Galata Gazete


29 Kasım 2018 Perşembe

Efsane Kadın


Efsane Kadın

Salon henüz kararmadı, tüm seyircilerin ve geç gelenlerin koltuklarına oturmasını bekliyoruz. Anons birazdan gelecek…  Bekliyorum sahneye bakıyorum. Sahnede bir koltuk, üç perde var. Büyük bir perde ortada. Yan yana konulmuş üç perde… Sahne çok sade… Bekliyoruz…

Salon karadı ve cep telefonların kapatılması uyarısı ile birlikte oyun başladı… Perdeye ışık arkadan vurdu önce, sonra büyük perdenin ortasına doğru bir ışık demedi, gazinolarda sanatçıyı takip eden bir ışık projektörden çıkmış salonun da karanlığını yok ediyordu. Dijital bir ses salonu doldurdu. Dijital ses bir tiyatroda beni oyunun dışına itekleyen ilk unsurdur, çünkü doğal ve sahneden gelen bir ses sahneye doğru dikkatimi yoğunlaştırırken dijital ses sağda solda ve salonun değişik yerlerine konumlanmış hoparlörden ses gelmektedir.  Bu seslerin arasında acaba diyorum oyuncu ‘playback’ mi yapıyor, yoksa canlı mı, çünkü sesi dinliyorum ayrım yapamıyorum… Oyuna ve oyuncuya yabancılaştıran bir unsurdur benim için…

80'li ve 90'lı yılların “Kızıl Bomba” olarak tanınan sahne ve sinema yıldızı Efsane Pars. Yıllar sonra onun hayatının bir kesitini tek kişilik bir oyun ile yeniden hayatımıza girmiş. o yıllara doğru yolculuğa çıkacağımızı düşündüm. Dönemin kırılgan sürecinde sanatçının toplumsal değişime uygun olarak psikolojik olarak değişimini, toplumsal değişimin birey üzerine yansıması, sahnelerden, sinemaya, sinemadan dibe düşüşü ve yeninden yükselişini anlatan bir dönemin anatomisi izleyeceğim ön yargısı oluştu bende, çünkü oyuna gelmeden önce oyun hakkında hiçbir şey okumamıştım, o yüzden ön yargısız oyuna adımımı atmıştım. Bir odada sevgilisinin silahı ile vurulan bir sanatçının trajedisi ve hesaplaşmasını izleme ön yargısı baştan bize verildi. Arabesk ve sinemanın gazinoya, gazinodan arabeske geçişin ve seyirciyi elinde tutmaya özen gösteren ve sanatçıyı pazarlayan menajerlerin dünyası. Maksim Gazinosu patronu ile anılır, onun elinden tutuğu sanatçılar ve star altında çıkanlar gibi... Bir çok anıyı yıllar içinde okuya okuya bir ön yargım vardı… Sahnede yaşananları izlemek isterken kendimi henüz oyunun içinde bulamadan geçmişin hesaplaşması içinde buldum. Bugün ki siyasi atmosferin yaratıldığı ve ilk adımların atıldığı bir dönemin kırılmanın yeniden yapılandığı sürecin içinde sanatçıların yaşadıkları, acıları, umutları, hayal kırıklıkları… Bir de intihar gibi bir konuda gündeme gelmiş birinin psikolojik çözümlenmesi önemlidir. Neden birine tutkundur, sadece aşk kadını veya sevgiye aç olduğu için değildir, elbette bunun başka nedenleri geçmişinde yatmaktadır… Taciz, tecavüz, öfke, hayal kırıklıkları, öykünme… Hepsinin iç içe geçmiş halinin kara mizahı…

Bir dönemin iyi analiz edilmesi gerekli ama sipariş üzerine yazıldığında, hedef bir isim üzerinden seyirci toplama olunca, seyircinin öncelikle belirlenmesi gereklidir. Kimse seslenecektir? Potansiyel seyirci ve yaş aralığı belirlendiğinde ona göre bir dil ve sahne tasarlanması gereklidir. Sahne sadece ekran ile mi olmalıydı, çünkü otel odası, yolda, sahnede, uçakta… Dağınıklık, yıkılmışlık, hayal kırıklığını en iyi vurgulayacak dekor, ışık…

Orta perdeye yansıyan görüntüler üzerine çok çalışılmış, ‘dekupe’ edilmiş dudaklar, saz sanatçıları, hareketleri üzerine uzun uzun çalışılmış olduğunu görüyoruz. Konunun akışına uygun gelen görüntüler. Örneğin uçaktan inişi ve selamlama, animasyon kullanımını çok başarılı buldum… Elbette özel tiyatroların yerleşik sahnesi olmadığından sahnenin taşınması ve gezici olması da sahnenin düzenlenmesi ve en tasarruflu taşınacaklardan oluşması önemlidir… O yüzden özel tiyatroların sahneleri en yalın ve en soyut olandan seçilmesi tesadüfi değildir… Her bir maliyet önemlidir, çünkü oyuncu ve tiyatro sahibi bütün emekçilerin alacağı parayı önceden bilmektedir, ona göre de seyirciyi oyuna çekmek ile yükümlüdür. Özel tiyatrolar özellikle popüler olmuş ve halen ekranlarda ve magazin haberlerinde görünür olan sanatçılardan oyuncu seçmeye çalışır. Bir popüler sanatçı oyunun seyircisini ve maliyetini karşılayacak ekonomik girdiyi sağladığı önceden hesaplanır ve ona göre sahneler kiralanır. Sahnelerin büyüklüğü seyirciyi çekeceği kadar olmak zorundadır, büyük salonun yarısı boş oyun oynamak o oyunun kısa sürede salonlardan uzaklaşması anlamına gelir, çünkü salonların kiraları da büyüklüğe göre değişmektedir.

Derya Alabora önemli bir sanatçıdır ve kendisinin özellikle istediği bir sanatçıyı sahneye taşımıştır. Sahnede alaturka, fantezi müzik olarak adlandırılan şarkı söylemektedir. Şarkıların arasında seyirci ile iletişime geçmekte ve onlar ile kısa da olsa sohbet etmektedir. Oyuna seyirciyi çekmektedir, bu sayede mikrofondan çıkan sesin canlı olduğunu anlıyoruz.

