Galata Gazete


18 Şubat 2019 Pazartesi

O Gece


Suçlu Gerçekten Kim? : “O Gece”…

“O Gece” oyununu izlemek için koltuğuma oturuyorum… Sahne dekoru içinde çerçeveler var. Çerçevelerin arka tarafında ayna… Platform büyük ve ortada çerçevenin alanını belirliyor… Tavan bölümünden aşağıya doğru sarkan avize… Seyircilerin büyük bölümü ellerinde ki cep telefonları ile sahnenin görüntüsü alıp, anında sosyal medyadan paylaşımlarda bulunuyorlar… Anımızı bizi izlediğini sandığımız geniş bir arkadaş ya da sosyal medya arkadaşlarına paylaşılıyor. Anında selfiler çekiliyor, selfiler ortak arkadaşlara gönderiliyor…

Oyun başlama anonsu duyulduktan sonra hemen başlayan bir müzik. Sahneye sağdan soldan gelen oyuncular. İki ayrı bölüm ayrı dünyaları sembolize ediyor diye içimden geçiriyorum. İki ayrı dünyanın birbiri ile ilişkisi oyunun akışı içinde kafamızda oluşan soruların giderilmesi ile açığa çıkacaktır…

Zengin bir çift evlilik için gün saymaktadır, evlilik için verilecek yemekte kimlerin hangi masaya oturacağına kadar her şey planlanmaktadır. Elit bir çevre, elit çevrenin elit konukları… Ahu ve Erdem çiftinin ilişkisini etkileyen bir pürüz vardır ve o pürüz oyunun sonunda ortadan kalkacaktır… Oyunun kurgusunda işlenmiş ve merak uyandıran bir sorun. Sorun yumakları ve sorunun çözümü oyunun kurgusunu ve omurgasını oluşturuyor…
İkinci ailede ise sorunları vardır, hem ekonomik hem de yaşama bakışları ile ilişkilidir. Mutsuz bir çift: Sıla ve Ulaş… Ulaş hiçbir işte dikiş tutturamamış, sorunlarını evine taşıyan ama aynı zamanda ekonomik olarak evin düzenini bozan konumdadır. Sıla bu işi sonlandırmak istemektedir ve kafasında çözdüğü evliliği artık bitirecek resmi bir başvuru yapması kalmıştır… Onların sorunların çözüm yolları oyunun içinde bir gizem olarak durmaktadır.

Sorunlu ilişkilerinden kaçarak bir araya gelen Sıla ve Erdem, umudu birbirlerinde ararlar. Ancak acemice geçirdikleri ilk gece de olanlar olur. Sıla’nın nefesi kesilir, olduğu yere yığılır, kalır. Ölüm ve ölüm karşısında çözüm yolları arayışı içinde Erdem, ölüm anını yeniden kurgular ve o kurgusunu mahkeme önünde de savunur. Kendisine yardım eden ortağı ile hikayenin değiştirildiğini seyirciye gösterir… Bütün bu işlerden habersiz olan Sıla’nın eşi çaresiz bir şekilde bu çözüm karşısında boyun eğecek ve başta yaratılan sorunların çözümü ekonomik gücü elinde bulunduranların arzuları yönünde ve onların çıkarlarına uygun çözülecektir…

Oyunun genel konusu ve akışı bu şekildedir, şimdi bunu okuyanlar oyuna gitmeyeyim, nasıl olsa konuyu anladım diyebilir. Ama tiyatroya sadece oyunun konusunu anlamak için mi gidilir? O zaman oyucular sadece anlatıcı konumda olur. Sahneye biri çıkar o kadar oyuncuya gerek olmadan öyküyü anlatır ve anladınız artık salonu terk edin diyebilir. Bu suretle tiyatroya sadece oyunu konusunu anlamak için gidenler için sorun zaten baştan çözülmüş olur! Ama tiyatro sadece konu değildir, o andan alınan ve size ulaşan duygulardır… Oyuncuların performansı, onların ustalıkları… Bu ustaları yönlendiren yönetmen, ışık, dekor, sahne tasarımı, kostüm… Kısaca tiyatro sadece konu değildir, konu öyküdür ve öyküyü kitap okuyarak da ulaşabilirsiniz, her tiyatro eserinin kitabı ya da teksti bulunur, onu alıp okuyarak tiyatroya gitmeden oyun hakkında hayal gücünüzün size verdiği olanaklar içinde anlamaya çalışırsınız… Ama tiyatroya bir seyirci dekoru görmek için de gidebilir, onun yanında seçilen müzik, seçilen ışık ve kurguya uygun kostüm, hepsinin önünde oyuncu seçimini ve oyuncuların birbiriyle etkileşimini deneyimlemek için de. Örneğin, yönetmenin oyunu sahneye koyarken tercihleri nelerdir? Acaba oyuncu tercihlerini yönetmen kendi özgür iradesi ile mi yapmıştır  yoksa sahneye koyan  prodüksiyon firması mı? Evet, işin bir ticari boyutu vardır ve her ticari işletmenin hedefi para kazanmaktır… Profesyonel bir tiyatro sahneye terini, yorumunu bırakır ve seyircinin hoşlanacağı ve reklamını yapacağı bir seyirlik sahnelemeye çalışırken varlığını sürüdürecek bir gelir elde etmeyi de planlar elbette. Ve nihayet bütün bu bileşenler üzerinden her tiyatro kendi seyircisini yaratır…

