Galata Gazete


30 Aralık 2020 Çarşamba

Değiştirin!

 Değiştirin!

 

Değiştirmek için önce bakış açısının ve düşünce biçiminin değişmesi gereklidir. İnsan nasıl düşünür ve yöntem izlerse hayata öyle bakar… İnsanın düşüncesini kullandığı dil belirler… Nefret söyleminin hakim olduğu yerlerde yetişen tüm bireyler nefret söylemini ileriye taşır ama onun farkında bile olmaz, çünkü o içinde bulunduğu kültürde o söylemin doğal olduğunu düşünür ve öyle yaşar.

 

İslam Arap topraklarında kız çocukların kuma gömülüp öldürülmesine karşı çıkarak doğdu, bugün ülkemizde uygulanan İslam ise kadın cinayetleri ile anılır oldu...

 

İslamı siyasiler yorumlayınca var olanı değil, olmasını istediği gibi yorumlar ve uygular...

 

Kadın cinayetlerini durdurun diye isyan eden kadınlar, öte yanda İslam adına fetva verenler…

 

Fetva verenler ne yapıyor, İslam’da seks konusu tartışmak dışında...

 

Birde sürekli tekrarladıkları "kadının ayağı altında..."

 

Kadının ayağının altında cennet, sırtında bıçak...

 

Bir dönem karnından bebeği eksik etme bakışı vardı, eksik edilmeyen bebelerin durumu ortada değil mi, ucuz işçi ya da cennette gitmek için adam öldüren, kendisini canlı bomba yapan mücahit...

 

Bunlar İslam dinin doğuşunda var mı?

 

Siyasilerin yorumlamasında var, vicdanların yorumlamasında yok...

 

Hiç bir din öldürmeyi kutsamaz, ölüm sonrasına insanı hazırlar, o da doğal ölümdür.

 

Din, insanları ölüme yani doğal akışında olan doğumdan gelen ölüme hazırlamak için ortaya çıkmıştır... Doğum varsa ölüm var, doğuma kimse hazırlanamıyor ama ölüme hazırlamak şarttır...

 

İnsanı manevi hazırlamak dışında var olan tüm din yorumları bir çıkar gurubuna hizmet için vardır...

 

Dini çıkarlarınızın aracı, hizmetkarı olmaktan çıkarın, insanı sevin...

 

İnsan sevgisi içinde kadın, erkek, çocuk doğa... sevgisi vardır, sevgi ayrım yapmaz...

 

Kadın cinayetleri İslam’ın farklı yorumunun sonucudur bugün yaşanan...

 

Kendisini can alan olarak gören cihatçı kafası...

 

Erkeklerin dinidir var olan tüm dini kurallar, kadınları kirli diye dışlar... Kir ise cinayet ile temizlemek olarak algılayan ve yorumlayan bir dini ne yazık ki yaşıyoruz ülkemizde...

 

Bu algıyı değiştirin!

 

Değiştirmek sizin elinizde.

 

İsmail Cem Özkan

18 Aralık 2020 Cuma

Unutmayın!

 Unutmayın!

 

Maraş katliamının bir yıldönümüne daha yaklaşıyoruz... Unutmadık acıyı yaşatanları ve yaşayanları...

 

Maraş bir dönüm hatta kırılma noktasıdır.

 

Katliamda elde edilmek istenen sonuç ortada değil mi? 12 Eylül.

 

Katliamı yapanlar 12 Eylül’ü yapanlardır, organize edenlerdir, arkasında ki lojistik ve ideolojik güçtür...

 

Peki, ne yaptılar Maraş’ta?

 

Cevabı açık, katliam!

 

Peki, sonucu ne oldu?

 

Sol, o güne kadar toplum içinde kitleselleşmesi nicel olarak durduruldu, o katliamdan sonra sol kitle kaybeder oldu, kadrosu nitelik olarak iyi olmasına rağmen kitle içinde sola olan güven de göreceli olarak azaldı, çünkü katliama karşı yeterli kadar direnememiş, orada yaşanan göçü engelleyememiştir... Elbette elinde olan imkanlar ile direnen sol güçler oldu, fakat yeterli olamadı...

 

Sol, 12 Eylül’e giden ilk kırılmadan başarısız çıktı, sonra sol içi çatışmalar arttı...

 

Solu toplum içinde itibarsızlaştırmak ve gücünün olmadığını göstermek için amiral gemisi gazeteler ve onu izleyen medya ile büyük bir algı operasyonu yapıldı.

 

Fatsa seçimleri sonrası yaşanan 7 ay ikinci büyük kırılmayı ifade eder, çünkü Türkiye’nin en büyük kitle örgütü Devrimci Yol'un gücünün test edildiği bir alan ortaya çıkmıştır... Eğer Devrimci Yol Dersim seçimlerini kazanmış olsaydı belki orada başka bir test yapılırdı, fakat Fatsa seçimi kazanılmış, Devrimci Yol yönetime kendi kadrosu ile gelmiş ve soyut halden somuta dönüşmüş bir örgüt konumundadır.

 

O güne kadar Devrimci Yol ile faşistler eli ile kontrgerilla zaten mücadele ediyor ama bölgesel olduğu için onun gücünü test edilme şansı yoktu, Tariş grevi ve sonrası İzmir’de yaşananlar solun gücünü test edemezdi, genel fikir verebilirdi ancak ama Fatsa! Orası Devrimci Yol'un somut olarak ortaya çıktığı alan.

 

Orada yaşanacaklar Devrimci Yol'un gerçek gücünü göstereceği en önemli alan. Öte yandan yer altında örgütlenmiş olan TKP'ninde gücü test edilecekti. DİSK genel başkanı Kemal Türkler.

 

12 Eylül’e karşı direnişi ve sonrası gelişecekleri tahmin etmek isteyen ideologların yönlendirmesi ile kontrgerilla iki güce karşı bir darbeye karşı direniş testi yaptı ve 12 Eylül tarihini netleştirdi...

 

Bir suikast, yani siyasi cinayet, diğeri nokta operasyonu...

 

Sivil faşist güçlere ihtiyaç kalmayacak şekilde 12 Eylül darbesi yapılabilirdi artık, yapıldı da, çünkü nokta operasyonunda sivil faşistlerin kullanılması direnişi ülke sathında yok etmediği gözlenmişti...

 

Sivil faşistleri de hedefe koyan darbe nokta operasyonu yönetenlerin kafasında netleşmişti...

 

Maraş katliamı, Nokta Operasyonun ve Kemal Türkler cinayetinin habercisiydi, bugünden o günlere bakınca daha net anlaşılıyor...

 

Maraş katliamını unutmayın, çünkü bugünü anlamak istiyorsanız o katliam ve sonrası gelişen olaylar zincirine bakın, solu geniş toplum içinde itibarsızlaştırmakla kalmadılar, partileşmesinin ve gerekli örgütlenme yapmasının da önüne geçtiler...

 

Sol, 12 Eylül sabahı örgütsüz yakalandı, her ne kadar darbenin geleceği aylar öncesinden belli olmasına rağmen... Sola direniş için örgütlenmeye fırsat vermediler darbe yapanlar, halk değimi ile “yılanı henüz baştan başını ezmişlerdi”...

 

Maraş'ı unutmayın, 12 Eylül Maraş’ız anlaşılmaz...

 

Bugün yaşadıklarımız Maraş katliamın bir devamıdır.

 

İsmail Cem Özkan

5 Aralık 2020 Cumartesi

Ateş düştüğü yeri yakıyor...

Ateş düştüğü yeri yakıyor...

 

Corona yüzünden toprak ile buluşanlar her gün medyanın sayfalarına düşüyor… Her birinin öyküsü var, her birinin yaşanmışlığı var. Sanki ilk defa oluyor gibi, “sende mi”, “olamaz”, “ihmal yüzünden” diye acılarını paylaşıyor yakınları ve sevenleri. Elbette haklıdır acıyı yaşayan, ilk defa ocağına ateş düştüğü için acı içinde bağırması, isyan etmesi ama ondan önce ölenlere karşı biraz saygısızlık değil mi? Ondan önce ölen, o kadar sağlık çalışanı, yaşlı, genç, çocuk... Cinsiyetçi bakış açısı içinde erkek, kadın olanlar ve bir de kendi hemcinsine bakıp şevk duyanlar, tecavüzcüler, tecavüze uğrayanlar... Kısaca hangi bakış açısını kabul ederseniz edin acı ocaklara düşüyor... Düştüğü yeri de yakıyor...

 

Bazı meslek gurubu içinde kendisini tanımlayanlar, kendi mesleklerinde olunca hep birlikte acı duyumları bana çok ilginç geliyor, sanki kendi meslekleri bu yaşananları yaşanmayacakmış gibi... Yaşandığı zamanda “ihmal var” demeleri...

 

İhmal bu pandemi ortaya çıktığı andan itibaren var, adının konması bile uzun bir süreç oldu ve adı konana kadar bile on binlerce insan öldü...

 

Ateş düştüğü yeri yakıyor, ölen insan. Kadın, erkek, çocuk... Meslek ayrım yapmadan, coğrafya ayrım yapmadan, hangi kültüre ait olduğunu düşünmeden… Ölen her insan arkasından aynı acıyı, aynı hüzün duyduğumuz an, belki insan olmaya başlıyoruz diye düşünüyorum, çünkü sadece kendi meslek gurubu içinde görüp, o meslek gurubu içinde hayata bakanların insanlığından bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyorum. Bir insan ister pandemiden dolayı ölsün, ister trafik kazası, ister iş kazası denilen iş cinayeti sonrası, bu ölümlerin kader olmadığını ve birilerinin ihmal etmesi, daha fazla para kazanmak için bu cinayetlere göz yumduğunu unutmadan “acı düştüğü yeri yaktığını” aklınızdan çıkarmayın...

