Galata Gazete


31 Mart 2019 Pazar

Kızıl bayrak yere düşmesin!


Kızıl bayrak yere düşmesin!

İşçi sınıfının bayrağı Amerika’da ki işçi sınıfı mücadelesi sırasında ortaya çıkmıştır, Sovyetler de o bayrağı almış ve işçi sınıfının devletinin bayrağı yapmıştır. Kızıl bayrak işçi sınıfının bayrağıdır ve tüm ulusal bayraklardan daha yukarıdadır.

İşçi sınıfı bayrağını taşımak çağını anlamış ve baş çelişkinin ne olduğunu bilmek anlamındandır, çünkü yaşadığımız çağın mücadele alanını sınıf çıkarları belirlemektedir.

Burjuvazinin tek ve gerçek düşmanı işçi sınıfıdır ve onu yaratanda burjuvazinin kendisindir.

Burjuvazi işçi sınıfını parçalamak ve bir arada mücadelesini engellemek için ulusal kimlikleri ve işçi sınıfını ayrıştıracak her türlü bahaneyi kullanır. Onların görevidir ve onlar bu sayede iktidarlarını uzun süre ayakta tutacaklarını bilir. Şimdi ezilen haklar sınıf çelişkisi yerine kendi kısa vadeli çıkarlarını öne alarak mücadele ederlerse, ancak burjuvazinin izin verdiği alan kadar başarılı olabilirler. Onun dışında yenilgi kaçınılmazdır, ezilmek mutlaktır... İşçi sınıfı devletinde uluslar kendi kimliklerini geliştirmişler ve yaşatmışlardır, örneği mevcuttur. Ulus devletinde ise var olan tüm kültürler ya yok edilmiş ya da asimilasyona uğratılmıştır. Entegrasyon adı verdikleri şey de asimilasyona elbise giydirilmiş halidir. Entegrasyona uğramış kültürler, başka toplum içinde yaşarken sadece ellerinde dansları kalmış ama şarkıları devletin resmi dilinde söylenmektedir.

Burjuvazinin yani kapitalizm bayrağı, dili, dini, coğrafyası olmaz.

Burjuvazi yaşam ve düşünme biçimi küreseledir. Son yıllarda çokça duyduğumuz ‘küreselleşme’ kavramı da burjuvazinin nihai hedefidir. Sermayenin önünde ulus devletten kalan engellerin kaldırılmasıdır.

Burjuvazi henüz ulus devletini yıkalı yarım asır geçmemişken, henüz küresel sistemlerinin hukuki düzenini kuramadılar. Buna rağmen bir çok alanda başarılı oldular. Her türlü ulus devleti alışkanlıklarını ve davranış biçimlerini yıktılar.

Burjuvazin başaramadığı tek şey küresel hukuk sistemidir, adımlarını atmış, kurumlarını oluşturmaya çalışmaktadır… Ulus devletten kalan tortular var olan dünyamızda yaşanan kaosun da temelini oluşturan sürece bakarak diyebiliriz ki, ulus devleti içinde kalmış ve kendisini savunan devleti koruyan, küreselleşme fikrine sadık ama henüz bu konuda adım atmak yerine tepkisel olarak var olanı korumayı seçti…

Burjuvazi ve onun sistemi kapitalizm ulus devlet ile doğdu ve gelişti. İlk adımlarını atarken dahi küreselleşme adına adımlar da attı, henüz küçük adımlar atarken liberalizm doğdu. Liberalizmin temel dayanağı ulus devletinin yaratmış olduğu korumacı ekonomiyi ortadan kaldırmak ve sermayenin yayılmasının önünde ki engelleri yok etmektir. (Emperyalizm doğuşu da bu fikrin içinden ortaya çıkmıştır.)

Demir perdenin ortadan kalması ile liberalizm iktidara geldi. Fakat ütopyasında olanları hayata geçirirken, piyasa koşulları içinde her şeyin düzenli ve ileriye doğru akacağı teorileri tutmadı, geçmişte kalan ulus devleti anlayışının ve eğitiminin o ana yönelik direnişleri ile karşılaştılar.

Yıkılan ulus devleti ayaktaymış gibi gösteren devletler iktidarlarını ve sınırlarını korurken, işçi sınıfının tüm kazanımlarını ve direniş noktalarını ya yok ettiler ya da çok zayıflattılar. İktidar için alternatifsiz kalan burjuvazi her türlü deneme yanılma ve algı yöntemini ulus devleti varmış gibi göstererek fütursuzca kullandı.

