Galata Gazete


15 Aralık 2018 Cumartesi

1984 Büyük Gözaltı


1984 Büyük Gözaltı

Totaliter ve baskıcı bir iktidarın kontrolünde olan Okyanusya toplumu anlatılır. Toplum parti ve onun lideri Büyük Birader’in diktatörlüğünde sınıflara ayrılmıştır. Hiyerarşik sınıflamada ortalarda yer alan bir memur, oyunun başkahramanıdır. Doğruluk Bakanlığında çalışan dış parti üyesi Winston Smith’in gözünden baskı altında yaşayan Okyanusya toplumu anlatılır. 

Oyun üç bölümden oluşmaktadır ve iki bölüm olarak sahneye taşınmıştır.  İlkin toplumda günlük hayat ve Winston’un yeri tasvir edilir. İkinci kısımda Julia adında bir kadınla yaşadığı cinsel ilişki ve parti yönetimine karşı çıkan düşünceleri işlenir. Son olarak da Winston’ın parti tarafından ele geçirilerek işkencelerle sisteme uygun bir vatandaş yapılması anlatılır.

“Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir.”

Her şeyi gören ve bilen bir devlet toplumun tüm denetimine hakimdir. Denetimini sürekli kılmak için toplumun hafızasını silmek önemlidir. günlük konuşulan dili sadeleşme adı altında rejimin ayakta kalması için düşünen değil, biat eden, itaatkar bir toplum yaratmaktır. Düşüncenin olmadığı yerde cümlelerin ve kelimelerin artık anlamı yoktur, kısa ve öz anlatıldığında toplum ne demek istendiğini anlayacak ve ona göre kendisini biçimlendirecektir. Bu amaçla oluşturulan bir büroda, çalışanlar hem İngiliz dilinde sadeleşmeye hem de geçmişte yayınlanmış haberlerde geçen kişiler içinde eğer bugün hain olarak ilan edilmişse onun geçmişinin hepten ortadan kaldırılması için çalışmaktadır. Ülkede tek yayınlanan dergi ve gazete tıpkı basım yapacak şekilde yeninden biçimlendiriliyor ve arşiv için yeniden basılıyor, elbette bu bürodan giden yeni düzenlemeye uygun olarak, bu sayede geçmiş yeniden yaratılmış oluyor.

“Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi de kontrol eder.”

Sürekli tekrarlanan bir cümledir belki günümüzde de, çünkü geçmiş her rejime göre yeniden yaratılıyor ve bize inanın deniyor, bakın geçmişimiz budur, hatta demekle kalmıyorlar popüler diziler iyi anlamamız için tekrarı bol şekilde seyrettiriliyor. Yaşanmışlıklardan daha önemli olan kurgudur, senaryo yazanlar elbette geçmiş ile bire bir anlatma derdi yoktur, onlar sanat yapmaktadır… Geçmişin tahrip edilmesi yeni değildir, çünkü ulus toplum olmak için önce geçmiş yaratılırdı, destanlar yazdırılırdı. Şimdi ulus devletinin çöktüğü yerlerde iktidara gelenler güya ulus devletin altında çok eziyet çekmişler gibi feodal düzenin en bilinmezlerinden yeni bir tarih yaratarak yakın geçmiş ve bugün ile hesaplaşmaktadır…

Diktatör rejimde savaş önemlidir, ülkelerin istilaya uğrayacağı korkusu ve ülkesi için savaş toplumun bir arada olması gerekenidir. Savaş haberleri ve savaşta ki zaferler ve yenilgiler gerçekte olup olmadığını kimse bilmez, çünkü bültenlerde anlatılan gerçek olarak kabul edilir ve o gerçek üzerinden toplum içinde zafer kazanan liderlerinin konumu daha da sağlama alınır…

Savaşların dışında bir de vatan hainleri ve liderine karşı suikast düzenleyecek insanlar vardır. Onlar hakkında ekrandan halka seslendirilir ve halk tarafından yuhalandırılır… Liderler halka kendisi için zararlı ve düşman gördüklerini meydanlarda, odalarda, kahve ve iş yerlerinde yuhalatmayı severler, bu sayede toplum içinde bir düşman varlığı kabul edilir ve kimse sorgulamadan lider ne diyorsa doğru odur ve onun liderliğinin devamı için jurnalcilik yaygınlaştırılır. Muhbirlik kurumsallaşmıştır, çocukluktan itibaren devlet yani parti ve lider için muhbirlik yapmak bir vatani görevdir.