 

Bir doktor bugünlerde ölüyorsa bunun sorumlusu kim olduğunu bilin, o bir cinayete kurban gitti, katili belli, üstünü örten de belli, acıyı iliklerine kadar hisseden ve ona rağmen çalışmaya devam eden de belli...

 

Bir meslek erbabı ölmüş, bütün meslek erbapları isyan ediyor, olamaaaaz... Oldu, hem de binlerce insana olan oldu, öldürdüler, önlenebilir ve basit önlemler ile bu ölümlerin önüne geçilebilinirdi...

 

Ölenleri suçlu ilan ediyorlar, “maske, mesafe, hijyene” uymadığı için! Belki direkt suçlamıyorlar ama sürekli ekrana çıkıp tekrarlanıyor, bakın diyorlar sessizce ve açıkça söylemeden, onlar uymadığı için ölenler rakamları arasında yer alıyorlar. Bugün ölenler rakamı diye veriliyor, “yüzü açtı, tehlike daha yakınımızda!” , “Çember daralıyor!”

 

Ölenler aslında tüm kurallara uydu, uyuyor… Uyuyor da, bir kuruş veriyorsunuz ve o kuruşun bedeli canı oluyor... Onu görün lütfen ve “acıyı hep birlikte yaşayalım!”. Acı, toplumsal olduğunda belki çözüm yolları açılır, tek tek ölümler ile bu sorunların çözülmediği açık...

 

Bireysel yaşayın acıyı diyorlar, bazı meslek gurupları acıyı yaşasın istiyorlar, acıyı da kategorize ettiler...

 

Acı, kategorize edilmez, dünyanın her yerinde acı aynı şekilde yaşanır.. Ateş sadece düştüğü yeri değil, kelebek etkisi ile hepimiz kuşatır ama artık bu acının farkına varın! Hep beraber acımız dillendirelim!

 

İsmail Cem Özkan

 

30 Ekim 2020 Cuma

Kışkırtan mı suçlu, yoksa…?

 Kışkırtan mı suçlu, yoksa…?

 

Gelişmekte olan yani geri bıraktırılmış devletler krize düşünce liderleri sokak mantığı ile hayata bakar, çünkü krizi yönetmek diye bildikleri şey; sokak kavgasından başka şey değildir.

 

Sokak dilini kullananlar için “görünendir” düşman ya da dost. Her ikisini de abartılı şekilde yaşarlar… “Ya toprağım olacaksın ya da benim!” mantığı içinde arabesk bir bakış açısı ile sürekli karşı tarafın provokasyonuna gelir. Çünkü yaşanmışlıklardan ders almak yerine kendi bildiğin doğru olduğuna inanır.

 

Provokasyon = kışkırtma...

 

Son on yıllık ülkemizde yaşanan olaylara bir bakalım, batıda bir yerde bir karikatür yayınlanır ve toptan olmasa da devletçe bir tepki verilir. Buna karikatürcülerde katılır, bazı “dokunulmaz hassas konular var” diyerek ama “mizahın dokunmayacağı hiçbir şey yoktur, tam özgür olduğu için mizahtır” lafını unutuverirler, çünkü onlarda kendilerini aşmadıkları bazı manevi duygulular içindedir.

 

Mizahçı otosansürünü uygular, çünkü ağzına geleni değil, aklına geleni ölçerek kamuya açarlar eserlerini. Mizah yapmak gerçekten çok zordur, o zorluk derinin yüzülmesine kadar giden tepkilerdir. Osmanlı dönemi mizahçılarından/ hiciv ustalarından derisi yüzülen, başı vurulan, denize atılıp boğdurulanları tarih sayfalarında bulabilirsiniz…

 

Mizahçı ancak kendi esprisini anlayacak bir kamuoyu önünde rahat eder, en söylenmeyecek şeyleri bile öyle bir usturuplu söyler ki, karşısındakine çuvaldız batırır, iğne batırmış hissi verir… Mizah yapmak gerçekten birikim işidir, birikim olmadan mizah yapılamaz. İyi bir izleyici, iyi tahlil eden, gelişmeleri iyi okuyan ve önceden hissedip dillendirendir…

 

En çok hafife alınan mizahçılar aslında toplumun yüz aklarıdır, onlar toplumun hem vicdanı hem de tarihin taşıyıcısıdırlar.  Mizahın doğasında olanı her mizah okuru hisseder, ona göre algılar ve kendisini şartlandırır bir anlamda. Her mizahçının da bir kitlesi vardır. Her kesim o mizahçının dilinden hemen algılaması söz konusu değildir, mizahçı kendi okurunu yaratır ve geliştirir. Mizahçı genel topluma göre değil, kendisi oluşturduğu ve geliştirdiği okuruna, izleyicisine seslenir…

 

Şimdi bir karikatür ne kadar provoke eder bir insanı?

 

Karikatür sonuçta mizah eseridir.

 

Kışkırtır.

 

Rahatsız eder.

 

Alay eder.

 

Küçümser…

 

Mizah, beklenmedik bir anda insanları şaşırtarak güldüren bir eylemdir. Mizah, zeka gerektiren bir durumdur. Her olayla ilgili mizah yapmak da mümkündür.

 

Her provokasyon mizah değildir. Tersinde ise her mizah içinde kışkırtma vardır, dozajını üreten sanatçı belirler.

 

Bunu örneklemeye kalkarsak, çok uzaklara gitmeye gerek yok, her sene üzülerek anımsadığımız ve “bir daha asla!” diye söz verdiğimiz 6-7 Eylül olayları…  Ne yazık ki “bir daha asla” dediğimiz bir şeklide tarih çizgimiz içinde yerini alır ve üzücü sonuçları ilk defa yaşıyormuş gibi yeniden yeniden aynı acıları, benzer acıları yaşarız. Homojen toplum oluşturmak isteyen devletlerde benzer olaylar bol bol ve fırsat buldukça olur.

 

Kurbanlar değişir ama katilleri destekleyenler genelde değişmez…

 

Yani provokasyon varsa hedefte o kişinin o beklenilen ve istenilen davranışı göstermesi gerekli, yoksa provoke etmenin bir anlamı yok...

 

Provokasyonda tepki “beklenilen” olması gerekli...

 

Tepkinin ölçüsü de önemli...

 

Çünkü hedef savaş açmak ve karşı tarafa konumlandırmak ise iş basit, çünkü her toplumun yumuşak karnı vardır oraya dokunmak yeterlidir... Onlar klasikleşmiş ve beklenilen tepkiyi verir...

 

Bu boks oyunlarında çok sık kullanılır, sözlü sataşma, vurulmaması gereken yere vurup cezayı göze alıp, sonra rakibini sinirlendirerek kontrol dışına düşmesini sağlamak... Yani provoke edenin hedefini iyi koymalıyız ki, ona karşı verilen tepkiden ne elde edileceğini öğrenmek zorundayız...

 

Bir karikatür yayınlandı, aslında yayınlanan karikatürlerin içeriğinin hiç bir önemi yok, çünkü ona verilecek tepki için önce ortam hazırlandı...

 

Provokasyon için önce ortam hazırlanılır, ortam hazırlamak için rakibinin en zayıf noktaları tespit edilir ve o tespit edilen noktalara nasıl tepki vereceği öngörülür...

 

Buraya kadar tepki, öngörü kavramlarına kadar geldik...

 

Peki, bütün bunların oluşumunu kim sağlayabilir?

 

Sizi, sizden daha iyi tanıyanlar...

 

Onların istediği tepkiyi verince vicdan mı rahatlatılıyor, yoksa onların istediğini değil de soğukkanlı bir şekilde var olan krizi mi yönetmek daha önemlidir...

 

Provoke eden kazanacağı oyuna girer, kaybedeceği oyunda olmaz...

 

Her provokasyonu mizah diye sunmak yanlıştır, her mizah ama içinde kışkırtma vardır, o ince çizgiyi kaldırmak bir kültürel ve siyasi birikim gerektirir, çünkü her toplum, kültür o mizahi dokunmayı kendisine göre yorumlar ve mizahçının amacında olmayan sonuçlar çıkarır, çünkü mizah evrensel değil, yapıldığı kültür ile çok ilgilidir… Amerika’daki MAD dergisinde yapılan eserleri ülkemize uyarlayamazsınız, Amerika’da çok seyredilen mizahi bir filmi, diziyi ülkemizde en çok izlenen yapamazsınız, olmaz… Elbette seyircisini bulur her eser, ama çoğunu kucaklamaz. Ülkemizde yayınlanan mizah dergileri aynı şekilde Almanya’da en çok satan mizah dergisi olmaz. Hababam sınıfı filmleri Arap dünyasında çok gösterilmez, onun yerine drama dizileri, filmleri bol bol izlenir ve üstelik aylardır ülkede en çok izlenen, okunanı bile olabilir…

 

Gözyaşı, acı bütün ülkelerde aynı şekilde toplumlar içinde tepki toplar ama mizah yani gülmek aynı tepkiler üzerine oturmaz… Mizah içinde bulunduğu devletin, kültürün, coğrafyanın içindedir, kendi dilini içinde bulunduğu ortamdan alır. O kültürden olmayanın o mizah eseri üzerine baskı kurma, yargılama hakkına sahip değildir, çünkü her toplumun duyarlılığı o toplum içinde geçerlidir. O toplum içinde dikkat edilir, başka toplumların o toplum için hassas konularını gözetme şansı yoktur, öyle olsaydı eğer ülkemizde bol bol yapılan İsa esprilerin hiç biri olmazdı, inekler üzerine espri yapılması Hindistan’da ayaklanma olacağı göz önüne alınarak yasaklanması gerekliydi…

 

Mizahçılar başka ülkelerin mizahçılarına “sen o espriyi yapma hakkına sahip değilsin” deme özgürlüğüne sahip değildir… O zaman başka ülkenin mizahçıları da o sözü söyleyene bir şeyler deme hakkını vermiş olur…

 

Mizahçı isterse kendi içinde oto sansürünü uygular ama mizaha sansür uygulanamaz…

 

Mizaha sansürü bir mizahçının savunması ve dillendirmesi kabul edilemez…

 

Zamanında yazdığı hiciv şiirleri yüzünden derisi yüzülen Nesimi, 4. Murat’ı eleştiren Bayram Paşa sözlerinin arkasında durmuşlardır, geri adım atmamışlardır. Onlar tarihimizin gerçek aydınlarıdır. Sürgünü, işkenceyi göze almış, hiçbir zaman geri atmamış yakın tarihimiz içinde nice aydınlarımız/ mizahçılarımız var. Onların bir bildiği vardır elbette, o bildiklerine sahiplenmek ve onların gittiği yolda olmak her mizahçının görevidir, fakat her mizahçı kendi tercihini yapmak hakkına sahiptir ve o haklarını nasıl kullanacakları mizahçının tercihidir.

