Galata Gazete


9 Haziran 2019 Pazar

Kimse asimilasyona tabi olmasın…


Kimse asimilasyona tabi olmasın…

Ülkemiz ulus devlet denen kötü bir süreci diğer ülkelerde olduğu eksiği ile  yaşadı, hatta bazı ulus devletleri kıskandıracak kadar da bazı işlerde sanırım birileri için ‘başarı’ kategorisi içinde yer aldı. Ulus devleti olma sürecinin başlangıcında el yordamı ile yol alırken sanayileşme için gerekli adımları atamadan liberal ekonominin girdabına kaptırdı ve ulus devleti ile elde ettiği tüm başarılıları bir bir kendi iktidarı ile yok etti.

Devlet değişmeyen şey değildir, zamana göre değişim gösterir ve kendisini değişen yeni duruma göre konumlandırır ama bu her zaman esnek ve hızlı olmaz. Devletin algoritması bazı değişimlere karşı direnir, birden burjuvazinin ihtiyacı bu şekilde hadi onun ihtiyacına uygun değiştim diyemez. Zaman içinde küresel değişimin zoru ile devlet ve kendi iktidarı da ona bağlı olarak liderlik kadrosu da değişimin bir parçası olur ve bazı siyasiler tarihin dehlizlerinde unutulmaya bırakılırken, değişime ayak uyduranlar bir süre daha iktidarın nimetlerinden yararlanmaya devam eder...

Ulus devlet, homojen olmak ister. İçinde ki değişikliğe, çeşitliliği, farklı inanç gruplarına karşı hoşgörülü değildir, çünkü ulus devletin varlık sebebi kendi burjuvazisini kapitalist siteme uygun şekilde yaratmak, beslemek ve büyütmektir. Emperyalist aşamada ise yaygınlaşması için küresel anlamda kendi burjuvazisinin iyiliği için bazı gelişmekte olan ülkelerin gelişim evrim sürecine müdahil edip onları kendilerine ekonomik, siyasi, sosyal olarak bağımlı yapmaktır. Yeter ki kendi ülkesinin burjuvazisi ve onların kapitalist firmaları emperyalist aşamaya uygun yayılsınlar ve küresel güç olsunlar… Hatta uluslarüstü ama ulusun rengini taşıyan firmalar olması için her türlü kolaylığı sağlamak ile yükümlüdür bir anlamda devlet...

Ulus devlet içinde sosyal devlet kavramı geliştirilmiş ve bir çok ülkede uygulandı. Bir ihtiyaçtan doğmuştur sosyal devlet, çünkü sosyal devlet olmasaydı kendisi için savaşacak inanmış asker ve çalışacak sağlıklı işçi bulamayacaklardı. Sanayi devrimin ilk zamanlarda çalışma süresi zaman içinde azalmasının tek nedeni, daha nitelikli, daha verimli işçiden yararlanmak için oluşturulmuş algoritmaya uygun yeniden yapılandırılmasıdır. Elbette burada işçi sınıfının mücadelesi ve onların kazanımlarını da göz ardı etmemek gereklidir, çünkü içeride ne kadar güçlü devlet olursa, dışarıya yönelmiş emperyalist siyasetin ayağı o kadar da güçlü olacaktır…

İçte güçlü devlet dışta da güçlüdür…

Yukarıda anlattıklarım hepimizin bildiği şeyler, yeniden yeniden yazmak da bana acı veriyor ama en azından üstten de bakış olsa yazmak gerekli diye düşünüyorum, çünkü var olan devlet kavramı ile geçmişin devlet algılayışı arasında uçurum olmuştur ve bugüne bakarak dün üzerine yazı yazılamaz… 

Bugüne bakarak dün olduğu gibi yazılamaz ama bugüne bakarak dünün eksik yönleri ve yeni bakış ve devlet yapısına göre dünün eleştirel olarak yeniden yorumlanması önemlidir, çünkü bugün ancak dünün gelişme aşamalarına bakarak anlayabilir ve yorumlayabilirsiz, hiçbir şey birden oluşmadı ve oluşmayacak da…