Kimin ne tepki vereceği, nerede gösteri yapacağı, yuhalayacağını da parti belirler ve partinin belirlediğini hak yapmak ile yükümlüdür. Muhalefet olanlar ise görünmez olmak için halkla birlikte yuhlar ve onlar gibi davranır, bu görünmezlik toplum içinde var olduğunu bilen lider ve onun partisi onlar gibi gözüken partiye güya muhalefetlik yapıyormuş gibi adamlarını da toplum içinde görünmesi sağlanır ki, muhalefet olanlar ve lidere karşı olanlar için karakol kurulur. O karakola düşenler sorgulanacak ve gerek olursa bu dünyada hiç yaşanmamış hale getirilir… Zaten lider dışında her birey aslında yaşamıyordur!

Winston sıradan bir memurdur ve yan tarafında çalışan iş arkadaşı bir gün yok olmuştur ve artık o yoktur, kim olduğu dahi kimse anımsamayacaktır… Onun boşalttığı yere başka biri atanır ve gelen bir kadındır. Kadın daha önce Winston’u görmüş ve izlemiştir ama parti temsilcisi ile geldiği için tanımazlıktan gelir. Winston şüphecidir. Onu izleyen biri hayırlı bir iş için izlemiyordur, gizli ajan olduğunu düşünür. Gelişen olaylar sonucunda ajan olmadığı ortaya çıkar. Gizlice buluşurlar ve bir arada olmak için prol (proletarya)’ın yaşadığı yerde bir oda kiralarlar. Julia ve Winston iktidara karşı geliştiren memur konumuna gelirler. İkisi de mutlu değildir, değişim istemekteler ve geçmişte belki insanlar daha mutlu yaşıyorlardı. Geçmişi kendileri siliyor ve yeniden yazıyorlardı ama geçmiş de görülmesi ve hissedilmesi istenmeyen var olduğu düşüncesi onun hayatını etkileyecek konuma doğu hızla sürüklüyordu. Kendilerine yakın hissettikleri partinin yetkilisi Emmanuel Goldstein’in arkadaşına açılırlar. Gizli bir görüşme yaparlar ama gizli görüşme yaptıkları kişinin kendisi işkenceyi yapan olduğunu yaşayarak öğreneceklerdir. Toplum polisidir kısaca… Kiraladıkları odada yakalanırlar.

İşkence ile doğru bildikleri unutturulur. Winston işkenceden kaçabilmek için sevdiği Julia’yı dahi suçlamaktadır. Julia da çözülmüştür. Basit bir yaşantıya sahip olan Winston öykünün sonunda partinin gerçekliğini kabul etmiştir. Eskiye dair bir şey hatırlamaz. Julia’yı gördüğünde, tam da partinin istediği gibi, Okyanusya’ya yakışır biçimde davranır. Artık birer sade vatandaştırlar.

Sade ve yıpranmış vatandaş Winston satranç oyun sırasında 2+2 = 4 diye bağırarak özgürlük istemini dillendirir. Özgürlük istemi hangi toplumda olursa olsun, hangi baskıdan geçilmiş olsa da asla yok olmayacaktır, çünkü insan olmak ve insan olarak kalabilmenin bir şartıdır.

Oyun iki bölümden oluşacak şekilde sahneye taşınmıştır. İçeriğini yukarıda elimden geldiğince ayrıntılı bir şekilde anlattım, elbette oyunda oyuncuların anlatımı çok önemlidir, çünkü sahneye aktarılan her cümle hak ettiği bir şekilde izleyiciye ulaştırmak ile yükümlüdür. Vurgu, sesin kullanımı, vücut ve mimikler cümlenin içeriğinin seyirci tarafından algılayışını da etkiler. Elbette oyuncu her vurguyu usta bir şekilde yerine getirmiş dahi olsa, sahnede ki duruşu, sahne düzeni, ışık, müzik... Kısaca tiyatroda olması gereken her bir öğenin de uyumlu bir birinin yolunu açacak ve kolaylaştıracak şekilde olmasıdır. Rutkay Aziz yönetmen olarak birikimini bu oyunda ortaya koymuş, sahnede fazladan hiçbir şey yoktur, sade, oyuncunun hareketini rahatlatan bir düzenlemeyi, dekor, ışık tasarımı içinde uyumlu çözmüş. Oyun oynanırken kumanda başında olanların yetenekleri oyunun akışına etki etmektedir. Bir küçük hata, erken giren bir ışık, müzik akışta görünmeyen ama hissedilen bir teklemeye yol açabilir. Benim izlediğim akşam bir iki küçük hatanın sadece teknik masanın başında olan ve o sahnede detaylı prova yapamamanın getirmiş olduğu durum olduğunu düşündüm. Onun dışında oyuncular sahneye düşen ışığın ve bazı sahnelerde etrafı karartılmış ışık süzmesi içinde yer alarak hareketli olmayan ama önceden planlı bir şekilde yerleştirilmiş ışığın dengesi içinde oyunları ve rollerine olması gerekeni verdiler. Her biri usta oyuncunun ustalıklarını gösterdiği bir şölene dönüşmüş. Bazı konuşmalar sırasında oturduğu yer salonun arka tarafına doğru olduğu için müzik sesi bastırmış olduğunu ve sahnede kara mizahın ince göndermelerini ne yazık ki kaçırdım…

