Galata Gazete


22 Aralık 2019 Pazar

“Sömürge olmayan” halkın trajedisi devam ediyor…


“Sömürge olmayan” halkın trajedisi devam ediyor…

İsmail Beşikçi Özgür Üniversite’de vermiş olduğu konferanstan aldığım notları paylaşayım istedim. Elbette tüm söylediklerini harfi harfine değil, bana yansıyan şekli ile yazacağım. Bu arada hocamın söylemek istediği ile benim algım arasında fark olmuş olabilir, çünkü her dinleyici duymak istediğini öncelikle duyar, katip ne demiş pek önemli değildir!

Bir denetim mekanizması…

1815 yılında sömüren ülkeler kendi aralarında oturup bir konferans ile sömürge coğrafyalarda ki sorunları tartışmışlar, sömürdükleri coğrafyalarda “sömürge toplum” statüsünde sınırlar çizmişler ve bir anlamda centilmenlik anlaşması yapmışlar gibi. Bir birinin sömürdükleri ülkelerinin iç işlerine müdahil olmamışlar, fakat orantısız güç kullanımı ve haksız kazanç getirecek konularda bir birilerini denetlemişler, eleştirmişler. Bir sömürge ülkeden kaçak ne ürün ne de canlı ticareti yapmalarına izin vermemişler…

Sömürgecilik dönemi içinde elbette bir çok gelişme olmuş ama bizim odak noktamız Kürt sorunu olduğu için bizi ilgilendiren sömüren ülkelerin çizdiği sınırlar, ki bu sınırlar korunarak aynı sınırlar içinde bağımsızlık savaşları olmuş ve bir çok sömürge bağımsız olmuş! “Sömürge statüsü” olanların bağımsız devlet olduğu bir süreci yaşamış insanlık tarihi… Sömürge dahi olmayan sömürge halklar ise iç sorun olarak kabul edilmiş ve tarih önüne çıkmalarına izin verilmemiş. Hindistan ve Pakistan’ın iç sorunu Keşmir… Irak, İran, Suriye ve Türkiye için iç sorun; Kürdistan...

Coğrafya içinde sınırlar pek değişmiyor ama o sınırlar içinde statüler değişiyor, devlet isimleri ve bayraklar değişebiliyor… Statüsü olan coğrafyalarda ki iç savaşlar, katliamlar dünya gündemine gelebilmekte ve oluşturulmuş olan Birleşmiş Milletler nezrinde çözüm arayışları olabilmektedir. Yugoslavya iç savaşında statüsü cumhuriyet olan yerlerin bağımsızlık kazanması ile sonuçlanmış, o sınırlar olduğu gibi korunmuştur. Savaş parçalanması oraya çıkarmış ama var olan statüde ki sınırları değiştirmemiştir. Gürcistan içinde cumhuriyetlerin hala Gürcistan merkezi hükümetine bağlı olarak bağımsız devletler oluşmuştur. Ülke içinde sınırı geçerken statülere bakılmakta ve savaş koşulu olan yerde ülkenin cumhurbaşkanı bile habersiz geçememektedir. Daha önce çizilmiş sınırlar var olmaya devam etmektedir.

Bu statü uluslararası ilişkileri ve emperyalist ülkelerin bakış açısını belirliyor...

14 Aralık 1960 yılında sömürge devletlerin bağımsızlık bildirgesi yayınlanıyor ve bu bildirgede sınırlar daha önce çizilen sınırların değişmeden bağımsızlık mücadelesine BM adına destek verilmesi anlamındadır.

Birinci dünya savaşı içinde sömürge olmayan ama Osmanlı sınırları içinde olan Araplar İngiltere’ye başvuru yapıyor ve Osmanlıdan ayrılarak bağımsız devlet ya da İngiliz idaresi altında sömürge/manda olmayı istiyorlar... Sonuç itibarı ile bir statü istiyorlar...

Araplar bu savaş sırasında Osmanlı padişahı ve İslam halifesi “cihâd-ı mukaddes” fetvası çıkarıyor ve bunu Araplar kabul etmiyorlar, tersine bu savaşın bir din savaşı olmadığını ve kendi çıkarları için savaşıyorlar. Osmanlı yanında savaşa giren ve birlikte cephelerde bulunanların tercihi ile diğerlerin tercihleri bu savaşta cephede karşı karşıya geliyorlar. Savaşı kazanan taraf sınırları ve çıkarların paylaşımını belirleyecektir ki öyle de oluyor.

Hoca kürsüde konuşurken dönemin koşulları gözlerimin önünden geçiyordu. Bize anlatılan tarih ile yaşananlar arasında her zaman uçurum bulunmaktadır ama her uçurumun karşı tarafında bazı veriler bize bir şekilde sunulur, verilere bakarak bizlerde gerçeklere birebir bir örten bir şey belki söylemeyiz ama yaklaşık farklı bir gerçeklik ile karşılaşırız.

Hocanın cümlelerine kendi cümlelerimi katıyorum.

Araplar İngilizlerin yanında savaşıyorlar Osmanlıya karşı. Peki, Kürtler ne yapıyor? Osmanlı yanında halifenin emrine uygun İslam adına savaşıyor İngiliz ve Fransızlara karşı. İşte bu tercih Kürtlerin “devlet statüsü” olmamasını sağlıyor, çünkü sömürge olarak zaten yoklardı... Osmanlı devleti içinde sömürge statüsünü elde etmiş toprak yoktur, merkezi hükümet tüm topraklara erişmektedir. Batı sömürge ve emperyalist devletlerden farkı bir örgütlenme şeklindedir Osmanlı imparatorluğu. Osmanlı Sultanı parasını ve devşirdiği askerini (yeniçeri) aldığı sürece fazla karışmamıştır hakim olduğu topraklarda yaşayanlara.

Ulus devleti fikriyatı ile bir çok imparatorluk içinde sömürge olan coğrafyalarda sömürenden ayrılıp kendi devletlerini kurarken, Osmanlı imparatorluğu da bu ayrılıktan nasiplenecektir. Balkan devletleri Osmanlı imparatorluğu içinden çıkacaktır, gayr-ı Müslim kabul edilen haklar birbiri ardına ayrılırken Arnavutluk da balkan devletlerin ortaya çıkması ile merkezi devletinden ayrılmış ve bağımsızlığına kavuşmuştur.

Kürtler iç sorun olarak görülen Anadolu ve Mezopotamya’da ki gayr-ı Müslim halklara karşı Hamidiye Alayları ( Hamidiye Hafif Süvari Alayları) olarak kullanılmışlardır. Onlar bu statüde hareket ederken boşalttıkları yerlere Kürtler yerleştirilmiştir, bir anlamda savaş ganimeti maddi değeri toprak olmuştur. Kovdukları ya da öldürdükleri yerlere Kürtler yerleştirilerek orada merkezi hükümetin yani sultanın korkusu bir anlamda sonlamış oluyor, çünkü nüfus yapısı ve o alanda kültürel doku bozulmuş ve gayr-ı Müslimler yaşadıkları yerlerde azınlık konuma getiriliyordu. Kürtlerin başkent İstanbul’da Kürtçe yayınları vardı, ulus devlet fikrini taşıyan aydınları vardı ama o aydınlar sadece küçük bir çevrenin içinde bulunuyordu, halk günlük çıkarına ve yaşamasına bakıyordu. Rahatsız edilemedikleri sürece ve zengin olarak gördüklerinin mallarını ele geçirip onları yağmaladıkları sürece ulus devlet fikri ile karşılaşmayı akıllarına bile getirmemişlerdir, belirleyici olan kısa vadeli çıkarlardır.

Kürtler tercihi Osmanlı yanında savaşarak birinci dünya savaşında kullanmıştır, çünkü 1891 yılında kurulmuş Abdülhamit’in direktiflerine uygun yapılanmadan elde ettikleri hala tezedir ve canlıdır. Bu gayr-ı Müslime karşı savaşı elbette halifenin tarafı kazanacaktır!

Savaşı Osmanlı kaybediyor.

Kürtlerin yaşadıkları coğrafyada sınırlar çiziliyor. Sınırlar galip güçlerin lehine masa üzerinde çiziliyor. Arapların çıkarlarından önce emperyalist Fransız ve İngiliz çıkarına uygun şekilde cetvel ile devletçikler oluşturuluyor. Osmanlı ve Kürtlerin hayali çöl fırtınası içinde çöl kumu altında kalacaktır. Kürtlerin olmayan statüleri, kaybeden güçler tarafında olunca daha da görünmez olmuştur… Kürtlerin yaşadıkları coğrafya cetvel ile sınırlara ayrılacaktır. Kuzey doğu bölümünde Sovyet toprağı içinde Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyetleri içinde eritilecek, İran içinde kısa bir süre bağımsız devlet kurmuş olsalar da çıkarlar orada Kürt devletinin yaşamasına olanak vermeyecek ve İran tarafından Sovyetlere Hazar denizinde petrol imtiyazı verilerek işgal etmesi için olanak yaratılmıştır. Bugün ki İran içinde iki cumhuriyet Azerbaycan ve Mahabat cumhuriyetleri Sovyetlerin çekilmesi ile yıkılmıştır.

Statüleri olmayan Kürtlerin toprakları üzerinde devletler kuruldu. Kürtler kurulan devletlerin idaresinde yer almadılar, çünkü ulus devleti anlayışı içinde kurulan devletlerde kültürlerin homojen olması savunulmuştur. Heterojen toplumlarda farklı olanlara karşı asimilasyon politikası ve iç savaş gibi kavramlar iç sorun içinde görünmez olmuştur. Irak, İran, Suriye her ne kadar ulus devlet olmasalar da Arap/Fars ağırlıklı Sünni/Şii devlet olarak konumlandırılmış bir aile devletidir. İran inanç üzerinden çeşitlilik/hoşgörü gösterirken içinde ulusal kültürleri inandıkları din içinde eritme yolunu seçmiştir. Kürtlerde orada İslam dini içinde eritilecek ve asimilasyon ile yok edilmesi olanlardır. Üstelik bir de kısa süren bir de devlet kurmuş, ulusal duyguları sahip bir halktır, İran için birinci derecede tehlikeli ve kontrol edilmesi gerekendir. Türkiye devleti henüz ulus devleti kurulurken Kürt ayaklanmalarına sahne olmuş, Türkiye açısından da İran konumundadır. Suriye için ise zaten yoklardı, o yüzden onlara kimlik dahi verilmemiştir. Irak devleti içinde tehlikelidir, çünkü Mahabat Cumhuriyeti deneyimi ve orada yer alanların aşiretleri Irak toprakları üzerindedir ve Araplara karşı Osmanlı ile birlikte savaşmışlardır.

Kısaca emperyalist ülkeler çıkarlarına uygun sınır çizerken Kürtleri göz ününe dahi almamışlar, onları sınırlar içinde bir iç sorun olarak bırakmışlardır. Belki de Kürtleri denetim dışına çıkacak olan yeni devletçileri kontrol etmek amaçlı bir güç olarak kullanabilecekleri düşünmüş olabilirler. Belki o yüzden şeyh Sait ayaklanmasını İstiklal mahkemesinde İngiliz ajanı olduğunu kanıtlamak için çaba sarf ettiğini görürüz.

Kürtlerin statüsüz olarak toprakları ellerinden alınıyor bir iç sorun haline geliyorlar...

İç sorun tanımı olunca Kürtlerin bağımsızlık veya ulusların kendi kaderini tayın hakkı kavramı onlara uymuyor, devletlerin bakış açısı içinde...

Eğer önceden sömürge olmuş olsalardı ya da kazananın yanında yer almış olsalardı belki bir devletleri olabilirdi, şimdi her ayaklanma kanlı bastırılıyor, savaş suçu işleniyor ama kimse işleyen devlete neden işledin diyemiyor, çünkü iç sorun...

Halepçe katliamını yapan Saddam Hüseyin katliam yaptı diye sorgulanmıyor bile... İdam aldığı davada sorgusunda Kürt sorunu yok, eğer olmuş olsaydı Kürt sorunu görünür olur ve çözüm arayışları olabilirdi ama iç sorun olduğunda ne Türkiye, ne Irak, ne Suriye ne de İran bu konuda rahatsız edilmiş olmuyor, çıkarlar çatışmıyor...

Hoca bunları anlattı...

Devam ile “bugün Kürtler bilinç ile yarına bakmalı” dedi hoca, “kafalarının bir yerinde statüleri olsun diye çalışmak zorunda olduklarını bilsinler, statü yoksa günümüz dünyasında istediğin kadar haklı ol, değerin yok” dedi kısaca...