Bugün homojen olma isteği olan devlet yapısından çıktık ama geçmişin alışkanlıkları ile hala bugüne bakanların dirençleri ile karşı karşıyayız. Ülkemiz öznelinden bakarsak, homojen devlet bakış açısı içinde imparatorluktan miras kalmış kültürel çeşitlilik, uluslar arası anlaşmalar ile güvence altına alınmamış olanların asimilasyonu ile karşı karşıya kaldık. Uluslararası sözleşmeler ile güvence altında olanlarında küçük siyasi oyunlar ile o güvenceler ortadan kaldırılması için az çaba sarf edilmedi değil… Ülkemizin mirasında yer alan her türden çeşitlilik homojenleştirme ve asimilasyon sürecin içinde öteki, farklı olan her yapının üzerinden geçmiştir… İç siyasi dinamikler bazıları için ağır olurken bazıları biraz daha az hasar ile süreçten kendisini koruyarak ayakta kalmaya çalışmıştır… bugün var olan tüm çözülmesi gereken sorunlar dünün homojenleştirmeden ağır yaralar ile ayakta kalmış olanlar içindir. Asimilasyon ile artık aramızda olmayan kültürler için artık çok geçtir, insanlık çok şeyini kaybetmiştir. Sadece doğa yok olmadı, kültürlerde ulus devleti süreci içinde yok olmuş ve dünya yağmalanmıştır…

Ülkemizin kuruluşundan itibaren iki zayıf karnı hep var olmuştur, Aleviler ve Kürtler. Bu iki unsurun denetim altında alınması ve polis gücü eşliğinde asimilasyon sürecine doğru şehirleştirme içinde eritilmesi… Bizim gibi ülkelerde şehirler doğal süreci içinde ve planlı şekilde ortaya çıkmamıştır, bir anlamda çarpık şehirleşme teşvik edilmiştir.

Şehirlere göç dalgasından en çok etkilenen iki kültür dikkati çeker, Kürtler ve Aleviler. 12 Eylül öncesi yaşanan çatışmalar gecekondu mahallerinde ve Kürtler ve Alevilerin yaşam alanları içinde olması tesadüfi değildir.

Şehirlerde oluşturulan gecekondu mahalleri ve onların içlerine açılmış hapishane polis gücünün somut ifadesidir. Polis gücünün görünmeyen yüzü olan eğitim ise okullarda somut olarak hayat bulmuştur. Okullarda yeni ulus devletin ruhuna uygun homojenleştirme ve yaratılan tarih öğretilerek nasıl üstün bir ırkın devletinde yaşadığımız ve ondan gurur duymamız öğretilmiştir.  

Alevi ve Kürt ve diğer ötekilerin çocukları devlet olanaklarının artması ile paralel olarak başlangıçta bölgesel yatılı okullar ve fakir çocukların eğitilmesi süreci yani bugünün taşıma usulü ile eğitim yerine çocukların ailelerden alınarak zorunlu eğitimden geçirilmesi... Askerlik ocağında ise Türkçe bilmeyenlere Türkçe öğretilmiştir. Şehirlerde “vatandaş Türkçe konuş” diyerek Lozan’da hakları güvence altına alınmışlar dahi tüm ötekiler üzerine mahalle baskısı kurulmuş başka bir asimilasyon süreci ile karşı karşıya kalınmıştır…

Söz sözü açarmış ama esas konuya bir türlü gelemedin dediğinizi işitir gibiyim, ben de en kestirmeden cümleye gireyim! Bugün ki duruş ve bugün ki bakışa göre;

Yıllardır dikkatimi çeker, birileri Kürt olduğunu ispatlamaya çalışır, birileri “hayır” der “Kürt değil sen asimile olmuşsun”…

Bana kalırsa kimin hangi kökten geldiğinin pek önemi yok, bugün ne yapıyor diye bakarım. İnsana saygılı mı, adalet kavramı içinde ahlaklı mı, kendisi dışında azınlık hakkına saygılı mı, dünya benim etrafımda dönmüyor ben de diğer insanlar gibi biriyim mi demekte, bir arada yaşamanın zenginliğinin farkında olmak…

