Galata Gazete


30 Ekim 2018 Salı

Hayata duygu ile bakınca ...


Hayata duygu ile bakınca ...

Bizim ülkemizde iç savaşı yaşadı, iç savaş koşullarını oluşturanlar 12 Eylül 1980 darbesini de hazırlayanlardır.  O savaş koşullarında ülkemizde yaşananlar mahkeme tutanakları oldu ama gerçek failler ortaya çıkarılamadan idamlar ve işkence ile alınan ifadeler ile üzeri örtüldü. Gerçek suçlular bugüne kadar ne tarih önünde ne de mahkemede yargılandılar.

O döneme bugün daha gerçekçi bakma imkanına sahibiz ama belgeler ve gerçekler hala yaratılan boyutu ile ortada. Bilgi eksiliği savaş koşullarının olmazsa olmazıdır, çünkü üstü örtülen ve gündeme gelmemesi gereken çok suç artık o karanlık dehlizlerde tek başınadır.

Gerçekler ile yüzleşmek şimdilik hayaldir, çünkü bilgileri elinde tutan devletin sır odalarında bu rejim devam ettiği sürece kalacaktır. Çıkarlar henüz o özgür ortamın doğması için gerekli koşulları oluşturmamıştır.

12 Eylül öncesi iç savaş koşullarında ülkemiz içinde taraf olanların günümüzde popüler olan hibrit savaşlarına benzer rolleri olmuş mudur? Elbette bugünden o güne bakınca sanki varmış gibi izlenim bırakan bilgi kırpıntıları bulabilirsiniz ama gerçekten öyle miydi?

Amerikan çıkarı için Amerikan filosunu kıble olarak görenler yaşanacak iç savaşın başlangıcında kendilerini sessizce ilan etmiştir. 12 Eylül sonrası ülkemizin siyasi rejiminde bu kıble görenlerin ağırlığı olması tesadüfi olmaması gereklidir diye düşünüyorum. Ülkemiz, ulus devletinden küresel liberal evirilmeye uygun biçimlenirken, kısaca ulus devlet yıkılırken rol alanların ve anahtar işlevi görenlerin, o iç savaş koşulları içinde rol alanların bir bölümünü işaret etmektedir.

Savaş taraflardan oluşur. Taraf olmazsa savaş olmaz. Bugün ki devlet içinde rol almayan ya da alamayan solun tarafından bakarsak olaya, nasıl bir tablo ile karşılaşırız?

Sol, iç savaş koşullarında muhataptır. Devletin gözünde 12 Eylül sonrası/öncesi ortadan kaldırılması gereken düşmandır. Devleti elinde bulunduranlar savaş koşullarında olağan gördükleri her türden insan hakları ihalelerini yapmıştır. Yaş büyüterek idam sehpaları kurmuş, idam ettiklerini ölüsünü bile kaybetmiştir. Bugün dahi içinde kemik olmayan anıt mezarlar vardır. İdam edilmiş ama mezarı olmayan devrimciler bu ülkededir. İşkence tezgahlarında son nefesini verenlerin ölüleri yollara atılmış ya da kimsesizler mezarlıklarında toprak altındadır. Kısaca ölüye bile saygı yoktur, çünkü düşman olarak gördüğü solu yok etmek için her türlü yol mübah görülmüştür. 

Devlet bakışı içinde sol düşmandır. Peki, sol bakış açısı içinde geçmişte yaşanmış iç savaş koşullarında solu nasıl görmüştür?

Sol, sol içi çatışmalar diye kabul edilen bir süreci yaşadı. Sol cephe içinde yer alan ve savunma konumunda bulunan sol içinde homojen değildir. Dünyada ki sol devletlerin ülkemizde temsilcileri ya da modern söylemi ile lobi faaliyeti yürüten taraftarı vardır. O lobi işinde yer alanlar bir anlamda akıllarını ve hedeflerini o devletin çıkarı yönünde belirlemiştir. İç savaş koşulları içinde sol içi çatışmada yer alan sloganlara bakarsak, “sosyal faşist” diyerek, Sovyetleri “sosyalist” olarak görenleri “düşman” olarak görmüş ve Çin / Arnavutluk dış politikasına uygun olarak kendilerini konumlandırmışlar. Onların karşısında yer alanlar ise onları “goşist” olarak suçlamış ve yaşanan iç savaş koşullarında savunma gerisinde birbirini düşman görmüşlerdir. Ülkede devrim olmuş da iktidar mücadelesi yapıyor gibiler. Peki, bu iktidar mücadelesi bazı ülkelerin dış politikası ile örtüşmesi ne kadar gerçekçidir?