Efsane Pars, aşık olduğu her erkeğe birikimlerini kaptırmış ama kaptırdığı erkek hakkında da kötü konuşmayandır. Saf ve temiz bir yanı vardır ama o şöhret basamaklarından, kendi ifadesine göre “ara verdiği” sürecine kadar yaşadıklarından da ders çıkarmayan biridir. Hep umut ile bakmaktadır yarına, hayat akıyor ve akan sadece hayat mı? O her daim “Efsane is back” düşüncesindedir. Ve bir uçak kazası sonrası dönüşünü sağlamış…

Oyunun seyirci üzerine etkisine dokunmak istersem eğer, öykünün işleyişinden kaynaklanan bir akışta ve bugünün insanı yakalamada bir sorun var gibi geldi bana, ışık, müzik olayı bir anlamda sarmalamış ama öyküde ve öykülerin içinde geçişlerde bir aksaklık var gibi geldi bana… Şapkanın değişimi, ekrana yansıyan ışıkların değişimi konunun değişimini seyirciye fısıldamasına rağmen bir kopukluk ve şarkıların çok uzun olması ki ben bundan şikayetçi değilim, çünkü söyleyen büyük bir oyuncu olunca keyif ile dinledim ve alkışladım… Ama olayın kendisi tiyatro olunca beklenti başka bir açıya yöneliyor ister istemez…

Derya Alabora birikimli bir oyuncu olduğunu sahnede bir kere daha gösteriyor, fakat onun bu birikimi öykünün işleyişinde ve öykünün zayıflığından kaynaklanan aksamaları ne yazık ki ortadan kaldıramamış… Belki de mikrofonun da bir etkisi olabilir, ama ne yazık ki ben oyunun içinde olamadım, yanımda cep telefonu ile mesajların ve yazışanların ışığının da etkisi olabilir biraz uzaklaştım. Elbette zaman içinde her oyun oturur, aksaklıklar elbette başlangıçta olabilir, zaman içinde izlendikçe, sahnede oynandıkça aksaklıklar ortadan kalkacaktır…

Tek kişilik oyunlarda bir denge vardır genelde, mizah ve dram konusunda. Ben o dengenin ve zamanlamasının tam oturmadığını düşündüm yazımı bitirirken… Öykü dışında bir bütün baktığımızda ve en azından Derya Alabora sahnede keyif ile ve müziğin ruhuna uygun şarkı söylerken izlemek için bile olsa bu oyuna gidilir… Kostümü, ışığı bir efsaneye uygun seçilmiş ve düşünülmüş…

İsmail Cem Özkan



Efsane Kadın 
Yazan: Ali Kemal Güven
Yöneten: Naz Erayda
Oynayan: Derya Alabora
Dekor ve Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Müzik Direktörü: Cumhur Bakışkan
Kostüm ve Aksesuar Tasarım: Ubeyd Bayraktar, Cansu Tabak
Yönetmen Yardımcıları: Hande Selen Canar, Gizem Ertürk


Efsane Kadın


Efsane Kadın

Salon henüz kararmadı, tüm seyircilerin ve geç gelenlerin koltuklarına oturmasını bekliyoruz. Anons birazdan gelecek…  Bekliyorum sahneye bakıyorum. Sahnede bir koltuk, üç perde var. Büyük bir perde ortada. Yan yana konulmuş üç perde… Sahne çok sade… Bekliyoruz…

Salon karadı ve cep telefonların kapatılması uyarısı ile birlikte oyun başladı… Perdeye ışık arkadan vurdu önce, sonra büyük perdenin ortasına doğru bir ışık demedi, gazinolarda sanatçıyı takip eden bir ışık projektörden çıkmış salonun da karanlığını yok ediyordu. Dijital bir ses salonu doldurdu. Dijital ses bir tiyatroda beni oyunun dışına itekleyen ilk unsurdur, çünkü doğal ve sahneden gelen bir ses sahneye doğru dikkatimi yoğunlaştırırken dijital ses sağda solda ve salonun değişik yerlerine konumlanmış hoparlörden ses gelmektedir.  Bu seslerin arasında acaba diyorum oyuncu ‘playback’ mi yapıyor, yoksa canlı mı, çünkü sesi dinliyorum ayrım yapamıyorum… Oyuna ve oyuncuya yabancılaştıran bir unsurdur benim için…

80'li ve 90'lı yılların “Kızıl Bomba” olarak tanınan sahne ve sinema yıldızı Efsane Pars. Yıllar sonra onun hayatının bir kesitini tek kişilik bir oyun ile yeniden hayatımıza girmiş. o yıllara doğru yolculuğa çıkacağımızı düşündüm. Dönemin kırılgan sürecinde sanatçının toplumsal değişime uygun olarak psikolojik olarak değişimini, toplumsal değişimin birey üzerine yansıması, sahnelerden, sinemaya, sinemadan dibe düşüşü ve yeninden yükselişini anlatan bir dönemin anatomisi izleyeceğim ön yargısı oluştu bende, çünkü oyuna gelmeden önce oyun hakkında hiçbir şey okumamıştım, o yüzden ön yargısız oyuna adımımı atmıştım. Bir odada sevgilisinin silahı ile vurulan bir sanatçının trajedisi ve hesaplaşmasını izleme ön yargısı baştan bize verildi. Arabesk ve sinemanın gazinoya, gazinodan arabeske geçişin ve seyirciyi elinde tutmaya özen gösteren ve sanatçıyı pazarlayan menajerlerin dünyası. Maksim Gazinosu patronu ile anılır, onun elinden tutuğu sanatçılar ve star altında çıkanlar gibi... Bir çok anıyı yıllar içinde okuya okuya bir ön yargım vardı… Sahnede yaşananları izlemek isterken kendimi henüz oyunun içinde bulamadan geçmişin hesaplaşması içinde buldum. Bugün ki siyasi atmosferin yaratıldığı ve ilk adımların atıldığı bir dönemin kırılmanın yeniden yapılandığı sürecin içinde sanatçıların yaşadıkları, acıları, umutları, hayal kırıklıkları… Bir de intihar gibi bir konuda gündeme gelmiş birinin psikolojik çözümlenmesi önemlidir. Neden birine tutkundur, sadece aşk kadını veya sevgiye aç olduğu için değildir, elbette bunun başka nedenleri geçmişinde yatmaktadır… Taciz, tecavüz, öfke, hayal kırıklıkları, öykünme… Hepsinin iç içe geçmiş halinin kara mizahı…