 

Mizah, iktidarda olmaz, hangi rejim olursa olsun, hangi sistem olursa olsun mizah muhaliftir, yağcılık yapmaz, övgüler dizmez… Her mizahçının muhalefeti farklı olur, kimisi altından girer, üstünden çıkar, kimi çuvaldız batırtmayı sever, kimi sessiz kalıp başka noktalardan hayata bakmayı tercih eder…

 

Bırakın mizahçılar işini yapsın, mizahçıların yaptığına bakarak provokasyonlara gelmeyin!

 

İsmail Cem Özkan

28 Ekim 2020 Çarşamba

Hedef doğru mu ?!

 Hedef doğru mu ?!

 

Sol hareketler 12 Eylül öncesi antifaşist mücadele ettiler ve 12 Eylül sabahı ile var olan yapıların birçoğu darmaduman oldu, çünkü sol, antifaşist mücadeleye uygun bir mücadele taktiği tutturulmuş ve yapılanmalarını ona göre kurgulamışlardı.

 

Elbette baştan itibaren kurgulanarak bir düzenleme söz konusu olmuşsa ki, benim okuduğum kaynaklara göre gelişen olaylara ve ihtiyaçlara göre bir yapılanma söz konusu ve çoğu zaman yapılan ittifaklar ve birleşmelere bakarak kafa karışıklıkları da mevcut olduğunu düşünüyorum. Ortada kurgu yok, gelişen ihtiyaca cevap veren yapılar söz konusuydu.  

 

12 Eylül öncesinde Sistem ile kavga ve nihai hedef güncel olayların içinde yok olmuş gibiydi. Bir yandan da olayların gelişimine bakarak doğal bir süreç, çünkü solu öyle bir ortamın içinde bıraktılar ki sol ister istemez faşist saldırlar karşısında savunma konumunda yer almak zorunda kaldı. Sokakta ki sıcak gelişmeler, sol yapıların karar verici konumunda olanların da acil sorunlara yanıt aramasına sebep olmuş ve güncelin içinde bir anlamda kısır döngü içinde kalmalarına sebep de olmuş olabilir. Teoride olan bir çok şeyin karşılığı sokakta olmayabilir, sokak ya da hayat değişimleri ile kendisini dayatır ve ona göre var olan siyasi, kültürel yapının da değişimine zorlar. Somut durumun somut tahlili, ona karşı gelen çözüm önerileri zaman zaman nihai hedefin göz ardı edilmesine sebep olabilir. Acil görevler diye başlık açılır ve o hiç sonlanmaz.

 

Sokaklarda ki gelişmeler bir anlamda cepheleşmeyi ve iç savaş koşullarının oluşulmasına neden oldu. Var olan yapılarda ayrılıklar solun egemenlik sorunu oluşmasına neden oldu, çünkü sol kendi mücadelesi ile oluşturmuş olduğu kurtarılmış alanda başka bir solun kök salmasına ve kazanılmış olan ne varsa onun paylaşımının taraftarı olmadı…  Zaten oturup tartışılacak, teorik sorunların konuşulduğu ortamlarda pek söz konusu değildi, dergilerde yapılan tartışmalar sokaktaki karşılığı kaba güç olarak kendisini ifade eder olmuştu. Sol, kendi egemenlik alanında başka sol bir gücün olgunlaşmasına izin vermedi...

 

Sol yapılar arası çatışmalar zaman içinde sanki sıradan bir antifaşist mücadele gibi algılandı...

 

Sokak, solu anti faşist mücadele ile oyalarken 12 Eylül’ün gelişini gören sol kadrolar, darbe sabahında hazırlıksız, kadrolarını yönlendirecek kadar lojistik destekten yoksun, darbe konusunda alınmış istihbaratın sadece darbe geldiği konusunda bilgisi alınmış ama darbenin içeriği konusunda bilgisiz halde yakaladı... Bu da solun kısa sürede merkezi yapılarının çözülmesini ortaya çıkardı...

 

Peki, bugün neden o günleri anımsadım?

 

Bugün yaşananlara bakıyorum, ortada antifaşist bir mücadele yok, çünkü öyle bir ortamın yaratılmasını istemeyenler 12 Eylül sonrası oluşturdukları ortam ile bunu imkansız hale getirip yerine başka şeyleri ikame etti…

 

Solun boşalttığı alanı dinci yapılar doldurdu.

 

Zamanın ruhunda yükselen güç dindi. Ülkemize başka bir rol biçilmişti, bu rolü ülkemizde uygulayacak darbecilerde bu işe bir anlamda gönüllüydüler.  Elinde Kuran ile meydanlara çıkıp ayetlerden alıntılar yaparak konuşmalarını sürdürürken bir anlamda kulaklara fısıldanıyordu, artık devri tarikatların devriydi, hazır olanlar bu zaman içinde yükselecekti.

 

Liberalizm dalgası, kazanılmış hakların zor ile ya da zaman içinde alınarak örgütlü işçi sınıfını örgütsüz ve sisteme sorun çıkaramayacak düzeye kadar geriletmekti...

 

Ülkenin şartlarına uygun dört eğilimi birleştiren partiler ortaya çıktı... İktidara kim gelirse kendi muhalefetini de kendisi oluşturuyordu, çünkü kendi oluşturduğu gündeme muhalefeti alet ederek, kendi gündemi üzerinden hedeflerine ulaşıyordu. Özal dönemi, anti Özal ve ANAP üzerine kurgulandı. Muhalefet, Özal’ın tüm uygulamalarına gözü kapalı “hayır” diyordu. Evet - hayır çekişmesi, dönemin en eğlenceli yarışma programı dahi olmuştu. Evet dedi ve kaybetti! Evet ve hayır denilmeyecek oyunlar ekranlarda çok seyirci topluyordu…

 

Özal sonrası bir geçiş süreci yaşadık...

 

Liberalizm sadece ekonomik anlamda hayatımızı etkilemiyor, siyasi olarak da etkiliyordu. Var olan Kürt Sorunu ve çevresinde Kürt realitesinin tanınması ile ister istemez geçmiş ile yüzleşmek ve yeniden tarih yazımını ortaya çıkardı, çünkü o güne kadar katı şekilde uygulanmış olan ulus devleti artık yerle bir oluyordu ve yerini dolduracak yeni bir sistem inşaat edilmesi gerekliydi…

 

Liberalizm yıkmıştı ama yerine yenisini koyamadı...

 

Sol toparlama sürecindeydi, üzerinden panzer geçmiş ve dövüşte yere düşmüştü…

 

Sınıflar ortadan kalkmamıştı, fakirlik daha da artmış, şehirler daha fazla kalabalıklaşmıştı. Fakat bir türlü sol toplanamıyordu. İktidar ortağı olmuştu ve bir anlamda onlarda liberal ekonomiyi ve düşünce biçimini benimsemişler ve radikal solun yerini sol söylemli liberalizm almıştı…

 

İki partili rejimde ister istemez “zararsız solun” olması gerekliydi… Koltuk kavgası, koltuk mücadelesi devlet ihalelerinde pay kapma yarışından ister istemez her kesimi kucaklıyordu. Cezaevinden çıkan bir çok şanslı solcu var olan belediyelerde ya danışman ya da ihale işleri takip eder konuma gelmişti… Liberalizm 12 Eylül öncesini nostaljik bir konuma indirgemiş, oradan elde edilen ilişkiler kendi çıkarı için kullanılan bir ağa dönüşmüştü.

 

AKP kuruluşu ve sonrası süreç 12 Eylül darbesini planlayanların, yapanların ve destek verenlerin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde kendisini gösterdi… ANAP gibi AKP’de kendi muhalefetini yarattı… Ve ne yazık ki bu AKP iktidara geliş süreci ve iktidar koltuğunda kalış sürecinde solun tercihleri önemli rol oynamıştır. Çünkü başörtüsü ile başlayan bir süreçte, evet -  hayır oyunun başka bir versiyonu oynanmıştı, tutucular ve özgürlükçüler adı verilen iki kutba dönmüştü, aslında orada da bir kavram karmaşası yaratılmıştı. Çünkü özgürlükçü olduğunu söyleyenler tutucuydu ve hedefleri yolunda her role bürünebileceklerini açıkça ilan etmişlerdi…

 

Kavramlar ile oynanıyordu, çoğu kavramın o güne kadar alışılagelmiş tanımları değiştiriliyordu.

 

O süreç içinde solun küçük bir bölümü belki de büyük bir bölümü sadece AKP ve Erdoğan karşıtı tutum içinde kendisini tanımlamaya başlamıştı...

 

Antifaşist mücadele yerini sanki Erdoğan karşıtlığı almış gibi...

 

Bir bölüm sol bugün var olan kaosun ve krizin nedeni sadece Erdoğan ve onun beceriksiz ve bilimden uzak, sadece duygusal olarak İslam hayaline bağlamakta... Bu bize sunulan ve muhalefet olarak kim varsa üzerine ödev gibi yüklenilmiş bir bakış açısı gibi...