“O Gece” oyununun bana yansıyan boyutu; oyuncu, kostüm, sahne dekoru, ışık, müzik bütünlüğü oldu… Tiyatro eleştirisini genelde emeğe saygı çerçevesi içinde yaparım, beğenmediğim oyunlar hakkında yazmam, çünkü benim sübjektif bakışım ve seyrettiğim oyunun o günkü temsilinin kötü olmasını rastlantısal olayların bana yansıması olarak algılarım. Böyle durumlarda, fırsatım olursa oyunu tekrar  izlerim ama yine de yazmam, çünkü oyunla ilk karşılaşma bende negatif bu önyargı oluşturmuştur… Biliyoruz ki önyargılar bir şeyi olduğu gibi görmemiz engeller…
Öncelikle oyunun yönetmeninden başlamak isterim, ince ince oyunu öyküsüne uygun olarak kurgulamış, emek vermiştir… Eline aldığı öyküyü en iyi bir şekilde sahneye taşımaya çabalamıştır… İşi çok zordur, elbette araştırarak, soruşturarak kendisine sunulan aday oyunculardan oyuna uygun oyuncu seçecektir. Oyuncuların birbirleriyle uyumlu olmasını gözetecektir.  Rejisörlük tecrübeleri ışığında, oyuncuların performanslarını daha önce görmüş olmak zorunda olduğunun bilincindedir… Katalogdan oyuncu seçemez… Sahneleme esnasında oyuncular arasındaki denge ve uyumu yakalamaya çalışacaktır. Örneğin, ses uyumu çok önemlidir, bir oyuncunun çok sesi yüksek çıkarken, diğerinin sesi çok kısık olduğunda oyunu arka koltukta seyreden seyirci bir oyuncunun sesini rahat algılarken, diğerini sadece fısıltı olarak duyacaktır ve seyircinin algısı üzerine bir baskı oluşturacak, hatta belik onu oyunda koparacaktır… Sahneye oyuncular sorunsuz çıkmak zorundadır, birbirlerinin oyunlarını güçlendiren ve destekleyen konumda olmalıdırlar; çünkü sahnede bireysel başarı yoktur, bireysel gibi görünen başarı da aslında ortak başarının bir yansımasıdır. Örneğin arabesk ses sanatçılarının başrol yapıldıkları filmlerin yan rol oyuncuları genelde usta oyunculardan seçilir ki, usta oyuncunun performansı ve ustalığı başrolde oynayan deneyimsiz arabesk sanatçısını görünür kılsın… Ama sinemadan farklı olarak, tiyatro canlı bir sanattır ve sahnede her türlü aksilik yaşanabilir…  Usta oyuncular, sahnede seyirci karşısında oynarken sadece kendi rolleri ile ilgilenmez, arkadaşlarının performanlarını ve seyirciye giden duygu yoğunluğunu da güçlendirirler. Çünkü, tiyatro yapısı gereği komünaldır, ortak emek üzerine başarı elde edilir…

Öte yandan, sahnedeki dekor oyuncuya rahat hareket etme alanı bırakmalı, mümkün olan en az eşya ile en çok vurgu yapacak şekilde düzenlenmeli, metni beslemeli, soyutlanmış ama somut olmalıdır… “O Gece”de dekor verimli kullanılmış, bölümler arası geçiş, sahnede zaman kaybettirmeden, yani işlevsel olması açısından başarılı tasarlanmış. Işık dekoru desteklerken, oyuncuların mimiklerini ve hareketlerini öne çıkarmış ve öyküye uygun olarak seyirciyi yönlendirmesi açısından da başarılı olmuş. Işık tasarımı ve avizenin renk değişimi bana göre iyi düşünülmüş…

Oyunun konusunu öğrenen seyirciler, kendileri ya da çevrelerinde yaşanmış olaylarla oyun arasında bir köprü kurabilirler. Belki de magazin dünyasına düşmüş ve üstü kapatılan bir cinayetle ya da magazincilerin çok hoşlandığı çok konuşulan olaylardan biri ile bağlantı kurabilirler, ucu açıktır… Sonuç bölümlerinde, ürettiği soruları kendisi yanıtlamayı tercih eden ve  seyirciye kendi sorularını yanıtlama şansı bırakmayan bir oyun olarak gördüm. Oyun belki de ölüm sahnesinden sonraki mahkeme sahnesi ile sonlanabilir ve oyunun sonunda seyirci kendi soru ve cevapları ile başbaşa kalabilirdi… Suçlu gerçekten kim?

Hoş vakit geçirebileceğiniz bir oyun izledim, emeği geçenlere teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan


Oyunu Künyesi: 
Yazan: Özlem Saraç
Yöneten: Bilge Emin
Sahne-Işık Tasarımı: M. Nurullah Tuncer
Kostüm Tasarımı: Senem Gelgi
Dramaturg: Günay Ertekin
Koreograf: Aslı Öztürk
Yönetmen Yardımcısı: Ekin Deniz Görk
Cast: Gülden Avşaroğlu
Oynayanlar:
Şencan Güleryüz
Begüm Birgören
Tolga Güleç
Gözde Çığacı
Cahit Gök


14 Şubat 2019 Perşembe

Pencere


Pencere

Tiyatro salonuna ilk girdiğimizde perde kapalıydı, henüz oyunun başlama anonsu yapılmamıştı. Koltuklarımıza doğru yürüdük Metin Boran ile birlikte. Oturduk, oyunun başlamasını bekledik kapalı perdenin önünde… Günlük olayların kısa yorumları henüz bitmemişti, bir söz bitiyor, öteki başlıyor, atlayarak konuşulan konular, konular arasında bağlantı kurmadan yeni konular konuşmanın seyrini salonda ışığın kararıp, perdenin açımına kadar sürecekti… Perde kapalıydı ve bizler perdenin önünde usta oyuncuların performansını ve oyunun seyrini dört göz ile bekliyoruz. İçimizde oluşan merak, kısa bir heyecana dönüşüyor, çünkü usta oyuncuları sahnede görmek, onların oyunun içine seyirci olarak da katılmak bir ayrıcalıktır. O ayrıcalıktan seyirciler oyunu dördüncü sezonda da doldurmuş, bilet bulmak şans işi, biraz da çaba işidir…

Ve ışıklar ağır ağır kararırken geçiş müziği olarak kullanılan müzik kulaklarımıza doğru hafiften ilk cümlelerini nota olarak kuruyordu…

Londra banliyölerinde yaşam zordur, o yaşamın yoksulluğu yüzüme çarpıyor, perde açılır açılmaz. Şofben yanıyor mutfağın salona bakan tarafında, pencere salona bakan duvarda, pencerenin dışında karşı binaların silueti gözüküyor.

Londra, yoksul mahallerinden birinde yaşayan bir kadın. Tek kişinin yaşaması için inşaat edilmiş evler. İşçi evleri… Eski, çünkü kalorifer sistemi yok… Bir oda, odanın içinde mutfak, yemek odası, salon, kısaca banyo ve yatak odası dışında küçük bir yaşam alanı.

