Galata Gazete


31 Temmuz 2019 Çarşamba

Hastasını müşteri olarak gören şirketler var…


Hastasını müşteri olarak gören şirketler var…

İzmir’de kurulu olan bir hastane adı son yıllarda belki ilginizi çekmiştir, hemen hemen İzmir sokaklarında elektrik direklerinde asılı olan ilanlarda görmüşsünüzdür. İzmir merkezli Batıgöz… Peki, Batıgöz bir göz hastanesi mi? İzmir Balçova ilçesinde bir göz hastanesi olmadığı normal bir hastane olduğu (Batıgöz Balçova Cerrahi Tıp Merkezi) gerçeği ile karşılaşırsınız, göz hastanesinden normal özel bir hastaneye geçiş… AVM formatında giriş katında bir hastane ya da poliklinik denilebilir… Orada değişik sağlık anabilim dallarına uygun muayenehane yapılan yerleri var. Alanında “uzman” doktorlar ile hastalarına pardon “müşterilerine” hizmet vermekteler…

Bizim yolumuz bu poliklinik diş bölümü ile annemin adım atması ile başladı. Annem reklamlardan etkilenerek bu yere gitmiş. Reklamlarında ne demekteler? "Hizmette kalite ve güven”  şimdi bu iki cümleyi ya da kelimeyi duyunca ister istemez bir o tarafa doğru meyil etme durumu söz konusudur. Annem nereden bilsin ki başına gelecekleri… Bir diş doktoru var ama diş doktorunun etrafında diş doktoru olmayan ama diş doktoru kadar bilgili olduğunu sanan işgüzarlar varmış. O işgüzarların birinin o bölümünün “shop in shop” mantığı içinde ortağı olduğunu işletme müdürü sohbet sırasında ağzından kaçırdı, hatta bu ortağı benim ile karşılaşmasında kendisine güya güvenen bir işadamı görünümündeydi… benim muhatabım o olmadığı için ciddiye bile almadım, çünkü muhatabım hastanedir, küçük kiracısı beni hiç ilgilendirmez, o onların sorunudur, nasıl bir anlaşmaları var ya da yok benim konumum dışındaydı. Kısaca her bölümü başka bir şirket ya da kişi hastane çatısı altında işletiyor… Nasıl olur bu iş demeyin, bir çok büyük mağaza içinde “shop in shop” vardır ve kabul görmüştür, böylelikle işletme maliyeti düşerken “kazan kazandır” mantığı içinde bir anlamı olur… Hem o işletme para kazandırırken mekan kullanımı ve alanın verimli kullanımı da gerçekleşmiş olur. Zarar etse de o “shop in shop” içinde mağaza zarar ederken tüm işletmeye zarar olarak yansımaz, o kirasını alır… Buraya kadar güzel yönlerini anlattım, şimdi kötü yönünden bahsedelim, annemin somut durumundan…

İşletme satış sonrası hizmet vermezse reklamasyon yani kötü reklam kime doğru döner… “shop in shop” mağazanın gerçek sahibine, yani kiraya verene, markasını kullanımı verene, çünkü bir “güven” kavramını yıllarca başarılı bir şekilde götürmüş ve markalaşmış… Kiracının kötü uygulaması direkt marka sahibini vurur, çünkü tüm sorumluluk marka sahibindedir, küçük kiracıya ait olmaz… Marka sahibi ne yapmak zorundadır, o kiracısı ile yeniden oturup anlaşma yapması ya da fesih etmesi gereklidir. Peki, fesih ederken ne yapacak, var olan mağduriyeti ortadan kaldırıp orta bir yol bulmak ile yükümlüdür… Sonuç ben yapmadım sorumluluk bana ait diyemez…