Büyük biraderin hem gözlem yaptığı hem de mesajlarını verdiği ekran ve kurgusu bana göre çok başarılıydı. Sahneye hakim bir yerden seyirciye de seslenmektedir. Tek kanalın ve tek söylemin hakim olduğu yerde muhalif olanların duyguları ve insani tepkileri seyirciye yansımasını çevremde oturanların verdikleri tepkilerden anladığım kadarı ile amacına ulaştığını düşünüyorum…

Fırsatı olanların elbette bu oyuna gitmesini isterim, günümüze dolaylı olarak bir şeyler söylemektedir. Kitap yazarının Sovyet Rusya ve komünist parti eleştirisi olarak kaleme aldığı bu kitap, okuyana ve yorumlayana göre değişiklikler gösterdiğini söylemden edemeyeceğim. Tek partinin hakim olduğu, tek doğru ve tek geçmiş, tek gelecek ideali içinde olan toplumların kara mizah eleştirisidir…

Bu oyunun eleştirisini yazarken iki oyuncuya vurgu yapmak istedim ama cümleler çok uzadığı için biraz da okuyanı düşünerek kısaca belirterek bitireyim cümlemi. Taner Barlas ve Ekin Aksu özetini yazarken de sizinde dikkatinizi çekmiştir, o iki ismi canlandırdılar. İkisi sahnede usta olduklarını bir kere daha gösterirken, usta birinin sahnede diğer oyuncu arkadaşları ile ve seyirci ile iletişimini izlemenizi isterim, çünkü muhteşem bir performans… Elbette her oyuncu çok başarılıydı, ekip başarılı olmasaydı bu iki usta bu kadar öne çıkmazdı… Emeği geçenlere teşekkür ederim…

Son cümlenin notu olarak okuyun, beni oraya davet eden BKZ iletişim çalışanlarına ayrıca teşekkür ederim…


İsmail Cem Özkan







1984 Büyük Gözaltı
Yazan: George Orwell
Uyarlayanlar: Robert Owens, Wilton E. Hall, William A.Miles
Çeviri: Artun Özsemerciyan, Celal Üster
Kurgu: Taner Barlas
Yönetmen: Rutkay Aziz
Dekor ve Kostüm Tasarım: Metin Deniz
Müzik: Cahit Berkay
Reji Asistanı: Andaç Sayın
Işık Tasarım: Mahmut Özdemir
Oyuncular: Rutkay Aziz
Taner Barlas
Ekin Aksu
Özcan Alpar
Levent Yılmaz
Aytaç Öztuna
Hüseyin Uçurtma
Hüseyin Demir
Projeksiyon Oyuncuları
Ali Gül
Gülşah Kıray Barlas
Ezgi Erdilek
Aykut İşpir
Bekir Akbaş
Özgür Can Akbaş

14 Aralık 2018 Cuma

İnsan tanrıyı yarattı, tanrı insanı…


İnsan tanrıyı yarattı, tanrı insanı…

Mitolojik bir öykü değildir tanrı ile insan ilişkisi, hala yaşadığımız ve bizi etkileyen bir kavramdır tanrı. Tanrı adına cinayetler işleniyor, onun adına aş evleri kuruluyor, onun adına mabetler inşaat ediliyor, onun adına kurbanlar kesiliyor. Tanrı kana susadığı an kan dökülüyor, çiçeğe ihtiyaç duyduğunda çiçek ama çiçekler genelde ölüm merasimlerinde taşınıyor. Çiçek bir anlamda son yolcuğunun bir sembolü oluyor…

İnsan doğa karşısında güçsüz olduğunda, her zaman onu yenmek için mücadele etmiş, mücadele ederken de ibadet etmiş, boyun eğdiremediği güce karşı. Ne zaman onu yenmiş başka bir güce yönelmiş, o güç karşısında boynunu bükmüş, çaresiz ve mazlum olduğunu haykırmış, her haykırış bir isyanın ilk işareti olmuş. İnsan neye boyun eğmişse onu yenmek için gizliden, açıktan çalışmış. Tanrı ile kavgasını sistemleştirmiş ve bilimi bulmuş, öğretilerini geliştirmiş, bilimin her adımı tanrının hakimiyet alanını daraltmış, o kadar daraltmış ki insanın, hayvanın doğumuna ve ne zaman doğacağına kadar kararı insan verir olmuş. O yüzden bugün her büyük şehirde bir doğum ve bebek konusunda uzman özel hastaneler oluşmuş, çocuğun ana rahminde DNA’sı ile oynanarak istenilen insan sipariş bile edilir olmaya başlamış, ilk adımları ve başarıları medyaya düştü bile…