Geçmişte duyduğumuz bir söz vardır, “bilmem ne ülkesinden yayın yapan radyoyu dinleyip, ona göre dergi hazırlayanlar.” Kısaca başka ülkenin çıkarı ve düşünce yapısına göre kendisini biçimlendirenler akla ihtiyaç duymuyorlar, oradan aldıkları hazır reçeteler ve tasfiyeler ülkemizde taraftarları tarafından emir kabul edilmiş ve karşısında “gördüğünü” düşman olarak algılamış ve sıcak çatışma içine girmiştir. Sıcak çatışmanın olduğu alanlar “alan kapmaca” yerleridir ama “kurtarılan” bölgelerin aslında onlara ait olmadığını 12 Eylül sabahı yaşayarak öğrendik. Kurtarılmış bölgelerde saklanacak yer bulamayanlar ilk elde işkence tezgahlarında örgütsel konularda sorguya tabi tutulmuştur, devletin hedefi ilk elde sorunları çözmek olmamış, tersine var olan ama çözülmemiş gibi gözüken olaylara fail bulunmuştur. 12 Eylül gelme sebebi; aydınlatılmayan cinayetleri çözmek! Failler bulununca olay aydınlanmış kabul edildi, sorunlar işkence tezgahlarının altına atılmıştır, yani üstü örtülmüştür. Sorun darbeden sonra da darbeciler devlet yönetimi sivillere devrettiği dönemde yaşamaya devam etmiş ve ‘Susurluk Kazası’ adı verilen olayda ortalığa saçılmıştır. Ona rağmen hala olayların üstü açmak yerine üstü örtmeyi seçmişlerdir.

Sol, 12 Mart yenilgisinden sonra daha da parçalanmıştır. Kızıldere ve idamlar sonrası bir araya gelenler geçmişin eleştirisini yaparak birden fazla aynı kaynaktan doğan yapıların oluşmasına ortam hazırlamıştır. Parçalanan ve daha da genişleyen sol zenginlik olarak algılanmamış, devrim yolunda engel olarak görülmüştür. Yaşanan ortamında ‘rekabet’ adı verilen şey aslında kendisi gibi düşünmeyeni yanlış ve tek doğrunun kendisi olduğunu ileri sürmesidir. Tek doğrunun olduğu yerde rekabet çatışmadır… Güçlü olan kendisini kabul ettirme telaşı içinde örgütlenmiş ve bu telaş içinde yapması gerekenleri daha fazla kitleye ulaşmak için bir çok örgütlenme aşamasına hatalar yapmalarına yol açmıştır. Sol örgütlenirken zaaflarını rekabet koşuları içinde kendisi yaratmıştır.  

Sol birbiri ile çatışarak arasında güven sorunu yaratmış ve ortak mücadeleden uzaklaşmıştır. Ortak bir savunma hattı yaratamayan sol, kendisinin üzerine gelen darbenin ayak seslerini duymuş olmasına rağmen önlem alacak ortam yaratamamıştır. Darbeye hazırlıksız yakalanmıştır. Sol, haberi olmak ile hazırlıklı olmak arasında ki farkı yaşayarak öğrenecektir. Çünkü yapılan operasyonlar ile örgüt olduğunu düşünenlerin birlikleri kısa sürede dağılmış ve yenilgi kaçınılmaz olmuştur.

Sol, kendi aklını kullanır. Başkasının tecrübelerinden yararlanır, onlardan ders çıkarır ve sol bilimsel (burada “bilim” kelimesinin en anlama geldiği sorgulanmamıştır) bakar hayata, ama bilimin olmazsa olmaz duygulardan sıyrılmış akıl yürütmesi 12 Eylül öncesi sol içinde ne yazık ki yoktur. Daha çok duygusal ve yandaş cephesinden bakılmış ve kendisinin hakim olduğu alanlarda diğer solun yaşamasına izin vermemiştir. Örneğin bugün çok gündeme gelen Fatsa gerçeği içinde diğer sol yapılar ve örgütler yoktur, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi ve de CHP vardır ama diğer sol yoktur. MHP ve diğer sol dışında yer alan her yapı Fatsa’da “direniş komitesi” içinde yerini almıştır.

Akıl, bazı sol yapılar için savaş koşullarında “uzaktan” gelendir. Duruşları ve öncelikleri uzaktan gelen tasfiyelere uygundur. Tasfiye verenin siyasi çıkarı ülkede yaşanan sol içi çatışmanın da belirleyicidir. Hatta bazı örgütlerde genel sekreter sadece görüntüdür, tasfiyeye en iyi uyan ve aldığı tasfiyeleri kendi yapısına tartışmasız iletendir. Yani tartışmadan itaat etmeyi kendisine rol biçendir. O yüzden bazı sol yapılarda genel sekreterden daha çok tasfiye verenlerin aldığı kararlar ülkemiz gerçekliğine bakmak için daha belirleyicidir. Bunun en çıplak gözüken yapı TKP’dir. Komintern kararları genel sekreterin kararının üstündedir. Genel sekreteri komintern uygun görülürse değiştirme hakkına sahiptir, tabana ve ülkede örgütlenmeye sormayı gereksiz bulur. Çünkü komintern Sovyet haklarının çıkarı yönünde davranır ve kararları ve üyelerini bağlayıcıdır. Sovyetler Birliğinin dağılımından sonra en son sekreterin neden devlet politikasını ve iktidara yaklaştığını anlamak için bu bilgi önemlidir. Çünkü hayatını bir yere bağımlı yaşayanın özgün karar alma ne cesareti ne de birikimi vardır. TKP bir anlamda Sovyetlerin Türkiye lobi faaliyeti yürütmüş ve Sovyet çıkarları yönünde alınan kararlara uymuştur.