 

Günlük olaylar, günlük yapılan hukuk dışı uygulamalar, keyfi hukuk kararları ile oluşan bir kaos ve krizin içinde muhalefet olmak var olan iktidar ile mücadele etmek gibi bir bilgi pompalanıyor...

 

Burada sanki senaryo aynı ama bazı kelimeler değiştirerek tarihin tekerrür halini ortaya koymuşlar gibi...

 

Sol ve işçi sınıfı ekonomik mücadele ediyor, siyasi mücadelenin yerini geçmişin değerlerine sarılmak şeklinde ve onun ile AKP karşıtlığı oluşturuluyor gibi bir durum söz konusu... Bundan da en çok kimler yararlanıyor sorusu aklımın bir köşesinde duruyor...

 

12 Eylül öyle sıradan bir tarih değildir, ulus devletinin yıkılışı ve yerini liberalizm görüntüsü altında küreselleşme ve yeni kapitalist düzenin oluşturulması süreci. Kısaca tarihin kırılma noktalarından biri bizim özgün tarihimiz içinde ama dünyada buna paralel olarak kırılma bizden önce başlamış ve halen devam eden bir süreç...

 

Henüz kırılma devam ettiği bir zaman diliminde sol neden siyasi hedefler yönünde yapılandırmak yerine basit olanı seçiyor?

 

Var olan ve gözle görünen yel değirmenleri... Antifaşist mücadele yerini lider ve partisi karşıtlı almış gibi…

 

Yel değirmeni orada duruyor, küresel rüzgar ile zaman zaman dönüyor, çoğu zaman kendisini öğütürken ve hiç bir zaman gerçekleşmeyecek olan ümmet dünyası için kendi ütopyaları içinde debelenirken sol bu var olan iktidar ile savaşmayı ya da mücadele etmeyi takıntı olarak kendisine seçmiş durumda?

 

Ulusal bayramları bazı komünistler Türk bayrağı eşliğinde kutlama eğiliminde. Sanki işçi sınıfı iktidarda, işçi sınıfının bayrağı ve o bayrak altında mücadele ediyorlar... Şenlikler düzenliyorlar...

 

Bundan ben hiç bir şey anlamadım...

 

Karadeniz'de öldürülen komünistlerin mirası mı kaldı? Katiline tapınma ya da biat etme gibi bir durum mu yaşanıyor? İşkencelerden geçirilmiş, acılar çektirilmiş, sürgünler yaşanmış, devletin derelerinde kaybolan öldürülenler sanki bu ülkenin tarihinde hiç olmamış gibi bir tavır içindeler?

 

Sol hala yel değirmenleri ile mi mücadele ediyor?

 

Sancho Panza çoktan yanımızdan gitti, tek başımıza kaldık, yel değirmeni rüzgar oldukça dönmeye devam ediyor...

 

Bugün AKP karşıtlığı CHP ile ortak iş yapmaya kadar gelmiş durumda. AKP aslında CHP demektir, çünkü onu iktidar koltuğunda tutan CHP’nin tercihleri ve AKP’nin istediği söylemleridir. Şöyle bir düşünelim, Erdoğan gitse, yerine Kılıçdaroğlu ya da başkası gelse ne değişecek işçi sınıfı adına? Biraz daha mı özgür olacağız, daha mı az sömürüleceğiz, daha fazla mı demokrasi gelecek?

 

Sınıf temelli bakar hayata sol.

 

Sınıf çıkarları açısından bakılınca, onun iktidarı için mücadele etmek yerine, bir burjuva partisi yerini başka burjuva partisi alsın diye ittifak içinde olmanın bir anlamı var mı? Elbette ortada küçük nüanslar olacak ama yaşam kalitemizin yükselmesi hayat standartlarımızın artması için mücadele ediyoruz, bir çok şeyi riske atıyoruz, çünkü kaybedeceğimiz çok şey var…

 

Sınıf mücadelesi nihai hedefi gözden çıkarıp günlük olayların peşinden koşan hale geldiğinde yeni yenilgiler kaçınılmazdır…

 

Bunu yaşayarak, ölerek öğrendik.

 

İsmail Cem Özkan

25 Ekim 2020 Pazar

“Our boys have done it”

 “Our boys have done it”

 

Bizim tarihimizin içinde bir kırılmanın olduğu anda uzak bir ülkede söylenen sözdür… bir ülkenin kaderi, gelecek projeleri başka bir ülkede bir oval odada verilebilinir, çünkü oval oda sadece bir oval oda değil, dünyanın kaderinin çizildiği, yeniden biçimlendirildiği, sınırların hatta sınırlar içinde yeniden oluşturulduğu yerdir. Bu elbette oval odaya özgü bir şey de değildir, çünkü sömürge döneminde de başka odalarda kararlar veriliyor ve o kararlara uygun sömürgeler oluşturuluyordu. Kıtaların hareket etmesi gibi siyasi tarih de hareket eder ama genel kurallarda pek değişim olmaz, eğer sömüren ve sömürülen ülkeler var ise başka deyiş ile ezen ile ezilen. Sınıfsal bakış açısına göre işçi sınıfı varsa, onu sömüren ve ezen de kapitalist olacaktır, kapitalistin yerini işçi devleti adı verilen devlet kapitalizmi de alabilir ama sonuçta ezilen varsa, orada ezen de mutlaka vardır… 

 

Devletler insanlık tarihinde var olmaya başladığı günden bu yana kendi tecrübesini yaratmış ve her yıkılan devlettin tecrübesini kendisine katarak “ilelebet yaşayacak” bir devlet yaratmak peşinde koşmuştur ama her oluşan devlet bir şekilde yıkılmıştır, yerini içinden doğan başka bir devlete bırakmış ya da başka devletin sömürgesi olmuştur. İdeal devlet henüz oluşmadığı ve o seviyeye gelinmediğine göre devletler oluşacak, yıkılacak, yerine başkası gelecek ve ezen ile ezilen arasında her zaman ezen sınıfın, kesimin çıkarını savunacaktır. Devlet kimin ise ona hizmet eder. Feodal dönemde devlet aile adı verilen toprak sahiplerine aitti, onlar adına hizmet etmiştir, onlar adına savaşlar açmış, yağmalar yapmış, vergi yöntemleri geliştirmiş ve köle kültürünü yaratmıştır… Köle kültürü hala varlığını bugün dahi korumaktadır, kölelerin haklarını savunan, onların özgürlüklerini pozitif ayrımcılık ile yasal düzenleme ile yerine getiren ne yazık ki köle geçmişi olan devletler yoktur… Hala göreceli özgür olan Afrikalı köleler, hala toplum içinde hedef olmayı sürdürüyorlar, elbette onarlın kanları üzerine oluşan bir kazanılmış yasal haklar mevcuttur ama hela yeterli olmadığını Amerika’da siyahi insanlara yapılan polis baskısı ve cinayetleri aktüel olarak varlığını korumaktadır…

 

Bizim gibi batı tarihinden farklı bir şekilde gelişen devlet geleneğinde yağma kültürü ile oluşturulan bütçeler ve savaşlara dayalı devlet anlayışı sonucunda oluşan bir tarihi birikimimiz vardır. Elbette bizim tarihi birikimlerimiz feodal ülkeler ve sanayileşmiş ülkelerden farklı olacaktır, çünkü biz sanayi, teknoloji geliştirme yerine yağmadan, yağmalayamayınca borçlanmayı seçen, üretmeden var olanı, yaratmadan yaratılanı kullanan bir tüketim toplumuyuz… Osmanlı devletinin en refah dönemi aynı zamanda gerileme döneminin başlangıcı sayılır, çünkü yağmadan yağmalanan ülkeye dönüşümüzdür… Fransa’da yaşanan sanayi devrimi ve ulus fikri ve onun oluşturmuş olduğu ulus devrimleri ile yeni bir devlet anlayışı oluştu. Osmanlı devleti için son nokta bu uluslaşma sürecinde olmuştur. Osmanlı devleti sonuçta Türkiye cumhuriyeti adını alan devlete dönüşerek bu tarihin kırılmasından yeniden biçimlenerek çıkmıştır… İmparatorluktan ulus devletine…

 

Her devlet başka devletlerin tecrübesinden yararlanır, çünkü tarih; geçmişin geleceğe aktarılmasından başka bir şey değildir… Geçmişi iyi bilmeyen, yorumlayamayan ve ondan ders çıkaramayanlar genelde yarını olmaz. Ulus devletin mantığında halkına yalan söyle ama devlet arşivinde bilgiler açıklanandan daha farklıdır. Genelde devletler ellerinde ki verilerin uygun görülen kadarını açıklar, çünkü veriler devletin güvencesidir, bu sayede istedikleri ortamı hazırlamak için ellerinde ki en büyük avantajdır. Elde veriler olmayınca somut durumun somut tahlili olmaz, sadece o anın görünen kısmının tahlili olur ve fikir yürütülür…

 

Tüm zamanlarda devletler genelde operasyon yapmak istediklerinde, operasyon yapmak için ortam hazırlarlar ve sonra düğmeye basarlar, fakat daha öncesi operasyon alanında güç dengesi küçük vuruşlar ile test edilir ve sonucu kesin olacak bir planlanmış operasyon için zamanın olgunlaşması beklenir. Ve düğmeye basıldığı an şampanyalar patlar ve "bizim çocuklar başardı" denir... Denize indirilen savaş gemisinin burnuna şampanya patlatmak gibidir! Zafer, denize inen en son savaş gemisinin vurucu gücünde yatmaktadır…

 

Yakın zamanda bizim tarihimizden örnekleyerek bakarsak eğer; 12 Eylül sabahının ilk anlarına elimizdeki bilgiler ile kısa bir bakalım. Elbette bu bilgileri devletler açıklamıyor ama olaya şahitlik edilmesine izin verilen gazetecilerin veya bürokratların anılarından bilgileri topluyoruz.  