Tutucu olan aileler de bu doğum yaptırma merkezlerine gidip spermlerini ve yumurtalarını bırakıp, orada yapılan işlemin sonucunu doğumhane önünde bekler olmuş. Kimse bunun anlamını sorgulamamış, çünkü çıkar her duygudan daha üstündür ve çıkarına geldiği sürece hiçbir işlem sorgulanmaz, çünkü belirleyici olana boyun eğmek gereklidir…

İnsan, kendi cinsi dışında ki tüm canlıların tanrısı oldu, istediği an kendi zevki için öldürüyor ya da dönüştürüyor... Evcilleştiriyor, evcilleştirdiklerini suni olarak doğum yaptırıyor ve kendi ihtiyacı için ihtiyacından fazla öldürüyor. Bugün evcilleştirilmiş hayvan sayısı doğada ki yabani olarak adlandırılanların oranı arasında ki uçurum çok büyük.

Evcilleştirilmiş hayvan sayısı doğada ki tüm canlılardan en az on katı daha fazla konumunda... İnsan üstelik hayvanları coğrafya, hava durumuna bakmadan her yere taşıyor ve orada insan zevki için kafeslerde sergiliyor...

İnsan tanrı oldu, tanrılar insanlara yaptığını şimdi insan her türden canlıya yapıyor...

“Ben tanrı görevinden kendimi feragat ettim ama benim cinsimden diğer insanlar ben rahat tüketeyim ve tükettiğim şeyin bir canlıdan elde ettiğini yok saymak için paketler içinde bana sunuyor…”

İhtiyaç diyerek ya da ihtiyaç haline getirilerek bize sunuluyor ve tüketiyoruz…

Tanrı insan, diğer tanrılar ile kavga ediyor, Yunan mitolojisinde tanrıların kavgasını okuduğumuz tüm destanları yaşıyoruz...

Peki, tanrıların hüküm sürdüğü tanrı olmayan insanlar, kim onlar?

İşte denek konumuna getirilmiş ülkemizin insanı, yarı tanrı konumunda kendimizi tanrı gibi sunmak için çabalıyoruz...

Büyük şirketlerin gelişmiş ülkelerde pazarlayamayacakları ve daha ucuza mal edilen ürünlerini tüketiyoruz, elde ettikleri sonuca göre yeni ürünleri ve daha ucuza elde etmek için deneklerden elde edilen sonuçlarını yapay zekalarında biriktiriyorlar… Bizler onların kobayı konumundayız, gelişmiş ülkelerde aynı marka ve biçimde tüketilen ile bizde tüketilenlerin içerikleri farklı… İlaçlarda da aynı kural geçerlidir. Algoritmalar (üretim şeması) aynı ama içerik farklı, daha insan dışı, sağlığa zararlı ne varsa daha ucuz olduğu için ülkemizde pazarlanıyor…

Dinler kendi inanç sistemine uygun insanı yarattı ve o insanlar bizi kendi homojen yapılarına uygun biçimde biçimlendirmeye kalktı. Bugün özgürce kendimizi ifade edebileceğimiz ne ortam ve ne de geliştireceğimiz coğrafya kaldı…

Her yerde hukuk maddelerinin konservatif yapısı içinde nefes alacağımız alanlar açma kavgası içindeyiz. Hukuk, var olan sistemi savunur ve korur, özgürlükler için kapılar açmaz, özgürlükler hukuka rağmen mücadele sonunda elde edilmiş haklar ile oluşur…

Yaşadığımız zaman içinde ise elde edilmiş haklarımızın teker teker ellerimizden alındığını ve buharlaştığı süreci yaşıyoruz. Yeni alanlar açmaktan daha çok, var olanı koruma telaşına düşüldüğü an, sistemin hakimleri için kolay kazanılan zaferler anlamına gelir, çünkü var olanı korursanız dahi zaten sistem bu konuda kazanılmış alanıdır…

İnsan sistemi yarattı, sistem insanı biçimlendirerek kendi ihtiyacına uygun eğitiyor… Her sistemin yaşama ömrü vardır, çünkü sömürünün olduğu yerde başkaldıracak ve yeni bir sistem kuracak güç her zaman var olacaktır… 

Bütün dünyanın kobayları birleşin, sizin üzerinizde deney yapanları ve onların ürünlerini çöpe atın! Gelişmişlik ile gelişmekte olan arasında ki uçurumu yok edin ki, sizin içinde özgürlük alanları oluşsun! Güneşin ülkesin de güneşi görmeyen insanları kobay ve köle olmaktan başka yaşamlarında olduğunu hissedin, sokağa çıkın, güneşi görün, onun ısısı altında da hayatın devam ettiğini bilin! Size sunulan ile değil, sunulmayanı isteyin! İnsan tanrı oldu ve tanrılar büyük şirketleri yönetiyorlar, onlar adına ve onların çıkarı için birbirimiz ile kavga etmeyelim! Onların sırça köşküne bir kuru kafa fırlatın gitsin, belki yerle bir olur!