Bugün ülkemizde yaşanan dört eğilimin bir siyasi parti çatısı altında buluşma fikri o dönemin doğal sonucu olarak ortaya çıktı… Bugün iktidarda muhalefette aynı düşünce ve hedefleri aynı olan partilerden oluşmaktadır. Tek farkları liderlerin üsluplardır…

İşçi sınıfı kendi özgücüne ve örgütlü yapısına kavuşmadığı sürece bu yeni düzeni oluşturma süreci ne yazık ki ezilenlerin, mazlumların rakamının artması ve burjuvazinin daha fazla kara kavuşup küresel firmaların içinde (entegrasyon) kendilerine yaşam alanları bulması yönünde olacaktır…

Elbette bir değişim dönüşüm bir adımda olmaz ama küreselleşme eğer hukuk düzenin oluşturursa işçi sınıfı yeni dünya sistemi içinde kendisine özgü mücadele araçlarını da yaratacaktır, çünkü yeni sistem içinde ulus kavramının ve bugün yaşadığımız bir çok çelişkinin hiçbir önemi kalmayacaktır…

Eğer küreselleşme başarılı olursa işçi sınıfını bugün parçalayan bir çok araç ortadan kalkacaktır…

Bugün sol başarısız ise, kendisini tanımlayamadığı ve nerede duracağını bilemediği içindir. Ulus devleti mantığı ve birikimi ile küresel firmalar ve onların oluşturmak istediği sistem ile kavga edilmez…

Devrim ve devrimci durum var olana müdahale ise, devrimciler dört eğilimlerin birleştiği partiler içinde kendilerine yaşam alanı yaratmak değil, sistem ile kavga etmek ve işçi sınıfının önünde birleşmesine engel olanları temizletmekten geçer…

Devrimci diyen her hangi bir yapı dört eğilim içinde devrim yapamayacağı ve aksine o dört eğilimi içinde “Stockholm Sendromu” yaşayacağını söylemek abartı olmasa gerek, çünkü parti lideri geçmişte devrimcileri öldüren katilini, işkencecisini aday gösterir ve başka alternatif yok diyerek seçtirebilir…

Sonuç olarak sol ve devrimci yapıların toplum içinde var olan kendilerine karşı geçmişten kalan güveni de bu sayede yok etmesi ve küçük bir cemaat kulübü olarak kalmaları anlamına gelir…

Bugün işçi sınıfının elinde kızıl bayrak vardır. ulus bayrağını kızıl bayrak yerine ikame etme anlayışı bir anlamda ulus devlet bakış açısından başka bir şey değildir. Ulus bayrağı işçi sınıfını birleştirici değil, ayrıştırıcıdır. İşçi sınıfı her türlü kültürel farklıklara rağmen, kendi içinde her türlü ayrı duruşu koruyarak, entegrasyon ve asimilasyon olmadan, olduğu gibi kabul edilerek, çok kültürlü, çok dilli, çok dinli bir şekilde asıl düşmanı ile mücadele edebilir ve mücadelesini evrensel boyuta taşıyabilecek güçte ve birikimdedir...

“Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” sözü boşuna söylenmiş söz değildir… O ülkede ki (ulus devletinin yok etmek istediği) her türlü ayrı düşünceyi, yaşam biçimini, dil zenginliği sınıfın zenginliği gibi görür ve onlar kendi kültürlerini geliştirmeleri için olanak yaratacak bir sınıf örgütlenmesidir…

Kızıl bayrak yere düşmesin, işçi sınıfının ve insanlığın kurtuluşu bu sınıf savaşına bağlıdır. Kapitalist sistem var oldukça, sınıflar yaşadıkça ister istemez savaşlar, toplu katliamlar, laboratuvarlardan çıkmış salgın hastalıklar, göçmenlik hep var olacaktır…

“Yok edin insanın insana kulluğunu!” onun için sınıf bayrağını daha yukarı taşımaktan ve o bilinç ile hayata bakmaktan geçer…

İsmail Cem Özkan


30 Mart 2019 Cumartesi

Onlar yaşıyor…


Onlar yaşıyor…

Her lider kendi yanında emirlerine biat edecek ve sorgulamadan yapacak asker arar, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve o dönemin liderleri ise omuz omuza yürümeyi seçti... Onlar “kurtuluşa kadar kavga” şiarını ölümleri ile hayata geçirdiler...

