Galata Gazete


31 Ağustos 2019 Cumartesi

Homojenlikten çok kültürlülüğe geçemedik!


Homojenlikten çok kültürlülüğe geçemedik!

Ulus devleti her şeyi homojenleştirmek istedi, ülkede ne Alevi vardı ne de Kürt!. Ulus devletinde her kişi mutlaka Müslüman (Sünni) ve Türk olmak zorundaydı, olmayanı ya asimilasyon ile yola getirilecekti ya da güvelik güçleri ile..

Ulus devleti hakim milleti dışındakilerin ana dilde konuşmaları yasaktı, bu topraklarda her doğan Türk ve Sünni Müslüman’dı... Bir de uluslararası anlaşmalar ile azınlıkların hakları vardı, onların hakları da kata külle ile zaman içinde budanmış, budanmayacak gibi olanlarda olaylar bahane edilerek gözleri korkutulmuş, olmadık negatif ayrıcalıklar yapılarak ülke dışına “gönüllü” olarak gitmeleri teşvik edilmiştir. Tarihimizin karanlık noktaları uluslaşma sürecinde bir çok olay mevcuttur, yaşanmıştır ama yaşayanlar haricinde genel bir bilinirliliği yoktur. Devletin çıkarı bazı bilgileri kamuya mal etmez, yaşanır ve yok sayılır… 

Bir darbe ile ulus devleti liberalizm rüzgarı ağır ağır yontu, tıpkı peribacaların oluşumu gibi… rüzgar ulus devletinin yapılarını özelleştirme adı altında budarken, gümrük duvarlarının yıkılması ile eskiden ulusal sermayeyi koruyan ne varsa ağır ağır acele edilmeden yok edildi…  Ulus devleti sonuç itibarı ile liberalizm karşısında direnemedi ve yıkıldı.

Ulus devleti yıkıldı ama yerine yeni bir devlet sistemi yerleştirilemedi. Ortada bir boşluk oldu, çünkü küreselleşmeyi teşvik ederlerken küreselleşmenin en önemli saç ayağı olan hukuk sistemi yaratılamamıştı, çünkü şirketler küreselleşme rüzgarı ile ulus devletlerin birikimlerini yağmalıyorlardı. Hukuk pratik ihtiyaca göre doğacak bir şeydi, çünkü hukukun varlık sebebi sermayeyi korumak ve geliştirmektir. Devlet mekanizması altında sınıf çatışmasını sermaye lehine sonlandırmaktır… liberalizmin ilk yaptığı iş, sınıf mücadelesinde kazanım elde eden işçi sınıfının tüm kazanılmış haklarını elden almak ve işçi sınıfının en örgütlü oldukları kamu iştiraklerin özelleştirilmesi ile işletmelerde ki örgütlü işçilerin kapı önüne konulması ya da örgütsüz bırakılası süreciydi… başardılar da, işçi sınıfının yüz karaları işbirlikçi siyasiler ve sendika ağaları aracılığı ile…  Küreselleşme istenildiği gibi gitmedi ama ulus devleti yıkılmış oldu. Liberalizm tarihinde olmadığı kadar güç elinde bulundurmuş ama iyi yönetmemişti…  Krizi yönetemeyen ve kurumsallaşamayan liberalist düşünce yerine popüler siyasetçilerin macera dolu politikaları alıyordu. Küresel anlamda başka bir rüzgarın etkisi ile tarihin en karanlık ve en belirsiz süreci içinde karanlık bulutların altında insanlık yol alıyordu… sınıfsal bakış açısı tehlikeliydi ve cinsiyetçi bakış açısı toplumsal olayların yorumunda kullanılır kılındı…

Liberalizm ilk iktidar döneminde “geçmiş ile yüzleşelim” çağrısında bulundu ve ulus devletin baskısı altında kendisini ifade edemeyenler arasında muhteşem bir karşılık buldu, çünkü ilk defa o güne kadar yaşadıkları görünür kılınacak ve belki de pozitif ayrımcılık elde edeceklerdi… ütopya beklide gerçek olacaktı ama kuantum teorisinde olduğu gibi önceden tahmin edilmeyen hareketler ile karşı karşıya kalınacaktı… yüzleşme yerini hesap sormaya ve daha sonra ayrımcılığın bölücülük boyutuna taşınmasına kadar gidecekti, toplumlar atomize edilecek ve yeni ulus devletçikler ortaya çıkacaktı… Üstelik ayrışma iç savaşın boyutunu soykırım düzeyine çıkacak şekilde olacaktı…

Ülkemiz öznelinde ise ulus devletinin alışkanlıkları yıkılırken eskinin yerine gelenler de bu sefer olaylara ve geçmişe daha farklı yaklaştı, “yüzleşelim” dediler. İlk yaptıkları icraatları sözde oldu. Söze önce Kürtleri ve Alevileri tanıyalım diye başladılar.