Tiyatro’da seyirciye ilk sözü dekor söyler… Sonra müzik, ışık ve sonunda da oyuncular. Oyuncular ellerinde ki öyküye ve kahramanlara hayat verirken yönetmenin vermek istediği ve yazarından ödünç aldığı duyguları yansıtır. Bir tiyatro eseri üzerine yorum yazarken olaya bereden baktığınız da önemlidir. Eğer elinizde teksti yorumluyorsanız orada ilk cümledir sizi kucaklayan ya da itekleyen… Ama seyirci koltuğundan ve yaratılmış bir çalışamaya bakacaksanız o zaman oturduğunuz koltuktan gördükleriniz ve size yansıyanlardan bahsetmeye başlanmalıdır. Tiyatro tüm sanat dallarının harmanlaştırıldığı ve sınırlarının sürekli geliştiren, sabit olmayan yaşayan bir organizmadır, o yüzden sahne her daim sıcak ve yaşayan olarak varlığını korur.

Kapıdan bir kadın giriyor, acele içinde… Eşyalarını sandalyenin üzerine bırakıp doğru banyo olarak algılayacağımız tarafa doğru gidiyor… Kapı henüz tam kapanmamıştır… Londra kenar mahallesinde hala komşulara güven vardır, kapının açık olması sorun teşkil etmiyordur… Arkasından genç bir delikanlı giriyor… Kapı açıktır, çekinerek içeridedir artık. Zil sesini duyan kadın salona geldiğinde şaşkındır…

Şaşkınlık, beklenmeye durumdur. Beklenmeye girmiştir geçmişin izlerini üzerinde taşıyan ama ürkek. Kanadı kırılmış bir güvercindir belki, belki de avına sinsice yakalaşan. Oyuncu bu duyguları hem mimikleri, hem vücut dili hem de o an tiyatro salonunda önceden hazırlanmış ışık ve müziğin yaratmış olduğu atmosfer içinde seyirciye sessizce bir şeyler anlatır ama henüz cümle ağızdan çıkmamıştır… Tiyatronun büyüsü işte böyledir. Böyle başlar büyü ve gizem. O gizemin içinde seyirci oyunun sonuna kadar ilgi ile olayları izlerken, kişilere kendisi bir çok anlam yükleyecek ve her yükseldiği zaman içinde parçalanıp yenileri yüklenecektir, çünkü her şey baştan açık verildiğinde artık o öykünün sonunu kimse merak etmeyecektir… Bir sihirdir belki ilk adım, ilk cümle, bizi yani seyirciyi etkisine alan ve dışarıda yaşanmışlıkları bir an öteleyendir. Salona, oyuna davettir.

Londra’da yaşayan otuz yaşlarında öğretmen Kyra Hollis’in evinde bir gece boyunca yaşananların, genç Edward Sergeant’in gelmesiyle başlayan, peşinden Edward’ın babası Tom Sergeant’ın gelişiyle devam eden olayların öyküsü. Eğer kısaca anlatılsa öykü böyledir.. ama o uzun bir gecenin ve sabahın içinde yaşananlar, geçmiş ile yüzleşilme, söylenmeyen sözlerin söylendiği, yeniden yeniden sorgulandığı, savcının, hakimin, suçlunun küçük bir salon içinde canlanırken jüri üyeleri olan seyircinin tepkisi…

Salonda trajedi yaşanırken, salondan kahkahalar eksik olmadı. Birilerin dramı ötekilerin eğlencesi oldu.

Bir adam evlidir, evlilik yaşarken yanlarında çalışmaya gelen tutkulu ve güzel bir kadına aşık olur ve onun ile birlikte yaşamaya başlar ama yaşadığı ev kendi evidir. Çocuğu vardır ve de eşi… Aynı ortamda uzun süre gizli yaşarlar ilişkilerini. Bir gün Kyra Hollis tatildeyken yazmış olduğu tutkulu aşk mektubu onların sonların başlangıcı olacağını hiç bilmez. O mektup Tom’a yazılmıştır ama eşinin eline geçmemesi gereklidir. Ve bir gün Tom bilerek ya da bilmeyerek mektubu mutfak masasının üzerine unutur ya da unutmuş gibi yapar ve mektup ele geçer ve Tom’un eşi aynı evde yaşanan ikili bir ilişkiden haberi olur, ki Tom’un eşi eski bir mankendir… Tom ona tutulmuştur ve o dönemde açmış olduğu restaurantlar yüzünden de popülerdir. Soyu öyle köklü, zengin ve unvanı olan bir aile mensubu değildir. Ona rağmen beni satın almazsın diyen manken kadın ile evlenir. Kyra ilişkisi ortaya çıkar çıkmaz evi aniden tek eder… Tom’un kendisi ve eşi ile baş başa kalır. Üç yıl içinde de eşini kaybeder. Eşi için şehir dışında ev alır ve ona en güzel günlerini yaşaması için elinden geleni yapar ama artık ne eski güzellik vardır ne de aşk… Kırmızı güller gönderir evine ama aşksız kırmızı gülün de anlamı yoktur… Eşini kaybeden Tom, yıllar sonra Kyra’nın evine gelir ve o geçmiş salonda yüzleşilmesidir.

Kyra, evden kaçmış ve yeni yaşam kurmuştur. Babası ölmüştür ve tüm zenginliği artık yoktur. O yeni bir zenginlik yaratmıştır hayatında. Londra dış mahallerinde yaşamakta ve orada toplum dışına düşmüş gençler ile çalışmaktadır… Kısaca çürümüş toplumun kokmaya yüz tutmuş sorunlarına elini atmış ve orada her türlü zorluğa karşın çalışmakta ve o gençleri topluma kazandırmaya uğraşmaktadır. Aristokrat bir geçmişten yoksulluğun içinde yaratmış olduğu zenginlik içindedir… Odası o zenginliğin bir yansımasıdır sanki sefalet içinde zengin bir yaşam!