Onların kişisel çıkar ve beklentileri yoktu, onlar özgür ve bağımsız bir ülke için mücadele ettiler, sömürünün yok olduğu, insanın insana kulluğunun kalktığı bir ülke. Onların ütopyasında ne liderli, ne de sınıfların olduğu bir ülke vardı. İnandılar, güvendiler.

Onlar her biri adalardan bir ütopya yarattılar ve her biri adalının şiiri içine kahramanca isimlerini yazdılar. Onlar adalıdır, her biri inandıkları gibi yaşadılar ve öldürüldüler...

Onların şiarıdır “Kurtuluşa Kadar Savaş”… Bugün yaşıyorsa isimleri, mücadele henüz bitmediği içindir... Onlar örnek oldular, nasıl bir ülke istemişlerse ilişkilerini de ona göre biçimlendirdiler... Geleceğin nüvelerini yarattıkları örgütsel yapıda hayata geçirdiler. Elbette bilirlerdi onlarda bir kenara çekilip, yurtdışına kaçıp yaşamayı, onlarda bilirdi dönüşü olmayan yola girmeden kıvırtmasını ama tercihleri o yönde olmadı...

Onlar bugün varsa inandıkları gibi yaşayıp inandıkları gibi dostluğu, yoldaşlığı hayata geçirdikleri içindir...

Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilmesin diye yoldaşları, arkadaşları ile Kızıldere’ye dayanışmanın, yoldaşlığın, inanmışlığın nasıl olması gerektiğini yaşayarak bize göstermiştir.

Umutsuz da olsa, sonun ne olacağını bile bile onların tercih ettiği yol, yenilgiden sonra ardı sıra gelen daha kitlesel örgütlenmeleri yaratmıştır.

Onların destanı bugün da yaşıyor, bugün de kavgada, şiirde, örnek gösterilecek yoldaşlık ilişkilerinde varlıklarını koruyorlar.

“Mahir, Deniz, İbo Kurtuluşa Kadar Savaş!” sesi duyuluyorsa bir yerlerde onların liderlik vasıfları ve yaşam biçimlerinin henüz aşılmamış bugün ki ilişkilere bakarak saf ve temiz olduğunu kanıtlar…

Onların hepsi yirmili yaşlardaydı, hayalleri vardı içinde yaşadıkları toplum ve halk için…

Onların hayallerinde kişisel kurtuluş yoktu, onların hayallerinde kendisine biat edecek ve emirlerini sorgusuz yapacak arkadaşları da yoktu…

Onlar büyük bir miras bıraktılar, teslim olmadan, karanlığın içinde seslerini bırakarak…

Onlar hayallerini satmadılar…

Onlar attıkları ve yarattıkları sloganların arkasında durdular…

En uzun koşuysa elbet
Türkiye’de de devrim
o, onun en güzel yüz metresini koştu
en sekmez luverin namlusundan fırlayarak …
en hızlısıydı hepimizin,
en önce göğüsledi ipi…
acıyorsam sana anam avradım olsun
ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun…

Can Yücel

Şairlerin dizlerinde kaldılar, meydanların sesi içinde yaşıyorlar…

Bugünden o günlere bakınca onları çıkmaz yola doğru sürüklendiklerini görürsünüz, olaylar o kadar hızlı gelişti ki, henüz örgüt bile olmadan öğütlerini savunmak zorunda kaldılar… zaman bazen o kadar hızlı akar ki, işte o hızlı aktığı dönem bu liderlerin yaşadığı ana düştü…

Onların ölümleri ile sonuçlanan süreç belki bir provaydı, henüz oluşturulmakta olan Gladio’nun.

Kirli bir savaşın masum ve temiz duyguları olan çocuklarıydı. En ağır işkenceden geçtiler, en yakın arkadaşlarını gözleri önünde öldürdüler. En dayanılmaz acıyı yaşattılar, henüz 68 rüzgarı ülkemiz üzerinde eserken…

Onlar karanlık bir dönemin en aydınlık gençleriydi. Onların ütopyası vardı, insanlığa ve geleceğe dair…

Türkiye devrim ve sol tarihin en önemli kilometre taşı oldular, arkalarında büyük bir miras ve deneyim bıraktılar… Ne mutlu onların mirasını yaşatanlar, selam olsun adalı olanlar…