Statü çok önemlidir uluslararası ilişkilerde, Kürtler bir şekilde statü elde edip görünür olmak zorundalar, 1920’li yıllardan çok daha çetin ve daha karmaşık ilişkiler içindeyiz. Bir yandan ulus devletler şirket devletlere dönüşürken, Kürtler hala kendilerine karşı işlenen suçları uluslararası kamuoyu önüne çıkaracak ne yazık ki dostları yok, dostlarından daha fazla çıkar gereği hasımları vardır…

İsmail Beşikçi hoca üniversitenin görme dediğini görmüş ve bunun için çok büyük bedel ödemiştir. Ulus devleti homojen bakış açısı içinde Kürt yok derken, sahaya gidip yaşadıklarını kaleme alıp bunu bir de bilimsel makaleye dönüştürdüğü için hoca cezalandırılmış ve hapishanelerde unutulası için çaba sarf edilmiştir. Yok sayılanlar yaşıyor ve kendi dillerini ve kültürlerini “sürgün yeri” olarak görülen “o gidip gelinmeyen ama bizim denen topraklarda” geliştiriyorlar. Kürtler bugün ulus devletin anlayışının çökmesi ama henüz yerine başka bir devlet anlayışı oturmamış geçiş süreci yaşayan ama şirket konumuna getirilen devlet içinde de geçmiş anlayışa uygun olarak baskı altında tutulmakta ve gerektiğinde görülen, gerektiğinde yok sayılan konumundalar.

Kürt sorunu bir iç sorun ve terör ile bağlantı kurulmaktadır.

Sağ, sol ve ulusal düşüncenin yıkımına karşı direnenler açısından Kürt sorunu tanımlanmış ama çözüm yolu kafalarda bir çok çözüm yollarının tartışılmasına rağmen bir türlü hayata geçmiyor.

Devletimizin bakış açısı içinde bugün bile iç sorun olarak görülmekte ve askeri ve asimilasyon ile çözüm yolu dayatılmaya devam ediliyor… Kürt realitesini kabul edenler Kürt realitesinin altını ne yazık ki dolduramıyor, çünkü sorunun kendisi sınırlara komşu ülkelerin ve emperyalist ülkelerin çıkarı ile ortak ve karmaşık ilişkiler içindedir.  

İsmail Beşikçi hoca bugün ağır işitiyor, yıllarını düşünce özgürlüğü konusunda mücadeleye adam bir bilim adamıdır. İnatçıdır, çünkü devletin dediğini demek ifade özgürlüğü olmadığını, sistemin görme dediğini görmeyin bilim insanı olmayacağını, itaat ve biat eden üniversitelerin olduğu yerde bilimin ilerleyemeyeceğini, isimlerinin önüne unvan alanların sadece maaşa almak dışında başka şey düşmediklerini ifade etmektedir. Bugün üniversite akademik kadrosunda yer alanların bireysel mücadelesinin akademinin biat etmediği anlamına gelmediğini vurguladı… Çünkü devletimiz, üniversitelimiz kurulurken devletine biat etmiş ve onun çıkarı gereği gerçekler ve doğrular yaratmıştır.

Her şeyin başı ifade özgürlüğüdür, ifade özgürlüğü olmadan atılan her adım baştan itibaren bağımlıdır ve bilimsel gerçeğe ulaşılmaz…

İsmail Beşikçi ömrünü inat ile görülmeyeni gören, onu ifade etmeye adamış bir bilim insandır. Onun karanlığa karşı direnişinde aynı ortamda nefes aldığım için onur duyduğum bir insandır…

Yazıyı yazarken İsmail Beşikçi hocanın ifade etmediği ama üzerinde geçtiği bölümleri kendi iç konuşmam içinde okuduğum kaynaklardan bana kalanları ekleyerek biraz genişlettim… Bugün ki siyasal duruma karşı hocanın konumu bellidir ama o belli olanı yazıya dökmedim… Elbette her veri yeni yorumlara yol açar, her yorum düşünce özgürlüğü için atılan küçük adımlardır…

İsmail Cem Özkan


17 Aralık 2019 Salı

Yol arayışı içinde olan bir inanç…


Yol arayışı içinde olan bir inanç…

İnançlar üzerine bir çok araştırma yapılmıştır, bir çok inanç hala kendisini ifade etmek için yollar aramakta ve devletin ret ettiği inançlar kendisini korumak ve ileriye taşımak için örgütlenme yollarını ve devletlerin bıraktığı açıklardan yararlanma derdinde. Bir çok inanç bugün küçük çevreler içinde örgütlenmeye devam etmektedir. Hristiyanlık Roma şehrinde örgütlenirken bugün ki gücü ve örgülü yapısı ile yapmadı, eğer o gün acılar ile yüz yüze kalanlar bugün ki ihtişamı görmüş olsalardı inançlarını korumak ve yaymak için uğraşırlar mıydı, çünkü zulme karşı direnenler, zalim olmuştu görmedikleri torunları…

Roma ateşler içinde kalmasaydı, şehri küller ile yeniden yaratma derdinde olanlar kendi bıraktıkları küller altında havaya savrulup gittiler, vücutları kül olanlar o şehrin yeni sahibi oldular…

Her inancın tarihi farklı akar ama devlet gibi kurum ile iç içe geçince mazlum yönü zalim yöne evirildiğini hep görmüşüzdür. Başlangıçta ki masumiyet yoktur, devlet ile iç içe geçince, çünkü devlet inancı kendi hedefi ve amacı için kullanır ve Marks’ın değimi ile “din toplumun afyonudur” konumuna getirilir.

Binlerce yıl Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın  kadim kültürleri arasında yer alan bir inanç vardır, Alevilik.

Gizlidir, gizemlidir devletin hakim dini inancını taşıyan halk arasında, o yüzden gerçeklere uymayan bir çok fesat, fitne, nefret söylemlerinin içinde geçtiği cümleler kurmuşlar, hatta devletin resmi inancını taşıyan hocalar, imamlar tarafından fetvalara tabi olmuşlar, öldürülmeleri ve linç edilmeleri üzerine. Bugün o fetva verenlerin talimleri, emirleri hala devletin resmi bakış içinde geçerlidir, ortanda kalkmış değildir, o yüzden hiçbir Alevi inancın olduğu yerde devletin adamı olamaz, olduğu zaman da zorunlu kaldığı için olmuştur… Aleviler yok edilmesi ve asimilasyon edilmesi gereken bir inanç olarak görülmüş, üzerine gidilmiş, katliamlar, soykırımlar yapılmış, her şeye rağmen Alevi inancı, Kürdü, Türkü, Arabı… ile inancını kendi dilinde, kendi örgünde, kendi yaşadığı yerde yaşatmış, büyük birikimlerini içinde kuşaklardan kuşağa aktarmış...

Her şeyi ayrıştırarak homojen toplum kurmak adına ulus devletini yıkan 12 Eylül rejimi içinde Aleviler şehirleşmenin ve sürgün yaşamın getirmiş olduğu sorunlar yumağı içinde kendine yeni çözüm yolları aramış, sığınakları içinde yaşayamayan Aleviler kendilerine yeni sığınaklar yaratmış, yurt içinde, dışında, şehirlerde.

“Ilımlı İslam” sisteminin hedefinde olan Aleviler zorunlu kalmışlar örgütlenmeye ve bir arada olmaya… Bir zorunluluktan kaynaklanmış bugün ki örgütlü yapılarının içeriği…

Zorunlu örgütlenmede de bir son vardır…

Alevilik geldi ve sonunda yanlış işleri ve örgütlenme modeli ile duvara çarptı... Peki, Alevilik neden yanlış bir örgütlenme modeli seçti? Bu seçim Alevilerin seçimi değildi, çünkü var olanı kopyalayarak model oluşturmak ve bazı uyanıkların onun üzerinden para kazanma ve kariyer elde etmek için kullandığı bir araç olarak sivrilmesi demekti. Çok kötü işler mi yaptılar, inanç adına söylersek evet ama toplumsal anlamda söylersek iyi.

Alevi örgütleri Alevileri homojen Alevi yaratmak adına hizaya getirmeye çalıştılar, ayrılıkları ve farklılıklardan yararlanmak yerine homojen ve kuralları belli olan bir hayatı dayattılar. Alevileri devlet dışlamıştı, Alevi örgütleri de bir çok Aleviyi duruşu nedeniyle dışladı...

Bugün gelinen nokta işte bu kaotik durumu yaratan hırslı insanların kibirleridir.

Alevilikte kibir yoktur!

Alevilikte kibir yoktur ama görün bakın ki tüm yönetici kadroları kibir içinde, ya yakınına ekmek çıkarma derdine düşmüş ya da kendisine kariyer. Ne ise işte kariyer? Milletvekilliği, bir şeye ‘sap olma’ derdi, adam yerine konulma, ticari olarak hazır müşteri gurubu, bulundukları ülkede bürokraside yer alma, eğitimde dede olarak eğitmen olmak... Ama bu telaş ve iç kavgaları ortalığa çok karmaşık ve devletin de niyetine uygun işler de çıktı... Bugün Alevilik örgütlü gibi gözükmektedir ama görünen sadece aldatmacadır, o aldatmacanın nefesi Turgut Öker röportajında* ortaya çıkmış durumda...

Ben Alevi inancın örgütlerinin dışında yer almaya özen gösterdim, içine girip bir şey önerecek ne Alevi birikimim vardı ne de arzum, çünkü duruş noktam farklıdır, hayata inanç açısından değil sınıf açısından bakanım… İkisini bir birine karıştırıp solculuk oynayanların pazarlık ve adam devşirme alanı görmedim, göreni de içten içe kınamaya devam ederim. Aleviler solun tabanı ve tavanı değildir, solun tabanı da tavanı da işçi sınıfıdır, inanç olamaz. İşçi sınıfı içinde her dini inançtan insan olacaktır, onlar inançlarını istedikleri gibi yaşayabilirler ama sınıf kavgasında inanç ayrıcı bir öge olamaz, birleştirici öge de olamaz… Sınıf duruşu hayata farklı açıdan bakar, cinsiyetçi ve dini açıdan bakmaz. Sermayenin baktığı gibi sadece para üzerinden de bakmaz, emeğin hakim olduğu bir dünya özlemi içinde işçi sınıfının iktidarı perspektifinden bakar…

Aleviliği toplumsal muhalefetin olmazsa olmazı bir inanç grubu ve haklarının alması için mücadele eden bir çevre olarak gördüm. Onlar ile dayanışmak, seslerine ses olmak, onların haklı kavgalarında yanlarında olmak en azından insani bir görevimdi ve elimden geldiğince ve yeteneklerim içinde yaptım...

Bugün Aleviler umarım günlük siyasetten ve kariyer kavgasından uzak yeni bir örgütlenme yaratır. Her rengin, her kültürün kendisini ifade edebileceği, gerçek dinin ve inancın gerekleri neyse onu yerine getiren bir örgütlenme... Alevi inancı taşıyanın sağcısı da olacak, solcusu da. Siyaset ile uğraşan Alevi inancını ibadet yaparak gösterebilir ama Alevi kimliği ile siyaset yapmamalıdır...

Devlet ile uzlaşan din, inanç devlet için çalışır, Alevi inancı devlet için değil kendi inancı için çalışmalıdır...

Turgut Öker'in vermiş olduğu söyleşisinde ki düşüncelerine katılıyorum, yeniden başlanmalı, ama bu sefer taklit ederek değil, inanarak, hedefini bu dünyada koyarak değil, inanç gereği yapması ne ise onu yapmalıdır...

Bırakın Alevileri dağlarda yaşadığı ve kendini ifade ettiği biçimde yaşasın demek bugüne dair gerçekçi çözüm değildir. Şehirleştik, şehirleşince farklılıklarımız ile yeni bir biçime evrildik bu evrilme devlet dinine benzer şekilde olmasın, var olanı ret edilmesi kendi doğrusunu bulmak için ilk adımdır... Elbette kazanılmış ve başarılı olmuş olan yanları da korunmalıdır, aksi halde daha karmaşık bir sorun yumağı yaratılmış olur…

İsmail Cem Özkan

* Turgut Öker röportajı: https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/12/16/turgut-oker-Alevi-orgutlenmesinin-mevcut-modelle-bir-30-yil-daha-yasama-sansi-yok/?fbclid=ıwar2f3i5872gb-1y5e0cqnpu5fazvktcvdqhvmgxovdzwjcjvwb1out9hjmk


13 Aralık 2019 Cuma

Bay Z.


Bay Z.

Oyunu izledikten sonra salondan henüz çıkarken kafamın içinde beliren cümle, “keşke bu oyunu özel tiyatrolar oynamış olsaydı, keşke devlet tiyatrosu özel tiyatroların maddi yükünü kaldırmayacağı oyunları sahneye koymuş olsaydı”

Sona yazmam gereken cümle ile başladım yazıma ama genel kuralı takip edeyim, en başa dönerek!

Herhangi bir binanın bodrum katı (sorgu odası)izlenimi hemen alıyoruz salona girdiğimizde. Duvarlar gri, duvarların üzerinde borular var. Ortada bir masa ve masanın etrafında dört sandalye… Masanın üzerinden aşağıya doğru bakan lambalar… Seyirciler salonun her iki yanında sandalyelere oturmuş halde. Üç duvar ve seyirci kavramının ortadan kalktığı oda tiyatrosu mantığı içinde oluşturulmuş bir salon.

Oyunun başlama anonsunu bekliyoruz. 

Dijital ses kaydından gelen ses oyunun başlayacağını haber veriyor ve ışıklar sönüyor.

Karanlıkta su damlası sesi geliyor. Bir oyuncu salona karanlıkta girip sandalyesine oturuyor. Işıkların açılması ile birlikte cümleler salonun duvarına vurmaya başlıyor.