Esra Bezen Bilgin’in Kyra’sı naif, kırılgan aynı zamanda ilkeleri var olan biri. O kadar ilkelerine bağlıdır ki, Tom’a sevgisi açığa çıkınca hiç kimseye haber vermeden evden gidecek ve iş yerini terk edecek kadar onurludur. Rahat bir yaşamı ret etmiştir, aşkın saflığına ve kutsallığına inanıyordur belki ama Tom onun gözünde sevgili olması yanında babası konumundadır. O babasına karşı tutkusu Tom’da aşka dönüşmüştür… Zaman zaman içindeki öfkeyi dışarıya kusmaktan da çekinmiyor, zaman zaman göz yaşlarını içine akıtma yerine dışarıya akıtmaktan da çekinmiyor. Zayıflık olarak görmüyor göz yaşlarını, samimi ve temiz duygunun ifadesidir.  Haluk Bilginer’de Kyra’nın duygusal geçişine Tom olarak giyinmiş olduğu rolü gereği göz yaşlarını tutmaması gereken yerde göz yaşını akıtırken, alaycı, yukarıdan, küçümseyen ve de kıskanç tarafını üstü kapalı, gerektiğinde açık olarak göstermektedir… Esra Bezen Bilgin’in atışlarını ustaca karşılayarak sahneyi daha da yükseltiyor. Açılış ve kapanış sahnelerinde Esra Bezen Bilgin’e eşlik eden Kürşat Demir de keyifli bir performans ortaya koydu. Özellikle ilk sahnede göstermiş olduğu performans ve babası ile  kavgasını, okulu terk etmiş olmasını ve babasının eski sevgilisi ile yüzleşmesi sahnelerinde muhteşemdi…

Dekor oyunun atmosferini yaratmaktadır ve önemini bu oyunda bir kere daha ortaya çıktı, yerleşik sahnede oyun oynamak ve oyunu sahnelemek çok önemli olduğunu bir daha gördüm. Seyirci ve oyuncuyu da öykünün içine alan ve yönlendiren konumundadır. Penceren yansıyan kar yağması, kardan yolların kapanması sahnesinde dekorun ve eşyaların yerleşimi bir kere daha önemini anlıyoruz. Elbette dekora eşlik eden ışık… Muhteşem uyum içindeydi hepsi… Abartıya kaçmadan gerekli alanın ışıklandırılması ile oyuncuyu yönlendirirken seyirciye de buraya odaklan demektedir… Trajedini ve dramın akışı seyircide kahkaha dönüşürken ışığın taşıyıcılığını bir kere daha gördüm…

Tiyatro bir bütündür demiştik, işte o bütünü sahneye taşıyan da yönetmendir. Oyuncuları, dekoru, ışığı ve de müziği yönlendiren ve bir sahnede buluşturandır. Oyunun başarısı yönetmenindir ama o başarı hepsinin emeği ile olmaktadır. Emeği geçen kapıda bilet satandan, yer gösterene kadar, oyuncusundan, teknik sorunları ortadan kaldıranlara kadar kimin emeği geçmişse hepsine teşekkür ediyorum, muhteşem bir oyuna beni dahil edip ağırladıkları için… Onlar sayesinde yeniden bir kere daha işte tiyatro bu deme fırsatını yakaladım...

“Sen ki, şu anda haklı olarak içinde yaşadığın ortamda olup bitenleri çözümlemek ve yargılamak peşindesin, hiç kendine o pencerelerden bakabildin mi? Kendinle hesaplaşmalarında dürüst olabildin mi?” 
Sorunun ucu açık, benim de yazımın sonunda elbette bu soruya yanıt verecek konumda değilim ama yine de fısıldamadan edemedim, evet kendime karşı dürüstüm, en azından kendime dair yaratılan gerçeği ben yarattım!


İsmail Cem Özkan


Pencere
Orijinal Adı: Skylight
Yazan: David Hare
Çeviren: Haluk Bilginer
Yöneten: Birkan Uz
Sahne Tasarımı: Gamze Kuş
Müzik: Çağrı Beklen
Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Afiş Tasarımı: Ethem Onur Bilgiç
Oynayanlar
Kyra: Esra Bezen Bilgin
Tom: Haluk Bilginer
Edward: Kürşat Demir
Yönetmen Asistanı: Melih Pamukçu
Yönetmen Asistanı: Aynur Güçlü
Sahne Tasarımı Asistanı: Efe Soykaraman
Oyun Fotoğrafları: Emre Mollaoğlu
Oyun Fotoğrafları: Ali Karatuna
Oyun Fotoğrafları: Banu Kaplancalı


11 Şubat 2019 Pazartesi

Konuşulmayan geçmişimiz!


Konuşulmayan geçmişimiz!

Koçgiri olmasaydı Dersim olmayacaktı, arada İzmir belki hiç yanmayacaktı...

Yeni cumhuriyet aslında yeni olmadığını Ankara’da açtığı meclis ilan ediyordu, çünkü eski meclisi yeni yerine taşımıştı. İstanbul'da ki son meclis kaldığı yerden Ankara’da devam ediyordu.

Peki bu ne anlama geliyordu?

Çünkü devam ediyordu, Osmanlı hanedanından yetkileri alan Birinci Meşrutiyet'i sembolize ediyordu. O gün yetki, yürütme hanedan yani Osmanlı ailesinden alınmış halka verilmiştir. O gün ülkemizde bağımsızlık bayramı olarak kutlanıyordu ve meclis (Meclis-i Mebusan) bağımsızlığımızın sembolüydü.

Batının verdiği ismi benimsedik yeni cumhuriyete.

Osmanlı ismi siliniyor ve yerine batının bize yıllardır dediği ismi benimsiyorduk. Türkiye ismi batının vermiş olduğu isimdi, bize kalsa belki Yeni Türkistan ismini kullanırdık, belki başka bir şey ama batı bize ne demişse biz onu kabul ettik ve resmileştirdik, çünkü Osmanlı hanedanı henüz ortadan kalmadığı halde Türkiye ismi batıda resmi yazışmaların birçoğunda kullanır olmuştur.

Resmi yazışmalarda Osmanlı ama sözlü sohbetlerde Türkiye...

Yeni devlet homojen toplumu savunuyordu, ulus devleti kuruyordu.

Ötekilerin ayrıştığı ama azınlık kavramı içinde kalanların yaşadığı bir homojen devlet!

Azınlık ve çoğunluk kavramını batı bize dikte etmişti, biz de kabul ettik.

Batı bize demişti ki; ötekilerinizi yok edebilirsiniz, ulus devletinin hakkı ama biz azınlık olarak gördüğümüzü koruyun! İşte bu bakış açısı içinde bizim ötekilerimiz Koçgiri'de ayaklanmadan sonra bastırılmış, Koçgiri halkı ateşler içinde bırakılarak ya göçe zorlanmış ya da öldürülmüştür...