Bir dönemin iyi analiz edilmesi gerekli ama sipariş üzerine yazıldığında, hedef bir isim üzerinden seyirci toplama olunca, seyircinin öncelikle belirlenmesi gereklidir. Kimse seslenecektir? Potansiyel seyirci ve yaş aralığı belirlendiğinde ona göre bir dil ve sahne tasarlanması gereklidir. Sahne sadece ekran ile mi olmalıydı, çünkü otel odası, yolda, sahnede, uçakta… Dağınıklık, yıkılmışlık, hayal kırıklığını en iyi vurgulayacak dekor, ışık…

Orta perdeye yansıyan görüntüler üzerine çok çalışılmış, ‘dekupe’ edilmiş dudaklar, saz sanatçıları, hareketleri üzerine uzun uzun çalışılmış olduğunu görüyoruz. Konunun akışına uygun gelen görüntüler. Örneğin uçaktan inişi ve selamlama, animasyon kullanımını çok başarılı buldum… Elbette özel tiyatroların yerleşik sahnesi olmadığından sahnenin taşınması ve gezici olması da sahnenin düzenlenmesi ve en tasarruflu taşınacaklardan oluşması önemlidir… O yüzden özel tiyatroların sahneleri en yalın ve en soyut olandan seçilmesi tesadüfi değildir… Her bir maliyet önemlidir, çünkü oyuncu ve tiyatro sahibi bütün emekçilerin alacağı parayı önceden bilmektedir, ona göre de seyirciyi oyuna çekmek ile yükümlüdür. Özel tiyatrolar özellikle popüler olmuş ve halen ekranlarda ve magazin haberlerinde görünür olan sanatçılardan oyuncu seçmeye çalışır. Bir popüler sanatçı oyunun seyircisini ve maliyetini karşılayacak ekonomik girdiyi sağladığı önceden hesaplanır ve ona göre sahneler kiralanır. Sahnelerin büyüklüğü seyirciyi çekeceği kadar olmak zorundadır, büyük salonun yarısı boş oyun oynamak o oyunun kısa sürede salonlardan uzaklaşması anlamına gelir, çünkü salonların kiraları da büyüklüğe göre değişmektedir.

Derya Alabora önemli bir sanatçıdır ve kendisinin özellikle istediği bir sanatçıyı sahneye taşımıştır. Sahnede alaturka, fantezi müzik olarak adlandırılan şarkı söylemektedir. Şarkıların arasında seyirci ile iletişime geçmekte ve onlar ile kısa da olsa sohbet etmektedir. Oyuna seyirciyi çekmektedir, bu sayede mikrofondan çıkan sesin canlı olduğunu anlıyoruz.

Efsane Pars, aşık olduğu her erkeğe birikimlerini kaptırmış ama kaptırdığı erkek hakkında da kötü konuşmayandır. Saf ve temiz bir yanı vardır ama o şöhret basamaklarından, kendi ifadesine göre “ara verdiği” sürecine kadar yaşadıklarından da ders çıkarmayan biridir. Hep umut ile bakmaktadır yarına, hayat akıyor ve akan sadece hayat mı? O her daim “Efsane is back” düşüncesindedir. Ve bir uçak kazası sonrası dönüşünü sağlamış…

Oyunun seyirci üzerine etkisine dokunmak istersem eğer, öykünün işleyişinden kaynaklanan bir akışta ve bugünün insanı yakalamada bir sorun var gibi geldi bana, ışık, müzik olayı bir anlamda sarmalamış ama öyküde ve öykülerin içinde geçişlerde bir aksaklık var gibi geldi bana… Şapkanın değişimi, ekrana yansıyan ışıkların değişimi konunun değişimini seyirciye fısıldamasına rağmen bir kopukluk ve şarkıların çok uzun olması ki ben bundan şikayetçi değilim, çünkü söyleyen büyük bir oyuncu olunca keyif ile dinledim ve alkışladım… Ama olayın kendisi tiyatro olunca beklenti başka bir açıya yöneliyor ister istemez…

Derya Alabora birikimli bir oyuncu olduğunu sahnede bir kere daha gösteriyor, fakat onun bu birikimi öykünün işleyişinde ve öykünün zayıflığından kaynaklanan aksamaları ne yazık ki ortadan kaldıramamış… Belki de mikrofonun da bir etkisi olabilir, ama ne yazık ki ben oyunun içinde olamadım, yanımda cep telefonu ile mesajların ve yazışanların ışığının da etkisi olabilir biraz uzaklaştım. Elbette zaman içinde her oyun oturur, aksaklıklar elbette başlangıçta olabilir, zaman içinde izlendikçe, sahnede oynandıkça aksaklıklar ortadan kalkacaktır…

Tek kişilik oyunlarda bir denge vardır genelde, mizah ve dram konusunda. Ben o dengenin ve zamanlamasının tam oturmadığını düşündüm yazımı bitirirken… Öykü dışında bir bütün baktığımızda ve en azından Derya Alabora sahnede keyif ile ve müziğin ruhuna uygun şarkı söylerken izlemek için bile olsa bu oyuna gidilir… Kostümü, ışığı bir efsaneye uygun seçilmiş ve düşünülmüş…

İsmail Cem Özkan



Efsane Kadın 
Yazan: Ali Kemal Güven
Yöneten: Naz Erayda
Oynayan: Derya Alabora
Dekor ve Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Müzik Direktörü: Cumhur Bakışkan
Kostüm ve Aksesuar Tasarım: Ubeyd Bayraktar, Cansu Tabak
Yönetmen Yardımcıları: Hande Selen Canar, Gizem Ertürk



22 Kasım 2018 Perşembe

Ülkenin yüzüdür konsolosluklar…


Ülkenin yüzüdür konsolosluklar…

Geçmişin karanlık yüzünü çağrıştıran bir çok şey günümüzde daha fazla gözüme batıyor. İkinci ve birinci dünya savaşının koşullarına benzer göçmen hareketliliği yaşanmaktadır ama insanlık bu iki büyük savaştan gerekli dersi almıştır diye umut ediyorum ama her umudun boşa düştüğü bir kırılma döneminden de geçtiğimizi göz ardı etmiyorum.