Komintern, ülkemizin kuruluşundan bugüne kadar (ki komintern Sovyetler birliği dağılınca yok olmuştur)  ülkemizde ki her gelişmeyi kendi çıkarı yönünden ele almış ve yaşanan darbe ve insan hakları ihlallerini bilerek görmezden gelmiştir, yeter ki iki ülke arasında sorun olmasın… Bazı eylemler sembolik düzeyde kalmış ya da hiçbir tepki vermeyerek sessiz kalmak ile sessizce onaylamıştır. Deniz Gezmiş’lerin idamı karşısında sessizlik bunun ifadesidir.

12 Eylül öncesi solun hedefi nettir. Devrim! “Devrim için” ya da “kurtuluş”u için yola çıkanların mirasını almış ve onu geliştirmiştir. Yenilgi yani 12 Eylül sonrası bir kopukluk söz konusudur. Hedefleri içinde artık geçmişin mirası değil, yıkılmakta olan ulus devletin içinde kendisine mevzi aramak şeklindedir. Çünkü ülkenin şartları hızla değişmekte ve siyaset yapılan zemin değişmiştir. Yeni durumun somut tahlili yapmak yerine günü kovalayan ve güncel sorunlar üzerinden geçmişin muhasebesini yapmak iyi niyeti üzerine kurulmuş bir yenilgi sürecidir. (Burada genelleme yapılmıştır, öznel durumlar söz konusu olabilir ama genel görümün böyle algılıyorum) Elbette ne muhasebe gerçek anlamda yapılmıştır ne de somut durumun somut tahlili, geçmişte yayınlanmış dergilerde yazılan yazılara atıfta yapılarak bir anlamda geçmişin güzellemesi ile karşı karşıya kaldık. Geçmişin güzellemesini yapanlar, elbette 12 Mart koşulları sonrası bir ülkede olmadığımızı biliyorlardı ve iyi verilmemiş bir sınavın sonucunu kabul etmişlerdi. “Hareket sol düşünceyi doğuracak, düşünce de hareketi” söyleminin hareket bölümü zaman zaman ortaya çıkan kitlesel eylemler içinde iyi değerlendirilememiş, ki değerlendirelememesinin en büyük nedeni ise kendisini bir yere ait hisseden ve canı pahasına savunan bir kuşağın olmamasında yatmaktadır. O ölümü göze almış 78 kuşağı yoktur. Günümüzde kitlesel ve birlikte kurtulmak yerine bireyse kurtuluş daha genel geçerdir.

İç savaş koşullarında elbette kendisine ve ülkeye özgü söylemleri olan ve bir ülkenin çıkarından daha çok halkın çıkarını gözeten, canı pahasına saldırlar karşısında duvar ören, direnişi geliştiren solda vardır. Ne yazık ki onlarda gelmekte olanı görmüş olmalarına rağmen, gerçek anlamda örgüt olamadıkları ve kontrol edemedikleri bir güç karşısında yenilgi yaşamıştır. Solun yenilgisi büyük bir yıkıma yol açmıştır, kırılma sol ve sol düşünceye yakın kesim içinde travmalara yol açmış ve onu atlatacak yeni bir çıkış için hareket yaratamamıştır. Birlikte, bir arada, ortak bir hareket yaratılıp, içinden devrimci hareketin çıkması beklentisi boşa düşmüştür. Bir çok inisiyatifler kurulmuş olsa da o inisiyatifleri finanse edenlerin ve ağırlıkta olanların beklentileri karşılanmadığı için inisiyatifler kısa sürede dağılmış ya da pasif konuma düşmüştür. 12 Eylül sonrası solun elinde sonuçlanmamış inisiyatifler çöplüğünden başka bir şey kalmamıştır.

Ulus devletinin çöküşü sırasında ortaya çıkan projeler solun görünmeyen parazitidir ama ilk anda yarar sağlanması ve kısa süreli iş olarak görülmüş olsa da proje yapmak ve proje üzerinden hayat kurmak daha çekici gelmiş ve projeler üzerinden yeni bir yaşam biçimi yaratılmıştır. projeler ile kendini kurtarma telaşı içinde olan eskinin ilişkilerini kendi üzerlerinde taşıyanların tercihleri elbette bugün yaşadığımız kaosun ve dağınıklığın da sebeplerinden biridir. Mülteci konuma düşmüş olanların yurtdışında ellerine geçirdikleri projeler ile yeni ilişki ağını yaratmış ve bu projelerde birileri maddi kazanç sağlarken, birileri sadece katılan ve imza veren konumda pasifleşmiştir. Kısaca geçmişin heyecanını geçmişin yaşanmışları ve acıları üzerinde projeler adı altında para kazanmaya dönüştüğünde yenilgi kalıcılaşmış ve kronikleşmiştir.  Bugün örgütlenme konusu konuşulduğunda sorunun nedeni olarak 12 Eylül yenilgi sürecinde “eteklerde biriken taşlar” olarak belirtiliyor olsa da artık o taşların yerini “ilişikleri kendi amacına” göre kullananların yaratmış olduğu tahribattan başka şey değildir. Çünkü proje yapmak için akla ihtiyaç yoktur, parayı verenin amacı yönünde araştırma yapmak ve biriktirdiğin bilgiyi parayı verenin hizmetine sunmaktır. Proje bir anlamda bilgi toplama amaçlıdır ve o bilgi, bilgiyi kullanması gerekenler; bilgiyi kullanamadan bilgiyi karşı tarafın hizmetine vermiştir.