Her 30 Mart’ta 12 Mart darbesi ile yüzleşilmesi gereklidir. 12 Mart bir kurmacaydı, uzaktan bakınca bir öç alma kurmacası. Mecliste idam edilmeleri için kalkan eller ve kayıtsız kalanlar hepsi bu sürecin birer ortağı olmuştur…

Öç alındı, canlar toprak ile buluştu. Gladio kendisini ispatladı. Ama bir şeyi iyi hesaplayamadılar, bir ölür bin geldiler… 12 Eylül’e giden süreç de onların ölümü üzerine başladı…


İsmail Cem Özkan


17 Mart 2019 Pazar

Korku geleceği teslim aldı.


Korku geleceği teslim aldı.

Korku, geçmişte yaşanmış bir travmanın ileriye taşınmasıdır. Geçmişte yaşanmış ya da anlatılmış korku dolu öykülerin kişi üzerine bıraktığı etkinin toplumsal boyuta sıçramış halini yaşamaktayız. Bizim mirasımızdır korku. O kadar içselleştirmişsiz ki, neden korktuğumuzu bile bilmeden korkuyu tetikleyen her türlü uyarıcıya karşı bilinç dışı tepki vermekteyiz. Korkumuzu tetikleyen her olay bizim zayıf karnımızdır, çünkü ulus devleti adına verilen eğitim ile hepimizin en küçük hücremize işlenmiştir.

Eğitim, sistem adına insanın biçimlendirilmesidir. Ulus devleti ile ortaya çıkmıştır, homojen toplum yaratmak adına bireyleri sistemin istemlerine uygun standartlaştırılması işidir. Eğitim, bir anlamda copsuz güvenlik gücüdür.

Eğitim ile bizim içinde yaşadığımız ülkenin bir beka sorunu var olduğunu ve bu beka sorunun da temelini jeopolitik/ stratejik konumu özelliğinden kaynaklandığını vurgularlar… Kısaca korkun derler. Korku eğitimin temelidir. Korkumuz yüzünden bizim ülkenin insanı başka dil öğrenirken var olanı kaybedeceği korkusu yüzünden başka dili zor öğrenir. Korku o kadar içselleştirilmiştir ki, açık olarak konuşmaya gerek bile yoktur, çünkü hepimiz hissetmekteyiz. Korku ile yüzleşmediğimiz içinde zaten hiç birimiz neden korktuğumuzu dahi bilmeden içgüdü ile yani duygularımız ile tepki veririz. Eğitim bize duygusal olmayı içselleştirdi, aklı tatile çıkardı. Akıl yani mantık bizim çocukluğumuzda bir matematik sayısı gibi öğretildi, sonra hepten vazgeçtiler. Çünkü ulus devleti yıkılması için var olanın bozulması ve çökertilmesi gerekliydi. Ulus devlet ulus için üretici olmayı teşvik ederken, küreselleşme yani liberal ekonomi ve siyaset ise tüketici olmayı ve daha ucuza satın alınabileceği bilinçaltına işledi… Tüketicinin mantığa ve ulus devlet içgüdüsüne ihtiyacı yoktu, küresel markaların tüketilmesi ve küresel firmaların ülkemizde şube açması daha öncelikliydi.

Öncelikler her zaman sistemin omurgasını ve duruşunu belirler…

Ulus devleti yıktık demek ile geçmişin tüm bilinci ve eğitimin getirmiş olduğu güdüleme hemen ortadan kalkmıyor, onun izleri birkaç kuşak o coğrafyada yaşayan insanların üzerinde devam edecektir. ulus devleti küreselleşeme karşısında bir kağıttan kaplan gibi savruldu ve yıkıldı, yerini küreselleşme bir sistem oturtamadı. Sanki sistem varmış gibi devam eden işleyiş var ama hukuki temeli eksik. Hukuk olmayan yerde ise her türlü savrulma ve otoriteye yani gücü olan istediğini yapma hakkına sahip olduğunu hissediyor. Bu durumda popülist politikanın küresel olarak hakimiyetini ortaya çıkardı. Popülizm faşizmin biçim değiştirerek yeniden güçlenmesi anlamına gelmektedir…