Önce tek, sonra ikincisi, daha sonra üçüncüsü derken masa etrafında dördüncü sandalyeyi de dolduracak oyuncular salona giriyor. Bir soruşturma söz konusu, ilk salona giren Muhasebe departmanı baş denetçisi Daniel Morrison (Ali Çelik), kendi içsel sorular ile baş başadır. Odaya girmiştir ama çıkamamaktadır, elinde ki kart kapıyı açmamaktadır.

Günümüzde bir çok şirket işten kovduğu kişiye artık bilgi verme ihtiyacı bile duymuyor, dijital kimliğini devre dışı bıraktığında kapıya gelen kişi içeriye giremediğinde anlıyor ki, işten kovulmuş, varsa hakkı işsizlik maaşı için İşkur’a başvurmak için geri dönüyor, resmi işsizlik istatistikleri içinde bir rakam oluyor…

Sorgu odasına girenin kartı iptal olmuştur, fakat sorgu odasında olduğunu arkadan gelen şirketin genel denetçisi Janet Lane’in ( Gerçek Alnıaçık) sorgu için soru sorması ile konunun içeriği açığa çıkıyor. Orası işten atılma aşamasında olanın son sorgulanma odasıdır.

Oyun kurgusu içinde oyunun kahramanları (bilişim denetçisi Deren Sharp (Orkun Gülşen) ve güvenlik denetçisi Gabriel Larson (Ozan Uçar) salona girmesi ile birlikte sorgu başlayacaktır.

Analitik düşünebilme becerisi olan seçilmiş başarılı insanlardır. Alanlarında hepsi mükemmele yakın ve kendilerini işine adamış insanlardır. Görevleri ne ise onu en iyi şekilde yapan ve kendilerine bağlı insanların hatalarını gören veya sezen ona göre önlem alanlardır…

Güvenlik denetçisi elinde bir çanta ile gelir odaya ve orada neden “tutuklu” olduklarını açıklayacaktır.  Çantanın içinden bir laptop çıkar ve canlı bağlantı vardır Bay Z. ile … Sorular ve aranan yanıt basittir, her denetçinin gözünden kaçan küçük bir ayrıntı ile “küçük bir miktar” para “biçim” değiştirmiştir. Bu değişimden kimin sorumlu olduğu araştırmak için davet edilmişlerdir ve sorgulanmaktalar.

Oyun en az bütçe ile seyircisini yakalayıp, onu kelimelerin arasında, cümlelerin bıraktığı soruların yumağında, oyuncuların cümlelere kıyafet giydirirken bir masanın etrafında oyuncular ve onların arka tarafında seyircinin oyuncuların mimiklerini ses tonlarından çıkarmaya çalışıyor…

Bir cinayet işlenmişse “Katil uşaktır” diye genel bir tanımlanma Agatha Christie dolaylı bir gönderme yapılırken, bu oyunda kurbanlar ve katil bellidir ama kurban ya da kurbanların ortaklaştığı nokta nasıl açıklanacaktır…

Oyunu izlerken bazı kelimeler benim kafamda çağrışımlara neden oldu. Bir yandan Agatha Christie, Orient Express adlı eserinin tadı, diğer yandan Franz Kafka Herr K. çağrışımı, Georg Orwell 1984 denetimi ve gözetimi, satranç çağrışımı ile Stefan Zweig.

Sonuçta oyun akışı ve temposu soruları izleyiciler ile birlikte cevap arama üzerine kurgulanmış ama soruyu seyirciye sorarken seyircinin düşünce biçimini de yönlendirirken kendi karmaşasına ve çözüm yolu için kanallar açıyor…

Birbirini tanımayan denetçilerin bir satranç oyunu ve haber kanalı ile birbiri ile iletişime girerek paranın biçim değiştirmesinde oynadıkları rolleri oyunun çözüm bölümünde sunulmuş ama paranın nasıl paylaşıldığı konusu sanki ben yakalayamadım gibi… Para biçim değiştiriyorsa, ya da sokak dili ile söylersek “tırtıklanıyorsa”, birileri bu ‘tırtıklananları’ cebine ya da hesabına aktarıyordur…

Son an ve gerçek çözüm çok hızlı bir şekilde gerçekleşiyor, seyirci bu sonuca tam hazırlanmamış ve sanki yazan artık bu oyunu sonlandırayım sıkıntısı içinde gibi geldi…

Her şeye rağmen, hem oyunculuk hem de üzerinde durduğum konunun işleyişi ve kurgusunu başarılı buldum. Cümlelerin ete kemiğe büründüğünü görmek oyuncuların başarılı performanslarını sahnede görmek istiyorsanız kaçırmayınız derim. Her oyuncu kendilerine verilen rolü en iyi şekilde hayat vermişler… Oyun kurgusu Bay Z. tarafından baştan belirlenmiştir aslında, çanta içine bırakılan her eşya sonucu aslında açıklamaktadır, onu da sadece güvenlikten sorumlu denetçi görebilmekte ve oyunu görünmeyen yöneticisidir. Ölüm kaçınılmazdır ve o kaçınılmaz ölüm kartları iptal edilen odada olanlardan olacağı nettir… Oyunun sonunu yazmayayım, en iyisi gelin ve siz öğrenin! Sonuca giden kurgu sizi kucaklayacaktır, oyuncuların seçimi ve ışık tasarımı bu oyunun başarısında bana göre belirleyici olmuştur.

İsmail Cem Özkan

Bay Z.
Yazan: Bülent Usta
Yöneten: Ali Atilla Şendil
Oyuncular: Ali Çelik, Gerçek Alnıaçık, Orkun Gülşen, Ozan Uçar
Dekor & Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı: Önder Ay
Yönetmen Yardımcısı: Ozan Uçar
Asistan: Pınar Alev
Sahne Amiri: Şeyda Pektok
Kondüvit: Emre Akgül
Işık Kumanda: Abdullah Basık
Dekor Sorumlusu: İlker Temur
Aksesuar Sorumlusu: Burçin Özdemir
Kadın Terzi: Nur Buket Kaplan
Erkek Terzi: Kadir Metin
Perukacı: Yavuz Dura 

10 Aralık 2019 Salı

Gülümsüyorum kavgamın içinden…


Gülümsüyorum kavgamın içinden…

Hayata kibir, hırs, nefret ile bakmak…

Hayata kızgın bakanların yaratmış olduğu atmosferde kavga, yarış, kazanma hırsı vardır… O hayat içinde bir tek insan yoktur, hayat kokan, geleceğe umut ile bakan, gülümsemenin değerini bilen, sanatın kendisini geliştirmek için bir araç olduğunun farkında olan... Kısaca üreten, üretken ve de birikimlerini başkaları ile paylaştığı için mutlu olan…

Mutlu olmak; hayatın bize sunduğu doğal bir içgüdüdür.

Mutlu olmak için öğrenilmez, doğuştan gelir.

İlk çığlık su dünyasından karaya atılan mutluluk haykırışıdır ve o çığlık kısa sürede gülümsemeye döner, çünkü o yaymış olduğu koku, enerji mutluluk iksirdir ve onu gören, yanında olan bu iksirden nasibine düşeni alır.

Gülmek hayattır.

Hayatın kendisi gülmek ve mutlu olmak üzerine oturmasına rağmen, son yüz yıllık gelişmeler ve bize dayatılan kapitalist/ emperyalist eğitim, kişiliğimizi, ruh halimizi bozmaktadır.  

Bu sistemde verilen eğitim; bizi hırslı, yarış atına dönüştürürken bir Pavlov’un köpekleri konumuna getirdi…

Hepimiz eğitilmiş köpeğiz ama bunun farkında değiliz.

Eğitilme ve eğitmek aptallaştırma stratejisidir ve en önemli silahtır.

O sistemden geçen her birey mutsuzdur…

Gülümseyen, neşe saçanlar ise sistemin yaratmış olduğu girdabı ve halkayı kıranlardır…

Gülmek devrimci bir eylemdir...

Devrimci olmanın birinci koşulu var olan sistemin tüm çarklarına uyumsuz olmak ve onu çalışamaz hale getirmek için bireysel çabadır.

Tutuklanan her devrimci acı duymasına rağmen, işkence tezgahına, eğitim cenderesine giderken dahi güler, çünkü o bir kere o sistemin çarkını kırmıştır ve o çark onda düzen tutturmayacaktır…

Sistem bu konuda tecrübelidir, devrimci olanlara son otuz yılda ‘proje’ adı altında fazla emek sarf etmeden para kazanama yolunu göstermiştir. (liberalizmin dünya hamiyetini ilan ettiği zamandan bugüne)  Onu para ile ajanlaştırır, çünkü proje parayı verenin amacına yönelik belirli süre çalışmaktan başka şey değildir.

Parayı veren memnun kaldığı süre içinde iş verdiğinin projesini uzatır.

Proje yapanların gerçek anlamda emekliliğe yönelik düzenli, sistemli bir ödemesi olmaz, proje olduğu sürece ödeme yapılır, proje bittiğinde işsizdir, uzatılmaz… Proje yapanlara bir bakın onlar arkadaşlarının üzerinden para kazanmaya çalışan asalaklardır ama kimse onlara asalak gözü ile bakmaz, çünkü zaman içinde eğitildik/kanıksadık. Projede olanlar çalışandır, proje yapanlardır…

Gönüllük bazında eylem yapanlara bile bugün aktivist der olduk, aktivist kelimesi ise ‘para karşılığında belli amaç yönünde’ eylem yapan profesyonellerdir. O eylemciler kendi konu dışında yaşanan tüm toplumsal olaylara karşı duyarsızdırlar…

Devrimci geçmişi olanlar proje ile mutsuzlaştırıldılar. Onlar artık yeni proje almak için çareler düşünen, para verenin istediği yönünde, biçimde yazı yazan, hesap yapan konuma geldiler. O kadar ileri gittiler ki, proje almaya alışmış, nasıl proje alacağını bilen, kime nasıl başvuracağını bilenler yanlarında eleman çalıştırmaya, hatta proje işi için dernek kurup şube açan, küresel boylamda iş yapan konuma bile geldiler…

Sistem, tutuklandığında dahi gülebilen insanları içine alarak öyle bir şekilde eritiliyor ki, hem onurunu, hem idealini elinden alıyor ama bu durumdan girdaba girenler rahatsız olmuyorlar, kısa sürede kanıksıyorlar.  Bu girdaba düşen bundan haberi olsa dahi artık liberal bakış açısına uygun olarak zengin olup çocuğuna iyi bir gelecek sağlamak ya da kız/erkek arkadaşı ile dünya nimetlerinden yararlanmak ve turizmin para yiyen tarafı olmak için çaba sarf eder konuma gelmektedir. Proje içinde çalışan solcu geçmişi olanların geneli, hem geçmişlerini savunur gibi gözüküp hem de devrimci geçmişe yeni hikayeler katarak kendisince yeni geçmiş yaratırlar, kısa süreli geçmişinde anlatılacak öykü sınırı bellidir ama uzatmak da gereklidir. Genelde solcu geçmişi olan proje yapanlar para kazanırken, parası olmayana gel bak sana bir proje yazalım faydalan derken kendi düştükleri duruma diğerini de ekmeye çalışırlar… Kafese girmiş keklik, özgür olarak doğada olan kekliğe hazırlanmış tuzağa çekmek için çağrı yapması gibidir…

Sistem, sinsice ve akıllıca bir yöntem ile çarkı kıranları sistem ile kavga etmeyecekleri konumda tutmak için geliştirdiği yöntemler ile potansiyel muhalefeti yok etmek ya da zayıflatmayı bilmiştir, büyük oranda da başarmıştır…

Ailemiz içinde mutlu olmak çok önemlidir. Aile içine insanlar koşarak gelir çocukluk saflığı anıları içinde, çünkü çocukluk demek hep mutlu anıların saklandığı alanlardır. Elbette aile içinde cinsel saldırı yaşamışlar için başka bir süreçten bahsedebiliriz, ömür boyu üzerinden atamadığı bir kanayan yara, iyileşmesi içinde çaba sarf edilmeyen, yüzleşilmeyen genelde bir durumdur, çünkü bize yüzleşilme ve geçmişi ile hesaplaşma öğretilememiştir…

Kabul et ve değiştirmeden devam et!

Aileler mutlu olmak için toplumum kaosundan, hırçınlığından kaçılan bir limandır.

O liman da toplum gibi varlık sebebini mutsuzluk üzerine oturtmuşsa... Hiçbir şeyden mutlu olmayan, sürekli tüketen, sürekli geçmişte yaşanmışlıklara saplantı halinde bir adım ileri atmayan çözümsüzlükler içindeyse… Kısaca girmiş olduğu girdaba uyum sağlamış ve o girdabın hayatın kendi gerçekliği olarak gören bireylerden oluşuyorsa… Tıpkı proje yapan birinin diğer proje yapmaya aday devrimcileri çağırması gibi… Mutsuzluğun içine diğer bireyleri de çeker…

Hırs, kibir, güvensiz, kuşkulu birey aile yaşantısı için kötü girdap yaratandır, o girdap salgın hastalık gibi bireyden bireye geçer… toplum profilimiz ve aldığımız kültür ne yazık ki, (aile içinde bireyler mutlu olmak için çaba sarf etmiş olsalar da) birey zaman içinde o girdabın içine çekilir, yaratılan mutsuz atmosferin içinde incir çekirdeğini doldurmayan sorunlar ile uğraşır… Ne yazık ki bugünlerde toplum değerleriz de tıpkı ailede olduğu gibi, hırs, kibir, kuşu, güvensizlik üzerine kurulmuştur…

Hayat bize sunulmuş bir armağandır.