Hayat, solun ortadan kalması sonrası oluşan boşluğun doldurulduğunu ve bizi beklemediğini göstermiştir.

Sol güçlü olduğu sürece kapitalist sitem içinde dahi özgürlüklerin artacağı, işçi sınıfının hakları ve kazanılmış mevzilerin olduğunu korunduğunu yaşanmışlıklar bize göstermiştir. Bugün işçi sınıfı kazanımlarını kaybetmiştir, var olan mücadeleleri siyasi hak almak yerine daha fazla maaş almak, işten atılmamak ya da atılan işçilerin yeniden işe girme mücadelesidir. 

Sağın akla değil, duyguya ihtiyacı vardır, solun ise akla... Akıl ile oluşacak toplumlar daha özgür ve insancadır. Duygular ile oluşan toplumlarda ise aile adı ile anılan hanedanlıkların yolu açılması ve otokrasidir, onların verdiği alan kadar özgür olunur. O yüzden sol akıl, duygularını bertaraf ederek yan yana gelip yeni dünyayı kurma ütopyasına geri dönmelidir.

İsmail Cem Özkan



25 Ekim 2018 Perşembe

Savaşta akıl yoktur, çıkarlar vardır.


Savaşta akıl yoktur, çıkarlar vardır.

Ortadoğu’da ki savaşlarda taraf olanların önemli bölümü başkasının çıkarı adına öldürmekte ve işgal etmektedir. Başkası adına savaşanlar kendi idealleri için savaşıyormuş gibi söylemlerde bulunmaktalar.

Ortadoğu, emperyalist devletlerin kendisine yandaş gördükleri grup, devletçik, örgüt gibi kavramlar içinde olanların birbirini boğazlattığı alan olmuştur.

Hibrit savaşları adı verilen bu yöntem aslında isim verilmeden öncede uygulanmaktaydı ama savaş stratejilerinde ad verildi mi bazı şeyler görünmez ve sanki ilk defa yapılıyormuş gibi “yeni bir savaşın” ve “sürecin” içinde olduğumuz algısı yaratılır. Savaşanlar bu sayede yandaş olmaktan çıkar ya da açıkça yandaş olur ve bir gücü arkasına alıp savaşır ya da arkasında kendisini kollayan bir güç olduğunu düşünür ve de arkada ki gücün çıkarı yönünde kargaşa yaratır.

Ortadoğu, açık savaşın yaşandığı bir alandır. Silah üreticilerin kendi silahlarını alanda kullanıldığı, test ettiği yerdir. Kuralları vardır ama ara sıra “kurallar bozluluğunda” emperyalist güç kendi varlığını hissettirmek için savaş alanını uzaktan bombalar. Savaş sırasında ve savaş alanında gerçekler kendi kamuoyuna yansımaz. Yaratılan gerçekler ve yaratılan görüntüler ajanslara düşer ve o görüntüler eşliğinde yorum kargaşası yaratılarak savaşın gerekli olduğu ve insanlık düşmanı karşı savaşıldığını emperyalist ülkeler kendi iç kamuoyunu biçimlendirerek yansıtır.

Kısaca savaş alanında savaşanların akla ihtiyacı yoktur, daha çok duygulara seslenilir ve duygular ile hareket edilmesi için çaba sarf edilir. Barış görüşmeleri bile yeni saldırılar için sadece nefes alma zamanıdır. Barış görüşmelerinde güçler gözden geçirilir ve güce uygun pozisyon almak için danışmanlar her türlü hizmeti verir. Savaşın uzaması emperyalist devletlilerin çıkarınadır, çünkü ülkelerinde işsizlik azaldığı gibi gerek duyduğu insan organı el altından ülkesinde sağlık sektörünün hizmetine verilir. Savaş sadece silahların test edildiği alan değildir, her türlü karaborsanın ihtiyacı duyduğu karanlık noktaların içinde yapılan kontrollü ticaret alanıdır aynı zamanda.

Savaş içinde yaşayan için dünya o sıcak alanın olduğu yerdir, dünyanın diğer taraflarında neler yaşandığı ile ilgili pek bilgi bulunmaz ama ideolojik olarak sadece kendisi gibi savaşanların başarılı hikayeleri abartılarak savaş alanında savaşanlara iletilir. Dünyayı kurtaracaklardır! Aslında kurtardıkları dünya değildir, batmakla olan firmanın can suyudur, savaş alanında akan her kan…

Hibrit savaşları kendi vatandaşları dışında yer alan vatandaşların kullanılmasıdır, kendi adına savaştırılmasıdır. Ortadoğu’da bahar, sadece batmakta olan firmaların ikinci baharıdır. Halklar orada soykırıma uğrayabilir, uğrarsa dünya barış ödülü olan “Nobel” verirler olur biter. Ödül verilince savaşın gerçek suçlusu gözükmez, sadece görünür olanlar ki zaten onlar insanlık düşmanıdır ve yok edilmesi gerekenleridir. Onları yaratan kendi stratejileri ve öncelikleri olduğu unutturulur.

İsmail Cem Özkan

20 Ekim 2018 Cumartesi

Sazansın be kardeşim!


Sazansın be kardeşim!