Popülist söylemlerin iktidara taşındığı, bir birinden daha tehlikeli liderlerin egosu altında belirsiz bir gelecek önümüzde durmaktadır. Belirsizdir, çünkü krizden krize doğru geçiş yapan kapitalist sistem, ulus devletinin üzerine yeni bir şey koyamadığı gibi, geçmişin ulus devletli reflekslerine benzeyen ama ulus kavramını da aşan yeni bir faşist liderlerin ve onları destekleyen geniş bir halk tercihi ile karşı karşıyayız. Bugün ki liderler ülkelerinde emperyalizm politikalarını sosyal devletin yerine ikame etmektedir. Savaş ve işgal ile içte yaşadıkları krizi aşacağını düşünen liderler, aynı zamanda özelleştirme adı altında ulus devleti için olmazsa olmaz sermaye biriktirme araçlarının elden çıkarılması ve küresel firmalara peşkeş çekildiği bir zamanın ruhu içindeyiz.

Popülist söylem elbette üçüncü dünya ya da daha kibarcası ile gelişmekte olan ülkeler için geçerli değildir. Emperyalist geçmişi olan geçmişlerinde faşizmi yaşamış toplum liderleri içinde geçerlidir. Faşizm ırk söylemi yerine göçmen karşıtı söylem ile kendisini ortaya koymaktadır. Popüler politikalar aslında gerçek anlamda krizlere / sorunlara çözüm önerilerinin olamadığının bir kanıtıdır. Liderler başarılarını daha ağırlıkta tesadüfi ve gelişmekte olan olgular karşısında anlık tepkileri ile çözüm arayışındalar. Uzun vadeli politikalar artık geçmişin soğuk savaş koşularında kalmıştır.

Ülkelerin küçük bir yansımasıdır başka ülkelerde ki konsolosluk işleri.  Suudi Arabistan'ın İstanbul Konsolluğunda işlenen cinayet ülke içinde doğal olanın küresel anlamda doğal olmadığının kanıtıdır. Orada kral istediğini asıyor, istediğini kılıç ile idam ederken dışarıdan gelen tepkilere pek kulak asmamıştır ama başka ülkenin vatandaşı ama aynı zamanda Suudi vatandaşı olunca ortaya karmaşık hukuki sorun ortaya çıkarmaktadır… Çünkü iki farklı hukuk ve bakış açısının karşılaştırmalı olarak bir olguda çatışmasına şahitlik etmekteyiz…

Onlardan bağımsız ama Ortadoğu ülkelerine silah satışı ile sürekli gündeme gelen ve benim de ikinci vatanım olan Almanya'nın dış temsilciliklerinden biri olan İstanbul konsolosluğunda yaşadıklarımı yazmak istiyorum…

Almanya’dan doğduğum ülkeye taşınma kararı verdim ve yeni Alman kimliğimi konsolosluktan alayım dedim ama sözde söylendiği gibi basit değil, sizi bir sıra zorunluluklar bekliyor… Alman vatandaşlığını alalı yaklaşık yirmi yıl olmuş ve bu arada ben bir çok şeyi artık biriktirmek ya da saklamaktan vazgeçmişim ve atmışım… Normal koşular içinde en fazla resmi bir belge on sene saklanıyor… Artık önemsiz olmuş şeyler yirmi yıl sonra baş ağrıtmasını da düşünemem… Neyse konumuza dönelim;

Bugün (22 Kasım 2018) ikinci vatanım olan Almanya konsolosluğuna gittim, birden kendimi zaman tüneline girmiş ve 1942 yılını yaşayanların ruh halinde hissettim. Elbette ben bir Yahudi duygusu hakimiyeti içindeydim... Düşünün ‘gestapo subayları’ kapıdan size bakıyor... Yahudi diyecek biri ve bizi hemen sarmalayıp sabun üretim merkezine götürüp suyumuzdan sabun, derimizden abajur yapacaklar... Almanya İstanbul konsolosluğunda çalışanlar kapıdakiler Türk, özel güvenlik elemanı, diğerleri Alman! Almanlar cam arkasında mikrofon ile iletişim kuruluyor... Aranda koskoca bir cam, camdan cama sohbetler Amerikan filmlerinde mahkumların birbiri ile konuşması gibi... Demokrasi, özgürlük sözlerini ağızlarından eksik etmeyenler, geçmişlerinde faşizm olan bir halkın devletinin konsolosluklarında geçmişi çağrıştıracak hiç bir şeyin olmaması gereklidir, oraya giden, ki sadece Alman vatandaşı gidebilir, vize almak isteyenlerin yeri özel firmalardır, Alman konsolosluğu muhatap bile değil, kendi vatandaşına SS subayı gibi yaklaşımın doğu olmadığını düşünüyorum... Ben bir Yahudi gibi hissettim orada ve Yahudi soykırımına uğrayan tüm Yahudilerin neler hissettiklerini yeniden anladığımı itiraf etmek isterim... Tüm konsolosluklar büyük olasılıkla böyle olmuştur, çünkü Almanlar standartlarına çok önem verirler...

İnsanın olmadığı yerde devlet var olmuş ne anlamı var?

Protokol: önceden internetten randevu almak... 

İnternette belirtilen evrakları toplamak... Almanya’da yaşayanlardan istenmeyen belgeleri istemek... Türk doğumluların Türkiye’deki nüfus kağıdı, doğum belgesi gibi... 

İnternetten aldığın randevu kağıdını istemek... Onsuz gelirseniz konsolosluğa sokulmayabilirsiniz... 

Yanınızda bozuk para, istenilen parayı kuruş kuruşuna bozuk almak için, para bozmuyorlar...

Cam arkasında mahkum ziyareti gibi, insandan uzak, resmi konuşma ve resmi formlar... 

Randevuda belirtilen işlemlerin yapılabildiği başka soruların alınmadığı bir konuşma düzeni...