İsmail Cem Özkan



4 Aralık 2018 Salı

Biz güzel çocuklardık.


Biz güzel çocuklardık.

‘Biz Güzel Çocuklardık‘ Hasan Kaplan 12 Eylül süreci içinde yaşanmışlıkları mizahı bir dil ile topladığı kitabın adıdır. Kitap her hangi bir art niyet taşınmadan, dönemin duygusu ve tepkilerini bugünden bakarken aslında acıların komik tarafını da gözler önüne serer.

Kitap; Suluova, Amasya, Vezirköprü, Yeni Çeltek düzlemindedir.  O bölgenin insanın acısıdır, yaşadıklarıdır. O bölgenin acısı diğer bölgede yaşananlardan ne fazladır ne de düşüktür, 12 Eylül sokağa çıkan panzerler panzerleri kullananlara verilen emir üstüne bir kuşak, ona bağlı olan tüm yakınlarının üzerinden geçmiştir. O dönemde yaşanan acılar, ölümler, faili meçhul cinayetler, idam ettiği gencin cesedi bile bugün bulunmamaktadır. Mezarı olmayan ama sadece tutuklama kayıtlarında veya idam fermanında ismi olan gençlerin mezarları yoktur… Kimsesiz ve çaresiz bırakılanların acısıdır 12 Eylül sabahı başlayan ve uzayan yıllar.

12 Eylül öncesi yaşananları bugün çoğu insan artık anımsamıyor ya da anımsamak istemiyor, yaşananları bir bölüm ise dokunulmaz ve idealleştirmek gayretindedir.  Geçmişe bakmak için işin boyutunu aşağılamadan ve olduğu gibi acıları ile birlikte anlatmak önemlidir. Mizah dili bir anlamda bizi geçmişe götürürken acılarımız ile yüzleşmemizi sağlayan en iyi seçilmiş araç olduğuna inanıyorum. Bugünden düne baktığımızda elimizde bir senaryo vardı ve o senaryoya uygun yaşadığımız duygusuna kapılıyoruz. Ama elimizde ne senaryo vardı ne de önceden kararlaştırılmış bir yol… 12 eylül sürecine giden bir kaos ortamı yaratmak isteyenler ve o kaos ortamında taraflar yaratılması ve saldıranlar vardı. Ulus devletine uygun olarak farklı ve öteki olarak görülenlere karşı planlı, istemli bir saldır olduğunu ve o saldırının doğal sonucu olan da bir savunmanın olduğudur. Devrimcilere düşen görev savunmaktır. Acılar ile karşı karşıya kalan, işçiler, Aleviler, Kürtlerin yanında yer alan bir savunma arayışıdır.  Bir senaryonun adsız kahramanları ve muhatabı olmuştuk. Bizler yaşadıklarımız seçme özgürlüğü bırakılan değildik, zorunlu olanı yaşadık, zorlukları yaşadık…

Karadeniz adı geçtiğinde ister istemez Fatsa ve onun seçilmiş bağımsız belediye başkanı Fikri Sönmez, yaptığı işe bakarak söylenince Terzi Fikri anıları da olmazsa olmazıdır. Onun da içinde bulunduğu cezaevi koşullarında Terzi anlatılır. Yeni Çeltek Madenci Direnişi ve Yeraltı Maden-İş ve Çetin Uygur adı geçmeden olmazdı. Olmadı da. Onların yanında yer alan, onlar ile birlikte yeni bir dünya kurma hayali olan devrimcilerin öyküsüdür bu kitap. Kitap ağırlıkla cezaevi süreci ile ilgilidir. Cezaevi öncesi Et ve Balık Kurumu için yapılmış bir binanın işkence merkezine dönüştürülmesi ve bodrum katının işkence tezgahı olarak işlev görürken hayvanların asılması gereken tellerde insanların asılıp, işkence yapıldığını görmekteyiz. Oraya kimler gelmemiş ki, solcu olarak görülen Aleviler hedef olmuş (her dönemde olduğu gibi). Onlar sadece Alevi oldukları için suçlar yüklenmiş, köyler basılmış, köyde yaşlı, kadın erkek ayrımı yapmadan düzenli aralıklar ile gidilip bu Et ve Balık Kurumunun alt katında ki tezgahtan geçmiş. Herhangi bir Alevi köyüne bir askeri tim ya da polis gelmişse bilinir ki oradan birkaç kişi o Et Balık Kurumunun “misafiri” olacaktır.  Aleviler dışında madende çalışan işçiler olmuş… Ezilenlerin yanında yer almış öğretmenler olmuş, emekçiler ile birlikte kurtulacağına inanan köylü olmuş... Kısaca muhalif olan kim varsa 12 Eylül darbecilerin hedefindeydi. Bu kitap onların hikayesidir. 