Her canlının hafızası vardır ama elde ettiği tecrübeyi bir başka kuşağa aktaracak hafıza sadece insanda var olduğu söyleniyor, çünkü henüz evrenimizde ki evrim devam ediyor bir bakmışsınız bizim gibi tecrübesini kendisinden sonra ki kuşağa aktaran bir canlı bulunur. Var olan bilgi ile sadece insan vardır elde ettiği tecrübelerini aktaran. İnsan zaman içinde kendi hayatı içinde biriktirdiği bilgileri kendisinden sonra ki kuşağa aktararak bir itici güç konumundadır. İnsanlık sürekli ilerleyecektir her ne kadar görünümde öyle gibi gözükmese de! Yani diyalektiğin temel maddesi neydi “ben babamdan ileri çocuğumdan geri olacağım”…

İnsanlık tarihi binlerce yıldır devam ediyor, birikmelerini ileriye taşıyarak ilerliyor ama teknolojinin insanı teslim aldıktan sonra ki hızı konusunda yapılmış bir araştırma yok, çünkü teknoloji insanlık hafızası olan arşivin dijitale dönüştürülmesi ile tarih boyunca görülmemiş bir bilgi kirliliği ve bilgi eksikliği ile karşı karşıyayız diye düşünüyorum… Her insan elinin altında ki dijital aletin aracılığı ile her türlü yaratılmış ya da gerçek bilgiye ulaşabilir ama Marks’ın değimi ile nereden baktığı önemini hala koruyor, çünkü bizler artık nasıl baktığımız ile ilgileniyoruz ve nereden baktığımız ile birbirimize hava atar konumunda küçümseyen bakış açısı içindeyiz. Şimdi biri bir fikir ortaya attığında, diğeri hemen internete girip istediği kanıtı bularak karşısındakini çürütecek kadar bilgiye ulaşabiliyor.  Ama o bilginin ne kadar sağlıklı olduğunu kontrol edecek her hangi bir denetim mekanizması yok, çünkü dijitalleşme her şeyi kolaylaştıracağını sanırken, insanları denetime almaya çalışan iktidarın elinde, bir silaha dönüştü.  iktidarı ve bilgiyi yayanı denetleyecek mekanizmayı bilerek ve isteyerek o mekanizma yaratılmadan görmezden gelindi… Ulus devleti ortadan kaldıran liberal ekonomi ve onun siyasi ayağı iktidarda elbette sermayeyi ve sermayenin ihtiyacına ve sermayenin özgürlüğü adına ulus devlet mekanizmasını çökertti ama yerine yeni bir devlet sistemi kuramadı. Bugün küresel boyutta yaşanan ve bir domino taşı gibi bir birini yıkan her karar bir kaos yaratmakta ve belirsiz ortamdan gücü olan güçsüzü içinde eritmeye çalışıyor ya da denetim altına almaya çalışıyor. Mutlak itan bekleyen ulus devletin iktidarı ve diktatörlerin yerini sermayeden güç alan ama ulusal çıkarları görmezden gelen köylü kurmazı liderler almıştır. Bu liderlerin tüm işlevi ulus devletin varlık sebebi olan sermeye birikimi için duvarları yıkmak ve ulusal firmaları teşviki ortadan kaldırarak küresel çaplı firmaların saldırınsa açık bırakmaktır. Orantısız rekabet koşulları altında elbette güçlü olan güçsüzü hiçbir yasayı dikkate almadan (ama dikkate alıyormuş gibi yapan) içinde eritiyor.

Dünyada esen rüzgar birbirine benzer popülist liderleri ve partileri sağlı sollu iktidara taşıdı ve bu sayede sağ ve sol kavramlarının da altı boşaltılmış oldu. Bugün sağ ve sol arasında fark sadece söylem düzeyindedir, çünkü iktidara gelen sağ ve sol liderler ve partiler küresel sermayenin hizmetinde hiç kusur ve engel çıkarmadan hizmet etmeye devam ediyor. Bunun en çıplak örneği Almanya başbakanı Gerhard Schröder olmuştur. Almanya Yeşiller partisinin lideri  Joschka Fischer emekli olur olmaz gidip küresel bir firmanın danışmanı olması tesadüfi değildir.  Almanya’da sağ ve sol aynı potada erimektedir, yerini daha popülist partiler almaya başlamıştır… liderleri popülist söylem yapamadığı an kaybetmeye başlıyor, çünkü onların öncüleri ve geçmişleri ne yazık ki popülist politikanın üzerine benzin dökmüş ve daha çok savunur ve uygulayıcısı olmuştur. Bugün alman SPD ve Grüne (Yeşil) Partisinden sol bir söylem beklemek aldatıcı ve boşunadır, çünkü onarlın dayanakları sermayedir ve kurmuş oldukları vakıflar projeler ile bu alana toplumun küçük birimine girecek şekilde hizmet etmektedir. Kısaca sağ sol aynı kulvardadır ve biri birine muhalefet etme yerine birbirini çıkarları gereği beslemektedir. Elbette bu beslemenin de bir sınırı vardır, erimeye başlamışlardır.