Şimdi annem öznelinden gidersek, diş tedavisi yanlış, Diş Odaları rapor ile kanıtlandı, onun dışında bir çok alanında uzman kişilerin fikirleri alındı… Yani hata somut… Annem tedavi olalı üzerinden uzun zaman geçti, elbette acı ve mağduriyetten kaynaklı hem maddi hem de manevi bir kayıbı var… Tedavi masraflarını mutlaka karşılayacaklar, biraz zamanı uzatabilirler ama karşılanacaktır, o konuda ulusal ve uluslar arası tüketiciyi koruyan kanun maddeleri var. Ki Batıgöz uluslararası bir marka, yurt dışında ve ülkemizin değişik kentlerinde hizmet veriyor. Genişleme hedefi olan bir şirket konumunda. Annemin mağduriyeti ve kötü deneyimi elbette şubeleri olan yerlerde yerel ve ulusal medya dillendirecek yazılar çıkacak, çünkü günümüzde iletişim muhteşem ilerledi… Bırakın ilişikleri kullanmayı, ilişkileri kullanmadan bile sıradan birkaç yazı bile bir markanın reklamlarında belirttiği sözlerin altının boş olduğunu potansiyel hastalarına ulaşır… sadece yazılar ile gündemde tutarak bu süreç ilerlemeyecektir elbette, İzmir il sağlık müdürlüğünden başlamak üzerine cumhurbaşkanlığı bilgi edinmeyi, sağlık bakanlığından uluslar arası şirketlerin çalışma izni ve şube açmalarına izin veren kurumalarına kadar bu konu taşınacaktır… Çünkü bir marka iddiasında olan şirket nerede olursa olsun hizmetinde bir aksilik yapmışsa ve reklamlarda kullandığı sözlerin altı boşa düşünce “müşterisini aldatma” durumuna düşer… Reklamlarda aldatıcı kelime ve çağrıştırıcı herhangi bir şey kullanılamaz…

Bizim şirketimiz sahip çıkalım, kol kırılır içinde kalır mantığı bu aşamadan sonra bende yoktur, çünkü artık bizim gibi gördüklerimizde bizim olmadığını biliyoruz.. Var olan sistem her ne kadar şirketleri korur gibi gösterilmiş olsa da rekabet yasası gereği aslında şirketlerin en zayıf noktasını da ortaya çıkarır…

Bugün yeni bir kampanya başlatıyoruz, Batıgöz hasta memnuniyetinden pek ciddiye almadığını görmekteyiz (bir çok yazı yazılmasına rağmen geri dönüş yapmadıkları ortadadır, her yazı sonrası ‘aldık, ilgileniyoruz’ diye bir mesaj dahi atmamışlardır.)  ama müşteri konusunda bakalım tavırları nasıl olacak?

Batıgöz özel bir göz hastanesi değildir, adını kullanarak yeni hastane açmak için prosedürleri ortadan kaldırmak için kendi adına “shop in shop” mantığı içinde poliklinik açma yetkisi olmayanlara olanak sunması bile başlı başına bana göre suçtur…

Sağlık alanı sıradan bir market mantığı ile yapılanmaz…

Şimdi duyumlar ile gerçekler ne kadar bir birini örtüştürecek bilemiyorum ama her dedikodunun altında gerçekler var olmaya devam eder, bürokrasiyi kandırabilirler ama hastasını kandırmazlar, çünkü sonuç somut olarak ortada olur…

Diş tedavisi ile çıkılan yolda tedavi memnuniyet ile sonuçlanmadığını ve mağduriyet yarattığını görmekteyiz. Aynı şekilde annemin de yalnız olmadığını diş odasına yapılan şikayetlerden çıkarıyorum… Çünkü bilirkişiye gittiğimizde “ilk siz değilsiniz, madem mesleğini bilmiyor doktor, gitsin başka iş yapsın zorunlu değil diş tabibi olmasına” demiştir…

Bugün köşe yazımı öznel bir durumdan yola çıkarak yazdım, sanırım sonda olmayacak, her gelişmeyi okuyucu ile paylaşmak sanırım bir sorumluluk yüklüyor…