O güne kadar devlet içinde yer alan Alevi ve Kürt kimliğini ortaya çıkaranları diğerlerinden ayırma yoluna gittiler. Ulus devleti birleştiriciydi yani ‘homojenleştirmek’ için yok sayarken, yerine gelenler ise ‘ötekileştirdi’. Yeni söylemde Kürtler ve Aleviler var ama devletin işleyişinde yerleri yoktur, çünkü ihtiyaç duyulduğunda tek bayrak altında yaşayan herkes çoğunluk haklarına uymak ve biat etmek zorundaydı.

Ret etmiyorlardı ama devlet içine de almıyorlardı...

Bir anlamda bölücülüğü devlet eli ile yapıyorlardı, geçmişte (ulus devleti olduğu zamanlar) bölücü kabul edilenler ulus devlete karşı olanlardı... Yani kendi ulusal hakkı için mücadele edenler, klasik söylem ile “ulusların kendi kaderini tayın etme hakkı”, ki bu hak ülkemizde hiç bir zaman olmadı, çünkü ülkemiz tek bayrak altında, tek millet, tek din olan bir yerdi!..

Ulusal devlet yıkıldı, yerine bir devlet modeli hayata geçmedi, küreselleşme dediler, küreselleşme bizde ki karşılığı küresel firmaların montaj sanayisi olduk, onların markalarını tüketen, kendi markalarımızı küçümseyen olduk, o kadar küçümsedik ki hepsini küresel firmaların çıkarlarına uygun şekilde özelleştirdik, kapatırdık! Çünkü küreselleşme “tüketme çılgınlığından” başka şey olarak algılanmadı ülkemizde. Özelleştirme adı altında yapılan ihalelerde ihale yapan sakal parasını aldı, mutlu oldu sadece. “İşin fıtratında var” diyerek siyasiler zengin oldu, işçiler işini kaybetti, muhtaç oldu. Fakirleşenler el açar konumunda olunca eline para vereni efendisi kabul etti, eller öpüldü.

Sınıfsal bakış yerini cinsiyetçi bakış açısı ülkemizde yerleştirildi.

Cinsiyetçi bakış Ortadoğu ülkesi olmamıza karar verildiğinde empoze edilmişti. O güne kadar aklımıza gelmeyen “feminizm” birden popüler oldu, daha sonra kadınların başörtüsü doğal bir mücadele alanı oldu, çünkü cinsiyetçi bakış açısı kadını erkekten ayırıp, kadın hakları için edilmesi gereken mücadele alanını kadınların erkeklere biat ettiği alana evirildi... Elbette buna karşın küçük bir kesim hala eşitlik mücadelesi yapmaya devam ediyor, üstelik sokakları en iyi kullanan kesim olarak yollarına devam ediyorlar. Başı bağlı olmayanlar “mahalle baskısı” ile zaman içinde başlarını bağlayarak “efendim erkek” dedi. O güne kadar sınıfsal bakış içinde yan yana olan kadın erkek daha da ayrıştırıldı... Gerçi geleneksel bakış açısı içinde kadın ve erkek eşit hakları olan insanlar olarak kabul edilmediler, sınıf mücadelesi içinde dahi bu geçerliydi… Hiçbir sendika başkanı kadın değildi…  devrimci yapılar da sözde eşitlik vurgusu vardı ama pratikte genelde yoktu… Elbette kadın ve erkek sadece kitlesel katliamda ayrımı yapılmadı, erkek de kadında bölücü ve anarşist olarak damgalandı ve ölüm onlara hak görüldü...

Ulus devleti henüz tüm kurumları ile ülkemizde yaşam alanı bulamadan yerini “küreselleşme” adı altında ‘liberalizmin’ batağında buldu...

Liberalizm rüzgarı ile iktidara gelenler ülkeyi böldü, ötekiler ve yandaşlar diye... “Yandaşlar ne istedilerse verdiler” … Zaman içinde iktidarın nimetleri iktidar mücadelesini ortaya çıkardı ve yandaşlar arasında ki iktidar kavgası darbe senaryosunu ortaya çıkardı. Sonuçta iktidar kendisini olması gerekenden daha fazla yetkili ve güç içinde buldu...