Küreselleşme yaşandığı zaman dilimi içinde elbette ülkemizde bunun dışında değildir. Ülkemizde henüz ulus devleti tam oturmadan (ki hiçbir zaman o şansı yoktu, diğer batı devletleri gibi homojen olacak kadar sermaye devleti olarak geçmişi yoktu) ulus devletinin yıkılmasının ilk sesi 24 Ocak kararları ile 1980 yılında hissettik. Ve onu izleyen darbe bu süreci daha sorunsuz ve pürüzsüz bir şekilde sermayenin hizmetine sunacaktır. Artık sermayenin ‘gülme’ zamanı gelmiştir. Bir bir yaratılan karaborsa ortadan kaldırılmış ve ithal ürünler ülkemize girsin diye masum gibi gösterilen gümrük duvarları kalkmıştır. Özelleştirme artık ülkenin gündemindedir ve her gelen iktidar özelleştirmeden bahsetmektedir. Küçük adımlar ile başlayan bu yıkım süreci yeni bir devlet anlayışının da oluşması için ortam hazırlamıştır. Solun cezaevlerinde geçmişi ile baş başa bırakan askeri rejim hızlı adımlar ile yeni Türkiye’yi yaratmış ve halka kabul ettirilebilmesi için gündemler oluşturmaya başlamıştır. İktidar gündemi belirlemeye ve muhalefette ona yardımcı olmaya başladığı süreç liberal ekonominin ortaya çıkardığı bir düşünce ve davranış hali olarak yaşayarak gördük. Toplumsal muhalefet kendisini iktidarın reflekslerine önceliklerine göre belirlemeye başlamıştır. Parlamenter rejimden başkanlık rejimine geçiş bu tepki ile hayat bulmuştur.

Günlük ve bir incir çekirdeğini doldurmayan konular gündem olurken, sorunların üstü ya kapatılmış ya da sorunlar zamana yayılarak çözüme kavuşması beklenmiş ama çözüm olmadığını sık sık içine girdiğimiz sorunlar girdabından da anlaşılıyor. Küreselleşen dünyanın sorunları dışında bize özgü sorunlar yumağı içinde yarını düşünemez ve anını yaşayan bir topluluk oluştu. Denetim tamamı ile ortadan kaldırılmış, var olan hukuk kurallarında yazılı olandan çok sözlü olanın geçerli olduğu bir süreç içindeyiz. Değişen sistemin kendi içinde yapması gereken hukuki düzenlemeler de henüz tam olarak gerçekleşmemiştir ve sorun olarak sürekli hayatın içinde durmaktadır. Dünyanın hiç bir ülkesinde bizim kadar sık gündem değişen ülke yoktur diye düşünüyoruz ama biraz dışarıya çıkanlar ve küresel medyayı incelediğimizde genel sorunlar onlarda da olduğunu görebiliyoruz, bir birinin aynısı olmasa da benzerlikler çoktur…

Küreselleşme ulus devletini yıkmıştır ama yerine henüz hukuki düzenlemesi olan bir devlet anlayışı koyamamıştır. Sermeyenin ihtiyacı olan yardım eski ulus devletinin yıkıntısı içinde işçilerin üzerinden fazla fazla elde edilen artı değer sermayenin hizmetindedir. İşçiler bu küreselleşme ve liberalizm sürecinde elde etmiş oldukları tüm haklarını kaybetmiş gibiler, sendikalar işlevsiz ve daha genel söylem ile iktidarına yardımcı olmaktadır. Kısaca sermaye içinde işçi sendikaları vardır. Var olması muhtemel toplumsal patlamanın sibop görevini layığı ile yerine getirmekteler, o yüzden sendika liderleri maaşları halktan ve üyelerinden genelde saklanmaktadır… Ulusal sermayenin krizi, emekçilerin üzerinden elde edilen artı değerler ve mallarda ki fiyat ayarlaması ile geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Bizim cebinizden alınan paralar ile iflas etmiş firmalara para aktarılıyor...

Bugünlerde suni olarak yaratılan gündemlerden biri geçmişte ulus devletinden kalan ilkokullarda okutulan ant meselesi. Kaldırıldı, yeninde okullarda olsun mu tartışmasını bir mahkeme kararı ile yeniden güdeme geldi. Bunu duyan ulus devletine özlem duyan küçük bir azınlık yeninden konsun diyerek iktidarın gündemine balıklama atladı. Çünkü geçmişte yaşanan tartışanları uygulamaları unutmuştu. Sık değişen gündemler elbette kendisine uygun bir kitle yaratır, geçmişini anımsamayan, okumayan, araştırmayan ama popüler söyle açık bir kitle. Popülizm zaferi bu geniş kesimi yaratmasıdır. Çünkü lider düşünür ve diğerleri ona biat eder. Bu geniş kesimin bir kültürü ve geleceğe aktaracağı bir birikimi de yoktur, çünkü dijital ortamda öğrendiklerini veya paylaşımları paylaşmak ve homurdanmaktır. Dikkat ederseniz arşivler ve kütüphaneler eskisi gibi nemli değildir, olsa da olur olmasa da derken eski binalara yapılan restorasyon gibidir. Kaleye çelik kapı yaparlar, çünkü o yaptıkları kapının arkasında çalınmaya uygun son model dijital alet vardır…

Yeniden ant meselesine gelirsek, ulus devleti ihtiyacı var diye, asimilasyona yardımcı olsun diye her sabah çocuklara söyletilen ırkçı antların da başarı oranı ortada, başarılı olamadı...