 

Amerika’da olan bir gazetecinin anısında (şimdi Türkiye’de yandaş medyanın içinde hala gazeteciliğe devam etmektedir.) bizde 12 Eylül sabahı olduğunda Amerika’da henüz toplantılar sonlanmamış devam ediyormuş. O toplantılarda bulunan gazetecimizin anlatımında “toplantı anında Türkiye’de darbe yapıldığı haberi gelir, CIA’nin Türkiye şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “our boys have done it” diye haber vermiş...

 

Elbette bu strateji devletlerin her zaman kullandığı yöntemdir... Bir mahalleye, bir kasabaya operasyon kararı alınmışsa eğer, orada ortam yaratılır, göreceli özgürlükler verilir, hatta rakip olarak görülen kendisini daha güçlü hissetsin diye samanlar toplanır ve alevler yakılır, balonlar uçurulur...

 

Ve bir gece sabaha karşı düğmeye basılır...

 

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir, genel istenilen alınmıştır artık, orada acılar orada kalır ve tarih önünde kimse bunun hesabını bile sormaz...

 

Şimdi burada daha ilginç olan şey ise, bizim 12 Eylül darbesi yapanların anılarında anlattıkları… Onlarda tıpkı Amerika’da şampanya patlatanlar gibi olayların olgunlaşmasını beklemiş… hatta olaylar daha fazla alev alsın diye, saman toplayıp yakmışlar.. düşman olarak gösterilenlerin güçleri o kadar abartılmış ki, buna dönemin başbakanı bile inanmış, "Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın." diyerek darbecilerin istediği ortamın hazırlanmasına bilinçsizce yardım etmiş… Eğer bilmiş olsaydı sanırım o sözü söylemezdi, çünkü Fatsa’da parti teşkilatı Fatsa’da ki bağımsız belediye başkan ile birlikte meclisler aracılığı ile ilçeyi yönettiğini, söz haklarının olduğunu, karaborsanın kalktığını söylerlerdi. Orada başka devlet değil, sorunları birlikte çözen bir deneyimin yaşandığını vurgularlardı… Demirel Fatsa teşkilatını dinlememiş, kendisine generallerin verdiği raporu doğru kabul etmiş ve ona göre tavır almıştır… Fatsa “Nokta Operasyonu” sadece bir testti darbe yapacak generalleri için, sürpriz istemiyorlardı tanklar ile sokakları kapattıklarında… Elbette tek test ile sonuç alınmaz, generaller ortamın olgunlaşması için sıkıyönetim koşulları altında her türlü testi yaptılar, güvence aldılar… Maraş katliamı ile Ecevit’e askerleri sokaklara indirtmişler, Demirel ile düğme basma tarihini netleştirmişlerdir…

 

Elbette devlet içinde verileri iyi kontrol eden, bilgi akışını başka unsurları karıştırmadan sağlayabilen her devlet kendisini kontrol altına alırken, başka Ülker hakkında da bilgi sahibi olur. Ülkeler arası veri toplama işi için devlet çok büyük bütçe ayırır ve devlet başkanlarına da örtülü ödenek adı altında sorgulanamayan ve açıklanmayan bütçeler oluşturulur… hepsinin amacı bilgiyi sağlıklı ve başkasının bilgisi üzerinden veri almamak içindir. Eğer bir ülke verileri başka ülkelerin gizli servislerinden elde ediyorsa, o ülke sömürge ya da yeni yarı sömürge adı verilen ülke kategorisi içindedir…

 

Tarihin en önemli/kanlı olaylarından biri Yahudi soykırımıdır ve kimse o soykırım ile gerçek anlamda bugüne kadar yüzleşmedi, göstermelik bir mahkeme kuruldu Dresden’de ve orada işine gelinenler alındı, suçlu olanlar suçun mahiyeti fazla yüzleşilmeden karar verildi ve kapatıldı... Çünkü Almanya’dan gerekli veriler alınmıştır ve onlar ve teknolojileri kendi çıkarları için kullanılacaktır… Yahudiler yaşadıkları ile kaldılar ve göstermelik birkaç pozitif ayrımcılık! Avrupa’da bugün dahi Yahudi düşmanlığı toplum içinde karşılık buluyorsa eğer, toplumsal olarak yüzleşilmediği içindir…

 

Tarih önünde geçmiş ile yüzleşildiğine dair bugüne kadar gerçek anlamda bir belge ne yazık ki bulamadım...

 

Kazananlar tarihi kendilerine göre yazıp geçmişi mahkum etmişlerdir...

 

Irak ve Saddam Hüseyin, Libya ve Kaddafi unutulmaması gereken dersler ile doludur… İşgalci devletlerin liderleri kendi toplumuna nasıl yalan söylediği bugün artık ortada, saklanmıyor bile… Peki, işgal edilmiş olan ülkede yaşayanların kaçı bunun farkında, çünkü farkında olsalar kendi içlerinde koltuk kavgasında birbirlerini boğazlıyor olmazlardı… Savaşın içinde yaşayanlara öyle bir ortam yaratıyorlar ki, insanların can kaygıları yüzünden düşünmeye fırsatları bile olmuyor. İnsanın elinden düşünme hakkını bile alıyorlar, bırakın yaşam hakkını… Düğmeye basılarak oluşturulan ortamda başta kim olursa olsun, yaşam hakkı oldukları için şükreder konuma getiriliyor halk…

 

Bugün ülkeler içinde iç savaş devam ediyorsa eğer, oradan çatışmadan yararlananların var olduğu içindir. Savaş, kan üzerinden büyük kar elde edilmesidir ve emperyalist devletlerin en büyük gelir kaynakları ve giderleri savaş üzerine oturtulmuştur… Emperyalizm var olduğu sürece iç ve ülkeler arası savaşlar eksik olmayacaktır, çünkü onların savaş alanları teknolojilerin alanda denenmesinden başka şey değildir.

 

Devletlerin tarihi veriler ile bakıldığında somut durumun somut tahlilini yaparken falcıya ihtiyaç duyulmaz, çünkü devlet arasında düşmanlık ve kardeşlik yoktur, sadece çıkarlar ve çıkar çatışmaları vardır. Vazgeçilmez diye bir şey olmaz, her kişi/ şey devlet içinde çıkarlara göre vazgeçir ve yerine hemen yenisi ikame edilir... Kimsede yeni gelene karşı bir şey diyemez, “giden paşam gelen ağam olur”, “ağa gider atanmış gelir” olasılıklar çoktur ve bu değişimin çarkına çomak sokmak için de elde kontrol dışı bağımsız verilerin olması şarttır…

 

 

İsmail Cem Özkan

 

18 Ekim 2020 Pazar

Koltuk için isim üzerinden kavga!

Koltuk için isim üzerinden kavga!

 

Ben Kemalist değilim, Mustafa kemal’in askeri hiç olmadım, Atatürkçü olmam için 12 Eylül sürekli baskı yaptı, hatta Milli Güvenlik dersi yaptılar, bir yüzbaşı gelip İstiklal Marşını tüm kıtalarını, Türklüğe hitabı noktasına kadar ezberletip sınavda sordu... Ama olamadım, olmadım...

 

Birileri Mustafa Kemal dedi, Atatürk demedi... Belki bilinçli şekilde hiç demedi…

 

Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk denildiğini hiç duymadım... Madem isimlere bu kadar duyarlı bir çevre var, o zaman unvanları ile birlikte bir bütün söylesinler...

 

Adını bir bütün olarak söylenemeyen kişi cumhuriyetin kurucu babasıdır, yani Atatürk, kurucu anası yoktur cumhuriyetin...

 

Cumhuriyeti babalar kurmuş ama babalar gibi yaşayamamış, sürekli kuruluş ilkesinden vazgeçilmiş ve sonunda sadece Mustafa Kemal mi densin Atatürk mü densin tartışmasına kadar gelinmiş yani kurucuların kurduğu cumhuriyet yok, göstermelik ve para üzerinde bir resme kadar indirgenmiş durumdadır...

 

Yeni bir rejim kuruldu ama kurucuları kendi resimlerini henüz para üzerine bastırmadı, fakat dolaylı dolaylı hatıra paralar ile deneme yapıyorlar, yapmıyor değiller...

 

Şimdi son Osmanlı hükümeti üç kişinin izini taşıyordu, Enver, Cemal, Talat... Onların en büyük eseri Ermenileri Anadolu topraklarından kazımak oldu, iki şehir istisna olarak kaldı, İzmir ve İstanbul...

 

Peki, yeni cumhuriyetin en büyük eseri ne oldu dersiniz, her on vatandaştan birini Ortodoks Hıristiyan diyerek Anadolu topraklarından aldı Yunanistan’a "mübadele" diye gönderdi... Bir milyon iki yüz elli bin kişi göndermiş, beş yüz bin Müslüman vatandaşı almış ülkeye ve adına da "mübadele" denmiş... Elbette tüm Müslümanlar ve Hıristiyanlar karşılıklı gitmemiş, küçük bir gurup ülkede her şeye karşın kalsın denmiş, Trakya’daki Müslümanlar ile İstanbul’daki Rum vatandaşları yerlerinde kalmış, ne olur ne olur değil mi, güvence lazım!

 

Elbette kurucu baba, öncesi olan parti liderlerinden aşağıya mı kalacaktı... Ülke nüfusunun onda biri... Her on vatandaştan birini mübadele adı altında kendi toprağından alıp başka topraklara gönderiyorsun... Sırf homojen toplum kurmak için! Eğer imkan olsaydı, Azerbaycan bağımsız devlet olmuş olsaydı o tarihte ülkede ki tüm Alevileri gönderip, bir kaç Sünni inançlı Azeri alırdı! Adına da "Orient Mübadele" derdi büyük olasılıkla...