Kürt ve Alevi açılımların yerini ret et ve yok et mantığı aldı, çünkü çıkarlar “yüzleşmeyi” değil, “yeniden tarih yazmak” ihtiyaç olarak ortaya çıktı.

Tarih güçlünün çıkarına göre yeniden yazıldı, dini bayramlar ile ulusla bayramlarda bile bölücülük ortaya çıktı. Dini bayramlarda ulaşım bedava olurken ulusal bayramlarda ulaşım paralı olmaya devam etti. Din vurgusu olan yerde yeni dini günler icat edildi, yeni bayramlarda asimilasyon vurgusu daha da önem kazandı, bu sayede Alevi ve Kürtler ümmet adı altında homojenleştirilmek istendi, çünkü iktidarda olanlar liberalizm bilmeden liberalizm savunurken “geçmiş alışkanlıklarından” kurtulamadılar...

Ulus devleti yıkıldı, yerini şirket kafası taşıyan ama geçmiş alışkanlıklarından da kurtulamayan taşeronların aldığı yeni bir geçici düzen kuruldu ama geçici olması gerekenler zamanı uzattıkça kendilerinin kalıcı olduğu hayallerine kapıldılar ama çakma liberalizm elbette liberal dünyada sırttı… Ülkemiz ne yazık ki Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından "Avrupa'nın en yozlaşmış ülkelerinden biri" olarak nitelendi…

Ulus devleti homojen bir toplum kurma ütopyası içinde kendisini örgütledi, o yıkıldı, yerine gelenler ümmet adı altında toplum hayal ettiler ama başaramadılar, ama var olan çok kültürlü bir yapıyı görünür kıldılar. Çok kültürlü topluma uygun ve azınlık haklarını koruyan yasları oluşturmadılar, çünkü onların bir tek sorunları vardı kendi yandaşlarının ve “çoğunluk” çıkarlarıydı… o yüzden pozitif ayrımcılık “azınlıklara” göre değil, “çoğunluğa” göre yapıldı… O da demokrasiyi ortaya çıkarmadı, çünkü çoğunluk haklarının pozitif ayrımcık yapılan yerde ötekileştirme ve baskı araçları kaçınılmaz olur… Kısaca otokrasi devlet yapısı demokrasi gibi sunulur…

İsmail Cem Özkan

1 Ağustos 2019 Perşembe

Güzel bir dostun arkasından…


Güzel bir dostun arkasından…

Sivas’ın Gemerek ilçesinin güzel bir yerleşimi vardır, Çepni. Elbette bir çoğunuz ülkemiz içinde Çepni isimli bir yer ile karışılırsınız, çünkü bir çok yerde Çepni ismini kullanan köy, nahiye vardır. Çepni bir göçmen kolunun adı ve göç edenler kendi isimleri ile anılırlar.

Benim yolum üniversite yıllarında kesişti o köy ile. Gittiğimde köydü, şimdi sanırım başka bir isim ile anılır olmuş, büyümüş… Üniversite arkadaşım Celalettin Uludağ ile o köye gittik, o köyün ilginç bir yanı var, köy iki bölümden oluşuyor, yukarı ve aşağı mahalle … Aşağıda yaşayan Alevi, üst tarafta oturan Suni inançlı. Yolun başlangıcında gittiğimde samanlık olan ve karakol olan bir kilise kalıntısı, o kilise yeniden restore edilip ayağa kaldırılıyordu en son aldığım bilgide… Osman Kavala o kilisenin ayağa kaldırılması konusunda çok heyecanlıydı, ilk defa bir köy kendi imkanları ile kilisesini ayağa kaldırıyordu, geçmişine sahip çıkıyordu. Onun sevinci benimde sevincim olmuştu, o köy üzerine yazdığım bir de öyküm vardı. Benim de içinde yaşadığım bir köy olmuştu, düşüncelerimde, öykümde, geçmişimde bir imza… O imzanın mimarları arasında Celalettin’in dışında onun ağabeysiydi.