Bir katliam, dersim katliamının ya da soykırımının ayak izi olacaktı. Öteki olan Kürt, Alevi, Süryani kısaca batının azınlık gördükleri dışında kalanların hepsi yeni devlet anlayışı içinde tehlikeli görülüyor ve onlar devlet terörü tehlikesi altındaydı...

Devletin varlığı ve devamlılığı için potansiyel olanların yeni devlet düzenine uyum sağlaması ve içinde erimesi gerekiyordu. O katı bakış açısı içinde öteki görülenlerin üzerinde baskı artmış ve yer yer küçük, orta ölçekli ayaklanmaların da nedeni olmuştu. Batı bize önerdiğini saklamadan ve bağıra bağıra ilan etmişti ve o ilanı sadece devlet okumuyordu, öteki olanlarda okumuş ve duymuştu. Gelmekte olanın karşısında geçmişte Balkanlarda olduğu gibi bağımsızlık ateşi yakılmalıydı. Yakıldı da, ağrı dağının zirvesinde. Doğu sınırımızı değiştiren bir ayaklanmada, toprak işgal edilmeden satın alınarak isyanın ateşi söndürülmüştür. Her isyan başka isyanın da ateşini yakacaktı, çünkü homojen devlet anlayışı isyan için zaten zemin hazırlıyordu. Ulus devleti kendi Sibiryasını yaratmıştır, sürgün diyarı. Sürgün diyarına medeniyetin batıya uzanan ellerinin kesilmesi anlamına geliyordu. Atının kürek mahkumlarına uyguladığı yöntem biz sürgün diyarlarımıza da uyguladık. Her sürgün yerinde olduğu gibi otorite sadece dipçik ile olacaktır, dipçik olan yerde isyan kaçınılmazdır, çünkü ekmekten, özgürlükten ve her türlü teknolojik gelişmeden yoksun bırakılanların eline silahı vermektir ve devlet kendi Sibiryasında buna olanak sundu. Batıda gelişmesi muhtemel her türlü özgürlük, daha fazla açıklık, daha fazla demokrasi istemi bu oluşturulan Sibirya’da ki uygulamalar ve ayaklanmalar bahane edilerek batı yeniden oluşturulmuştur. Kürdün ezilmesi homojen devletin batıda yerleşmesi için kullanılan bir araca döndürülmüştü. Dersim soykırımı/katliamı olarak kabul edilen uygulama, önce öldür, sonra sürgün dönemin tüm medyasında başlığa çekilerek, gerçek olmayan öyküler varmış gibi yazdırılarak halk içinde bir korku yayılmıştır. Bölgesine gelen sürgün Dersimliler, onlar Alevi ve Kürt olmaları yüzünden batı toplumu içine kaynaşmaları engellenmiştir. Sürgündekilerin evlere dönüş izni artık yeteri kadar batıdakiler korktuğuna inanıldığı zaman kaldırılmış ve geri dönüşler yaşanmıştır ama geri dönenlerin hakları bugüne kadar tam verilmemiştir, sürgünden dönenlerin hala arazi sorunu varlığı koruyordu… Dersim olayında bir ilk yaşanmış, ilk defa sürgünler batıya yapılmıştır, bugün bile sürgünler hala doğuya yapılır…

Homojen devlet için devletin hakimi olan parti devamlılık sağlamış, sadece lider kadrosunda bazı isimler değiştirilmiştir, çünkü yeni devlet eskisinin devamıydı, bütün borçlar da o yüzden yeni devlet üstlenmişti. Kadro hareketiydi ve kadrolar ancak devlet içinde yetişmiş bir ideolojinin etrafında ki insanlardan oluşuyordu. İmparatorluktan cumhuriyete geçiş savaş sırasında ve sonrasında anlaşmalar ile batı tarafından bize sunulan bir ortamdı. Batı istediği ortamı yaratmıştı, bırakacağı alanı, yeni devletin hakimiyet alanını masa başında belirlemişti.

Her şey masa başında planlandığı gibi olmaz, toplumların gelişimi tek bir merkezin çıkarı üzerine oturmaz. Yeni bir devlet kuruluyordu ve o devlet savaşı kazanan devletin çıkarları ile örtüşmesi gerekliydi. Stratejik kavramı bu devletin üzerine çıkarlar ile oluşturulmuş bir kavramdır. Stratejik önem kim için önemliydi? Elbette o dönem sermayenin yayılma ihtiyacı karşılayacak bir kavram içinde yer alıyordu.

Ülkemizin kuzeyinde savaşı kaybeden Almanya'nın çıkarına uygun yeni bir devlet doğmuştu ama ideolojisi batının en çok korktuğu işçi sınıfı iktidarına dayanıyordu. Belirsizlik hakimdi, kuzeyde kurulan devletin güneye açılması önlenmeliydi, çünkü güney o dönem ve bugün dahi geçerliliğini koruyan enerji yatağıydı. Türkiye işte bu çıkar çatışması sonucunda kuzeyde kurulan yeni devlet ve güç ile emperyalist kapitalist devletlerin çıkar çatışmasının ortasında kuruluyordu. Çıkar çatışması yeni devletin hakimlerinin önüne Fırsatlar yarattı ve o fırsatlar yeni ulus devleti adına değerlendirildi. Şansları vardı, her birinin tecrübesi vardı. Her bir yetişmiş kadro bu fırsatı Türk ulusu adına değerlendirdi ve bu geçiş bölgesinde bağımsız bir devlet kurdu ama bağımsızlığı çok kısa sürdü, çünkü kuzey ülkesine karşı tutumunu İzmir’de toplanan iktisat kongresinde ilan ederek yeni ulus devletinin nerede duracağı ilan edilmiş oldu. 

Gerek görülürse komünist partiyi biz kurarız!