Nerede, hangi kültürde doğacağımız bize sunulmadı, seçme hakkımız olmadan dünyaya geldik. Bazıları siyah, bazıları beyaz, sarı... Ten, göz, cilt rengi bizim seçimimiz değildir, anne babalarımızın ve onların geçmişlerinden aldıkları tercihsiz bir aktarmadır.

Bizi belirleyen coğrafya ve içinde bulunduğumuz toplum.

Küreselleşme de coğrafya faktörü önemli olmaktan çıkıyor, çünkü göçmen ya da mülteci bir ailenin çocuğu olduğumuz an, bizi bekleyen iteklenme, dışlanma, alaya alınma, eğitimde sosyal ve edebiyat alanında yeteneksiz, matematikte dahi gibi hissedeceğimiz bir duygu selidir… Annemizin, babamızın dili ve içinde bulunduğumuz toplumun dili... Çok dilli ama bir yanı eksik bireyler olacağız, belki şansımız olurda bir artı gibi gözükenler gerçekten pozitif yönümüz olur. Göçmen çocuklar için çok ince bir çizgidir, ileri ya da geriye doğru gideceğimiz an… Başka bir ülkede doğan yabancıların sorunu büyüktür ama asimile edilen ve yok sayılan melezlerin yaşam tercihleri çoğunlukta kendi ellerinde değildir… Bir uyuşturucu etkisi ile sokak çöplüğünde yaşamak ile o çöplüğe burun kıvırıp, “orada yaşayanları yok etmek gerek” diye düşünen da olabiliriz…

Sonuç, her iki koşulda da bize sunulan ve çocukluğumuzda yaşadığımız mutlu anlar eğitimden geçtikten sonra mutsuzluk bizim kaderimiz veya alın yazımız gibi sunulur.

Bize sürekli gerilimli bir şekilde yaşa, hastalıktan hastalığa koş, beslenme programlarını izle ve oradan elde edeceğin şeyler şirketlerin çıkarına uygun bilgilerdir ve bize bazı şirketlerin hazır ‘müşterisi ol’ diye fısıldanır… Bizlere demekteler ki, “size tercih hakkı tanıyoruz, kazandığı para kadar harcayacak değişik markalarda ürünleri al ve mutlu oluyormuş gibi yaşa”…

“Harca ve doyuma ulaş…”

“Gecelik ilişki yaşa ve o gecelik ilişkinden doyuma ulaş…”

“Kariyer basamaklarını mücadele ederek atla ve doyuma ulaş...”

Mutlu olmayı doyuma ulaşmak arasında gösteren bir ‘cinsiyetçi bakış’ açısı oturtuyorlar kafamıza, çünkü sınıfsal bakış sizi devrimci yapar, sistemi yıkabilecek potansiyel yapar…

Toplumun en küçük yapısı çekirdek ailedir, çekirdek çıtlatır gibi aileyi parçalıyor var olan sistem.

Mutsuz aileler yaratıyorlar…

Babalar ve anneler çocukları için her şeyi yaparken, anne ve babaları için fazla bir şey yapmazlar, çünkü onlarda anne ve babalarından onu görmüştür…

Atalarından kalan mirası paylaşmak adına kardeşler bir biri ile görüşmez, miras kavgasına tutuşurken, baştan bu yana yazdığım (hırs, kibir, güvensiz, kuşkulu birey) girdabın içinde bir birine fırsatları olsa kurşun sıkacaklardır. Günümüzde ki mahkemelerin gündeminde genelde aile içi miras kavgasının sonuçlarından oluşan davalar vardır. Devlet aile içi kavgada aracı konumuna getirtilmiştir. 

Mutsuz ailelerin bireyleri gülümseyemez, gülemedikleri içinde yüz hatları daha keskindir. Gözlerinde oluşacak her gülümseme belirtisini zayıflık olarak görür. Kardeşler bir biri ile daha iyi anlaşması gerekirken bir birine küs, neden küs olduklarını çoktan unutmuş kendi çocuklarının geleceği ve onlar için her şeyi yaparken bulurlar… Çocuklarının hayatlarını yok ettiklerini ve fazla korumacı olan ailelerin çocuklarının hepsinin başarısız, bağımlı ve mutsuz çocuk yetiştiklerinin farkında bile değiller.

Gülmek için ellerimizde o kadar çok fırsat var ki, bu fırsatları yok ederken -hayatımızı cehenneme çevirirken- hayatın başı ve sonu olan bir zaman çizelgesi olduğu gerçeğini gözden kaçırıyoruz.

Birey kendine karşı iyimserdir, kötü şeylerin başına geleceğini düşünmez ama hep başımıza gelir o kötü şeyler…

Mutlu olmak için çekirdek kabuğunun içine giriyorum, ailenin özü olan tohum ile yüzleşiyorum, eğer orada oluşmuş bir girdap varsa kaçmak için fırsatımı kolluyorum, çünkü mutlu olmak, en zor koşullarda dahi mutluluk için çekirdek kabuğunu doldurmayacak nedenler bulup neşemi koruyabiliyorum… Tersi ise kötümserliktir ve kötümserlik kişiyi karanlık içinden çıkılmaz hale getirirken kişiyi de savunmasız yapar. İyimserlik değildir yaptığım, Polyanna ya da başka masal kahramanı olmayı hiç düşünmedim, çünkü bu yaşam içinde “mutlu olmak için neden arayan” çok neden bulur.

Kapitalist sistem mutluk görüntülerini ancak pazarlama alanında kullanır. Mutlu insanlar, mutlu aileler, doğa ile barışık, çevre dostu olarak sunulan her şey tüketim içindir. Tüketim kimseye mutluluk vermez, bir salatalığın tarlada oluşumunu izlemek, açan çiçeğinin fotoğrafını çekmek, çizmek bile hayatın bize sunduğu mutluluk anıdır. Çünkü anlamak, anlarken anlamlar yüklemek ve yüklenen anlamlardan mutluluk öyküleri, masalları üretmek bile bizi bu sistemin dışına iter…

Bizim başımızdan iyi şeylerde geçer, kötü şeylerde...

Bizler geçmişimizden ders alıp, geleceğe mutlu bir yarın kurma kavgasındayız…

Devrimcilik, yarının mutlu toplumunu yaratma kavgasıdır.

Var olan tüketim çılgınlığına, doğa yağmasına, nefret söylemlerin yok edilmesi için verilen kavgadır. Yaşamı savunur ve yaşamı yüceltir. Kim ki ölümü yüceltip, kahramanlık hikayelerini sürekli gündeme taşıyorsa bilin ki, o da geçmişini tüketmekte ve mutsuzluk tohumların başka biçimini serpiyordur…

Aileme bakıyorum, geniş ve çekirdek olana. Hep mutlu olan öykülerimin kafamda canlı kalmasını arzuluyorum. Kardeşin kardeşe, kuzenin kuzene, yeğenlerin yeğenlere dost, sevgi ile yaklaştığı, çıkarların bireysel olanı değil de toplumsal olanı, dayanışmanın dayatma olamadığı, karşılıklı olanın geliştirici olduğunu bilen bir geniş aile. Geniş aile içinde sağcıda olacak, dinci de ama devrimci olanın en akla yatkın olduğunu yaşam deneyimleri ve pratiği ile çevresinde gösteren bir aile…

Devrimci olanı savunuyorum; gülümsüyorum tüm dostlarıma, yoldaşlarıma… 

İsmail Cem Özkan

6 Aralık 2019 Cuma

‘Söz’ yerinde ağırdır.


‘Söz’ yerinde ağırdır.

“Müslümandan, İslam’dan terörist olmaz. ‘İslami terör’ yaftasını kabul etmeyiz.”  demek, küresel olarak eylem yapan IŞİD, El Kaide, Hizbullah, İslami Cihad, Müslüman Kardeşler… gibi örgütlerin terörist olmadığını iddia etmek demektir, (onların içinden birini terörist olarak kabul edip diğerlerinin ismini ağzınıza almadığınızda sonuç aynı yere çıkıyor) onların canlı bomba, tarihi eseri yok etme, ibadethanelerin içine girip namaz kılanları/ ibadet edenleri öldürme gibi eylemlerini yok saymak veya bir anlamda desteklemek demektir...

Dini sembolleri ve isimleri kullanan yapıların her biri herhangi bir yerde eylem yaptığında ve eylem sonrasında masum insanlar öldüğünde / yaralandığında / zarar gördüğünde meydanlara çıkıp bu eylemi ‘zamanında’ ‘lanetlemek’ yerine ‘sessizlik’ içinde izlemiş olmak bile bu eylemi yapanları desteklemek anlamına gelir.

Henüz ortada küresel boyuta gelmemiş sizin siyasi hedefleriniz yönünde eylemler olurken yaşanan olaylara bakışınızı “öfkeli gençler” veya “öfkeli çocuklar” ile açıklamaya çalışmak da bir anlamda eylem yapanların neden eylem yaptığını anlamaya çalışıyoruz anlamındadır ve bu anlamın içinde destek verilmesini taşır…

Küresel cinayet işleyen yapılar küresel güçler tarafından operasyon ile yenilgi yaşadıklarından sonra militanları, üst yöneticileri, akrabaları ülkemizde tedavi görmüş oldukları ve yakınları ‘güvenli’ bir şekilde yaşam alanı bulmuşsa, örgüt yenilgisi sonrası yakınları ülkemizde gözaltına alınmışsa orada durup düşünmek gereklidir, nasıl bir mücadele yapıldığı konusunda.

Eğer dinde kaba gücü destekleyen inanç ve alt yapı olmasaydı bugün küresel olarak eylem yapan örgütlerin, cemaatlerin varlığı da söz konusu olmamış olurdu.

Sorunun temelinde ‘birileri besledi’ diye bir terör örgütü çıkmaz, onu desteleyen düşünsel ve ekonomik bir alt yapı mevcut olmalıdır.

Öncelikle din inancı içinde ‘kaba gücü’ meşru gören her türlü anlayışın tanrı tarafından gönderilen ‘emir’ olduğu düşüncesinden kurutulmak gereklidir.

‘Kaba gücü’ meşru gören her türlü anlayıştan kurtulmadığı sürece insanlık; köprüde yürürken biri ‘tekbir’ getirerek sizi bıçaklayabilir, üzerinize aracını sürebilir üstelik Londra, Berlin gibi bir güvenliğin yüksek olduğu yerlerde, Ankara gibi bir yerde “demokrasi” isteyen kitlenin tam ortasına gelir canlı bomba olarak patlar...

Katilleri besleyen devletler / güçler vardır, çünkü bu güçten/kaotik ortamdan destek alarak kendi içinde muhalefeti ya yok ediyor ya da destekliyor anlamına gelir...

Kısaca halklar terörden beslenmez.

Kaotik ortam yaratanların eyleminden güç sahipleri hem beslenir hem de istedikleri düzenin/sistemin kurulması için neden olarak kullanırlar...

Sorunun temelinde Hıristiyan, Yahudi, İslam yoktur, onun temelinde güce gösterilen “tavizsiz destek” ve “işine geldiği” için ‘kutsal’ olarak sayılan anlayıştır...

Bu anlayışlardan kurtulmak insanlığın elindedir, çünkü kutsal metinlerin içinden bir çok metnin çıkarıldığını tarih yazar.

Kutsal kitaplardan çıkarılan metinlerin ‘şeytan’ tarafından dile geldiği ifade edilir ve tek tanrılı dinlerde bugün dahi sürekli temizlik yapılır.

Bugün bile hala bir çok ifade didik didik edilir, çünkü hiç kimsenin elinde kutsal olarak kabul edilen metinlerin ilk halleri yoktur, sözün daha sonra yazıya dönüştürülmesinden kaynaklanan sorunlar vardır...

Terör sonuç olarak inancın bir aracı değil, güç kullananın bir aracı olur ve bir çok masum insan küresel güçlerin çıkarlarına uygun eylemlerde “cennete gideceğim” diyerek katil olur...

İnananın neden kaba güce ihtiyacı olsun ki, doğru, dürüst, ahlaklı olunca zaten çevresini etkileme gücüne sahiptir...

Bakın Osmanlı’nın kuruluş aşamasında Balkan yayılmasına, ‘dedeler’, ‘babalar’ eli ile yayılmıştır savaş olmadan...

Edirne savaş olmadan babalar, dedelerin inancı ve yol göstericiliği ile İslami bir başkent olmuştur, gidip biri canlı bomba olmamıştır...