Antlar ve marşlar kim için yaratılır ve ne için kullanılır? Kısaca bunu düşünün.

Ulus devleti homojen olmak ister. Tek bayrak, tek millet, tek din, tek mezhep... Şimdi ülkemiz teklerden mi oluşur, öyle bir şey yok, çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ve çok mezhepli bir ülke...

Ulus devleti projesi zaten ülkemizde oturtulamadı, çünkü işin maddi yönü ile ilgilenildi, diğer şeyler zamana iteklendi. Alevi ve Kürtlere karşı marşlar söylendi, antlar içildi... Onları hep sürgün diyarının öteki insanı olarak gördünüz ve algıladınız… Sonuç ne oldu?

Devletin asil sahibi olduğunu iddia ettiğiniz tek mezhep, tek din iktidara geldi, gelirken de yeri geldi diğerleri olarak görülen ötekilerin duyguları ve siyasi gücü kullanıldı... Sizi kullananlar ötekilerini de kullandı, siz olmasaydınız bugün ki iktidar olur muydu, çünkü siz kusura bakmayın ama “sazansınız” , onların istediği gündeme atladınız ve ak ile kara gibi onların dediğinin tersini söylediniz, bu sayede var olan desteğinizi de kaybettiniz, bugün iktidarın gücü sizin eseriniz! (burada “sazan” birikimini ileri kuşağa aktaramayan anlamındadır)

İktidarın belirlediği gündeme sazan balığı gibi atlayanlar ve onların “kaldıracağım” dediğini “kaldırtmayacağım,” “satacağım” dediğini “sattırtmayacağım” (12 Eylül’den sonra ki ilk siyasi tartışmayı anımsayan vardır sanırım, Calp (Halkçı Parti)  ve Özal (ANAP) tv ekranlarında ne yapıyordu? Karagöz Hacivat oyununda Özal galip gelmiş “sattırmam” denilen köprü iktidara gelir gelmez halka arz olunmuş ve satılmıştı) oyunu hala iktidarın belirlediği gündem içinde devam ediyor. Bir şey de ısrar ediyorsanız uyumaya devam ediyorsunuz demektir... Sizi uyutan bir çok gündem maddesi var ve sizler de “sazan” gibi atlıyorsunuz, yaşadığınız anı tespit edememiş, elinizden gidenleri göremeyen, kusura bakmayın “sazan balıkları” gibisiniz...

Gelmeyin oyuna diyeceğim ama zaten bu yazımı okuduktan sonra hemen unutacaksınız ve iktidarın gündeminin parçası olmaya devam edeceksiniz...

Her devletin vatandaşı, hak ettiği iktidarı, iktidarda tutar...

İsmail Cem Özkan



11 Ekim 2018 Perşembe

Beyaz


Beyaz

Sahne henüz seyircisini bekliyor, sahne düzenlemesi önceden yapılmış. Bir mutfak. Mutfağa açılan kapılar var. Sessizliği koltuklarını arayan seyirciler bozmakta. Salon hemen hemen bir süre sonra doldu. Oyunu izlemeye gelenlere bakıyorum, gençler ve orta yaş ağırlıkta. Kapıdan salona girişleri, salonda koltuklara oturuşlarında ki davranışlara bakıyorum, her biri daha önce oyun izlemiş gibi, her biri bir tiyatro ve sinema salonlarına aşina gibi. Kapıda bekleyen yer gösterici birkaç seyirciye koltuğunu gösteriyor ve bahşişini de almadan gitmiyor. Sessizlik salonda artık yok, oyuncuları ve başlama gongunu ya da anonsunu bekliyor…

Oyun bir anons ile başladı. Sahnede dekor artık yalnız değildir, oyuncular sahnede yerini almış ve giriş cümlesini mikrofona söylemekteler, çünkü üzerilerine takılan küçük mikrofonlardan gelen sesler salonun sağına soluna duvarlara asılmış. Oradan ses gelmektedir, sanki oyuncu ağzını oynatıyor gibidir, ses bir ses oynatıcıdan geliyor gibidir. Canlı tv dizine bakar gibi hissettim bir an kendimi, belki de bu önyargım tv ekranlarından tanıdığım bir birinden çok değerli oyuncuyu sahnede görmemdir…

Mutfak aslında hasta olarak yatan annelerin evidir. Bir anlamda kardeşler yıllar sonra annelerinin evinde buluşmuştur. Hayat anıların birleşimi değil midir, hele onu çağıracak bir ortam varsa. İşte o ortam annelerin evidir. O ev ve annelerinin hastalığı. Geçmişte yaşananlar bir bir ortalığa serilirken, onları ayıran olalar da gün yüzüne çıkmaktadır. İki kız çocuğu ve baba özlemi, bir anlamda birleşik aile özlemi, çünkü anne ve babası ayrılmışlardır. O ayrılmaya iki kardeşin ısrarı da etki yapmıştır, belki içten içe bir suçluluk duygusudur dillendirilenler.