Türkay. Mahkeme kararı ile bu ismi almıştı, babasının verdiği ismi değiştirmişti. Nasıl değiştirmesin, inancının tam tersiydi... Babası sağ görüşü benimsemiş olması onun insani ilişki içinde ve çocuklarının solcu olmasını engellememişti. Hoşgörü köyüydü, yaşanmışlıkların çıkarılmış bir ders vardı. Yok edilmiş, sürgüne gönderilmiş Ermenilerin yerlerinde anılar ve bir de kilise kalmıştı. Kilise onların geçmişini sembolize ediyordu, devletin karakolu o kilise gelip yerleşmiş olması da dünden bugüne bırakılan bir dersti…

Konumuz elbette Türkay, çünkü onu Ankara’da tanıdım köyüne gitmeden önce. Bir öğrenci evinde. Bir imecenin içinde, okuma telaşı içinde olan türkü sevdalısı abi kardeş. Darlık yaşamışlardı, ekonomik kriz içinde öğrencilik. Dar bütçesi olanlar yan yana gelir ve öğrenci evleri yaratılır okurken…

Öğrenciler yan yana gelir ve ev kiralarlar ve ortaya bir öğrenci evi yaşanır şekilde yaratılır.

Öğrenciler kiralamak zorundalar, çünkü hayat onlara başka yol bırakmamıştır.

Küçük bir bütçe ile okunacak ve diploma alınacak.

İşte yoldaşım, arkadaşım, dostum Türkay'ı öyle bir evde tanıdım. Kardeşi benim yoldaşımdı ki hala yoldaşımdır. O bizlere yardım eden, ihtiyacı olana burs sağlamaya çalışan hukuk fakültesinin öğrencisi olmak dışında iyi bir Türk Halk Müziği sanatçısıydı. Sahnede yerini alır ve içinden geldiği gibi söylerdi. Musa Eroğlu, Yavuz Top, Arif Sağ üçlüsünün “muhabbet konserleri” onun Ankara’da ki adresiydi... Ahmet Yıldız’ın açmış olduğu kültür merkezi bizim en çok zaman geçirdiğimiz yerdi, nasıl olmasın ki, o Halkevleri Genel Başkanlığını yağmış, boyun eğmemiş, Halkevi üyesi olan tüm devrimcileri savunmuş biriydi. Benim de papyonlu amca dediğim ama daha sonra abi dediğim güzel bir insandı…

Burslar çok önemliydi, o dönemde burs işi ile ilgilenen Almanya’da hukuk eğitimi yapmış bir avukat abimiz vardı, onun sayesinde bir çok ekonomik zorluk içinde olan solcu öğrenci burs alıyordu. O ilişkiyi de Türkay sağlıyordu.  Fakir öğrencinin bir umuduydu bir anlamda…

Türkay, benim gözümde sazı elinde türkü söyleyen, kendi çapında besteleri olan ve döneme uygun bir grup kurup sahneye çıkandı. Benden büyüktü, o büyüklüğün getirmiş olduğu bir ağırlık vardı, bir de 12 Eylül’ün üzerinde yüklediği ağırlık. Arkadaşları işkenceden geçmiş, ağır bedeller öderken o dışarıda ağır işkenceleri içinde yaşıyordu. Mağdur olan ve bizden olana karşı bir duyarlılığı vardı. O bir devrimciydi ve 12 Eylül öncesinin devamlılığını üzerinde taşıyordu. Örgütü yenilmiş, ilişkiler dağılmış olmasına rağmen öğrenci evi bir devrimci okuldu, devrimci türkülerin söylendiği ve rahat nefes alındığı bir yerdi.

Hayatın yüklemiş olduğu ağırlığın altında direnendi... Direnmeyi, en karanlık günlerde dahi umudu yaşatacak ışığı gösterendi... Özveriliydi, o kadar da alçak gönüllüydü. İçinde fırtına eserdi ama bizler o fırtınanın şiddetinden haber dahi olmazdık…

Türkay, hiç bir zaman nedeni anlayamayacağım şekilde intihar etmiş, bir devrimcinin görevi yaşamaktır, yaşatmaktır... O görevini yapmadan kısa yoldan direnmeden geçmiş bu hayattan, çok üzüldüm... Benim Çepni’li güzel dostum, yoldaşım... Bize sadece anılarını bırakıp gitti... Celalettin Uludağ kaldı geriye, kardeşi, yoldaşı, canı, bir de güzel bir oğlu, sadece onlar mı, seveni çoktu, sevenleri de bilememiş içinde ki fırtınanın şiddetini ve gerisine bıraktığı mektupta fırtına dışarıya çıkmış...

Sen her zaman anılarımızda yaşayacaksın, biz var oldukça bu hayata bıraktığı iz var olacaktır… Keşke bize aşıladığın “devrimcinin birincil görevi yaşamaktır, yaşatmaktır” sözünü tutmuş olsaydın…  Unutulmayacaksın…

İsmail Cem Özkan