İslam dini içinde Alamut Kalesi ve orada yaşayan Haşhaşiler yaşam biçimini “ret” ederek din gerçek konumuna gelebilir, aksi halde din kaba gücün esiri olduğunda; kadınlar köle, tarihi eserler ve heykellerin yıkıldığını, muhalif olanların içinde canlı bombaların patlamaya devam ettiğine şahit oluruz.

Kısaca dinden toleransı kaldırmak demek savaş demek, kaba güce ihtiyaç duyanlara hizmet etmek demektir...

“Müslümandan, İslam’dan terörist olmaz.” derken, o sözü doğrulayacak önlemler almaktan geçer, bugün Londra’da bir köprüde bir kişi “tekbir” getirerek birini bıçaklıyorsa sizin sözünüzün tarih içinde/ o olaydan etkilenen toplumlar nezrinde ne yazık ki bir ağırlığı yoktur...

İslam dini bugün yaşananlardan çok ağır yaralar almıştır, Hristiyanlık orta çağ karanlığında aldığı yara kadar ağırdır belki. Hristiyanlık devletten elini çektiği zaman insanlığın dini olmak için adım atabilmiştir, toleransı göreceli olarak yükselmiştir.

Din insanlığın ilerlemesi için ortaya çıkmıştır, zamanı durdurmak ve hayatı sonlandırmak için değil. Bugün insanlığın ilerleyişi ve bilimin önünde engel olmaya başlamışsa din asli görevini yapmıyor anlamındadır…

İsmail Cem Özkan

5 Aralık 2019 Perşembe

Hiç lekelenmemiş gibi yaşıyoruz.


Hiç lekelenmemiş gibi yaşıyoruz.

Oyun için salona girdiğimizde klasik Türk musikisi ezgileri bizi karşıladı. Radyoların hakim olduğu yıllarda daha fazla duyduğumuz ezgiler içinde yerimizi bulup salondan sahneye doğru bakıyoruz.  Dekor bize ilk selam veren oluyor. Bir salon, salona açılan kapılar, pencere, masa, koltuklar ve merdiven ile oyunun ilk fısıltısı çoktan kulağımıza gelmişti bile… Barış Dinçel elinden çıkan bir çok dekor gördüğümüzden olsa sanırım, eşim sahneye bakar bakmaz Barış Dinçel dedi.

Oyuna girmeden tanıtım broşürünü okumama alışkanlığım var, davet aldığımızda oyun çıkana kadar o oyun hakkında bir şey okumamaya özen gösteriyorum, bu sayede belki de oluşacak olan önyargımı baştan engelliyorum.

Öncelikle oyunu izlerken keyif almak ve o keyif ile özgürce oyunu izlemek istiyoruz… Bize eğitim ile içimizi, dışımızı önyargılar ile doldurdular, en azından oyunu izlerken - biraz da olsa - kendimi özgür hissetmek istiyorum…

1940’lı, 50’li yıllar…

İstanbul’da Osmanlı’dan kalma paşaların çocukları ve torunları, babalarından/dedelerinden kalan miras evlerde yaşamaya ve geçmişin şaşalı günlerin izlerini kültürel olarak üzerlerinde ve günlük hayatlarında taşımaktadır. Zaman geçtikçe, kuşaklar değiştikçe birikimlerin taşınacağı algısının da ne kadar subjektif olduğunu yaşayarak gördük.

Ölüm yabancı değildir, her yaşamın olduğu yerde ölüm vardır…

Oyunun atmosferi yazıldığı zamandan alınıp, 1940-50’li yıllara İstanbul’a taşınmıştır… Yazıldığı zamanda ki gibi bir zaman seçilmiştir; yokluktan çıkmış bir toplum, savaşın izlerini henüz üzerinden atamamıştır…

Cinayet, ölüm evrenseldir, küresel olan ilk şeydir belki de… Küresel savaşın yaşandığı dünyamızda ölüm de sınır tanımadan, ilk defa gittikleri topraklarda savaşanların kaderi olmuştur… Yazarın niyetlerine sadık kalarak mekan, zaman değişimi ve isimlerin yaşanan topluma uydurulması ile şahane bir oyun birazdan oyuncuların sahnede ki performansları ile birlikte bizi saracaktır…

Yazının hayat bulduğu alanlardır tiyatro…

Hekimoğlu ailesi babadan kalma bir yalıda yaşamaktadır. Halalar evlenmemiş iki dünya tatlısı yaşını almış Müşfike (sevecen, şefkatli) ile Mürşide (doğru yolu gösteren) adında kadınlardır. (İsimlerin seçimi bile oyun için ne kadar çok çalışıldığının kanıdır…) Onlar, Zeki, Halim ve Adnan adlı yeğenlerine bakmaktalar. Kardeşlerden Zeki hafif delidir. Adnan gazetede çalışan tiyatro eleştirileri yazmaktadır, Halim ise uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen bir cani/delidir.

Müşfike ve Mürşide için doğru yol ve şefkat ne anlama geldiğini oyunun başında anlıyoruz, ölüm! Birilerin iyiliğini düşünüyorlar, onları Çanakkale’ye gömüyorlar. Birinci dünya savaşında Çanakkale küresel mezarlık haline gelmiştir. Orada ölen askerlerin de iyiliğini birileri düşündü… (Bodrum katına yüklenen anlam isimler kadar düşünülmüş.)

Adnan’ın bir de sevgilisi vardır, komşu kızıdır. Onun ile evlenmeyi düşünmektedir ve zamanın ruhuna uygun bir platonik aşk söz konusudur.

Mahalleye yeni atanmış bir bekçi vardır, tiyatro eseri yazma heveslisidir. Yazdığı çalışmayı tiyatro eleştirisi yazan Adnan’a okumak niyetindedir. Karakoldan görevli olarak gelmiş ama bunu fırsat bilerek elinde dosyası ile birlikte. Mahalleli Zeki’nin zamansız çaldığı borazan sesinden şikayet etmektedir.

Zeki hafif delidir. Kendisini bir savaşın içinde sanmakta ve bakanlar kurulu ile sürekli toplantı halinde gibi göstermektedir. Halaları bu durumu kendi lehlerine çevirmiş, Çanakkale adını verdikleri bodrum katında ki sırlarının ortağı yapmışlardır…

Kara mizahın vermiş olduğu olanaklar, yazarın satırlarını uyarlayan Nedim Saban’ın elinde yeniden biçimlenirken, oyunu yöneten yine Nedim Saban olunca ortaya çok keyifli, alkışı bol, usta oyuncuların birbirini daha da büyüttüğü bir oyun çıkmış…

Nedim Saban, sıradanlığa düşmeden, her ayrıntıyı inceden inceye işleyerek bir oyuna hayat vermiş… Gülmece tekniğinin kolayına kaçmadan her sahnesinde, her satırında insanın beynine hitap eden, düşündürürken neden sonuç ilişkisini irdeleyen bir seyirci kitlesini de oyun boyunca yakalıyor ve yaratıyor…

Ölüme ve cesetlere gülüyoruz ve ortada bir cinayet olduğunu asla düşünmüyoruz.

Oyun ilerledikçe aileyi saran delilik halinin farklı taraflarına da tanık olacağızdır. Bu tanıklık ürpertici değil, aksine eğlendirici olacaktır. Ölüm o kadar eğlenceli olacak ki, salon kahkaha ile dolacak. Oyuncular rollerini o kadar iyi oynayacaklar ki, sözün yerini alkış, kahkaha alacak…

Oyunun çoğu sahnesinde yer alan Suna Keskin ile Melek Baykal’ın omuzunda oyunun ritmi yükselirken, diğer oyuncular bu iki ustanın yanında usta oyunculuklarını da gösterecekler. Çünkü oyunun kurgusu, sahnelenmesi ve oyunculara verilen replikler usta oyuncuların elleri ile yeniden yoğrulacak ve de izleyecek sunulacaktır… Kısaca söyleyeyim; “oyuncular rollerinin tadını çıkartıyorlar, o tat bizlere ulaşıyor”.

Kendi adıma söyleyeyim; o kadar çok gülmeye ihtiyacımız varmış ki, bu ihtiyacımızı bu oyun salonda bulunduğumuz sırada bol bol karşılandı.

“Komedi ciddi bir iştir, şakaya gelmez!”

Her kara mizah eser içinde inceden inceye eleştiri vardır, sözcüklerin arasına saklanan eleştiri her görselin içinde bize ağır ağır verilir. Balon karikatürler gibi şakaya getirilen ama bir saniye sonra unutacağımız esprilerin yerini eserin bütünlüğü içinde verilen mesaj ile komedinin ne kadar ciddi ve üzerinde çok çalışılması gerektiğini bir kere daha bu oyunda görüyoruz… Bu oyunun can alıcı noktası sıradanmış gibi sunulan bir akış içinde verilir; ülkeye pasaportsuz kaçak giren ve uzun zamandır aile ile bağlantısı olmayan kardeşin seyirci ile ilk karşılamasındadır bu an! Halim, yüzünü değiştirmiştir, o yüzden yeni kimliğe ihtiyacı vardır. Bir şekilde ele geçirmiş oldukları başkasına ait pasaport ellerindedir ve o pasaport resminde ki insana benzemek için yeni bir yüz estetik ameliyatına ihtiyacı vardır. Ameliyatı yapacak kişi bu işin simsarı olmuş doktor ile bir gün eve gelir ve yıllar öncesi kan lekesi bıraktığı perdeyi göstererek cümleyi söyleyiverir; “Eşyalar insanlardan daha onurlu, çünkü onlar lekelerini yıkanmadıkları sürece üzerlerinde taşır ama biz lekeleniyoruz, hiç lekelenmemiş gibi yaşıyoruz."

Oyunun ruhu artık dillendirilmiştir…

Zamanımızın ruhunda olmayan bir şey sorgulanır bundan sonra,’adalet!’

Kendi küçük dünyalarında ‘birilerin iyiliğini’ düşünenler ve zorunlu olarak arkasında ‘delil bırakmamak’ adına işlenen cinayetler bir bodrumda birleşir…

Sorular oluşur…

Öldürmek aile fertlerinin yalnızlığını mı yok ediyor?

Soru varsa cevabı da olacaktır…

Her biri bir biri ile iletişim halinde ama aynı zamanda içlerinde koskocaman bir çöl vardır ve o çölde yalnızlardır…

Oyuncular üzerine çok şey söyledim sanırım, çünkü ustalar her zaman takdir görmeli ve alkış eksik edilmemelidir… Her oyun, sahneye çıkan her oyuncu tecrübesine tecrübe katarak sahneden iner. Ustalar sahnede olduğu sürece öğrenir ve de öğretir. Hem seyirciyi eğitir hem de birlikte rol aldığı arkadaşlarını. Sahneye bakan ve sahnenin arkasında yer alanlarda bu öğrenimden payını alır, dekor, kostüm, müzik, dans için çalışan koreograf hepsi bir bütün içinde olduğu sürece oyunun seyirliği artar ve seyirci ile daha rahat kucaklaşır, bunlardan birinin eksikliğini ustaların üzerine düşen gölgedir. Ahududu oyunda bu bütünselliği gördüm, her birinin emeğine sağlık…

Oyunun son perdesinde ışığın gücünü ve önemini bir kere daha gördüm, bölümler arasında sahnenin kararması ve zamanında aydınlanması komanda başında olan kişinin dikkatinin ve işini ne kadar keyifle yaptığını düşündüm…

Oyun üzerine daha kısa yazmak isterdim ama sahnede bana yansıyan çok şey olunca, elimde değil her birini dilendirme isteğini durduramıyorum… Kelimeler ekranın üzerine düşünce, ekrandan aşağıya doğru akıyor, kelimeler ve cümleler oluştukça yazının uzadığını ancak son noktayı koyduğumda görüyorum. Bu kusurumu da bana çok görmeyin lütfen! Kısada olsa zaten okuma alışkanlığı olmayan okumuyor, görsele bakıp geçiyor…

İyi ki bu oyunu izledim, imkanınız varsa ne zaman olursa olsun gidin izleyin…

Kahkaha ihtiyacımız var ve nitelikli bir kara mizah eserinin sahnede usta oyuncuların canlandırmasını kaçırmayın derim... Cümle uzun mu oldu, peki, kısaca yazayım; izleyin, alkışınız eksik olmayacak!...

İsmail Cem Özkan



Ahududu

Yazan: Joseph Kesselring
Yönetmen: Nedim Saban
Yard. Yönetmen: Erdinç Doğancı
Dekor: Barış Dinçel
Kostüm: Günnur Çaras
Işık: Yüksel Aymaz
Reji Asistanı: Mustafa Karasu
D. Kareografi: Murat Turhan
Fotoğraf: Emre Mollaoğlu
Oyuncular: Suna Keskin, Melek Baykal, Nedim Saban, Bülent Seyran, Cem Güler, Ender Gülçiçek, Aysuda Dalgıç, Birol Engeler, Özgür Yetkinoğlu

25 Kasım 2019 Pazartesi

Atma!


Atma!

Konya valisi, 24 Kasım öğretmenler günü dolayısıyla katıldığı etkinlikte bacak bacak üstüne atan bir öğretmene, “sen öğretmen misin birader? Öğretmen gibi otur da bir görelim" sözleriyle tepki göstermiş... Ve sözlerine devamla “yalan mı arkadaşlar, yalansa yalan deyin” diyerek orada bulunan öğretmenlerden destek istemiş, onlar da alkış ile destek vermiş...