Kuzeyden gelen yardımları ve teknoloji transferini sekteye uğratmamak adına gerek görülen her adım atılırken, gerçekten sosyalizm mücadelesi yapanların öldürüldüğü bir süreç yaşadık. Bir yandan yasaklanan ama öte yandan resmi olarak adlarının kullanılmasına izin verilen bir süreç. Bu süreçte bir çok insan hayatını kaybedecektir. Ve ülkemizin sol muhalefet çizgisi bu çatışmanın ortasında kuruldu. Muhalefet kuruluşundan itibaren yer altına iteklenmiş, öteki görülenler ise ülkenin Sibiryası olarak kabul edilen yerde unutulmaya bırakılmıştır, bir daha ki ayaklanmaya kadar.

Kurucu babalar, gerek gördüklerinde ötekileri kucaklamışlar, en güzel yerde ağırlamışlar, fotoğraf çektirmişler ama zamanı gelince üç ayak üstüne asılan ipte de asmayı ihmal etmemişler. Aleviler, Kürtler ve diğer ötekiler yeni devletin içinde erimesi gereken ‘çıban başları’ydı ve çıban başlarına zaman zaman ‘neşter’ vuruldu ve ‘irin’ akıtılarak güya “sağlıklı toplum” yaratıldı. O kadar sağlıklı toplum yaratıldı ki, tüm tarih uydurma ve yaratılan yeni gerçekler üzerine oturdu. Yeni devletin tarihi geçmişe ihtiyacı vardı ve o geçmiş bayramlar ve kutlamalar ile yaratılarak tüm topluma inandırıldı.

Eğitim bu yeni devletin silahsız ama en önemli savunma arcı oldu. Eğitimden geçen bireyler yaratılan gerçekler üzerinden geleceklerini ve geçmişlerini yorumlamaya çalıştılar. Bireylerin ve toplumun elinden bilgi alındı ve verilen bilgiler ile karşılaştırmasız ve tek doğrunun hakim olduğu bir yeni toplum düzeni kuruldu. Karşılaştırmalı tarih öğrenmeyelim diye, başka dil eğitimi veriliyormuş gibi yapılıp bireylerin dil öğrenme becerilerini geniş toplum üzerinde imkansız hale getirdiler. Ölü dil eğitimi sayesinde dil öğrenmiş gibi yapılan bir kesim oluştu, elbette özel kolejlerde eğitim görenler devlet için yetiştirildikleri için onlara dil eğitimi verilmiş ve yurt dışında ülkemizi layığı ile temsil etmişlerdir. O küçük azınlık içinde olan gençler 68 kuşağının nüveleri olacaktı. Onlarında bilgi hazineleri çok geniş değildi, onlara verilen bilgi kadar ülkemizi yorumladılar ve teoriler ürettiler. Sol legal zeminde geniş kesimlere yayılması bu dönemde olmuştur.

Sürekli yer altında kendisine yaşam alanı arayanların rahat nefes aldığı süreç bir askeri darbe sonrasında gerçekleşiyordu.

27 Mayıs darbesi, Nato’nun ülkemize resmi olarak müdahalesidir ve bu müdahale kuzey komşumuzun bilgisi ve onayı ile yapılmıştır.  Kuzey ülkemizin çıkarları kuruluş aşamasında zaten anlaşmalar ile belirlenmiştir. Her ne kadar demir perde, soğuk savaş koşulları olsa da ülkemizde solun gelişimi ve solun kendisini ifade etmesinde müdahil olmuşlardır. Onların onayı olmadan sol adım atamaz konumdayken, 27 Mayıs sonrası oluşan atmosferde 68 rüzgarının ülkemizde farklı esmesi sayesinde kuzeyden gelen denetimin dışına çıkmış bir sol yaratıldı. O sol ezilmeliydi ve ezildi de. 12 Mart ve sonra yok elden liderler bu sürecin devamıydı.

Kontrol dışı solun kontrol altına alınması ancak 12 Eylül ile gerçekleşecekti. Panzerler altına kalan sol, dışarıya çıktıklarında projelerin parçası haline getirilerek onları pasifsize edildi. Üstelik sol bu işe gönüllü katıldı diyebiliriz. Projeler, inisiyatifler ve arayışlar solun bugün ki krizin içinde etkisiz halde durmasın kapısını açtı.

Ülkemizin kuruluşundan bugüne kadar görmezden gelinen sorunları artık halı altına süpürülecek boyuttan çıkmıştır. Ulus devleti bakış açısı iflas etmiş ve yerine liberal düşünce hakim kılınmış ama yeni devlet küresel boyutta olduğu gibi kurulamamıştır. Şu anda geçmekte olduğumuz zaman dilimi kırılma ve yeniden oluma sürecidir.

Zeminin hareket ettiği yerde ayakta durmak bile maharet işidir.

Ulus devleti artık yoktur, yerini alan liberal anlayış geçmiş ile yüzleşme adına karşılaştırmalı tarih ve 12 Eylül sürgünün yaratmış olduğu ortamda başka dillerin öğrenilmesi ve kaynakların bizim dilimize aktarılması ile bugüne kadar eğitimin dayattığı resmi tarih çökmüştür… çöküntü bir çok gerçek ile karşılaşmamızı sağladı. Sol bugün dahi geniş bölümü ulus devlet anlayışı ile olayları yorumlamaya çalışıyor ve elinde ki bilgiler ile bunu da başaramıyor, çünkü eline verilen bilgiler yaratılmış yeni bilgilerdir.

Devletin çarkından uzaklaştırılanlar devleti ancak eline geçirdiği bilgiler ile yorumlar ve değişimi için fikir üretebilir…

Solun elinden bir çok şey alınmıştır. En önemlisi değiştirme fikriyatı (devrim) ortadan kalkmış, sadece yorumlamak ile kalmıştır. Her ne kadar geçmişin nostaljik söylemlerinde devrim kelimesi geçmiş olsa da ona göre örgütsel bir güç değildir. Öncelikler ve dayanışma kavramı içinde devrim başka bir ortama kadar ertelenmiştir…

Bugünü geçmişin ideolojik kırpıntıları ile yorumlanamaz, bugün artık dün değildir. Değişim kaçınılmazdır ve değişimi uygun yeni görüşler ve örgütlenme modeli çıkarılmalıdır. Solun elinde durağan ve değişmeyen teorileri yoktur, olmazda çünkü sol değişim üzerine somut durumun somut tahlili üzerine kendisini var eder ve ona göre değişim için mücadele edecek yapıları oluşturur.