 

Talat, Enver, Cemal paşalar yaptıklarına "tehcir" ismini takmışlardı, iç hukuka dayandırmışlardı, kurucu baba ise Lozan anlaşmasını gerekçe yaptı her on vatandaştan birini gönderdi... Hıristiyan ama Ortodoks olan kim varsa, bir kaç istisna şehir hariç hepsinin kökünü kazıdı. Onlardan geriye ne varsa İslamlaştırdı, İslamlaştırmadığını ise yok saydı ve çürümeye bıraktı...

 

Sonuç mu, yenisi eskisini aratmadı...

 

Akıllarında olanı Türk ulusunun çıkarlarına uygun şekilde uygulamaya koydular...

 

Türk halkı adına yapılan bu uygulamalar Türk halkına zenginlik mi kattı, yoksa derin yaralar mı bıraktı?

 

Bugünden o günlere bir bakın bakalım, kurucu idealler ile bugün yaşananlara... Geriye ne kaldı?

 

Değer miydi, iç içe yaşamış, birlikte türküler yakmış, güzelim ülkenin topraklarının en güzel renkte çiçekler oluşturan halkları...

 

Ayırdılar, mutlu mu şimdi o günlerin mirasını savunanlar?

 

Dün dünde kalmış olup, acılar yok olsaydı keşke, ama ülkemizin o kadar çok keşkeler var ki...

 

Neyse geldik bugüne, isim tartışması yapıyor muhalefet, iktidar ise istediği ülkeyi muhalefetin sayesinde kurmaya devam ediyor...

 

Yeni devletin/ rejimin kurucu babası olacak elbette, İslam inanışından kadın kurucu olmaz, sadece erkeğin elinden tutup poz verip, en pahalı çantayı taşıyan olabilir, hatta yerel yemekleri anlatan birkaç dilde hazırlanmış yemek kitabı yazarı da olabilir... Kurucu babanın heykelleri yapılmaya çalışıldı ama bir türlü benzetmediler heykelde, belki yetenekli bir dünya çapında heykeltıraş bulurlar ona yaptırırlar...

 

Gerçekten kurucu babanın ismi neydi?

 

Ama eksik söylemeyin haa, birileri bak itiraz edip, kendisi koltuğa oturmak için hamle yapabilir, koltuğunuzda hep birilerin gözü var, sakın ama sakın oyuna gelmeyin!

 

İsmail Cem Özkan

15 Ekim 2020 Perşembe

Kazan kazan!

 Kazan kazan!

 

Son kırk yıllık tarihimizde Kürt sorunu, PKK'nın ilk kurşunu ile yeni bir ivme kazanmış ve ülkemiz tarihinde en uzun süren bir iç çatışmanın/ savaşının adlandırılmasında kullanılır olmuş. Öyle bir sorun ki yeni bir cumhuriyet kurulmuş, rejim değişmiş ama sorunun kendisi bir türlü bitmediği gibi daha da karmaşıklaştırılmış, sınırları aşan ve sınırlar arasında her sınırın öteki tarafındaki için de “iç sorun” olarak adlandırılmış. İçte yaşanan olaylara “kol kırılır yen içinde kalır” sözü uygulanmış. Şikayet etmeleri kınanmış, eziyet görenler yaşadıkları ile baş başa kalmış, hatta yaşananlar yok sayılmış, ülkede diğer yaşayanlar, çoğunluğu oluşturanlar “Orda bir köy var, uzakta, O köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de, tozmasak da O köy bizim köyümüzdür.” dizelerini içselleştirmiş ve olaylara öyle bakmışlar…

Zaten o gitmedikleri yerlerde yaşayanlar (sürgünler gidip görmüş, bir de fakir ailelerin öğretmen çocukları, elbette güvenlik elemanları) gözü aç, çalışmaz, üretmez, yabani, aslında bizim üzerimize yük diye algılanmış ve de küçümsenmişlerdir. Ne dil bilirler ne de medeni!

 

Yakın tarihimiz içinde 12 Kürt isyanı gelmiş ve kısa süreler içinde askeri güç ile bastırılmış… Sarayda yapılan basın toplantısı ve sonrasında devrilen bir masa ile Kürt açılımına kadar zaten Kürtler ile görüşülmemiş, sınırda yapılan görüşmelerde onbaşı rütbesi ile Kürt aşiret liderleri ile görüşmüşler ya da kaçakçılık yapanlar ile…  Bir de seçim zamanları bazı aşiret liderleri siyasi partilerin liderleri ile yaptıkları pazarlıklar ile kendi çıkarlarına uygun haklar elde etmişler… Kürt ağaları var olan statükonun korunmasını o kadar içselleştirmişler ki, ortada onlara göre Kürt sorunu yok, asayiş sorunu vardır…

 

Masa deviren açılım öncesinde Kürt sorunu için tek açılım tarihimizde İstiklal Mahkemelerin kurulması ve kaldırılması, DGM'lerin kurulması ve kaldırılması diye adlandırılabilinir, aynı zamanda Sıkıyönetim Mahkemeleri gibi...

 

Devlet her isyan ile birlikte daha homojen devlet kurmak adına öteki kabul edilen Kürtleri yatılı okul, askerlik gibi ocaklarda Türkleştirme sürecine girdi... Fakat onların ekonomik boyutu bu güne kadar resmi olarak açıklanmadı...

 

Kırdan şehirlere göç, ucuz emek gücü, sanayileşen Marmara Bölgesinde hem Kürt hem de Karadeniz göçü ile yeniden biçimlendirilmesi, küçük yerleşim yerlerin metropollere doğru dönüşümü... Sanayi için gerekli sermaye birikimin olgunlaşması ve yarı burjuva bir kültürü oluşumu süreci...

 

80’li yıllarda yaşanan liberalizm dalgası ve 12 Eylül sonra darbenin amacına uygun ortamın yaratılması için “yeni düşmanın” oluşumu için yeni bir ortam yaratıldı, Kürtçe yasaklandı. Çünkü Kürtçenin yasaklanması, Diyarbakır Cezaevinde yaşanan insanlık suçlarının Kürtlerin alttan alta gelen bir isyan ateşini körükleyeceği biliniyordu. Etki, istenilen tepkiyi yaratacaktı ve yaratması da çok uzun sürmedi. İlk kurşun atıldı. Başta diğer ayaklanmalarda yaşanan İstiklal Mahkemesi mantığı ile olaya yaklaşıldı ama bu sefer 12 isyanın tecrübesi ve küresel olarak gelişen liberalizm dalgasının sonucu ulus devleti için hesaplanamamıştı. Belki de hesaplandı, çünkü ulus devleti refleksi artık yoktu, onun yerini ulus devleti mantığı taşıyanlar için bir belirsizlik almıştı ama liberal düşünce içinde proje üretenler için? … Devlet anlayışı, yapısı, refleksi değişiyordu. Başbakan tişört ile askeri birlikleri denetleyebilir hale gelmişti…  Önemli olan liberal düşünce ve onun getirmiş olduğu piyasa ilkeleri…

 

Kürt Sorunu karlı bir alana dönüşüyordu…

 

Elbette dil yasağı bir isyanında fitilini ateşledi... Resmi olarak tanınmayan bir dil resmen yasaklanmıştı... Uzun yıllar Kürt ve Kürtçe kelimesi geçmedi hiç bir resmi yazışmada, "bilinmeyen yerel dil" denildi...

 

Liberalizm mantığında "kıldan para kazanmak", "kazan kazan" modelinin uygulanması...

 

Rakipler karşılıklı kazanması gerekliydi...

 

Kazanıldı da...

 

Ilımlı İslam devleti oluşumu için "sıtmayı gösterip vereme razı etme" modeli uygulandı...

 

Türk ordusu sanayisi vardı ama NATO denetimindeydi, her şeyi üretemezdi ama salça üretimine izin verilirdi... Askeri sanayiler kuruldu, sınırlıydı çalışmaları, çünkü teknoloji geliştirmeleri mucize olarak görülüyordu, var olanı geliştirmek veya uyarlamak... Bizim sanayimizde zaten buna benzer bir tarihi vardı... Bize ait olan dediğimizin altında ya İtalyan, ya Alman ya da Amerikan teknolojisi çıkıyordu. Kaporta bizim ama motor başkasının izin verdiği kadar hızlıydı, çevreye verdiği zarar yüksek ve Avrupa ve Amerika’da satılanlara göre daha az dayanıklı üretiliyordu...

 

“Ne kadar para, o kadar köfte” diyordu teknolojiye sahip olanlar…

 

Buzdolabından, arabaya kadar her sanayi ürünü montaj üzerine ama en eski, kullanımdan ya çıkmış ya da çıkmak üzere olan teknoloji... Amerika'da 1930’lı yıllarda renkli TV'ye geçmiş, biz 1980’li yıllarda tanımaya başlamıştık... Onların çöpe attığı insan sağlığına zararlı ürünlerini/ teknolojilerini tükettik!

 

Konumuza geri dönelim; “kazan kazan” modeli ve Kürt sorunu...

 

Sonuçta kaybeden, sürekli can kaybı yaşayan Kürtler bu savaş sonrası göreceli olarak başarı kazandılar. Kürtçe serbest! Kürt kelimesi serbest... Parası olan parasını verir Kürtçe dil eğitime gider, Kürtçe tiyatro eseri sergiler... Bunlar kazanılmış haklardır…

 

Can kayıplarına, katliamlara rağmen cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel "Kürt realitesini" tanıyarak Kürt sorunu çözümü için önemli bir adım atmıştır ama sadece adım atmış altını doldurmamıştır...