Yukarıda ki satırları bugünlerde bir çok medyada okumuş ya da izlemişsinizdir. Devletin karşısında, erkin önünde, hocanın karşısında bacak bacak üzerine atamazsınız, peki neden?

“Karşımda ki kibirli, o yüzden bacak bacak üstüne atıyor” diye düşünen karşısındakinin kibrini kırmak istemek için itiraz edebilir ama ortada kibirli bir durum söz konusu değil, görünen o ki tam tersi durum söz konusudur…

Tahrik mi oluyorlar?

Bugünlerde otobüste giden yaşını başını almış bir adam ileri koltukta oturan kadına bakıp “senden tahrik oluyorum” demiş...

Erkek, kız çocuk görünce tahrik olan ilim adamları var, hatta anasının bacağını açıkta görünce önüne çadır kurduğunu saklayamayan profesör konumuna gelmişlerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz...

Şimdi Konya valisinin açıklamasını okuyunca aklıma 12 Eylül mahkemeleri geldi. Mamak'da Devrimci Yol ana davasında savunma ilk günü ben izleyiciler tarafından yani en arkadan basamak haline konulmuş tahtaların üzerinden mahkemeyi izliyorum. Henüz çok gencim, Devrimci Yol liderleri kimlermiş diye de sanıkların olduğu düz alanı izliyorum... Hakim geldi, salon sessiz, savunma için bir nolu sanık (Oğuzhan Müftüoğlu) kalktı, savunmayı okumaya başladı. "İşkenceyi durdurun!" sözünü söylerken biri geldi ayağıma vurdu, ‘ne oluyoruz’ diye bakarken bir asker karşımda “indir ayağını!” derken bacağımın üstünde ki ayağıma vurdu. ‘Hayırdır’ diye adama baktım, genç bir asker. “Burası mahkeme, devlet, ayak ayak üstüne atamazsın, düzgün otur!” Dedi. Ben de tik mi oldu nedir anlamlandıramadığım bir beyin tutulması ile belki de içimde saklı tuttuğum anti otorite güdüsü bacak bacak üstüne istem dışı attım (bir parantez açma ihtiyacı duydum, mahkeme heyeti gelmeden sanıklar salona alınmış, her sanık yakını görmek için bizim oturduğumuz yere bakıyor, yakını gören el sallıyor… Salona önce savcı geldi, savcı salon otoritesinden sorumlu sanırım hemen bir fırça attı sanık bölümünde oturanlara… Hadi erkeksen/kadınsan arkaya dön ve el salla, ne mümkün… Disiplin ve korku salonun içinde soğuk bir rüzgar estirdi. Belki o soğuk havanın etkisi, belki de sesi daha iyi duyayım diye elimi dizlerimin üzerine dayayıp vücudumu öne doğru eğmişken yaşandı .) Hooppp beni iki kolumdan tutukları gibi salondan attılar... Benim ile gelen Almanya’dan konuklar, dostlar, gazeteciler çaresizce benim götürülüşüme baktılar. Salondan çıktım ya, Mamak önündeki Samsun asfaltına kadar çıkarıldım...

Bu satırları yazarken dillerden düşmeyen bir türkü düştü dilime…

“Geldiğimizde otlar yemyeşildi
Ve kuzeydeydi güneş
Kömür deposu boşaldı işte
Mamak'a sonbahar geldi

Güneş altında tutsaklar
Geçen sonbahara bakıyorlar
Şirin mi şirin gecekondu evleri
Samsun asfaltında otomobiller
Ne güzeldir yollarda olmak şimdi”

Bacak bacak üstüne attığınız an birileri hakaret ettiğinizi sanıyor ama ben hiç öyle düşünmüyorum, ne yani kendinden küçüklerin karşısında sen bacak bacak üstüne atacaksın ama senden küçükler atamayacak, neden? Otoritesini sarsıyoruz sanırdım, meğer otorite değilmiş, geneli tahrik oluyorlarmış...

Peki, devlet tahrik olur mu?

Ülkemizde her amir/ yaşı büyük erkek/ erk sahibi kendisini orgeneral görüyor, devlet disiplini demek otorite demektir. Vatandaş ise er… Ama ben er değilim ki, gazeteciyim, diyelim ki gazeteci değilim… Mesleğim icabı düşünürsek; “Karşımda kim olursa olsun, ondan haber almak için kendimi rahat hissetmem ve not almam için kendimi konumlandırabilmem gereklidir.” Başka mesleklerde benim gibi kendisini rahat hissetmek ister, bırakın meslek sahibi olmayı mesleği olmayan biri de olabilir…

“Hayır yapamazsın! Ama kendin ile eş gördüğün birinin karşısında istediğin gibi oturabilirsin!”

Neden?

"işçisin sen, işçi olarak kal" demek gibi bir şey..

Patron/kral/orgeneral hepsi tanrının gölgesi, kilise de, cami de bacak bacak üstüne atıp oturamazsın, diz çökmek zorundasın, diz çökersen sen tanrının evinde tanrının karşısında kendini anlatabilirsin!

Liderler konuşurken not alınacak şekilde tahtalar ve diz dayama düzeneği olmalıdır. Tüm gazeteciler, öğretmenler, mühendisler patronlarının karşısında diz çökerek görüşlerini belirtmeliler! Diz çöken bacak bacak üstüne atmak için fiziki bir durum da söz konusu değildir…

“Atma!” dedi biri devletin gücünü kendisinde biçimlendirdiğini inanan biri... “Atma!” dedi, ‘atan’ dışında kalan herkes alkış ile “atma” diyeni destekledi…

İsmail Cem Özkan

22 Kasım 2019 Cuma

Aziz Dostum Çehov


Aziz Dostum Çehov

Üç öykü, üç ayrı zaman kesiti… Ne başlangıç vardır kesit içinde ne de son… Anın atmosferi içinde bize bir şeyler sunulur ve o sunulana bakarak bizler öyküyü ya da kesiti devam ettiririz, her birimiz için farklıdır artık kesitten sonra ki süreç…

Her zaman kesitinde oluşmuş olan öykünün atmosferin içinde buluruz. Birbirinden bağımsızdır, bir biri ile ilişkilidir, çünkü yazarın yaşadığı döneme yöneltilmiş projektörün aydınlattığı anın bize yansıması içindeyiz. Zaman bugün değildir, kesit alındığı andır. Sahneye bakan seyirciler olarak birden önümüze çıkar atmosfer ve hemen içine alır bizi.

Buraya gelmişken hemen salonun konumundan bahsetmek gerek… İstiklal Caddesi üzerinde olan Oda Kule adı verilen caddeye yakışmayan bir binanın yanında yer alan kilisenin hemen yanında yer almaktadır. Tiyatro olmadan önce o binadan haberim dahi yoktu, oyunu izlemek için gittiğimde ilk defa içini görme imkanım oldu. Garibaldi ismi verilen bu yeni sahne gizli kalmış ama keşfedilmeyi bekleyen bir yer olarak yıllarca sessizce kendisini korumuş izlenimi verdi. Devlet Tiyatrosu orayı Küçük Sahne’nin kapatılması sonrası anladığım kadarı ile kiralamış. İki sahneden oluşuyor ve Pazar günleri okuma tiyatrosu olarak kullanılan bir de küçük alan olarak tiyatro severlerin hizmetine sunmuş.

Garibaldi, Türkiye’de yaşamış ama o sıralarda henüz devrimci değilmiş. Bir gemide çalıştığı süreç içinde gittiği ülkelerde gelişmelerden etkilenmiş ve ülkesinin Avusturyalılar tarafından işgaline karşı direniş örgütüne girmiş ve hayatı olduğu gibi değişmiş. Bizi ilgilendiren tarafı ise yaşadığı ve bugün içinde tiyatro izlediğim bina.  1828-1831 yılları arasında bu binada yaşamış ve o binada kurulan Societá Operaia İtaliana (İtalyan İşçi Birliği) derneğinin kurucu başkanı olmuş… Pera bölgesinin çok kültürlü yapısının bizim tarihimizde bilinmeyeni bu binanın görünür kılınması ile yeniden benim açımdan gündemime gelmiş oldu. Bizde yazımızı yazarken bu kesitten söz etmeden geçemedim.

Öyle bir tarihi geçmişi olan binanın içinde Çehov’un oyunu için içinde bulunduğumuz ikinci salondan da bahsedeyim. Bir sahne ve bir de salon içinde balkonu görmekteyiz. Düz bir alanda sandalyeler bir biri ile orantılı olarak sıralanmış, her bir seyircinin oyunun oynanacağı alanı görecek şekilde planlandığını gördüm. Küçük bir salon yüksek tavanlı bir alan… oyunun başlamasından onbeş dakika önce seyirciler salona alındı. Yer numarası olmadığı için ilk giren istediği sandalye de yerini aldı. Her devlet kurumunda olduğu gibi burada da protokol için sandalyelerin olduğunu gördük… Devletin olduğu yerde fırsat eşitliği olmaz, ayrıcalık her zaman birileri için vardır anlamına gelmektedir koltukların ya da sandalyelerin arkasına iğnelenen protokol yazısı ile…

Oyunumuza dönersek her bölüm de farklı atmosfer içinde sunulmuş olsa da aslında bir biri ile bağlantılı üç öykü vardır. Hepsinin ortak yönü, zaman, içinde bulunulan koşullarda yalnızlık ve yalnız kalma korkusu, çevrenin görünmeyen baskısı ve gelenekler… alınan kesitlerde ki öykülerde düğümü, çözümü olmayan ama başlangıç ve son arasında alınmış bir andır. Başlangıcı ve sonucu okuyucu/ seyircisi kafasında tamamlanması istenir, başarılır da…

Her anın içinde birbirinden farklı kaoslar her an söz konusu olabilir. Öyle bir noktadan olayın kesitini alırsınız ki, o olayı klasik anlatım ile seyirciyi / okuyucuyu hazırlamak, kahramanların ruh halini ve karakterini tasvir etmeye gerek kalmadan okuyucu / izleyici o alınan can alıcı kesitten her bir ayrıntıyı kafasında yaratır ve o yarattığı döngüden öyküye/ oyuna dahil olur.

"Hayat seni güldürmüyorsa espriyi anlamadın demektir."

“Sistemlerin ve yönetimlerin değiştiği coğrafyalarda insanın aynı kalması beklenemez ancak bu süreç son derece sancılı ilerler. İnsanlar değişir, dönüşür ama kısa vadede eski-yeni kültürel şokunu benliklerinden silemezler. “ diye cümle ile tanımlanır öykünün geçtiği atmosfer.

Evlenme teklifi

İki komşu toprak sahibi ailenin 35 yaşlarına gelmiş ve korkuları ile yaşamaya alışmış, ama bundan da kurtulmak isteyen bir erkeğin diğer çiftlik sahibinin evini ziyaret etmesi ve evlenme dileğini hayata geçirmek istemektedir. Evin kızı ve babası yıllardır kendilerine gelecek bir görücü beklemektedir. Görücü gelmiştir ama öyle olaylar gelişir ki, kaos kaçınılmaz ve çatışma bu krizi iyi yönetememeyi ortaya çıkarır ama nihai amaç evlilik olunca her türlü çatışma üstü bastırılır ve bir süreliğine kapatılır. Üstü kapatılan tarih, gerçekler ve krizin yönetimi… evin kızı evlenmek istemektedir ve ayağına gelen kısmeti kaçırmak istemez, inatçı kişiliği ve her şeyde kendisini haklı gören yapısı karşısında direnen ve ilkeleri olan aynı zamanda korkuları ile yüzleşmemiş bir aday…

Bu bölümde oynayan her üç oyuncu birbirini tamamlayan ve birbirinin oyun gücünü yukarıya taşımaktadır. Dekor oyuncuların hareket alanını kolaylaştırmakta ve salonda oyun için alanı genişletecek şekilde yerleşmiştir. Perdeye yansıyan görüntü, ışık bu bölüm için istenilen atmosferi sunmuştur. Seyirciler oyuna katılmış ve anı yaşamaktadır. Bu bölümde Emre Yıldız, Erdinç Gülener ve Emre Başer bu bölüm için istenilen atmosferi oyunculuk gücü ile yaratmış ve seyirciye başarıyla sunmaktadır.

Tütünün zararları

Bir eş tarafından 33 yıl istemediği bir hayat yaşayan adamı konu eder. Evliliğinden hep kız çocukları olmuş, kız çocukları olması imgesi kadının hakim olduğu vurgusu üzerinedir ve ne tesadüfidir ki her çocuk ayın 13’ünde doğmuştur. 13 rakamı evliliğin kilit imgesidir. Öncelikle sorunun kaynağı ve kadının baskısı altında acı çeken bir erkek gibi algılanması için bir atmosfer yaratılır ama konuşmanın ilerleyen zamanında asıl sorun, “insanın bir türlü içinde yüzmekten kurtulamadığı bunalım deryasıdır, bu deryada cankurtarana ulaşma çabasıdır.”