12 eylül öncesi tüm kasabalar, şehirler, köyler bile içten içe parçalanmış ve sağ ve sol arasında görünmez sınırlar oluşmuştur. 12 Eylül sabahından itibaren solcuların oturduğu mahallelerde ne kadar genç varsa, kuşkulandıkları ve potansiyel devrimci oldukları kabul edilerek onlarda tezgahların olduğu hücrelere seslerini bırakmış. Ceza almaları için devrimci gençler için yeni suçlar yaratılmış, çünkü 12 Eylül faili meçhul olayları çözmek için gelmiştir, failler yaratarak suçları ortadan kaldırıp “temiz” bir ülke yaratma iddiasındadır. Maneviyata önem vererek dinsizleri ve Alevileri Müslümanlaştırma adına işkence boyutunu yaşamın her alanına yaymıştır. 

“Her nasılsa Türkiye’de Amasya'nın Gümüşhacıköy ilçesinde doğmuş olan bu Ermeni oğlu Ermeni…” cümlesinin muhatabı olan Devrimci Garbis Altınoğlu’nun yargılanmasına dair kısa bir öyküsü de bulunmaktadır. Hukuk fakültesinden mezun olmuş bir hukukçunun yazmış olduğu iddianame de geçen bu cümle geçmişin ve kendi vatandaşına bakışın çıplak bir örneğidir.

12 Eylül korkuyu sokakta hakim kılmak için kimsesiz, sokakta yaşayanları bile cezaevine almış. Suçsuz oldukları anlaşılınca hiçbir kayıta ihtiyaç duymadan Et Balık Kurumunun bahçesinden ana yola bırakılmış. Bir kaza sonucu ölen işkence tezgahından geçmiş bir genç, kimsesizler mezarlığında yatmaktadır.

İşkence tezgahlarında direnenler, konuşanlar, işlemediği suçu kabul edenler, isim bezerliği yüzünden mahkum olanlar hepsi bizim geçmişimizdir ve o geçmişimizin trajikomik olaylar ve anılar bu kitabın içindedir. Cezaevinin kıt ve baskı altında ki koşullarda insanın insan olarak kalmasının mücadelesidir. 

12 Eylül öncesi odununu, kömürünü, gecekondusunu yapımını ve yıkmaya gelenler ile çatışan devrimcilerin iyi niyetini yaşamış, onları evinde ağırlayanlar 12 Eylül sabahından sonra onlara yüz çevirmişler ve göz göze gelmemeye özen göstermişler. Hatta tesadüfen karşılaştıklarında ise “Sizden ne çektik biz!” diyerek azarlayarak yanından uzaklaşanlar… Devrimcinin ağzının kenarında işkence izinin bırakmış olduğu acılık değil, yaşadığı bu durumun acı bir gülümsemesi kalmıştır.

Küçümsenen, aşağılanan bir vatan düşmanı olarak damgalanan gençlerin yaşadıkları günlük bir dil ile içten anlatılan öyküler toplamıdır…

Darbe ile iktidarı ele geçiren rütbeli subayların birer nutuk çekme ihtiyaçlarını giderdiği yerler olmuş cezaevleri, gözaltı merkezleri… İşkence tezgahlarında çalışan memurların egoları ve fail arama yarışları, örgütleri çözmek adına muhbir ve itirafçıların desteklendiği ama ödül olarak onlara hiçbir şey verilmediği karanlık bir süreçtir.

Sağcıların nasıl olsa solcular direnir ve haklarını alır bizde bundan yararlanırız diye baktıkları fırsatçılıkları…

Alttan alta dincilik faaliyetlerin cezaevlerinde yapılması ve solcuların işkence ve dayak yemeleri için ayarlanmış ortamlar yaratılır. İtiraz hakkı olmayan tartışmalar denilen söylevlerde devrimci gençlerin sadece dinleyici olması istenmiş, homurdanan, itiraz edenlerin yeri işkence tezgahı olmuştur…

Bütün bu olumsuzluklara rağmen hücrelerde, koğuşlarda yaşanan birlikler, ortak çözüm yolları aranması ve uzun sürede bir arada kalmanın getirmiş olduğu sorunlarda kitabın sayfaları arasındadır…

Kısaca okurken sıkılmayacağınız ama içinde bugüne dair derslerinde olduğu kitaptır. Lider olmayan, liderlik gibi iddiası olmayan her yerde emekçi, özverili, samimi olan bu gençlerin emekleri sık sık istismar edilmiş olmasına rağmen inandıkları yoldan ayrılmamışlar.