Benim açımdan en önemli şey yan yana gelip, omuz omuza kavgada yerini alıyor mu diye bakarım. Kısaca sınıfsal duruşu ve içinde bulunduğu sınıfını tanıyan birinin hangi kökten geldiğinin pek önemli değil, kendisini nasıl ifade ediyorsa, hangi kültür içinde kendisini görüyorsa ve kendisini içinde bulunduğu kültür ve dilde geliştirmek için mücadele ediyorsa işte bu dünyanı ihtiyacı duyduğu insan derim. Çünkü ne kadar çeşitli kültür varsa ve kendisini geliştiriyorsa, asimilasyona karşı direniyorsa, kendi düşünce yapısı içinde dünyaya bakabiliyorsa insanlık için bir şans olarak görürüm ve saygı duyarım.

Bana düşen görev, onu kendime benzetmek ve kökünü araştırmak değil, onun ve kendimin gelişmesine katkı sunacak bir ortam yaratmaktan geçer...

Ben de onun dilini öğrenebilirim, ben de o dilde de düşünebilecek kadar tanıyıp hayata daha farklı açılardan bakabilirim diye düşünüyorum...

Ne kadar hayata değişik düşünce yöntem ile bakarsam o kadar toleranslı, o kadar bir arada yaşamı savunur buluyorum kendimi. O yüzden yabancı düşmanlığı, nefret söylemleri bana her zaman itici ve insanlığın arkasına saplanan hançer gibi görürüm...

Dilime bir türkü düştüğünde hangi dilde söylediğimin ne önemi var, önemli olan dile düşenin yüreğimin sesi olmasıdır... Kürtçe, Lazca, Rumca, İbranice, Arapça, Ermenice, ... Arnavutça, Çerkezce... Yani sadece kürselleşmenin dili olan İngilizce, Fransızca ya da Almanca olmasına gerek yok!  

Tüm dünya tek dil ile anlaşmasın, çünkü tek dil çöl fırtınası yaratır ve düşmanlığı körükler, yaşadığım yerde binlerce dilin olmasını arzularım, çiçek bahçesinde neden bir çiçek türü eksik olsun ki, ilaçlanmış tarladan verim elde edebilirisiniz ama onu tüketenin de DNA'sını bozar...

Ben doğal olanı daha çok seviyorum...

İnsanlık için en kanlı süreci ulus devletinin çöküşü ile bitti diye düşünürken, yerini alması gereken küreselleşme de siyasi, hukuki yapısını henüz kuramadı. Belki de ulus devleti sürecinden daha kanlı bir sürecin içindeyiz…

Ulus devleti artık çökmüştür, yeniden ayağa kaldırılması da artık küresel şirketlerin konumunda ve ihtiyacından dolayı imkanı yok gibi gözükmektedir…

Kapitalist sistem bir üst aşamaya sıçramıştır ama bunun gerekli alt yapısını kurmadan sıçramış ve bu da tarih içinde büyük bir sosyal kırılmanın içinde olduğumuz anlamına gelmektedir. Geçiş sürecin kargaşasında klasik rollerde artık ortadan kalkmıştır, Ortadoğu görünümlü liderlerin bu sürecin belki de doğal sonucu olarak bizim şansımıza düştü. Elbette bu süreç geçicidir ve geçen sürecin bırakacağı iz çok da derin olabilir… İslam’ın ‘cihad’ kavramı içinde yeniden yorumlanması ve küresel olarak terör dalgasının bir parçası hale getirmesi kimin işine yaradığını biraz düşüncünce daha iyi anlayabiliriz… Yıkılmış ulus devletler üzerlerine öyle kıyafetler geçirdiler ki hala ayakta gibi gözükmelerini sağlıyor… Yabancı düşmanlığı ve göçler yıkılmış olanın üzerine giydirilen eğreti elbise gibi, insanların kanları ile yeni süreç kendi restorasyonu yaratma derdinde…

Tarihte, ulus devletin ortaya çıkması ile imparatorluklara yeniden nasıl ki geri dönüş olmadığına göre, küreselleşme içinde de ulus devletine dönüş de artık imkanı yoktur.