Emre Başar bu bölümde muhteşem bir performans ortaya çıkarır, salondan gelen zaman zaman kahkaha, zaman zaman sessizlik içinde oluşan atmosferden bağımsızdır, oyunun içinde oyunun trajedisini izleyiciyi mimikleri ve vücut dili ile anlatmaktadır.

Ayı

Eşini kaybetmiş ve üzerinden 7 ay geçmiş olmasına rağmen hala yas içinde olan bir toprak sahibinin eşi her gün olduğu gibi (sanırım) günlük bakımını yaptırmaktadır. Aniden gelişen olaylar zinciri henüz başlamamıştır. Sakin bir gün sahnededir. Aniden kapı çalar ve bir alacaklı salona hışım ile girer ve sakin giden bir gün içinde bir kaosu yaratır. Kriz ortamı vardır ve bu kriz anın yönetimi sorunludur. Bir birine iki kapalı insanın bir biri ile çatışması ve çevresinin bu çatışmadan etkilenmesi… nefret duygusunun aşka dönüşmesi için günler gerekmediğini görüyoruz, anlık bir duygusal geçiş davranışları da etkiliyor…

Yılmaz Gruda’nın çevirisi ile sahnede karşımızdadır Çehov. Tiyatrocu ve tiyatroyu tanıyan bir çevirmenin akıcılığı ve Türkçeye uyarlaması ya da yeniden yaratımı bizi bu oyunun içine hemen karışmamızı, sahneden salona doğru yayılan atmosferin içinde bulunmamızı sağlıyor. Zafer Alagöz bu çeviriyi ele almış ve yeniden yorumlamış günümüz tekniğini kullanarak. Video görseli oyunun geçişleri ve oyunda yaşanacakları yine Çehov dili ile seyirciye ulaştırıyor.

Oyunun seyirci ile kucaklamasında elbette kostümün, dekorun, ışığın, ses bütünlüğünün etkisi tartışmaya gerek bile yoktur. Oyunda emek veren her emekçinin eseridir, bunu Zafer Alagöz çok iyi bir şekilde organize etmiş ve bir bütün olarak oyunu karşımıza sunmuştur. Bize düşen şey, emeği geçen her emekçinin emeğine sağlık…

İsmail Cem Özkan



Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Yılmaz Gruda
Yöneten: Zafer Algöz

Oyuncular: Erdinç Gülener, Eylem Yıldız, Emre Başer, Deniz Denker
Dekor & Kostüm Tasarım: Medina Yavuz Almaç
Işık Tasarım: Birol Gezici
Yönetmen Yardımcısı: Eylem Yıldız
Asistan: Deniz Denker
Sahne Amiri: Cengiz Aydoğan
Kondüvit: Ali Yavşan
Işık Kumanda: Ferhat Daşdemir, Burak Gülçebi
Aksesuar Sorumlusu: Burçin Özdemir, Barış Akbaş, Erdinç Aksoy
Kadın Terzi: Raziye Öztürk
Erkek Terzi: Hasan Basri Aktaş
Perukacı: Ramazan Akbaş 

19 Kasım 2019 Salı

Kayıp kentten manevi vatana


Kayıp kentten manevi vatana

Ermeniler hakkında ne biliyoruz diye sorma gereği bile duymazlar, haklarında oluşmuş önyargılar ile kalıplaşmış resmi tarih söylemleri hakimdir ülkemizde… Ermeniler bu toprakların kadim halklarından olduğu vurgulanır ama tarihleri hakkında tek bilgi ‘Ermeni soykırımı’ ya da ‘tehciri’ adı verilen tartışmalar çevresinde gelişen cümleler ve onların yaratmış olduğu korku, acı, hüzün, dram ve trajedidir.

Ermeniler kendilerini mukaddes kitapta sözü geçen bir olay ile bağdaştırmayı seviyor. “Sular çekildiğinde yeryüzüne ilk ayak basan kadim halktır Ermeniler”. “Yani Ağrı (Ararat) Dağı ve eteklerinde yaşayan ve istilaların, istilacıların geçtiği bir boğaz içinde yaşamak zorunda olan bir halk…” Dışarıdan bakılınca ilk akla gelen cümle budur ama tarihi konusunda o kadar bilgi barındırmaz içinde. Her ulusun doğuşu gibi belirsizlikler mevcuttur başlangıç noktası için ama “Starbon’un da belirttiği gibi (XI, XIV, XV) Ardeşes’in hükümdarlığı döneminde Ermenice tüm ülkenin ortak dili olur.

Ermenilerin iki vatanı vardır, Büyük Ermenistan ve Küçük Ermenistan adı altında. Büyük Ermenistan Fırat’ın doğusunu kapsar, ikincisi ise Sivas, Erzincan ve Malatya şehirleri arasındaki topraklardır.  Büyük Ermenistan daha homojendir Küçük Ermenistan’a göre, çünkü komşuları ile etkileşimi daha azdır.

II. Dikran (İ.Ö. 95-55) Ardeşes hanedanın en ünlü temsilcisi olmuş, “Kralların Kralı” diyerek sikkeler bastırmış. Güçlenince Diyarbakır şehri yakınlarında Dikrangerd (Tigranokerta) adında yeni bir şehir inşaat ettirmiş. Yıllar geçer, savaşlar olur, yeni güçler tarih içinde yerini alır ve doğuda Sasanilerin tarih sahnesine çıkmasıyla (224) doğu Roma imparatorluğu ve Sasaniler arasında kalırlar. Ülke kaçınılmaz olarak ikiye bölünür, doğuda kalan Ermeniler Mesrob Maşdots 405 yılında icat ettiği Ermeni alfabesi etkisi ile etnik-kültürel kimliğini korumayı başarır. 485 yılına kadar Ermeniler her türlü baskıya karşı direniş gösterirler ve direnişlerinin sonucunda 485 yılında Pers Kralı Valaş; Ermenilerin ibadet, inanç ve kültürel özgürlüğünü tanımak zorunda kalır. Valaş, Ermeni ordusu komutanını Vahan Mamigonyan’ı Ermenileri yönetmesi için vali olarak atar. Bu sayede Ermeniler sorunsuz tam kırk yıl süren barış ve refah sürecini yaşarlar. 629 yılında Herakleios Perslere karşı kazandığı zafer sonucunda Khalkedon Konsili Ermeni ve doğu kiliselerine baskı uygular kendilerine katılması yönünde ama bu ters tepecektir. Kendi alfabeleri ve dilleri kilise ile özdeşleşmiş, yaşam biçimleri ve günlük hayatlarını belirleyecek konuma kadar gelmiştir. Ermenilerin direnişi Arap istilası olana kadar devam eder. Bu süreç içinde bir çok ayaklanma olmuş, katliamlar birbirini izlemiştir… Ermeniler bu ayaklanmalar sırasında kendilerine güvenleri artmış Ermenistan’ı hem bir denge unsuru, hem de kendi çıkarları yönünde bir teminat olarak görmüşler. Bu sürecin içinde tam bir yüzyıl sürecek (920-1020) olan bir süreç yaşanır ve bu sürecin en parlak dönemi III. Aşod kurduğu “binbir kiliseli” Ani şaheseridir. 1045 yılında Bizans, Ani’yi ele geçirince Pakardoni Krallığı süreci de biter. Ama aynı zamanda Bizans çöküş sürercindedir. 1071 yılında Malazgirt’te Selçuklular bu süreci hızlandırmıştır.

Tarih en karanlık noktasında başka bir coğrafyada bir umudun var olduğunu yazar tarihçiler. Ermeniler içinde geçeridir. Savaşların yol açmış olduğu kitlesel göçler, sürgünler Kilikya’da “Küçük Krallık” kurulur. Son Ani kralı II. Gagik’in muhtemel akrabası olan Rupen, kendi adını taşıyan Rupenyan Prensliği adında bir devlet kurar. 1375 yılına kadar bir çok olay yaşanır, hatta dönemin büyük liderleri arasında bile sayılır ama zaman içinde iktidarın varisleri ve onlar ile akraba olanların ittifakları çevrede gelişen diğer olayların etkisi ile 1375 yılında başkent Sis, Mısırlı Memlukların eline geçince prenslik sona erer. Ermenistan topraklarında yeni bir bağımsız Ermeni devleti kurulması fikriyatı 1918 yılında hayat bulacaktır.

1800 yılların başlarında “Yeniden Doğuş” (Veradznunt); kültürel üretimin geleneksel yapıların aracılığı ile bir hareket yaratma işlevini üstlenirken “uyanış” (zartonk) terimi ile Ermeni tarih yazımı ve yeni muhatapların yaratıldığı dönemi belirtir. Kolonilerde ve genel olarak Ermenilerin yaşadığı yerlerde dergi basımıyla birlikte modern Ermenice edebiyat, bilimsel araştırma ve tartışmalarda da kullanımı yaygınlaşır. Laik anlayışa uygun olarak Ermeniler kilisenin hakimiyeti arasında bir mesafe koyarlar, bu da Osmanlı sarayı ve batı başkentlerinde Ermenilere daha fazla hareket alanı sağlar. Berlin Kongresi (1878) ile Ermeni meselesi, resmi olarak ilk defa uluslararası diplomasinin gündemine girer. Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu içinde Ermeniler üzerinde baskıların da artması anlamına gelmektedir. 

Berlin kongresi sonrası 1885 ve 1890 yılları arasında üç Ermeni partisi kurulur. Armenagan 1885 (Ermeni yanlısı), Hınçakyan 1887 (Çan), Taşnaktsagan 1890 (Devrimci Federasyon). Üç partinin ortak yönü; Ermeni özerkliği ve bağımsızlığıdır. Daha sonra Ramgavar 1908 (Halk) Kafkasyalı genç aydınlar arasında yayılır. Daha sonra komünist parti kurulur. 

İttihat ve Terakki Partisi Ermenilerin örgütlenmesi ve Balkan Savaşlarının bırakmış olduğu travmaya uygun olarak daha önce aldığı önlem kararlarını 24 Nisan 1915 yılında İstanbul’da ki Ermeni aydınları tutuklatarak başlatır ve aydınları sürgüne gönderir. Kısa süre sonra ise İzmir ve İstanbul haricinde yaşayan tüm Ermenileri zorunlu göçe zorlar ve o bildiğimiz ve her sene tekrarlanan Amerika senatosunda konu olan süreç böyle başlar.

28 Mayıs 1918 yılında başkenti Erivan olan bir Ermeni Cumhuriyeti kurulur. 29 Kasım günü Ermeni Komünist partisi iktidara gelince 29 Kasım 1920 yılında Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını alır. SSCB’nin dağılması ile 21 Eylül 1991 günü yapılan halk oylaması ile Ermeni Cumhuriyeti kurulur.

Koloni ya da diaspora…

En son kurulan Ermeni krallığı olan Kilikya krallıklarının çöküşünden sonra Ermeniler değişik ülkelere gitmişler. Gittikleri yerlerde birlikte, bir arada yaşadıkları için “koloni” adı verilmiş, ama 1915 sonrasında Anadolu’da Ermeni nüfusunun kazınması ve çöle sürülmesi sonrası yurtdışına gidenlere ise daha önce gidenlerden farklı olarak “diaspora” adı verilmiş.

Koloni olarak gidenler gittikleri topraklarda, katıldıkları toplumlarda en üst göreve geldikleri zaman bile, içinde oldukları devletlerin temel kültür, dil ve siyasi değerlerini değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmemişlerdir. Ermeniler, Bizans, Rus, Pers, Osmanlı imparatorluklarında önemli mevkilere gelmiş ve devletleri için çalışmışlardır. Bunların dışında Polonya, Transsilvanya, İtalya, Fransa, Hollanda, Hindistan, Kırım gibi ülkelerde koloniler kurmuşlardır.

Diaspora ise ABD, Fransa’yı merkez olarak görmüş ve o ülkelere doğru hayatta kalanlar sürgün edildikleri çölden başlayarak göç etmişler. Suriye ve Lübnan’da kalan çoğunluğu oluşturan Ermeni nüfusu ise Ermeni dili ve kültürü korunması için diasporanın bel kemiği özelliğini göstermiş.

Kitap tanıtımı yaparken genel kültüre katkısı olsun diye özetleyerek Ermeni tarihi yazmamı biraz abartılı bulmuş olabilirsiniz ama biliyorum ki çoğumuz bu kitabı alıp okumayacak, okuyanlar ise zaten biraz da olsa tarihi konuda bilgisi olanlardır. Ermeni tarihi de keşfedilmeyi bekleyen ve üzerinde konuşulması ve de ders alınması gereken bir çok ayrıntı ile doludur.