Liberalizmin yaratmış olduğu ortamın tahribatı kaçınılmazdı, hem ulus devleti çökertti hem de bugüne kadar yaratılan sol birikimin yeni zemin üzerine oluşması için ortam hazırladı.

Sol, kısa tarih ile yeniden yüzleşmelidir. Kürt sorunu, Alevi sorunu, azınlıklar ve ötekiler kabul edilen tüm sorunlar üzerine yeni bilgiler ışığı altında kendisini konumlamalıdır.

Söylemiş gibi yapmak yerine söylemeli…

Dersim, Ermeni soykırımı/tehciri geçmişin kanayan yarasıdır, katliamlar faili meçhul cinayetler, devlet çıkarı için sol içinde öldürmeler ve solun devlete benzer yönleri yeniden yeniden eleştirel göz ile gözden geçirilmelidir.

Biz yıkıntılar içinde kalmış ve sıkışmış konumdayız.

Bize sunulan tüm algoritmaları elimizin tersi ile iteleyip, yeni bir sistem ve devletin oluşması için düşünce üretmekle kalmamız gereklidir…

İsmail Cem Özkan

8 Şubat 2019 Cuma

Çetin Uygur, yaşamı örnek olan biri…

Çetin Uygur, yaşamı örnek olan biri…

Çetin Uygur, hepimizin abisi. Harun Karadeniz ile birlikte 68 gençliğinin sesi olmuştur...

O sestir ama lider olma gibi hevesi yoktur, birlikte yapmaktan ve birlikte üretmekten başka düşüncesi ve hayata bakışı olmamıştır. Yeraltı Maden İş Sendikasında "Üreten Biz, Yöneten de Biz Olacağız" sloganı bu yaşam tercihinden doğmuştur.

O kişisel kurtuluşu için istemiş olsaydı bugün yazlıkları, çocuklarını Amerika’nın en pahalı okulunda okutacak kadar birikimi ve ismi şanı olmayan ama iyi mühendis olan biri olurdu. Patronuna ortak olmuş bir mühendis olurdu, çünkü çok çalışkan ve zekidir...

Hiç birini kabul etmemiş, işçiden yana tavrını koymuştur.

O madende işçiler ile birlikte toprağın altında yer almış, onların alın terine, ekmeğine ortak olmuş, onların sesi olmuştur...

O yüzden onun yazlığı, hanları, hamamları yoktur.

O insandır, emekten ve emekçiden yana...

Bugün artık vücudu eskisi gibi genç değildir, zamanın izini üzerinde taşımaktadır, doğal bir süreçtir yaşlanmak ve o da yaşlanmıştır, elinden geldiğince her eyleme gider ve birlikte üretimden bahseder.

Onu Yeraltı Maden İş Sendikasında çalışırken ziyaret eden gençlik militanları yazlığına davet ediyor, yazlık kasabada yaşadıkları huzurdan bahsediyor. O onları da kıramıyor gidiyor ziyaretlerine, onlarda ellerinden gelen özeni, hoş görüyor, hava atmadan ona sunuyor. Hayat tercihlerin bir birikimi ve onun bize bıraktığı iz değil mi?

Çetin Uygur abimdir ve o insandır...

Onun insani yönü kendisi ile barışık olduğunu geçenlerde anlattığı bir kısa öyküyü yazmadan geçemeyeceğim. Çünkü onun politik yönü, tercihleri, mücadelesi bir çok kitap içinde zaten vardır, onun insani yönü de satır alalarında yer almıştır ama bir de ben yazayım dedim.

Her yaşlılık sürecinde olduğu gibi o da doktorun kapısına gider olmuş, gerçi onu oraya götüren Et Balık Kurumunun bodrum katında etlerin asılması gereken yerde insanların asıldığı, nemli hücreler, işkencenin daha uzun sürsün diye daha kötü koşullarda yaşatıldığı yerlerin izleri de var. Çünkü o insanı seven, insana yakışan bir sistemde yaşanması gerektiğini, kapitalist sistemin çürümesine karşı direnen bir mücadele insanıdır. Mücadelesinden vazgeçirmek için yapılan her türlü baskıya karşı gelmiş birinin doktora gitmesi çok doğaldır.

Günlerden bir gün Çetin Uygur’da doktora gitmiş ve doktor demiş ki "kendine çok iyi bak, artık yaş geldi kemale"... Onun baş dönme sorunu varmış, orta kulaktan kaynaklanan sorun. Doktor doktor geziyormuş bu arada ve her doktor ilaç vermiş ama her doktor ortak noktası "kendine iyi bak!". Her doktora da "tamam" demiş. Ama yine de eşine bunu pek açıklamamış, bir gün doktor çıkışı gitmiş eve; "hanım, doktor iyi bak dedi bana" demiş... "Anladım" demiş hanımı, ertesi gün dış kapının girişine boy aynası almış ve takmış.

Dışarıdan giren ister istemez aynaya bakıyor...

Demiş Çetin abi, "nedir bu?"

Hanımı gülerek demiş ki; "kendine iyi bak diye astım onu, kendini daha iyi görürsün bu sayede, neye ihtiyacın olduğunu ne yapman gerektiğini bilirsin" demiş...

Çetin abi bunları anlatırken kıs kıs gülmeye de devam ediyordu...

O benim, bizim abimiz, o onurumuzdur, anıların bir bölümü başkaları yazdı, bir bölümü kendisi, umarım o direnç içinde ama öğretiler ile dolu hayatını kendisi kaleme alır ve insanlığa armağan eder, çünkü onun ile özdeşlemiş söz her daim kulağımda, her daim yolumu aydınlatandır. Üreten biz, yöneten de biz olacağımız dünya özlemi ile hayata daha dirençli bakıyoruz, çünkü üretenler sahip olmazsa üretim araçlarına daha çok sömürülecektir…

İsmail Cem Özkan

2 Şubat 2019 Cumartesi

Atanarak gelen başkanlık adayı…


Atanarak gelen başkanlık adayı…

Alper Taş Beyoğlu belediye başkanlığı adayı olarak atandı. Şimdi diyeceksiniz ki o kadar CHP hakkında yazı yazdın, şimdi ne yapacaksın? Elbette CHP hakkında ki düşüncem değişmediği gibi daha da katmerlendi.