Şirketler için öncelik verimlik olduğundan hangi coğrafyada kimin kanı ile tüketimi körükleyecek ürünü ortaya çıkarıp satışa sunacağının önemi yoktur. Ulus devletlerinin bayraklarının daha üstünde şirketlerin bayrakları dalgalanmaya başlamıştır.

Düşünsel anlamda, gelişen olanaklar içinde karşılaştırmalı tarih ile dünya yeniden yorumlanıyor ve biçimleniyor, dünyamız yeniden biçimlenirken liberalizmin bilinçli tercihi ve şirketlerin ihtiyacına uygun olarak örgütlü işçi sınıfı korkunç saldırısı karşısında örgütsüz yada çok zayıf konuma düşmüş durumda, kapitalizm kendisine alternatif olacak bir gücü zayıf bırakarak kendinsin en zayıf anında sitemini kendisine göre koruma altına almıştır.  

Umudum her zaman var olacaktır…

Bütün bu gelişmelere rağmen insanlığın bana göre hala tek umudu işçi sınıfının iktidarındadır. Gerçek barış, özgürlük, demokrasi ancak işçi sınıfının iktidarında hayat bulacaktır, aksi halde kapitalist sistem bir bunalım ve krizden başka krize doğru evrilmekten başka şey ifade etmiyor ve krizden kurtuluşu hala savaş olarak görmektedir...

5 Haziran 2019 Çarşamba

Yel değirmeni ile kavga ederken…


Yel değirmeni ile kavga ederken…

Radikal dinci örgütler, cihat adına insan başı kesti, dini merkezleri basıp adam öldürdüler, camilere bomba koydular hepsi ama hepsi kime hizmet etti? Sonuçta dini bir terör dalgası var ve o dalgadan en çok yararlananlar ortada değil mi?

Dinci terörden en fazla yararlananlar sistem değil midir, kimse sistem hakkında düşünmeden var olan sistemin sorunları arasında oluşan ve gündem değiştiren terör dalgası ile uğraşırken, sistemin yaratmış olduğu sorunlar görünmez kılındı…

İslam terörü adı altında batı dünyasında göçmen politikaları da bahane edilerek sağ partiler ve sağ örgütlenmeler sol partilerin yerini alıyor...

İslam adına cihada çıkanlar yaşanan olaylar sonucundan bir kere geriye dönüp bakabilmiş olsalardı; kim için kafa kesip, dini merkezleri bombaladıklarını anlayabilirler miydi?

Kimin taşeronu, kimin çıkarına hizmet ettiler?

Bizler dincilerin saldırısı sonucu bir çok arkadaşımızı kaybettik. Hepimiz içinde büyük öfkelerin ve intikam duygusunun çoğalmasına sebep oldular… bu duygusal yaklaşım sonucunda dinciler bulunduğumuz yerde iktidara gelmesin diye olmadık ittifak ilişkisi içinde bile olduk…

‘Ekmeleddin sendromu’ bu kör olma halinin dışa yansıması değil midir?

Bugün dahi siyaset algoritması aynı şekilde figürler değişmiş şekilde devam etmektedir…

Peki, bizler neden geçmişte ideallerimizden ve ütopyalarımızdan vazgeçip günlük olarak önümüze gelen gündemlerin peşinde koşar olduk ve neden her olaya duygusal bakar olduk?

Sol olaylara duygusal bakmaz, akıl ile diyalektik bakar ama hepsi sanki dinciler gibi bir oyunun parçası haline gelmiş ve bilmeden birilerin çıkarlarına hizmet eder bulmadık mı kendimizi, eğer bulamadıysak hala o algoritmasının figürü olmaya devam ediyoruz demektir…

Sistem kendisini sorunlar için öyle görünmez yaptı ki, sorunun merkezi ile değil, elinde sopa tutan adamın sopası ile kavga eder konumdayız…

Ulus devleti yıkıldı, yerine yeni devlet mekanizmasını kuramamış (şirket yönetim biçimi olarak devam etmektedir, başbakanlar ve başkanlar ülkenin ceo’su gibi davranıyor)  bir kapitalist sistemde, kapitalizm ilk defa bu kadar rahat kendi sistemi için restorasyon denmeleri ve çatışmalarını gözümüzün önünde yaşarken, biz sistemin yerini alacak kendi işçi devletimizi kuracak bir yapılanmadan ve örgütlenmeden uzağa düştük…

Devrim kelimesini meydanlar yıllardır duymuyor!