İsmail Cem Özkan

26 Temmuz 2019 Cuma

Büyülü semtleri anlatan bir kitap…


Büyülü semtleri anlatan bir kitap…

Benim Büyülü Semtim “Hatay” M. Salim Çetin imzalı İzmirim Dizisi kitapları arasında Heyamola Yayınları arasından çıktı. Elbette bu serinin amacı içinde yer alan yerelliğin önemi, çeşitliliği, kültürel zenginliğinin okuyucuya ulaştırması, en azından yaşadıkları semtlere bakan, onlara hizmet eden kişilerin gözünden semt sakinlerine ve yerellik konusunda meraklı olanlar için zengin bir kaynak oluşturmasıdır.

Kitap dünyasının çok sıkıntılı günlerden geçtiği malum, diğer sektörlerde yaşanan daralma kitap yayıncılığı konusunda ve matbaa hizmetleri açısından da paralellik söz konusudur. Doların istikrarsız hareket etmesi elbette siyasi belirsizliğin ve yanlış alınan ekonomik siyasi kararların bir sonucu olduğu su götürmez ise de kitap dünyası, henüz ülkemizde bir sektör olamadan amatör ruhun gidebileceği adımların en son adımını atıyor gibi de içimde bir his var. Bir çok yayınevi editör eşliğinde bir konu etrafında kitaplar çıkarıyor, bunun en büyük nedeni elbette yayınevinin atacağı adımı önceden görmek istemesidir, hazır okuyucu ya da sektörel değim ile “müşteri” bulması önemlidir. Kitapların kalitesi, içeriği uygun olup olmamasından daha ziyade kapağı ile “işte ben buradayım, beni tüketin” çağrısı yapmasıdır. Çok anlaşılır bir seçenektir, çünkü daralma ve maddi sıkıntılar yayınevleri önünde fazla bir seçenek bırakmıyor… Bir çok yayınevi yan yana gelip kooperatif kurarak güçlerini birleştirip mali giderleri düşürme telaşında, bazıları ise parayı verenin kitabını basma yöntemini seçmiş, ilgisiz ve belirli bir çizgisi olmayan yayınevleri piyasada, editörial çalışma yapılmayan kitaplar… Türkçe basılan kitaplarda zaten Türkçe dikkat etmek bir yana bırakılmış durumda, para getirsin yeter ki, “okuyucusunu biçimlendiren değil, okuyucusuna uygun kitaplar” kitap piyasası içindedir…

Heyamola yazarından para almadan kitap basan ender yayınevlerinden biri. Ayakta kalmak zorundadır ve projeler üretmektedir. Her şehrin yerel hikayelerini kitaplar halinde orada yaşayan genelde bürokratların gözünden ve yerel de yaşayan yazarlar ile iletişime geçerek yerel için kitaplar üretmesine neden olmuş. Aynı kapak biçimi içinde yazar ve semt isimleri değiştirerek yetmiş iki semtin kitabı basılmış durumda, kırk kere maşallah demek düşer bize, ne kadar çok olursa yerelliğe dair vurgu da artacaktır. En azından küresel bakış açısı bizi mutlu etmedi, yerel bakış açısı içinde yerel sorunlar çözülürse bizler daha mutlu oluruz…

M. Salim Çetin Konak ve Karabağlar belediyesinde Kültür Müdürü olarak ve kültür alanın değişik alanlarında hizmet vermiş bir yerel çalışandır. Yerelliğin önemini kavramış, yerelden haber vermeyi, yerelde yaşanmış ayrıntıları elinden geldiğinde okuyuculara ulaştırmayı görev edilmiş. Kendi yönetiminde ya da belediye yönetiminde çıkan bir çok dergide yazılarını yayınlamış, yerel çıkan yerel yayınlarda ve ulusal medyada yazılarını yayınlatmaya devam eden bir gönül adamıdır.