Su yayınlarından çıkmış olan bu kitabı alıp okursanız en azından 12 Eylül sonrası ve o kısa süreçte yaşayanların duyguların ile empati kuracağınız bir çok nokta bulacağınızı düşünüyorum… O günleri anlamayanların bugünü anlamlandırması gerçekten zor, çünkü kırılmanın başlangıcı 12 Eylül öncesine dayanır ama bugün ise sonuçtur…

Kırılma sürecinde o kuşak üzerinde sadece işkence tezgah izleri kalmadı, onların duyguları ve bakış açılarında ki derin ayrışmalarda kaldı.

O dönemin travmasını anlamak gereklidir.

12 Eylül darbesine doğru bir ülkenin nasıl hazırlandığı, hangi kesimleri bir birine çatıştırıldığı, ülkede birden var olan hükumeti devirmek için nasıl karaborsanın ortaya çıktığı ve devrimcilerden beklenen tepkilerin nasıl örgütlü bir güç ile karşı konulduğunu; bu kitabın içinde satırların arasında bulacaksınız…

İsmail Cem Özkan

Biz Güzel Çocuklardık
Hasan Kaplan
Su Yayınları
Mart 2018,  İstanbul


1 Aralık 2018 Cumartesi

Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)


Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”

Cerrahpaşa hastanesinde bir oda ya da bir otel odası… Son geceden geçmişe doğru bakış ya da geçmişin son güne yansıması… Olayların kurgusu şairin iç dünyasına doğru yolculuğa çıkarken yaşadıklarının iç dünyasına yansımasına şahitlik edeceğiz.

Şairin hayatını değiştiren acılardır, annesinin son nefesi onda gerçek ile hayal arasında ki ya da günümüz dili ile söylersek yarattığı gerçek ile yaşadığı gerçek arasında gel gitlerin olmasıdır… Karıştırmaktadır hayalini ve yaşadığını. İç içe geçmiştir iç dünyası ile yaşadığı dünya. O bir rüya görür annesinin öldüğü gün, kendisini telefon ile arayan biri vardır, o arayan da aslında kendisidir. Kendisini bulmak macerasıdır hayatı.

Oyun şairin hayatından kesitler bir oda içinde seyirciye verilmektedir. Dönemim tüm yazarları ve şairleri o odanın içinde sohbete katılmaktadır. Onların İstanbul tutkusu, İstanbul’da yaşamanın getirmiş olduğu zenginlik. O Paris’de de yaşasa, Madrid’te de İstanbul'u yaşamaktadır.

Onun ilk ayrılışı değildir İstanbul’dan, doğduğu ve büyüdüğü şehirlere de gitmiştir. Üstelik Osmanlı toprakları olmasına rağmen pasaport ile gidilirmiş dönemin istibdat kurları içinde… Abdülhamid’in memurları ülke içinde seyahatlere de izin verirmiş. Onun Paris macerası izinsiz bindiği bir vapur ile başlar. Paris’de şiirin nasıl yazılması gerektiğini öğrenecektir, ona kazandırdığı en büyük ödül şiir masa başında çalışılarak ve o şiirinin ahengini yakalanacağını öğrenir ve Türk şiirine ya da kendi şiirine uygular. O bir Türk’tür ve Fransız Devriminden etkilenen bir ulusalcıdır.

Paris’e vardığında Türklerin yaşadığı mahallede bulur kendisini, o dönemin Jön Türkleri ve Prens Sahabettin gibi Osmanlı toprakları dışında Abdülhamid muhalifleri ile tanışır. Orada öğrenir insanın satılan bir varlık olduğunu yeter ki alıcısı olsun. Alıcı bellidir, Abdülhamid! O muhalefetin içinde değildir ama yan tarafında durur, onun ideali Türk yurdu ve o yurdun şiirin dili Türkçedir. O yüzden geçmişe dönmek gerektiğini sürekli vurgular, nedim, yunus... Geleneksel şiirin Anadolu kültürü ile yoğrulması ve yeniden yaratılmasıdır…