Liberal ekonomi ve onun politikası iflas etmiş halde tarihin dehlizlerine savrulurken, liberal siyasetin içinde kendilerine yer bulanlarda tarihin dehlizlerine henüz yuvarlanmadan hapishanelerin karanlık koridorlarında siyasi savunma ve özgürlük ütopyalarını seslendirmeye ve seslerini dünyaya duyurmaya çalışıyorlar… İnsan haklarını kazanımlarının da bu süreç içinde yaşanan değişik komplolar sonucunda altlarının boşaltılığına şahitlik ettik. Sözde haklar var ama liderlerin iki dudaklarının arasından çıkan her cümle, var olan haklarının yok sayılması veya yeni yasaların oluşması anlamına gelmektedir…

Her dönem kendi liderlerini yaratıyor…

Her dönemin ihtiyacına uygun liderler siyasetin başında toplumlara yön vermiştir…

Reagan ve Thatcher olmasaydı acaba liberal politikalar olmayacak mıydı, onlar olsun ya da olmasın kapitalizmin ihtiyacına uygun şekilde birileri var olacaktı ve mutlaka bu süreç yaşanacaktı, çünkü ulus devlet var olan sorunların çözümüne yanıt vermediği gibi engel de oluyordu, hatta bir çok sorunun sistem için temel nedeni olmuştu…

Sistem kendi insanını iktidara taşıyor ve ihtiyacına uygun biçimlendiriyor, çünkü yaşanan sorunlar o lideri düşünmediği rol içinde bulunmasına sebep olabilmektedir…

Liberalizm yaşandığı süreçte solun örgütlü olduğu alanların altları boşaltıldı ve içinde bulunduğu topluma yabancılaştırıldı. Yaşanan sorunlar içinde sol var olan gündemin peşinde gündeme uygun tavır almaya zorlandı ve hedefinden ve eski söylemlerinden uzaklaştı… Kısaca sol Donkişot rolü verildi ve bir roman kahramanı gibi yel değirmenleri ile kavga eder buldu kendisini…

4 Haziran 2019 Salı

Kadın pasif olmamalı aile ilişkisi içinde


Kadın pasif olmamalı aile ilişkisi içinde

Eskiden anaların baş bağlaması ile bugünün kadının baş bağlaması arasında uçurum kadar fark var, şimdi hava geçmesin diyerek sanırım başlar daha sıkı bağlı, her türlü düşme tehlikesini ortadan kaldıracak kadar güvenlik alınmış şekilde ve biçimde bağlanmış...

Her bağlama ve kullanılan kumaşın rengi, dokuması bir cemaatı temsil eder halde kategorize edilmiş... Kadın propaganda aracına dönderilmiş bir anlamda kıyafeti ile birlikte… Kadının kıyafetine bak, hangi cemaate üye olduğunu bilenler hemen çıkarır…

Kadın bu şekilde birer propaganda aracına elbette ilk defa sokulmuş olmuyor, tarih boyunca kadın birer propaganda aracı olmuş ve ona göre mezhepler, kültürler kendilerini belirlemiş, kendisini diğerlerinden ayırarak bir anlamda koruma ve güven altına almışlar…

Kılık, kıyafet ile kadını belirli kalıplar içine sokarken erkek egemenliğinde ki cemaat, aslında kadının kendisini ifade etmesini ve özgür davranmasını da ortadan kaldırarak bir anlamda köle yapmış oluyor. Kadının söz, yetki mekanizmasında yeri yok ama cemaatın da devamı için vazgeçilmezidir. (elbette bazı toplumlarda dominant kadın figürleri olmuştur ama görüntüde erkek her zaman dominant kadın aile yapısında da erkeğin arkasındadır… Gücünü erkeğini kontrol edebilmesinden alır...)  