Alper Taş arkadaşımdır. Elbette ona destek vermek dostluk gereğidir, ama CHP seçmeni olmayacağım, çünkü Beyoğlu’nda oturmuyorum...

Alper, oraya peki neden atandı sorusu ortada duruyor.
Kılıçdaroğlu çok kurnaz biri, ileride yapılacak kongrede kendisini savunacak mevziler yaratıyor. Ankara için sağcı, Beyoğlu için solcu aday atadım deme özgürlüğüne kavuştu.

Hem sağdan hem soldan adaylar!

Yeni CHP, dört eğilimi birleştiren ANAP, AKP gibi... Alper Taş atanması açıkça bunun ilanıdır...

CHP artık sol bir parti görme eğiliminde olanlar varsa vazgeçin, CHP liberal sağ ama sağın biraz solunda partidir...

Kafa karışıklığı yaratmaya çalışıyor Kılıçdaroğlu...

Şimdi Alper neden böyle bir oyunun içine düştü? O yapacağı sunum ile “bu oyunu sosyalistlerin lehine değiştireceğim” diyebilir ama sözün pek önemi yok, önemli olan önce kazanması...

Alper Taş, ilk söylemlerinde Beyoğlu’na gereğinden fazla atıfta bulunuyor ki, çok gereksiz bir atıf. Ülkenin vitrini artık her yer, Beyoğlu vitrin olmaktan çoktan çıktı... Şimdi Beyoğlu’nu klasik sanatın, sinemanın merkezi yapacak etkinlikler yapması, onun yanında varoşları bol olan yerde tarikatlar ve cemaatler ile iyi geçinmesi ve onların ihtiyacını bugüne kadar olduğu gibi karşılanması, onun dışında AKP tarafından öteki konumuna getirilen Aleviler ve solcuların yeniden gönlünün kazanılması... Kısaca Alper’in işi gerçekten çok zor... Çünkü Beyoğlu belediye başkanılığını belirleyen seçmen varoşlarda yaşayanlardır...

Azınlıklar bu seçimde önemli olacaktır, çünkü CHP ve AKP arasında oy oranı çok yakındır... Azınlık üyelerin yöneticileri, önder kadrosu AKP yanında yer alacaktır ama seçmeni bağımsızdır...

Alper Taş programını koyacak ve o program dahilinde hareket etmek zorunda, onun içinde iyi bir kadro hareketi kurmak ile yükümlüdür.

Sol kadro işidir, programı olandır. Olayların akışına göre dönen ve ihtiyacı giderecek reçete sunan olmaması önemlidir, sorunu kökten çözecek projeler ile ortaya çıkarsa Kılıçdaroğlu'nun oyununu bozmuş olur.

Alper Taş'ın seçilmesi Kılıçdaroğlu'nun çok korktuğu başkan adayı çıkarır bölümünü hiç etkilemez. Seçilse de seçilmese de Alper Taş Kılıçdarıoğlu’nun koltuğunda gözü olmayan biridir.

Alper Taş’ın seçimi kısa vadede Kılıçdaroğlu için avantajlı gibi gözüküyor ama gelişmeler belki CHP’eye kızgın ve küskün olan seçmeni kitlesel sol bir partinin oluşumu için zemin hazırlamış da olabilir. Umarım öyle olur...

Alper Taş, Beyoğlu’nu değiştirecek potansiyele sahiptir, atanmıştır ama atanmışlığı pozitif bir alana dönüştürebilir... Sosyalistlerin ve solun yeniden ülke sathında yeni dalganın da nedeni veya itici gücü olabilecek somut işler yapabilir... Umarım Alper bunu yapacak enerjiyi ve gücü, en önemlisi de kadroyu bulur...

Şimdi Alper Taş'ın önünde en büyük engel geçmişte birlikte çalıştığı ama parti içinde iktidar mücadelesini kaybedip başka partilere geçenlerin duygusal tavırları ve dedikodulardır ki, bu konuda ne kadar başarılı olacağını zaman gösterecek. Diyeceksiniz ki o kadro Cihangir meyhaneleri ve cafe'leri ile sınırlı ama ellerinde bulunan medya etkisi ile etkileri olan bir kesim olduğunu ve yaptıkları projeler ile iyi para kazananlar olduğu gerçeği de var. Bir çoğu belki de Beyoğlu belediyesi ve diğer belediyeler ile bağlantılı proje yürütücü konumunda olabilir...

Arkadaşımın yanındayım, Alper Taş seçilecektir umudumu koruyorum...

Şimdi, en fazla Alper Taş ve ÖDP’yi fırsatçılık ile suçlayacaklardır ama “tencere dibin kara senin benimkinden kara” konumundadır suçlayacak olan potansiyel kesim. Sol (sosyalist, devrimci), ne yazık ki elindekine güvenerek bugüne gelmedi, sürekli başkasından faydalanarak varlığını korumaya çalıştı... Bu gerçeğimiz de ne yazık ki solun güdük kalmasından ki en büyük nedenlerden biri...

Peki, Alper Taş aday olması yeni bir umut ve yeni bir kitlesel sol parti yaratması için umut olabilir mi? Sandığa gitmeyecek olan Beyoğlu’nda oturan solcuların ve AKP’nin yaptıklarına tepkili olanların birleşebileceği ortak aday olabilir mi, onu zaman gösterecek. Mart 31’ini bekleyip çıkan sonuca göre görüşümüz biçimlenecek…

AKP’nin Beyoğlu’na verdiği özel önemden dolayı bu seçim başka bir anlam kazanmış durumda… “Bu şehri garipler değiştirecek!” sloganına yeni bir şey ekleme zamanı geldi sanırım. Çevreye duyarlı, Gezi sürecinin dostluk, kardeşliğinin yaşandığı yerde yeni bir dayanışma ağı ile kardeşlik ve çok kültürlü, hoşgörülü, belediye başkanın odasının kapısının olmadığı, yaptıklarını halka açıklayabileceği projelere imza atan bir sosyalistin olması bize başka kapıların açılması içinde olanak sunabilir…

Atanarak da gelse bu olanak kongre kaygılarından dolayı sunulmuşsa da değerlendirilmelidir. Alper Taş Beyoğlu başkanlığına yeni bir soluk getirecek umudu içindeyim… Umarım orada oturanlar seçer…

İsmail Cem Özkan