 

Peki devletin kazancı ne oldu? Onu da Erdoğan iktidarı döneminde gördük... İslami piyasadan liberalizm rüzgarı sayesinde yandaş şirketlere verilen satın alma garantili siparişler ile askeri alanda üretilen her mühimmat ticari araca dönüştü... Elbette daha önce atılan adımlar vardı ama adımlar artık adım olmaktan çıkmış birer yatırıma dönüşmüştür…

 

Bugün İHA, SİHA adı verilen cihazlarda (yerinde oturup, düşmanı yok etme teknolojisi adını veriyorum) bir çok ülkeye silah satan konumuna geldik, aynı zamanda izin verilmiş yandaş şirketler teknoloji transferi yapacak konumunda oldu... Her ne kadar bazı kritik teknolojide dışa bağımlı olunsa da artık onun zaman içinde bağımlılık ilişkisi ortadan kalacaktır...

 

Kürt isyanı ve 12 Eylül düzeni yürütülen mücadele ekonomik anlamda meyvesini vermeye başladı... Görülüyor ki darbenin arkasında olan güçlerin en uzun süreli projesidir 12 Eylül ve şimdilik göreceli olarak başarıya ulaşmış gözüküyor. Hem siyasi hem de ekonomik kararlarda nispi başarı elde edildiği gibi, muhalefeti de iktidara bağımlı, onun izinden giden, onun yerinde gözü olmayan konuma getirdi...

 

Türkiye, son Azerbaycan-Ermenistan savaşında kanıtladığı gibi ürettiği malın ticari değeri vardır ve güven ile dünya piyasalarına savaşta gösterdiği başarı ve sonucu etkileyen konumu ile rakip firmaların önüne geçmiş gözüküyor... Son haberlere göre açılmış da...

 

Yeni bir Kürt açılımını acaba ülkemiz yapmaya hazır mı?

 

Bir ara hazır olduğunu hissetti ama ticari ve siyasi kaygılar masa devrilmesi ile sonuçlandı... Sarayda yapılan basın toplantısı ve sonrası ve bugünlerde o günlere atıfta yapılan siyasi operasyonlar… Elbette ülke içinde ki gelişmeler kadar çevremizde olan hibrit savaşlarında sonucu ülke içinde yapılacak hamlelerin belirleyicisi olacaktır, kısaca belirsizdir gelecek. Şimdi ki zaman içinde açılım yerine daha da körüklenecek bir çatışma söz konusu olabilir, çünkü İHA ve SİHA ile elde edilmiş geçmişe göre daha az kayıplı ülke içinde operasyonlara imza atılıyor. Son yıllarda yapılan operasyonlardan aldığı güç ile içişleri bakanı kendi başarısını taçlandırmak için tüm hukuk kurallarını yok sayacak, kendi ihtiyacına uygun karar alacak yeni bir devlet düzeni istemektedir.  

 

Liberalizm uzun vadeli planlar yapmaz, projeler üretir ve o projelerde amaç kazan kazandır. Her kesimin kazanacağı model ama kazanç kelimesi içinde bir çok anlam barındırır…

 

Sürekli ve düzenli bir iç savaş stratejisine devletin ihtiyacı kaldı mı?

 

Eğer ülkenin ekonomisini silah sanayisine dayandırırsanız mutlaka savaş, çatışma içinde olmak zorundadır... ABD dünyada var olan her çatışmanın içinde oluyorsa eğer, silah sanayisi öyle istediği içindir.

 

İsmail Cem Özkan

11 Ekim 2020 Pazar

Ah o atalarımız!

 Ah o atalarımız!

 

Irkçılar kendi çıkarlarına uygun tarih uydururlar, çünkü ırkçı olmak her şeyin üstünde olmak ve saf olmayı getirir... O yüzden bir ırkçı ile eğer sohbet ederseniz, onlar ideal bir geçmiş ve işlerine geldiği gibi tarihi uydurduklarını görürsünüz...

 

Ulus devleti kendine geçmiş yaratmak zorundaydı ve uydurulmuş bir tarih yaratarak kendi hükmettikleri coğrafyada yaşayan insanlara inanmaları için eğitim verdiler... O yüzden eğitim bakanlığının önünde milli kelimesi boşuna yerleştirilmemiştir. Tek dil, tek bayrak, tek millet kolay olacak şey değildir. Tek olmanın öteki adı tek olana kadar savaşmaktır. Ulus devleti savaşını sadece askeri değil, eğitim ile de yapmıştır. O yüzden yatılı okullar kurmuş, o yüzden öteki kabul edilen yerlerde hapishaneler kurulmuş, o yüzden askerlik ocaklarında askere gelenlere eğitim vermek için Türkçe öğreniyorum sınıfları kurulmuş, o yüzden vatandaş Türkçe konuş diyerek el ilanları dağıtmış, o yüzden dil bayramları ilan etmiştir. Türkçenin en güzel şivelerini bile yok edip, devletin resmi dilini konuşmaya zorlanmış, zorlamak içinde alay edilmiş diğerleri ile… 12 Eylül gibi günlerde cezaevinde yatan çocuğu ile Türkçe bilmeyen anneler sadece bakışmış…

 

Bütün sorun o tek olanı yaratmak…

 

Türk tarihi gerçekler ile bağlantısı olmayan uydurma tarih olarak okul kitaplarına girdi, sonra ulus devletin içinde ki çatışmalarına uygun olarak tarih anlatımı ve örneklemeleri de değişti...

 

Uydurulmuş tarihin kanıtları da uydurma olmak zorundaydı ve oldu da... O yüzden ülkemizde tarih bölümü öğrencilerine okula başlarken verilen öğüt, "bugüne kadar okuduklarınız unutun ve yeniden öğrenin!".

 

Eğitim, sistemin ihtiyacı olan insanı biçimlendirmektir ve biçimlendirildi de...

 

Tarihte bol bol örnek verilir, işte Bektaşilerin ocağı Yeniçeri ocağı. Olmayan şey değildir, gerçekten Yeniçeri Ocağı vardır. Devşirmelerden kurulan bir askeri birlik. Devşirme yani Hıristiyan çocukların savaşmaları için devlet adına el konulup, zor ile belli ocaklarda Osmanlı ailesine bağlı bir asker olarak yetiştirilmesi. Günümüzde alınan vergiler gibidir devşirme işi, yalnız Hıristiyan olarak yaşayan balkan ve kuzey coğrafyada yaşanların çocuklara el konulmasıdır. Kısaca vergi olarak akçe yerine çocuk alınır. Devlet-i Aliye’nin bekası içindir bu çocuklara el koymak… Üstelik bu asker olan çocuklar bakımları ve yaşamlarını sağlayacak bütçede yağmadan elde edilendir… Yani devlete bir yük değil, eti, sütü ile kazanç getiren bir sistem…

 

Devşir ve asker yap!

 

Devşirmeler Türk olamaz, Türk olma ihtimali dahi yoktur, çünkü devşirme Hıristiyan çocukların ailelerinden koparılıp bir ocakta çocukların imparatorluk ihtiyacını giderecek şekilde eğitilmesinden oluşur. Devşirilen çocuk asker olduğu yani kapıya bağlı olarak yetiştirilir ve kapı kulu da kendisine verildiği dünya kadar hayata bakar...

 

Fakat yüzyıllar geçtikten sonra Alevi Türkçü yani sonradan olmak ırkçılar Yeniçerileri Türk olarak kabul edip onlar üzerinden kendisine dayanak bulmaya çalışıyor... O yeniçerilerin kaç Alevi köyünü basıp yok ettiğini sorgulayacak kadar bilgi birikimi yoktur, ihtiyacı da yoktur, çünkü kendisine yeni tarih oluşturuyor...

 

Osmanlı devleti içinde Yeniçeri ne emir verilmişse, gitmiş yapmış, savaştığı yerlerdeki ganimeti paylaşıp gelmiş, İstanbul gecelerinde ise harcamıştır...

 

Bir anlamda Yeniçeri; savaştıkları yerlerde ki zenginlikleri yağmasından elde ettiği ganimet ile yaşayan asalaktır...

 

Gerileyen Osmanlı devleti savaşlardan ganimet elde edeceğine kaybetmeye başlamıştır, kaybın yüksek olduğu dönemlerde dönemin ihtiyacına cevap veremeyen yeniçeriler, iki de bir kazan kaldırıp devletin üst kadrosundan ihtiyaçlarının karşılanması için talepleri olmaya başlamıştır. O kadar siyasallaşmışlardır ki, artık sadrazam deviren, baş kesen konumundan çıkmış saraya kimin hükmedeceği konusunda görüş bildirir dahi olmuştur.  

 

Ayaklanan ocak elbette dağıtılacaktı, dağıtıldı da...

 

Dağıtılması olağan ama tüm yeniçerilerin kılıçtan geçirilmesi ve onlar ile birlikte İstanbul’da üzerinde dövme olan sivil Türkler ve Bektaşi tekkelerinde olan, yaşayanların da kılıçtan geçirilmesi kabul edilemez... Osmanlı rejimi bir taş ile iki kuş vurma merakı vardır, her fırsatta Alevi’ye ve kendisini rahatsız edene vurur. O dönemde şehirlerde aleviler yok gibidir ama Bektaşi olanlar hedef tahtasında yerini almış ve öldürülmüşlerdir... Öldürmekle kalmamış, ocaklarına Nakşibendi tarikatı üyesi yöneticiler atanmıştır. Osmanlı rejimi kendisini güvende hissedeceği her türlü önlemi almıştır. Elbette sadece İstanbul değil, Anadolu’da Hacıbektaş tekkesi o tarihten itibaren Nakşibendi tarikatı üyesi gözetiminde varlığını sürdürmüştür. Osmanlı rejimi Türk düşmanlığı değil, mezhep düşmanlığı üzerinden rakip olduğunu düşündüğü mezheplere saldırmıştır…

 

Tüm Sünni tarikatlar, cemaatler Alevi düşmanlığı üzerine kendilerini tanımlamışlardır, büyük bir bölümü aynı zamanda Kürt düşmanlığı üzerine kendilerini ifade ederler...