Benim kişisel tarihim içinde Ermeni tarihi ve izdüşümlerin etkisini görmek mümkündür, çünkü Anadolu’da bırakılan bir gözyaşının nasıl bir kan gölüne dönüşüldüğünü yakın tarihimizde görmekteyiz. Acıların üzerine mutluluk yüzleşilmeden oturmuyor…

Kayıp kentten, manevi vatana…

Batıda özellikle İtalya’da Ermeni izleri 6. yüzyılda görünmeye başlar, Bizans askeri olarak gelmiş olanlar yanında artık ticaretin nimetlerinden yararlanan, mimar ve inşaat ustaları olarak da bugüne kadar kalan yapılarda ki imzalar ve devlet sistemine yapmış oldukları katkıların tarihi notlarından da öğreniyoruz. Elbette bu sadece İtalya ile sınırlı değildir, Macaristan, Kırım… Daha önce adını andığım bir çok ülkelerde de Ermeni imzasını ve kişilerin tarihte bırakılan notlarından anlaşılıyor… Bu konuda bilgileri eğer okursanız kitabın ilerleyen sayfalarında bol bol bulacaksınız.

12. yüzyılda Bizans aracılığı ile Ermeni batı ilişkisi Haçlı seferleri ile doğrudan ilişki şeklinde olmaya başlıyor. (Daha önce Roma Kilisesi ile ilişkileri Kalkedon Konsili  üzerinden yapılmakta...) Kilikya Krallığı seferlerin yolu üzerindedir ve oradan geçen her güç ile krallığın ilişkisi kaçınılmazdır. Bu yeni ilişki daha önce İtalya içlerinde olan ticaret amacıyla daha önce gitmiş Ermenilerin ülke çapında ki önemli merkezlerine yayılmasına ve onlar ile köklü ilişkiler kurmasına ve de zengin koloniler kurması olanağını yaratmıştır. Bu ilişkinin sonucunda İtalya’da bir çok şehirde Ermeniler tarafından yapılan kiliseler görülmeye başlanır. O kadar ilerler ki işler Venedik’te on Ermeni kilisesinden bahsedilir konuma gelinir. Bu kiliseler ibadet yeri olma özelliği yanında Emeni yolcuların konaklayacağı “misafirhanelere”de sahiptir. İlişkilerin sadece ticari değil, aile birleşimi (Venedikli erkek ya da kadın ile Ermeni erkek ya da kadının evlenmesi) olarak da ilerlediğini kayıtlardan öğreniyoruz. Kısaca Ermeniler bulundukları ülkenin vatandaşı oluyorlar…

Küçük Ermenistan

Venedik, San Lazzaro adası öteki adı ile “küçük Ermenistan” ya da “minyatür Ermenistan” olarak adlandırılıyor.

“Doğudan gelen adacık
Yüzerken
Venedik önünde
Büyülenmişçesine durdu.”

Venedik şehri Ermenilerin kaderi gibidir. En zor günlerinde yanlarında Ermenileri bulur Venedik şehri ve o günleri unutmazlar ve Ermenilere kapılarını, yüreklerini sonsuza dek açarlar. Venedik Cumhuriyeti için Ermeniler; faydalı, layık, saygıdeğer ve sevilen millet olarak tanımlanır. 

1512 yılında ilk Ermenice kitap Hagop adında bir Ermeni tarafından Venedik’te yayınlanır. O tarihten sonra yirmiye yakın Ermeni yayıncı bu şehirde faaliyete bulunur. San Lazzaro adasında Mıkhitaristler bir çok dilde baskı yapabilen matbaa kurarlar. 1918 yılına kadar yayıncılık konusunda Venedik şehrinde ki bu matbaa Ermenilerin merkezi işlevini görür.  

Mıkhitaristler adı nereden gelir?

Vaftiz adı Manuk olan Mıkhitar 1676 yılında Sivas’da doğar. Onun doğumu Ermeni kiliselerin çöküş dönemine denk gelmiştir. 1691 yılında Erzurum’da bulunan batı Hıristiyan dünyasında ünlü olan Cizvit rahip Jacques Villote’den çok etkilenir. Batıya gitme fikri orada filizlenmeye başlamış… 20 yaşında Sivas’ta papaz olarak takdis edildikten sonra akındaki manevi ihtiyaçları karşılayacak manastır kurma projesini hayata geçirir. 1700 yıllarında Konstantiniye’de tuttuğu evde yeni dini birliğin temellerini atar ve yayıncılık yapar. Bu sıralarda Konstantiniye’de Roma Kilisesi taraftarlarına karşı saldırılar başlar ve Mıkhitar gizlice Venedik Cumhuriyeti hakimiyetinde ki Mora yarımadasına sığınır. Orası Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyetine geçince kendisi bu kez Venedik’e sığınır. İkinci vatan bu şekilde ortaya çıkar. Bugüne kadar etkileri ve tarihi süreci yazarımız çok ayrıntılı bir şekilde kitabına yansıtmış…

Yazar kitap içinde ulus devlet ve bugün yaşanan modeller ve modellerin içinde yaratmış olduğu sorunları gündemine alır ve tartışır. “Birlikte yaşam” kavramının ne anlaşıldığını batı kültürü ve ulus devleti anlayışı içinde tartışır. Doğu - batı farkını inceler…

Kilise birliği…

Ermeni kimliği ve kültürünü belirleyen dindir. Ermeni halkının değişik mezheplere sahip olduğu ve mezhepler arasında birlik konusunu tartışılır kitabın son bölümlerine doğru.

Ermeni kilise anlayışında etnik kimlik önemli rol oynamıştır. Ermeni ulusal edebi kültürü de kilisenin himayesinde gelişmiş ve boy atmıştır.

Kitabın yazarı bir rahip olunca bu konuda bilgi ve veri zenginliğinden bahsetmeye bile gerek yok, kitabın içinde bol veriler ile bir anlamda bilgi bombardımanına tutuluyorsunuz, okursanız bilmediğiniz bir çok ayrıntıyı öğrenmiş olacaksınız.

“Her seçme, acılı bir eylemdir.”

Son bölümde elbette Türk ve Ermeni ilişkileri ve ulus devleti kavramı içinde batının ve Osmanlı imparatorluğunun “millet” kavramına bakışı tartışmaya açılır ve yazar kendi kişisel düşüncelerini açıkça ortaya koyar.

“Osmanlı’da “millet”e mensup tüm bireylerin yurttaş olarak her bakımdan eşitliğinin kabulüdür.” diye belirttikten sonra ilerleyen sayfalarda; “Ermeni tehcir ve soykırımının, özü itibariyle ve temel ilham kaynağı açısından Osmanlı teokrasisi ve İslam diniyle ilgisi yoktur.” … “... esas sorumlu Osmanlı kökenli ‘millet’ sistemi değil, tam aksine Batı menşeli ulus-devlet anlayışıdır.” … “Türk olsun, Ermeni olsun her iki taraf da, tüm karşıt iddialara rağmen, çok derin bir travmanın tutsağıdır.”

Ermeniler açısından…

Ermeniler açısından “sorunun özü şudur ki, Ermeniler binlerce yıllık anayurtlarını kaybetmiş,… benliğini, kimliğini, kültürünü, dilini, türküsünü, örf ve adetini ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olan ana topraktan bir lahza içinde kopmuş “gayrı avdet” (dönüşsüz olarak) kopmuştur.”

Türkler açısından…

“Türklerde ki travmanın tek kaynağı Ermeni sorunu olmasa gerek.” … “Bu kanımca, Türkiye’ye yönelik bir uluslar arası komplo travmasıdır.” ..”Bu kaygının da simgesel bir adı vardır: Sevr Anlaşması.”

Millet-i sadıka

“Osmanlı’da ‘millet-i sadıka’ olarak bilinen ve devletin güvenini kazanmış, en üst mevkilere kadar ulaşmış Ermeniler, bir yerde batı devletleri ve Ruslar tarafından kışkırtılıp baştan çıkarılarak istismar edilmiş ve Osmanlı’ya başkaldırmışlar, tek ifadeyle ‘nankörlük’ etmişlerdir.”

Çözüm için her zaman bir yol bulunur, yeter ki emek sarf edilsin…

Her iki toplumum travmaları vardır ve çözümün ilk şartı öncelikle bu travmaların aşılmasından geçer. Kitabın bütünlüğü içinde aslında hangi modeller ile bu travmaların ve Ermeni sorunun çözümü konusunda ipuçları bulabilirsiniz. Ben bu tanıtım yazısı içinde o ipuçları öne özellikle çıkarmadım, çünkü kitabı alıp, kitabın bütünlüğü içinde yazarın düşünce yöntemi ve olaylara bakışını kendiniz keşfetmeniz ve tartışmanızı arzuladım.  Öncelikle yazarımız bir papazdır, duruş noktası elbette bakış açısını belirlemektedir. Elinde ki veriler ve birikimleri bize yeni pencereler ya da kapılar aralarken, bize de kendi birikiminden yararlanma imkanı sunuyor…

Biraz da sohbetten notlar…

Yazarımız ile ben bu kitabı okumadan önce uzun uzun sohbet etme imkanı buldum, her ne kadar uzun yıllar birbirimizi yazılarımızdan tanımış olsak da yüz yüze sohbetin ve birbirimizin üzerine bıraktığımız izlerin derinliği yazılardan daha farklı oldu. En azından kitap içinde pek vurgulanmayan ama benim sohbet sırasında sık duyduğum bir kelime vardı, “millet-i sadıka”. Ermeniler içinde bulundukları devlete ve halka karşı hiçbir zaman başkaldırmamış, işlerini yapmışlar ve işleri ile onların arasına katılmışlar. Gerek koloni süreci, gerek diaspora süreci içinde yaşadıkları toplum ile pek sorunlar yaşamamışlar.  Bir anlamda içinde bulundukları devlet için var olmuşlar ve devletin verdiği tüm görevleri yerine getirmişler. 1915 yılında yaşananlar alınan kararlar Balkan savaşının yaratmış olduğu duygusal ortam olmamış olsaydı, bugün bizlerin yaşadığı travma olur muydu? Sorusu ortada durmaktadır… Çünkü, öncelikle sorunu konuşmadan önce bizler sorunu kimlerin yarattığını yani suçlu ararız ve görünen ilk kişi ya da gurupları suçlarız. Bilimsel bakış yerini hemen duygusal bakış alır ki, duygusal olan kararlar da sonuç çözümsüzlüğü dayatır.

Osmanlı mebusu, İttihat ve Terakki Partisi kurucu olan Ermeni siyasetçiler son güne kadar görevlerinin başında olmuştur. Türk petrol’ün kurucusu ve büyük ortağı bir Ermeniydi ve o ortaklığı 1915 yılı sonrasında elde etmiştir. Büyük acılara rağmen ülkede kalan veya ülkeye dönebilen Ermeniler ‘millet-i sadıka’ olarak kendilerine yaşam alanı bulmuş ve yaşamaya devam etmişlerdir. Her ne kadar kendilerine karşı “nefret söylemleri” sürekli devletin en üst kademesinden en alt birime kadar canlı tutulmuş olsa da.  Bugün ülke içinde yaşanan en ufak bir krizde, krizden çıkış yolu olarak azınlıklar ve ötekiler olarak kabul edilenlere karşı bir “nefret söylemi” ve “linç kültürü” geliştirilmektedir, çünkü bizler geçmişimiz ile henüz yüzleşmediğimiz ve hesaplaşamadığımız için nefret söylemleri ve hedefleri yüzyıllardan daha fazla uzun süredir ne yazık ki değişmedi…

Elimde tuttuğum kitap uzun zamana yayılmış, daha önce bir çok yerde yayınlanmış makalelerden oluşmuş ve bir bütün olarak kitapta birbirini izleyen yazılardan oluşuyor. Umarım bu kitap ilginizi çeker ve başka bir açıdan kendi travmamızın kaynağının bir bölümüne bakabilirsiniz…

Bir arada, çok kültürlü, hiçbir inancın, hiçbir düşüncenin yasaklanmadığı, ülkemizde çok az kalan Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Gürcüler, Ruslar…  gibi Süryaniler ve Alevilerin de devlet tarafından tanınmış ibadet merkezlerinde özgürce ibadet yapabildikleri, öteki olarak görülen tüm halkların benliği, kimliği, kültürü, dili, türküsü, örf ve adeti ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olarak bir arada yaşayacağımız özgür, çağdaş, laik bir ülke özlemi içindeyim.

Komşumuzu dini, dili, inancı, örf ve adetlerinden dolayı küçük görmeyeceğimiz, anlayışlı ve hoşgörülü olacağımız, göçmenleri ve de mülteci olarak ülkemize sığınmış olanları bizden biri olarak göreceğimiz günler hep özem olarak mı kalacak?

İsmail Cem Özkan


Kayıp Kentten Manevi Vatana – Ermeni tarihine toplu bir bakış denemesi
Yazar: Boğos Levon Zekiyan
Basım: Aras Yayıncılık, İstanbul, 2018
ISBN: 9786052100165
Dili: Türkçe
Sayfa Sayısı: 255

İstanbul Ermeni Katolik Kilisesi Başepiskoposu (Türkiye’nin Katolik Ermeni cemaatinin ruhani önderi) Profesör Boğos Levon Zekiyan tarafından kaleme alınan Kayıp Kentten Manevi Vatana başlıklı kitap geçtiğimiz yıllarda Aras Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır. Kitabın yazarı Zekiyan, Başepiskoposluk görevi dışında aynı zamanda Venedik Mıkhitarist Tarikatı Yüksek Temsilcisi olarak görev yapmakta ve ünlü bir Ermenelog, filozof ve ilahiyatçı olarak tanınmaktadır.