Her geliş için, her randevuda aynı belgelerin istenmesi, kendi arşivine bakmak yerine belge toplanmasını istiyorlar... Günümüzde artık her türlü bilgiye her yerden ulaşılmasına rağmen hayır biz ulaşmayız siz getirin biz kontrol edeceğiz demeleri...
Fotokopi biz çekemeyiz, gidin dışarıdan çektirin! (Neden çekemezler, toner ücreti mi pahalı, çalışanın ayağa kalması mı paralı?)

Dışarıdan içeriye girerken cep telefonunuza ve yanınızda varsa eğer çantanıza el koyuyorlar, onlar bir dolapta... Telefonun kapalı olmasını istiyorlar, cemakanın arkasında olan görevliye kapalı vermek zorundayız… Çantanızı bir köpek koklayarak arıyor... Çantada hadi uyuşturucu olsa ne yapacaklar, yani Almanya’da uyuşturucu kullananlar yokmuş gibi, hangi alman kurumuna girerken uyuşturucu aramasından geçtiniz? Hollanda konsolosluğunda köpek araması var mı?

Konsolosluk içinde cep telefonunuz yok, iletişim hakkınız kapıdan girerken ortadan kalmış demektir… İnsan hakları mı dedi biri, yok canım o sadece kağıt üzerinde ki bir leke…

Bu arada kimlik değiştirme ücreti 59 Euro’dur, yanınızda bozuk para ile gidin... Bozuk paramız yok diyerek sizin paranıza devlet yardımı alabilirler.

Peki, neden bu kadar kontrol?

Sadece kendi vatandaşlarının girdiği bir yerde güven sorunu var. Kendi vatandaşına güvenmiyor ve korkuyor… aklıma başka bir şey gelmiyor… Eskiden bankalar cam arkasından hizmet verirdi, sonra camlar ortadan kalktı, yüksek masaların yerini rahat oturacak masa ve koltuklara bıraktı, işi olan elinde numara ile sırasını beklerken oranın havasından rahatsızlık duymadan orada zamanını sinirlenmeden geçirmektedir. Bankalar sistemin camekanıdır ve kapitalist sistem müşteri odaklı bir tercih yapmışken, devlet hala vatandaş merkezli değil… Vatandaşın ve bireyin hakları daha öne çıkarılması gereken yerlerdir devleti temsil eden yerler, çünkü orada küçük bir Almanya’nın profili olmalıdır. Misafirperver, dostça, insana yakışan ve geçmişini çağrıştırmayan ve geleceğe bakan bir çalışma alanı…

Peki bu çok mu zor?

Terör tehlikesi gibi kavramların ne kadar altı boşaltıldığı ve bugün ki teknoloji ile çok önceden tahmin edildiği bir yerde, güvenli alanda bir hapishane atmosferi ile gardiyan mahkum konuşmasının olmasını anlam veremiyorum…

Almanya insanı geçmişin karanlık yüzünü ortadan kaldırmış, sosyal devletin hala güzelliklerini üzerinde taşıyan ve ülkesine her türlü zenginliği davet eden ve zenginlikler ile kendisini güçlendiren bir ülke olduğunu hayal etmek çok mu ütopik?

Almanya içinde gelişen ırkçı, sağın yansımasını hiçbir zaman ülke dışında görmek istemiyorum…

İsmail Cem Özkan



21 Kasım 2018 Çarşamba

Uzlaşma


Uzlaşma

İki insan bir arada yaşamaya karar verir ve evlenir. Artık onlar eştir. Eşlerin en önemli dönemeci çocuk konusudur. Çocuk dünyaya geldikten sonra artık ebeveyn olarak anılacaklardır. Ebeveynler her ne kadar ortak karar verdik deseler de hayata gelen onların canı ister istemez bazı sorunları su yüzüne çıkmasına sebep olur ya da var olan sorunların bastırılmasına neden olabilir. Çocuklu yaşamın başlangıcı çoğu çiftler için henüz bir birini özümsediği bir süreç değildir. Özümseme ya da uyum zaman isteyen bir süreçtir ve çocuk bu sürecin bir yerinde hayatlarına katılır. Aşk öyle garip bir şeydir ki, kimse hiçbir şeyi önceden hesaplayamaz, bir an sevgili olanlar bir an sonra düşman olabiliyor, onları birbirine bağlayan varsa ortak çocuklarıdır.

Boşanmaya doğru giden adım içinde en çok duyulan söz “özgürlük”tür. “Kendi özgürlüğümü kazanabilmek için seni özgür bıraktım! Kısaca senden ayrıldım!”, üstelik herhangi bir neden öne sürmeden. Çocuk olacağını haber aldıklarında sevinçlerini yaşamaya henüz fırsat bulmadan iş dünyasının ve projelerin arasında yok olan Pierre (Gökçer Genç) boşanma için fırsat kollamıştır. Çocuğun bakımından kendisine dahi zaman ayıramayan Anna (Zeliha Bahar Çebi)kararını vermiştir. Ayrılık. Bu kararının sonucunu evliliklerinin bir buçuk sene geçtikten sonra mahkemeden almıştır. Boşanmışlardır. Onlar artık eş değildir. Ebeveyn! Anna eşinin ilgisizliğinden dolayı hayal kırıklığı yanında öfke doludur. Mahkemeden boşanma kararı almış olmalarına rağmen, çocukları için ortak bir karar alamamışlardır, çünkü babanın çocuğu görme hakkı vardır ama Anna için bu görme hakkının zamanı problem yaratmaktadır. Anna  ebeveyn olarak eski eşi ve kendisini yüzüstü bırakan kocası ile sorunlarını çözememiştir. Mahkeme bunun üzerine ülkemizde de uygulanan arabuluculuk sistemi içinde iki uzmandan yardım almaları konusunda tavsiyede bulunmuştur. Elbette burada zorlayıcılık yoktur, arabulucu olanlar işi olur tarafını ortaya koymak ile yükümlü, taraflar arasında diyalog başlamasına aracı olmak ile sorumludurlar. Sorunun çözüm yeri uzlaşama masası değildir, nihai kararı mahkemede hakim verecektir ama buradan alınacak her hangi bir tavsiye kararı hakim üzerinde etkili olacaktır.

