gibi olmasa da parmağınız ucuna kağıt dokunsun…

Bu kadar uzun yazıyı okumaktan mı sıkıldınız kitabı alın ve okuyun, çok şey kazanacaksınız…

İsmail Cem Özkan


Faruk Eczacıbaşı, Daha Yeni Başlıyor, Geleceğin Dünyasında Esneklik, yakınsama, Ağ Yapısı ve Karanlık Taraf
Şubat 2018, İstanbul
Koç Üniversitesi Yayınları
ISBN 978- 605-2116-23-4