Büyük abla sanatçıdır, aslında bir oyuncudur, iş bulduğu zaman evinin kirasını vermektedir, aksi halde ne yapacağını bilemez haldedir, iş bulmak ve ne olursa olsun çalışmak zorundadır, iş tercih yapmak gibi lüksü yoktur. Anneleri hastalanamadan önce bir iş için randevu yapmış, hatta ön çekim bile yapmıştır. Nihai görüşme ve anlaşma için randevu yapılmış ama annesinin hastalığı için randevuya gidemeyecektir. Onun telaşı ve hesaplaşması içindedir. Tren son yolculuktadır ve o tren ya gelecek ya da hiç gelmeyecektir. Annesinin son yolculuğu için orada olduğunu bilmektedir ve hastaneden son zamanlarını evde yaşasın diye çıkarılmıştır. Bekardır. Ailenin istediği gibi sanatçı olmuştur ama ile aynı zamanda bir doktor da istemiştir ama doktor olması gereken küçük kız kardeşi olmamış başka bir tercih yapmıştır. O evlenmiş ve bir oğul sahibidir ve oyun içinde öğreneceğimiz gibi eşini aldatmıştır…

Bir aile içinde yaşanmış trajedinin iç hesaplaşması ya da yüzleşmesidir. Toplumdan ve yaşadıkları çevreden bağımsız her hangi bir yerde herhangi biz zamanda geçebilecek bir konudur. Oyunun yazarı her ne kadar Fransız toplumunu aile boyutu içinde eleştiriye tabi tutmuş olsa da, zamandan ve üretim ilişkilerinden ve onun yaratmış olduğu çevre faktöründen bağımsız bir iç hesaplaşma üzerinden olaylara bakmaktadır. Oyuncular zaman zaman her hareketlerini, düşüncelerini, dış sesleri kendilerini ilgilendirdiği noktada sahnenin diğer alanları karartılarak bir spot altında seyirciye anlatmaktadır…

Annenin görüntüsü bölüm geçişlerinde beyaz olan mutfağın duvarına yansımaktadır. O görüntülerde acı çeken ve son yolcukta olan bir annedir. Annelerin son anını acı çektirmeden itina ile titiz şekilde yaklaşan iki kardeş… Videolar oyun ile duygusal bağ kuruyor, seyirciyi kelimelerin ve söylemlerin dışında sahneye çekiyor… Başarılı bir çalışma diye düşündüm ama zaman zaman mikrofondan çıkan ses, sahneden doğal geldiğinde seyirciyi oyunun içinde kendi ile hesaplaşacağı bir ortam hazırlayabilirdi ama ses hoparlörden gelince yapaylaştırıyor, yabancılaşıyor… Neyse ki her an ses mikrofondan yankılanmadı, zaman zaman ses doğal olarak salona yayıldı ve çok mutlu oldum doğal seslerini duyduğum an…

“Zaten bu ölümlü dünyada hiçbir şeyin önemi yok” 

Oyunun sonunda karamsarlık içinde belki de bir umut taşıyan cümle gibi geldi… Beyaz üzerine yansıyan her şeyi yansıtır, sanki tüm sorunlar yansımış ve yeni bir başlangıç yapmışlar gibi, çünkü annesi ve babası son bir kere buluşmuş ve anne “seni bekliyordum” diyerek babası ile yılar sonra kucaklaşmıştır bir anlamda. Kapalı kapılar arkasından çocukların bilmediği olaylar yaşanmıştır ve çocuklar hiçbir zaman bilmeyecekler ne yaşandığını. Her şey beyaz gibi saflaşmıştır bir anlamda…

Salon boşalırken bir kere daha baktım seyircilere… Hemen salonu terk edenler, hala alkışlamak için ayakta duranlar, boş boş bir birine bakanlar… Seyirci bu oyuna günlük hayattan uzaklaşmak ve ünlü olan oyuncuları sahnede görmek için belki geldi, belki aradığını buldu, belki usta oyuncu oldukları için ayakta alkışladı, belki gerçekten başarılı buldu… Salon boşalırken bu oyundan bana ne kaldı diye düşündüm, keşke dedim kendi kendime bu kriz yaşayan ülkede değil de şöyle refah, sosyal bir devlette yaşamış olsaydım, tüm sorunlardan sıyrılmış, biraz derlenmek için oyun seçmiş olsaydım, bu oyunu hiç kaçırmazdım.

Usta oyuncuları sahnede görmek bile bu oyuna gitmek için bir neden, sanırım o yüzden usta oyuncular ile yeni oyun koyan prodüksiyon firmaları kuruluyor ve yatırım yapıyorlar. Elbette yatırılan paranın karşılığı alındığı sürece bu firmalar ayakta kalacaktır… Seyirciler oyunun içeriğinden daha çok kimin oynadığına bakarak gidiyor… Seyirci de haksız sayılmaz değil mi bu tercihte… Çünkü bu sırlarda sahneye konan oyunlarda genelde ünlü olan oyuncular vurgu yapılarak tanıtım broşürleri hazırlanıyor…

İki ustayı sahnede görmek için gidin derim, aksi halde plazma ekranlarda bir dizi de görmektesiniz oyuncuları…

İsmail Cem Özkan

Beyaz
Yazan: Emmanuelle Marie
Çeviren: Zeynep Utku
Yöneten: Özen Yula
Dekor Tasarımı Ve Styling: Tomris Kuzu
Işık Tasarım:  Yakup Çartık
Müzik: Çiğdem Erken
Fotoğraf: Muhsin Akgün
Oyuncular: Deniz Çakır Ve Derya Alabora