On yıl sonra ülkesine döner, o artık eğitimli biridir. Ama ülke de değişmiştir. Bab-ı Ali baskını ve sonrası… Bir baskıdan kurtulduk derken başka bir baskının altında ülkenin savaşa doğru iteklenişi ve ülkenin doğusunda başlayan ‘Kurtuluş’ savaşı… Oraya ilgi duyması ve yeni kurulmakta olan ülkenin idealleri ile kendi ideallerinin paralel olması, onu ülkenin kurusu ile görüşmeye iter. Okullu ve dil bilgisi yüzünden Madrid’e gider ve orada iç savaşın başlamasına şahitlik eder ve kaçar… O silahlardan kaçmaktadır, kan gölünden… İstanbul’da bir otel odasına sığınır… Sevdiği şehirdedir ve orada tek başınadır. Hastadır. Tedavi için gittiği Paris’den dönmüştür. Günlerden bir gün hastaneye gider, Cerrahpaşa Hastanesinde, 1 Kasım 1958’de hastane odasında son nefesini verir.

Şairin hayatı yazdığı şiirlerdir. Şairin yazdığı yazılar dekor olmuştur. Yukarıdan aşağıya doğru asılmıştır yapraklar ve yerde sonbahar yaprakları. Basamakların üzerinde savrulmaya ya da çürümeye yakındır…

Şairin hayatı soluksuz ve şiirlerin, kelimelerin arasındadır. O kadar çok şeyi anlatmak istemiş ki öyküyü yazan, hiçbir ayrıntıyı atlamak istememiş. Öykü içinde öyküler vardır ve her öykü bittiğinde başka öyküye geçiş için bile nefes alma aralığı bile kalmamış. Geçişler belirsizdir. Henüz izleyici olarak ben öyküyü tam kafamda sonlandırmadan başka öykünün içinde buldum, oyunun öyküsü ve kurgusunu takip ederken yorulduğumu hissettim. Oyuncu nefes almalıdır ama seyirci de bir nefes aralığı verilmeli ki, öyküyü ve verilmek istenilen mesajı alabilsin. Sorgulamak için kısa bir nefes boşluğu gerekli diye düşündüm…

Oyuncu Okday Korunan muhteşem bir performans sergiliyor. Şiirin ruhuna mimikleri ve hareketleri ile yeni bir şeyler katmakta… Ses inişleri ve yükselmesi ve arka fonda duyulan sesler ile uyumluluk seyirciyi ister istemez sahneye odaklıyor… Görünmeyen insanlar ile konuşması ve sanki karşısında ki ile varmış gibi davranması… Telefon çalması ve onu beklemesi... Nefes aralığını bir tek orada gördüm…

"Ben evlenmedim, yalnızlığın acısını hâlâ çekiyorum." derken yarattığı sevgilisini yaşamaktadır… Yalnızlık… Ailesinin içinde yaşamış olduğu travmanın izlerinin son nefesine kadar üzerinde olması… Hüzün... Bir sonbaharın kışa dönülmesi... Yalnızlık içinde bir hastane odasında ölüm… onu bir şair arkadaşı arayacaktır, soracaktır ama sevgilisiz bir yalnızlık, onun trajedisidir… 

Bir şairin trajedisini bir oyun içinde görmek isterseniz kaçırmayın, en azından Okday Korunan sahnede nasıl bir oyun sergilediğine şahitlik edin… Kurgusu ve oyunun sahneye uyarlaması çok başarılı gördüm. Öykü var ama o kadar çok şey anlatılmak istenmiş ki, ayrıntılar sürenin uzamasına sebep olur korkusu ile sanırım nefes aralığı bırakmadan öyküden öyküye geçiş yaptık... Yaşamalısınız, çünkü tiyatro her sanat dalı ile iç içedir ve o iç içeliği burada görün. Işık, ses, dekor, kostüm, saç tarama ve makyaj… Bir bütünün uyumunu göreceksiniz…


Tiyatro yaşadığı zamana da mesaj vermelidir ama son yıllarda yaşadığımız zamandan uzakta oyunlar sergileniyor ama seyirci ister istemez bugüne dair mesajları da içine alıyor… her seyircinin duruş noktasına uygun mesajlar bulabilir…

İsmail Cem Özkan



Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)
Yazan : Sönmez Atasoy
Yöneten : Okday Korunan
Dekor - Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı: İ. Önder Arık
Müzik: Timur Selçuk
Oyuncular: Okday Korunan
Yönetmen Yardımcıları: Funda Eskioğlu, Zuhal Acar
Sahne Amiri: İ. Cem Dağlı
Kondüvit: Süleyman Kaleli
Işık Kumanda: Oğuzhan Çelik
Dekor Sorumlusu: İlker Temur
Aksesuar Sorumlusu: Burçin Özdemir
Erkek Terzi: Kadir Metin
Perukacı: Ramazan Akbaş