Popülizm ulus devletten aldığı korkuyu biçim değiştirmiş de olsa kullanır, çünkü elinde kazır bir silah vardır. ‘Verimlilik’  ilkesi zaten liberal ekonomisinin ana damarı değil miydi? Ulus devletinden işine geldiğini alan, işine geldiği ile güya yüzleşmiş gibi yok sayan ya da mahkum eden bir duruş göstererek, o güne kadar ulus devleti altında ezilmişleri de çevresine toplayarak yeni bir beka sorunu yaratır. Popülist politika omurgası olmayan, paradigması ne ise ona göre davranandır. Dün dündür ve bugün ki işine geldiğini yapandır…

Bugün ülkemizde sürekli çatışma ve cepheleşme üzerine politika uygulanıyor, tıpkı diğer popülist iktidarların yaptığı gibi. Karşılarında gerçek anlamda bir güç görmeyenler, cepheleşme yolu ile ülke sınırları içinde yapay cepheler oluşturmakta ve kendi iktidarını daha uzun süre devam ettirmek için elinde ki tüm olanakları kullanıyor. Fakat küreselleşmenin yani tüketici toplumun gölgesi gün geçtikçe büyümekte ve tüketim toplumu ister istemez sistemin kendisinden kaynaklı krizler içinde oluşan girdaplar ile boğulmaktadır. Cepheleşme bir anlamda yaşanan krizin görünen bir tarafıdır ve güçlü gözükmek için bir yöntemdir. İktidar arkasında yıkılan devletin güçlü tarafını göstermektedir, aynı zamanda kendi çevresinden beslenen bir toplumun sivil gücünden faydalanmaktadır. O kemikleşmiş çevre ile muhalefeti istediği gibi biçimlendirirken olası muhalefet hareketlerini de denetim altına tutmaya çalışmaktadır…

Her seçim dönemi, bir beka sorundur, çünkü beka korku demektir.

Korkuyu yaymak mı istiyorsunuz, beka sorunu var deyin yeterli, her korkan mesajı alır...

Beka sorunu, ülkemiz öznelinde Sevr anlaşması ile yüreklere korku olarak işlenmiştir. Sevr yenilmiş devletin yok olması anlamına gelmektedir. Ulus devlet olmak isteyen bir milletin bir daha başını kaldırmaması ama en önemlisi de yakın zamanda işlenmiş bir kitlesel katliamının da hesabının sorulması ve elinde tuttuğu topraklarının kayıbı anlamına gelmektedir… Balkanları yakın zamanda kaybetmiştir, Avrupa ile artık bir nehir sınır olmuştur, doğu sorunu ‘Tehcir’ ile güya çözülmüş gibidir ama kazandığı zaferinin keyfini süremeden kaybetmesi anlamına gelmektedir. Bu yaratılmış büyük bir travmadır. Kaybetme korkusu ve güvendiği halklar tarafından arkasından hançerlenme yani ‘güvensizlik’. Dram trajediye dönmüştür, zafer yenilgidir ve yenilginin en olduğunu öğrenmişlerdir. Öğrenilmiş bir korku ulus devleti içinde beslenecektir, çünkü o ‘Tehcir’i yaratanlar ulus devletin temelini oluşturmuş, her birinin cenazesi ülkemize devlet töreni ile gelmiş ve devlet töreni ile kabristana konmuştur. Yani yeni ulus devlet, imparatorluktan aldığı mirası sorgulamadan olduğu gibi kabul etmiş ve savunmaya geçmiştir. Devleti bu korku üzerine kurmuştur.

Ulus devletin refleksi bellidir. İşgal edilen savaş ganimeti toprakların kayıbı demektir beka sorunu. Beka demek ganimet topraklara ve şehirlere yerleşenlerin kalbinde daha anlamlıdır...

Bir gün gelirde ölülerin akrabaları toprakları almak isterse, ölümlerin hesabını sorarsa? Bu korku öyle bir korku ki, millet kavramını oluşturacak boyutta olan bir korku.

Korkuyu duyanın etnik kimliği artık önemli değildir, korkanlar her şeye rağmen, her türlü ayrıştırıcı özelliğe rağmen yan yana iç içe dururlar, ya bir gün gelirler ve hesap sorarlarsa, hesap sormaları önemli değil de ellerinde ki toprak ve servet giderse?

Korku aslında gelecek korkusudur, geçmişten kalan mirasın geleceğe taşınmasıdır beka sorunu...

Cepheleştirmek istediniz mi ülke içinde insanınızı beka deyin yeterlidir, çünkü ülkenin çoğunluğunun bir ‘beka’ sorunu vardır.

İsmail Cem Özkan