Kadının kontrol altında alınarak kafes içinde özgür davranmasının klasik söylem ile cariye adı verilir... Cariyeler ile savaş ganimeti olarak ortaya çıkmaz, para verilerek satın alınma yöntemi ile de olabilir, bazı kültürlerde kardeş karşılığında verilen kardeştir. Değişim aracı da olsa kadının konumu köle gibidir, söz hakkı yoktur, kaderine boyun eğmek ile yükümlüdür.

Her aile içinde bir köle olması normal mi?

Elbette değil!

Kadını özgür olmayan aile yapısı içinde demokrasi ve insan hakları kavramları olmaz, orada söz hakkı göreceli ve dışarıya yansıyacak şekilde erkektedir...

Erkek hakimi olduğu aile yapısında birinin ben devrimciyim, ilericiyim deme şansı var mı, bana sorarsanız yok, çünkü en azından kendi ailesi içinde kadına tam değer vermeyen bir bireyin ilericiliği ve devrimciliği bir noktaya kadardır, ondan sonra ondan demokrasi, özgürlük yeni yaşam gibi lafların altı boş kalır…

Kendi ailesi içinde bir kölenin varlığı ve o kölenin özgürleşmesi için gönüllü olarak kapanan kadının bilinç düzeyini yükseltememiş bir bireyin ilericiliği ne yazık ki sözde olmaktan öteye geçmediği için aslında solun perişan, dağınık ve kendine güvensizliğinin de kaynağı olduğunu düşünüyorum.

Kendi ailesini ve çevresini değiştiremeyenin ve toplumun geri yönde değişimi durduramayanın ilerici olması bana sadece bireyin kendisini kandırmasından başka bir şey değildir...

Bugün çevremize bakıyoruz, umut arıyoruz. Elimizde olmayan veriler ile tahminlerde bulunuyoruz. Elde veriler olmayınca tasarladığımız doğruların büyük bölümü doğru olmadığı, toplumsal olayların beklentilerin değil de beklenilmeyenin cereyan ettiğine şahitlik ettik.  Kısaca solun yapmış olduğu tahminlerin büyük bölümünün tutmamasının arkasında en büyük neden kendi çevresini değiştirmek yerine ütopya peşinden koşarken kendi gerçekliğinden kopmasıdır…

Her aile içinde bir propaganda aracı gibi duran gönüllü kadın figürü vardır. Ona neden kapandığı konusunda soru dahi sormazsınız, o inanmıştır ve kapanmıştır ama kime hizmet ettiği, mahalle baskısı kurduğunu dahi anlatamazsınız, çünkü kadının kıyafetine karışmak kadının özgürlük alanına müdahaledir… Geçmişte el ele tutuşup türbana özgürlük diye bağıranlar, imza kampanyalarına gönüllü imza verenler bugün kadının etek boyu ile uğraşanlar karşısında sessiz kalmalarını hangi matematik denklemi, algoritması açıklar?

Harriet Tumban 1849 yılında köle kadınları kurmak için örgüt kurmuş ve başarılı da olmuş. Zaman içinde ona sormuşlar “köle kadınları/ erkekleri kurtarmak için en zor adım nedir?” Diye, derinden iç çekmiş ve “bir köleyi köle olmadığına ikna etmek” yaşanmış tarihten ders almayanlar, tarihi birer kitap olarak görenler geleceği kucaklaması ve değiştirmesi şansı yoktur. Eğer tarihten ders alabilmiş olsaydık bugün yaşadıklarımızı yaşamayacaktık belki de…

Kadınlar istibdat devrinde bile mücadele etmiş ve örgütlenmişler, onların mücadelesini yok sayan ve her şeyin yukarıdan aşağıya verildiği yalanı ile bugüne bakarsanız pasif ve gönüllü kapanan kadın figürünün her aileden çıkması anlam kazanır… Kadını pasifize eden her tülü toplumsal ilişki bizi geriye taşımaya devam edecektir…