Uzun bir giriş cümlesi kurdum, çünkü olayın anlaşılması için önemlidir. Şehir içinde yaşayan modern yaşamın en küçük birimi olan ailenin de parçalanmış halini ve çocukları üzerinden sorunlarına yaklaşımını anlatan bir oyun izleme şansını yakaladım. Toplumun en küçük bölümünü temsil eden ailenin boşanmış fertlerinin ebeveyn rolleri oturmuş trajik komik bana göre ise kara mizah unsurlarının bol bol serpiştirildiği Anna ve Pierre’in uzlaşama arayışlarına şehir tiyatroları sahnesinde izledim.

Oyunu izlerken oyunun akışı ve konuyu işleyişi açısından beni rahatsız eden her hangi bir şey hissetmedim, çünkü oyunun konusu, işleyişi ve akıcı hale getiren sorun içinde sorun ve sorunların çözüm yollarının bir yerde kesişmesi. Sosyal hizmet uzmanı İsabelle (Işıl Zeynep) ve stajı yeni bitirmiş ve işin henüz ilk deneyimini yaşamakta olan kızı Jeanne (Yeliz Şatıroğlu) arasında ki sorunun gün yüzüne çıkması ve birbiri ile yüzleşmesine de şahitlik etmekteyiz. Görüşme sırasında oluşan duygusal yakınlaşmalar ve yanlış kurulan empatilerin yanlış anlaşılması da oyunun komik ama aynı zamanda trajik yönünü vurgulamaktadır. Kuşaklar arasında bakış açısı, aile olarak kabul edilen ilişkilerin çözümlemesini de hissetmekteyiz.

Yaşadığımız çağ yalnız bireylerin geçmiş ile olan yüzleşmemesinin yaratmış olduğu sorun yumağı içinde boğuşması gibidir. Sorunlar baştan öngörülmemiştir ama öngörülmeyen yaşamın sorunları içinde çatışma halinde hesaplaşılmamış bir geçmiş bir gün zorunlu karşılaşmaları da ortaya çıkarmaktadır. Ebeveynlerde çocuk ve onun ile ilgilenme süresi olarak karşımıza çıkmaktadır, nafaka gibi maddi sorunlardan daha önemli olan duygusal boyutudur. Çocuk babasız ve ama annesinin aşırı ilgisi altında kişilik mücadelesi yapmaktadır.

İsabelle ve Jeanne arasında ki diyalogda ise babasız büyüyen bir genç kızın geçmişi ile annesi ile profesyonel ilişki dışında karşılaşmasıdır. İlk defa babasının fotoğrafını görecektir, aslında yakışıklı olmayan ama gülmeyi ve yaşamı seven bir babanın varlığı ile karşılaşır.  Aralarında ki çatışmada babasız büyümenin sonucunda oluşmuş olan bir tepkisel davranışlarını açıklar. Anna ve Pierre arasında ki gel-gitler ve uzlaşma adına atılan üçüncü buluşmada ki kırılmanın modern yaşam ve ailenin de sorgulamasını görebiliriz. Birbirine güvenmeyen ama kaybedeceğini hissettiğinde elinde tutma hesabı adına atılan düşünülmeden atılan adımlar ve sözler yeni hayal kırıklıklarının ve parçalanmış ailenin varlık sebebi de gözler önüne serilmektedir.

Oyuncular açısından oyunu değerlendirmek gerekirse, her biri kendisine verilmiş rolü içselleştirmişler ve duygusal geçişleri ve tepkileri hem vücut dili ile hem de mimikleri ile yerinde, abartmadan oyunun içinde seyirciyi kucaklamaktadır… Arka fonda kullanılan ses kirliliği şehir yaşamın homurdanması olarak algıladım ve duygu yoğunluğuna uygun olarak ses yükselmekte ve inmektedir. Oyuncuların vurgusuna pozitif katkısı göz ardı edilemez. Işık genel de orta masayı aydınlatırken bazı anlarda oyuncuların üzerine daha da yoğunlaşırken salonu karartmaktadır, bu ışık süzmesi elbette oyunun amacına uygun ve anlatılmak istenenin seyirciye ulaştıran uyarıcı olarak kullanılmaktadır, ben başarılı buldum… Sahne düzenlemesi de çok başarılı, üç tahtanın arkasında oyuncuların kulisidir. Orada dinlenmekte ve orada üstlerini değiştirmekteler. Kırımızı ışık ile aydınlatılması bir anlamda burası sahne değil, burası kulis ama sahnede olan bir kulistir demekte. Oyuncuların orada dinlenmesi ve rolün gereği sahneye çıkacağı anı beklemesi seyirciye arkadan fısıldamaktadır. Çok iyi düşünülmüş olduğunu düşündüm. Üç tahta üç ayrı bölüm, üç hesaplaşma...

Seyirci için düşünülmüş her anın hesaplandığı ve nerede sesin yukarıya çıktığı, nerede duygusal bakışın hakim olacağı ve de nerede aklın hakimiyetini ve aklın mantık diziminin sorgulanması iyi hesaplanmış bir oyun olarak gördüm.

Elbette ülkemiz sorunların hakim olduğu bir süreçten geçiyor, bu oyun sahnenin dolması için sahneye taşımış olarak düşünebilirsiniz, çünkü yaşananlara dokunmayan ve içinde bulunduğumuz sorundan çıkıp başka bireysel sorunların içinde kaybolacağımız bir oyun. Bir an içinde yaşadığımız coğrafyadan çıkıp Fransız sorunlu modern aile yaşamına bakmaktayız. Her toplumsal olayın bir sonucu vardır, tiyatrolarda ülkede ki baskı oranına göre toplumsal olaylara özgürce dil uzatabildiği gibi, baskın artması ile daha sanatsal ve daha dolaylı söylemleri seçerek yine topluma ve seyircisine belirli mesajları fısıldar. Özgürlük ile orantılıdır sahnede sesin tonu ve seçilen kelimeler. Yönetmenlerin, oyuncuların daha özgür olduğu ve korkmadan her cümleyi kurabilecekleri özgür sahnelerin özlemini duymaktayım… Ödenekli tiyatroların, parasını devletin kültür bakanlığından alanların elbette parayı verenin arzularına göre cümlelerini kısaltmakta ya da yuvarlama hakları vardır, çünkü tiyatro öyle bir şeydir ki, seyircisini bulamadığın an yapılmış tüm yatırımların zarar hanesine yazılmasıdır, oyuncunun aç kalması ya da emeklilik hakkının olmamasıdır… Oyuncu sonuçta işini para için yapmaktadır, yönetmenlerde oyuncuların beklentisine karşılık verecek oyunlar bulmak ile yükümlüdür, parasını alamayan idealist oyunculuk yoktur. Günümüzde tüm oyuncular profesyonellerdir ve onlardan bekleneni vermek ile yükümlüdürler… tiyatrolar kafalarda oluşturulan algılar ile örtüşmeyebilir, çünkü liberal ekonominin hakim olduğu düzlemde her tiyatro kendisini popüler söylem ve oyuncular ile ayakta tutma telaşı içindedir. Özel tiyatrolar seyircisini kendisi belirlemektedir ama ödenekli ve devlet tiyatrolarında seyirciyi belirleyen siyasi erktir ve onların öncelikleri sahnelerden hangi cümlelerin ve hangi oyunların konulacağını belirler…