Sosyal demokrasinin yerel yönetimlerde adım atmasını ve adımlarının da halktan, hukuktan ve adaletten taraf yapmasını, kayırmacılığın olmadığı sosyal bir adalet prensipleri içinde hareket etmesini sürekli vurgulamaktadır, o yüzden belki yerel oluşan bir çok derneğin de yönetiminde yer almaktadır.

Kitabını oluştururken daha önce yazdığı yazıları yeniden gözden geçirmiş ve Hatay semti merkezine alarak, yerellik konusunda düşüncelerini açıkladığı bir kitaptır. 

Benim Büyülü Semtim “Hatay” diye yazarken dikkat ederseniz Hatay semt adını tırnak içine alıyorum, çünkü orada anlatılan sadece Hatay değildir, yaşadığımız yerlerdir.

Yaşadığımız yerler bizim için her zaman büyülüdür, üstelik geçmişe doğru bakıldığında, eski komşuluk ilişkileri, gecekondu mahallerinde açık bırakılan kapılar, hiç sormadan mutfağına girip su içilen, sokaklarda top oynayan çocuklar… (Bugün parka dahi çocuğunuzu çıkarsanız yanında bir büyük olmak zorunda, sürekli kontrol altında tutulan çocuklar) Geçmişin semtlerinde gecekondular vardı, şimdi büyük binalar diktiler, sokaklar dar, kaldırımları olmayan yerlerde arabaların hakimiyeti var, çocuklar bırakın top oynamayı yan yana gelip gezecekleri bir alan bile yok! Bu konuda İzmir biraz şanslı en azından deniz sahil şeridi doldurmada olsa geniştir, oraya gidip meltem rüzgarı eşliğinde gençler ve genç kalanlar İzmir’i sahil şeridi boyunca bir arada yaşıyorlar…

Salim Çetin yerelden bakmayı ve kent kültürünü geliştirmek konusunda kendisine dert edinmiş. O yüzden kitapların sayfaları arasında o dertlerini ve kendisine göre çözüm önerilerini de sıralamaktadır; “Düşünseniz ya kent kültürünü akşam sabah tartışan birinin ruh halini; kentin merkezi için tasarlanan onca etkinliğin kenarlara gelinceye dek adeta tükendiğini, oralara ulaşmadığı…
Küresel kentlerde sanatın artık şov malzemesi olduğu, ülke ekonomisinin kentlerdeki gelişmelerle at başı gittiği; sanatın şirketlere prestij ve güç sağlayan bir öge haline geldiği olgusu tartışılırken, Gültepe’de, Limontepe’de biz hala sokakların kamusal kullanım alanına dönüşemediği, insanların merkezi semtler yerine kendi semtlerinde bu olanağı yakalamamış oldukları gerçeğini tartışıyoruz. Kesişmeleri ve rastlaşmaları buralarda değil, şehrin merkezi alanlarına bırakıldığını biliyoruz, zorunluluktan dolayı. Dolayısıyla şehrin bireyi özgürleştirdiği olgusu da henüz buralarda gerçekliğe dönüşemiyor maalesef.”