Toplumsal mesaj yerini bireye seslenen mesajların aldığı oyunların bu dönemde sahnede olması tesadüfi değildir. Her geçiş sürecinin kendisine özgü dili vardır, bu dönemde kullanılan dil izlediğimiz oyunda ki dildir, özgürce bireysel çatışmaların birey boyutunda derinlemesine işlenen kara mizah, dram, komedi, trajedi boyutu ile bir çok oyunu bulacağız. Yabancı yazarlardan tercüme dilmiş oyunları genelde daha başarılı buluyorum, çünkü yazarı bizi düşünmeden kendi toplumu için yazmıştır ve bizi yönetenleri rahatsız edecek her hangi bir cümle içinde barındırmaz… Barındırırsa da zaten bize değil, yazıldığı ülkeyi iğneliyordur…


İsmail Cem Özkan


Uzlaşma
Yazan: Chloe Lambert
Çeviren: Zeynep Su Kasapoğlu
Yöneten: Aslı İçözü
Dramaturg: Arzu Işıtman
Sahne-Kostüm Tasarımı: Zuhal Soy
Işık Tasarımı: Mahmut Özdemir
Müzik-Ses Tasarımı: Ilgın İçözü
Oyuncular: Gökçer Genç, Işıl Zeynep, Yeliz Şatıroğlu, Z. Bahar Çebi
Yönetmen Yardımcıları: Tarık Köksal, Ercan Demirhan Ceysu Aygen, Derya Yıldırım


10 Kasım 2018 Cumartesi

Ali Asker


Ali Asker


Hozat’lı bir delikanlının atalarından duyduğu türkülere yaşadığı çağın ruhunu katarak yeniden üretmesi ile oluşur Ali Asker. Ali Asker devrime inanmıştır, devrimcidir. Bir gün gelecek eşit haklar içinde çok kültürlü bir ülkede yaşama hayalindedir. O Dersim’lidir. Acı ile yoğrulmuştur yakın tarih ve acıyı yaşayanlardan almıştır ağıdın, öfkenin nefesini. Henüz bitmemiş bir sürecin ara kuşağı olarak doğmuştur, zorunlu kalmıştır Elazığ'a göç etmeye. İyi ki de etmiştir, orada öğrenmiş ve yaşamıştır aşık geleneğini. Oraya gelen aşıklardan nefes almıştır, bilgi almış, onların önünde ilk sınavını vermiştir. İlk sınavını verdiğinde bir kahvede çay dağıtmaktadır. O emeği ile emeğin yardımı ile çıkacaktır, umudun merdivenlerinden.

O devrimcidir, devrimcilerin katledilmesini içinde yanan alevin yeniden dışarıya ezgiler ile vurmasını yaşamıştır. O artık şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy, nerede bir direniş varsa, nerede bir örgütlü devrimci yapı varsa orada sahne alacak, içinden gelen ateşin ezgilerini sloganlar eşliğinde seslendirecektir. O kendi emeği ve gücü ile katılacaktır kavgaya ve hiçbir karşılık beklemeden, sürekli dayanışarak, hiçbir yardımı gözetmeden yola çıkmış ve yolda sesine ses katacaktır. O sadece yol parasına yola çıkmış, geri dönmeyi düşünmemiş bir devrimcidir ve o dönüşü olmayan tolda işkence tezgahında kaybettiği kardeşinden sonra yurt dışına sürgüne gidecektir, çünkü düşman onu yakalasaydı kardeşinden farklı bir sonuç beklemiyordu. Yoldaşları işkence tezgahlarında, darağacında, direnerek dağda vurulmuş, öldürülmüş ve o sürgünde onların öfkesini, acısını, beklentisini ezgiye dökmüş söylemiş dayanışma gecelerinde, devrimci etkinliklerde sahneden seslenmiş, sahne bulamadığı zaman evinde besteleri ile seslenmiş, o sadece ezgileri ile yol almış devrimcidir ve devrimci olmanın gereğini yapmış, elindeki nota ile saldırmış karanlığa…

O bir devrimcidir, devimci yolda düşenlerin olduğu yerde düşenlerin arkasından ağıt yakmamış, sadece öfken ile umudu birleştirmiş... O içinde beslediği büyüttüğü umudunu sürekli ezgilerine aktarmış, aktarmakla kalmamış seslendirmiş. Seslendirmek isteyenlere de izin vermiş bir alçak gönüllüdür. O devrimci dayanışmanın, devrimci olmanın ne olduğunu yaşamı ile kanıtlamıştır. O sıradan bir askerdir, o bir neferdir, o bir sanatçıdır. O büyük laflar etmemiştir, inandığını söylemiş, elinde olan teoriye uygun bir dünya hayal etmiş ve o hayalini hayata geçirmek için mücadele etmiş bir devrimcidir. O devrimci bir sanatçıdır ve üretmeye devam etmektedir. En umutsuz olduğunda bile yeniden umut bulmuş, en küçük tohumdan bir orman olacağını bilerek bakmış hayata.

“Yemeden içmeden mahrum kaldıysak
Her zaman zayıftan yana olduysak
Varımız yoğumuz hepsini serdiysek
Gelecek aydınlık günler içindir.”