Kitap elinize bir geçerse eğer, o elinizin alında bir semti semt yapan yazarları, sanatçıları yakalarsınız. Semtin ruhunu sanatçılar eserleri ile ortaya koyar ama o semtin içinde yaşayanların kaçının haberi olur bilinmez. En azından belediye birkaç sokağa isimlerini verir, bir de heykel varsa ne ala… Şehirlerimiz heykel yoksunudur, çünkü onları koyacak yeteri kadar ne alan vardır ne de park. Şehir mimarisi diye bir şey yoktur aslında, ihtiyaca uygun bina yapmışlar bir birine saygısı olmadan. Sahil şeridini kaplayan düz bir duvar vardır, İzmir’in içlerine doğru akması gereken havayı kesen. Sahil şeridi dolgular sayesinde biraz genişleyince İzmir akşamları sahile akıyor, sahile bakan binalarda oturanlarda balkonlarında ya da klimalı odalarından camdan manzarayı seyrediyor… İzmir mimari açıdan ne yazık ki övünülecek yer değil, doğal olarak ihtiyaca uygun yapılan binalarda yaşayan insanlarında üretimi o kadar fazla değil, düşünün bir kere koskoca İzmir’de, Hatay semtinde kaç heykeltıraş, tiyatro sanatçısı ya da yazar var, elbette şairi boldur ama kimse şair olduğunu duymamıştır… İşte bu kitapta bir elin parmak sayısını aşmayan yazarlar ve onlar ile ilgili anılarda bulacaksınız, en azından yaşadığınız yerde bakın araştırmacı yazar benim semtimde yaşamış demek için bile bu kitap alınır… Ellerine sağlık Çetin, iyi ki gri beyin hücrelerinde anıları tutmuş ve yazıya dökmüş, sayende İzmir’in bu içinden geçtiğim ama yaşamadığım semt hakkında bilgi sahibi oldum. Atık o semtten geçerken Cevat Şakir burada yaşamış diyebiliyorum…

Her semtin bir büyüsü vardır, o büyüyü ancak hissedenler dillendirirse, yazarsa farkına varırız… İyi ki yazmış, iyi ki okudum… Şimdi kitabı alanlar hemen okurken farkına varacaklar M. Salim Çetin dostum olduğunu ve dostu için bu yazıyı yazmış diye, elbette Salim Çetin benim dostum, kardeşim, yerelden bakan yoldaşımdır, bunu saklamıyorum, çünkü o güzel insan ve ailesi ile tanıştığım için mutluyum, yıllardır de bu seviyeli dostluğumuzu koruyoruz. Bu dostluğum kitabı olmasından farklı da anlatmadım, olduğu gibi dost kayırması yapmadan yazdım. Günümüzde ne yazık ki, eleştiri adında övgü methiyeleri okuyoruz. Parasını veren kitap yazıp bastırdığı gibi aynı şekilde parasını verip eleştiri adı altında övgüler yazdırıp kitap eklerinde de yerlerini alıyorlar… Bir çok yayınevi olmasına rağmen kitap eklerine bakın (elbette fazla kitap eki çıkaran gazetede kalmadı, onlarda sektörün verimli tarafından bakıyorlar, masrafını kurtarmak nasıl ki yayınevinin hakkı, gazete sahibi de ek masrafını kurtarma derdinde, o da ona göre çözüm bulmuş.) çok fazla yayınevi çeşidi göremezsiniz, belli başlı yayınevlerinin kitapları genelde her sayıda yerlerini alırlar. Kısaca ne yazık ki ekonomik darboğaz bir çok şeyi bir birine karıştırmayı beraberinde getirdi… Umarım bu çalkantılı ve kargaşa en kısa zamanda sonlanır de olması gerekenler olur…

Sonuç itibarı ile yaşadığımız hayat ne yazık ki bizim istediklerimizi bize bir tepside sunmuyor, var olanları olduğu gibi kabul edip, elimizde bilgileri ne kadar çok toparlarsak yaşamımıza o kadar daha gerçekçi pencereden bakarız. Veriler elde olunca özgüvende olur. Özgüvenin olduğu yerde değişim kaçınılmazdır. Yerel çalışmalar önemini veri kaynağı olmasıdır, üstten ne kadara politika üretirseniz üretin yerel mutlaka bir yerde direnecektir, çünkü yerel olmadan merkez olmaz, merkez bir süre kendisini kandırır o kadar.

Bağımsızlık, demokrasi ateşi bugün İzmir’i sosyal demokrasi kalesi gibi gösteriyorsa, o Dikili’de ve İzmir büyükşehir’de siyaset yapmış, orada hizmet üretmiş olan efsane başkanlarına borçludur.

İsmail Cem Özkan