Ali Asker 50. satan yılını kutluyor, selam olsun devrimcilere, selam olsun devrimci yolda yürüyenlere, selam olsun düşenlere, selam olsun varlıkları ve ruhları ile aramızda olanlara, selam olsun Ali Asker’e…

İsmail Cem Özkan

7 Kasım 2018 Çarşamba

Sermiyan Midnight


Sermiyan Midnight

Sermiyan Midyat’ı sahnede canlı canlı izlemek baştan söyleyeyim keyifli, o keyfi ben yaşadım ve sizin de yaşamanızı isterim.

Tek kişilik gösterisi iki bölümden oluşuyor. İlk bölümü kendi yaşadığı ailesi ve çevresinde gelişen olaylar üzerinden yaşarken doğal gördüklerini, ileri ki yıllarda pek doğal olmadığını anladıktan sonra geçmişe doğru bakış.

Adının anlamından başlayan yani doğumdan başlayan bir ergenlik dönemine kadar geçen bir ilk bölümden seçmeler ile seyirci ile buluşuyor, ikinci bölüm ise daha çok mesleğini eline almış tiyatro sahnesinden sinema platolarına doğru geçişini anlatan ve turneler ve çekim için gittiği yerlerde yaşadıkları “normal” davranışlardan seçtikleri ile seyirciyi kucaklamaya çalışıyor. Çalışıyor diyorum, çünkü ilk bölümde kucakladığı seyirciyi ikinci bölümde kucağından kaçırıyor. Belki de arada çalan müzik seçimi bu uzaklaşmaya neden olmuş olabilir. Ama benim gözlemin elbette başka, çünkü benim gözlemime göre hicvin ortadan kalması ve yerini balon esprilere dayanmasıdır. Platolarda ve turnelerde gözlemlerinin altında toplumun dokunuşu yok, daha ağırlıkta bireyin orası için doğal olarak algılanan tepkileri üzerinedir. Şimdi ilk bölümü Kürt sorunundan, solcu babasının tutuklanması ve Kürt bir çocuğun İstanbul ve Ankara’da yaşadıklarını 80’li yıllarda ki doğal olarak gördüklerinin aslında doğal olmadığını yıllar sonra anlamak ve onu anlatması daha içten ve sözler de küfürlerde sözün içinde sırıtmamasının etkisi var.

İlk bölümde Kürtçe ile Türkçe karışımı bir yaşamın çelişkilerini mizahın hicvini öyle bir yediriyor ki, hiciv mi, dalga geçmek mi arasında kalabiliyorsunuz… Kahkahası bol ilk bölüm eşliğinde Midyat sahnede adete salona hükmediyor. Ama ikinci bölüm için aynı başarıyı koruduğunu söylemek zor, çünkü onun seçtiği deneyimler ve film çekerken yaşanmışlıklar seyirciyi kucaklayamadı. Kucaklayamamasının nedeni ilk bölümde yaşanmışlıklar ve hiciv tonun yok olmasında yatıyor. Toplumsal eleştiri mizahın dilinde farklılaşır ama toplumsal olayların birey bazına indirgediğinizde ve bireyin ağzından çıkan küfürler ile anlatımı her zaman mizah olmuyor, seviye aşağıya doğru düşüyor… İkinci bölümde bende uyandırdığı etki, Amerikan oda tiyatrosunun küfürlü versiyonun Türkçeye birer bir çevrilmiş ve tek oyuncuya uyarlaması gibi geldi… Amerikan genç tiyatro yazarları ve dizi yazarları oyunlarını okurken veya izlerken hep aynı duyguya kapılıyorum, onların dilince siktir çekmek sokak dili içinde doğal ama bizde cümlenin başına aldığınız an batıyor, rahatsız ediyor... Küfürle başlayan ama sonra işin içinde entrikaların ve kara mizahın unsurların olduğu oyunu bir bütün baktığınızda tercümede bir yanlışlık olduğunu ve bizim toplumu tanımadan uyarlamaya çalışması olarak olduğunu düşünüyorum, kısaca tv için yapılan dizilerin arasına kahkaha yerleştirmek gibi bir şey ama olmuyor...

Sermiyan Midnight, hoş vaktinizi çalmıyor, size 80’li yılarlın yaşanmışlıklarının ve garip durumların Kürt bir ailenin çocuğuna yansımasını izleyeceksiniz, ortaya çıkan çelişkileri Sermiyan o kadar ince işliyor ki, sizi kahkahaların arasında bir dönemin geçekliği ile yüzleşmesini sağlıyor…

Sahne ışığı, müziği, dekoru konusunda bir şey demiyorum, çünkü tek kişilik oyunun öznesi sahnede ki performansıdır, seyirci ile kurduğu diyalogdur. Seyirciyi oyunun bir parçası yaptığı oyunlarda olduğunu kelime arasında anlattı, bazı zamanlarda seyirci ile bire bir diyalog kurmaya çalıştı ama benim olduğum oyun içinde seyirci sahneye sadece kahkahası ile katıldı…  Espriler arasında nefes alma ve boşluk olmalıdır ki seyirci nasıl bir espri bombardımanı altında kaldığını hissedebilsin, arka arkaya gelen öyküler beni bir ara kopardı, sadece kahkaham kaldı kulağımda!..

Dekor her zaman aynı mantık içinde işliyor. Bir koltuk, bir sehpa ve üzerinde içecek, bir köşede farklı ses çıkarmak için mikrofon ve yaka mikrofonu… Işık genelde sahneyi tam aydınlatır boyutta ve son öyküde otel ve müşterisi bölümünde sahnenin her alanı karartılıp oyuncu üzerine yoğunlaşması ve oyunun bitişi mum söndürülmesi… Müzik sadece verilen arada ve oyunun başlamadan verildiği halde oldu ve seçilen müzik seyirciyi hazırlayan şekilde değil, öyle tercih edilmiş sadece… Anonslar mizahi ve cd’den yayınlanması… Bana göre çok iyi olmuş, anons bile oyuna hazırlarken müzik dışında kalmış…

Vakti olanın, 80’li yılların bir çocuğa yansımasını ve “beyin yanmasını”  yani evde ve okulda ki yaşamın birey üzerine yansıması ve farklı dünyaları aynı anda yaşamasını anlamanız açısından gidin ve bol bol kahkaha atın ve soyun sonunda eğer vaktiniz varsa düşünün…

İsmail Cem Özkan