 

Kısaca tarih uyduran Türkçü Aleviler, Yeniçeri Ocağı sandıkları gibi Alevi filan değildir, Alevileri de katleden bir askeri ocaktı... Bektaşilerin deyişleri okunuyor olması onları insancıl yapmaz, sonuçta kılıç ile hayatlarını kazanan askerlerdi... Kapı kulu demek daha doğru, çünkü bağlı bulundukları kapıya sadakat ile hizmet etmişlerdir...

 

Bu arada Alevi Türkçü tarih yazımcıları Bektaşilerin Türk olduğunu iddia edebilir ama Arnavut Bektaşileri nereye koyacaklarını bilemezler... Duaları Türkçe okunması tüm Bektaşileri Türk yapmaz, tüm dualar Arapça okunduğu için tüm Müslümanları Arap yapmadığı gibi... Ama ırkçılık bu ya, her şeyi Türk kültürüne ve Türk’e bağlayacak!

 

Irkçılık kötü bir şeydir, çünkü geçmişi olduğu gibi dahi kabul edemez, kendi işine geldiği gibi değiştirmeye ve yorumlamaya çalışır...

 

Osmanlı Türk mü diye tartışılıyor, imparatorluk kültüründe ırka önem verilmez, ailenin devamlılığına hükmedilir... Soy babadan geçer ve annenin kim olduğu önemli dahi değildir... Evet, Osmanlı Selçuklu dağıldıktan sonra oluşan bir Türk soyuna dayanır ama imparatorluk olduktan ve kıtalara hükmetmeye başladıktan sonra geçmişine değil, ileriye bakarak yeni bir kültür yaratmaya gitmiştir.. Toplum içinde etkisi olmayan bir saray kültürü de yaratmıştır...

 

Arapça dil kuralına uygun Türkçe, Farsça ve Arapça karışımı bir edebiyat geliştirmiş ve yazımı çok zor olan aruz ölçüsünde şiirler üretmiştir... Onu anlayabilmek ve okuyabilmek için saray eğitiminden demeyelim de öğretiminden geçmek gerekliydi... Öyle de oldu.

 

Osmanlı da aydın halktan kopuk, sarayın kapı kulu olmayı gerektiriyordu, öyle de oldu.

 

Osmanlı yerine kurulan cumhuriyette de aydınların tek partiye ve devlet kapısında olması tesadüfi değildir...

 

Cumhuriyet dediğiniz kopmuş bir şey değil devamlılığı sembolize eder, sadece hükmedenler değişmiştir...

 

Osmanlı denilen şey saraydır, sarayın dışında yer alan tüm halklar kendi kültürleri ve kendi dilleri içinde yaşamıştır...

 

Osmanlı öğretimi ocaklar üzerinden yapılmış ve onlarda daha çok yağma ve devşirme yapmak için kurulan ocaklardır. Bir de sarayın güvenliğini sağlamak için kullanılmıştır...

 

Osmanlı balkan devletidir, diğer yerler ise sadece toprağı kullanmadan pay almak üzerine kuruludur...

 

Şimdilerde “Osmanlı ne zaman Türk geleneğini ve Türklüğü unuttu” diye soruyor bazı çevreler... Elbette birbirinden değişik cevaplar söz konusu, tarihe nasıl baktığınız önemli değildir, nereden baktığınız, yani duruş noktanız belirleyicidir ve istediğiniz kanıt mutlaka bir yerde söz konusudur.

 

Bazı Türkçü Aleviler yeniçeri ocağının kalkmasını tarihliyor...

 

İmparatorlukta önemli olan ailedir, hangi kültürden geldiği değildir... Avrupa'da ki tüm krallar bir biri ile akrabadır, aynı soydan çıkmıştır, hepsi bir birinin kuzenidir ama farklı kültürleri temsil ederler...

 

Osmanlı'da bir ailedir, her birinin annesi Hıristiyan olan ama cariye olarak saraya alınıp, zor ile Müslüman yapılan kadınlardır... Elbette her anne, eş kendi kültürünü saraya iz bırakacak şekilde saray içinde etkisi olmuştur...

 

Saray içinde çok kültürlü bir yapı söz konusudur ama askeri anlamda Selçuklu devletinden gelen bir gelenek devam eder, emirler hiç değişmez, Türkçedir. Askeri dil olarak varlığını korur Osmanlı içinde...

 

Osmanlı sonuçta Türkleri temsil etmez, çünkü kendisine özgü bir kültür oluşturmuş ve yaşatmıştır...

 

Devletin idaresi Fransız devrimi İstanbul surlarını zorlamaya başlaması ile sarayın kapılı kapıları açılmış ve Osmanlı aydını ve askeri eğitimden geçmiş paşaların eline geçmiştir. Bu değişim basit bir şey değildir, çünkü diğer kültürler Fransız devrimi etkisi ile kendisini ifade etmeye başlamış ve uluslaşma sürecine girmiştir. Uluslaşma demek, Osmanlı imparatorluk sınırlarının değişimdir. İlk değişim Osmanlı olarak kabul edilen balkan toprakları üzerinde olmuştur. Her ayrılan kendi ulusal devletini ve krallığını kuruyor… Ulus adı üzerinde homojenleşme… Türklerin Balkanlardan zor ile sürülmesi… Osmanlı sarayı Türk kavramı ile tanışması bu sürecin üründür. Öteki kabul edilenler İstanbul’a doğru göç ederken elbette siyasi bir sonucu da ortaya çıkaracaktı… Bu sonuçtan o güne kadar unutulan Anadolu artık gözde olacak ve Anadolu ve Mezopotamya’da ayaklanmalar, katliamlar, büyük sürgünler, soykırımlar kavramları altında değişimler yaşanacaktı… O güne kadar bir arada yaşamış, bir şekilde denge tutturmuş fakir Anadolu toprakları kan ile yeni bir tarih yazım alanı olacaktı…

 

2. Meşrutiyet sonrası Osmanlı ailesi göreceli olarak Türk olmayı kabul etmiş fakat Türk bir imparatorluk olamamıştır. 1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı devamı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devleti olmuştur. Kurulu aşamasında Koçgiri katliamı ile Alevi Kürtler orta Anadolu’dan uzaklaştırılmış, Kürt isyanları ile Kürtler İstiklal Mahkemeleri ile darağaçlarının gölgesi ile sessiz kalmaları öğütlenmiş ve ortak kurucu olmaktan kaynaklanan hakları gasp edilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak Aleviler devlet içinde var olmalarının önü kapatılmış, Nakşibendi tarikatı üyelerinin kontrol ettiği dergahlar müzeye dönüştürülüp müdür olarak Nakşibendi inancında devlet görevlileri atanmıştır.

 

Alevi Türkçülüğü yapan arkadaşların yazıları üzerine bu yazıyı kaleme aldım. Bana göre Aleviliği Alevilik inancı içinde değerlendirip, çok kültürlü, homojen olmayan bir geleneği temsil ettiğini kabul etmekten geçtiğini, yeni Türkçü Alevi yazımı yapanlara anımsatmak istedim...

 

Alevilik, Türkçülük değildir, sonuçta inançtır... Her inanç gibi içinde her ulustan insan, kültür, dil var olabilir…

 

İsmail Cem Özkan

9 Ekim 2020 Cuma

Ümmetten ırkçılığa…

 Ümmetten ırkçılığa…

 

Irkçılık kapitalist sistemin insanlığa kazandırdığı en ölümcül düşünce ve yaşam biçimidir… Irkçılık henüz sanayi devrimi yapmış, ulus devleti olma yönünde adım atan sermayenin kendisini koruması ve geliştirmesi için kullandığı bir yöntemdir, bir kültürün bir coğrafyaya hükmetmesi ve o coğrafyada var olan diğer kültürlerin yok edilmesi veya asimilasyonu için gerekli alt yapıyı ırkçı düşünce oluşturmuştur… Ulus devleti öncesi var olan krallıklar, imparatorluklar soy ve kana dayalı bir yapı kurmuştu, seçilmiş aileler coğrafyalar ve halklara hükmediyordu.

 

Sömürge büyük olan dünyanın küçülmesine yol açacak teknolojik gelişmeyi de körüklüyordu. İmparatorluk kendi sonunu hazırlayacak kültürel birikimini bizzat kendi içinde oluşturuyordu.

 

Sanayi devrimi ve onu izleyen yıllarda ırkçılık krallara ait olan kan izi sürmeyi tabana yaymış ve kendisini köklü, soylu bir yerden geleceğini ikna etmek için tarih uydurulması sürecidir. Tarih, Fransız devrimi ile devlet yönetimi krallık ailesinden elinden alınıp ırk üzerine kendisini tanımlayan sermayenin eline geçmiştir… Sermaye birliği önceleri ırk üzerine kendisini tanımlarken, ulus devleti bu ırkın homojen toplum yaratması ve yeni toplumsal sözleşmesini oluşturuyordu…

 

Irk kelimesinin yumuşatılmış halidir ulus…

 

İmparatorluklar, krallıklar devleti din üzerinden yönetmiştir. Din savaşları, dini söylemler ile seferler düzenlenmesi, yağma kültürünün geliştirilmesi temelinde din vardır ve yönetim kendisi için savaşacak askeri ancak ümmetçi düşünce ile bulacağını baştan keşfetmişti.. Hititler yüz tanrılı devletlerini kurarken devleti idaresinde olanlar her işgal ettikleri yerdeki tanrıları kendi tanrısı ilan ederken mısır’a yapılacak sefer için de asker biriktiriyordu. Her işgal edilen topraklarda hüküm süren dinleri kendi dini kabul etmişlerdir… Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkması işte bu çok tanrılı dinlerin hizmetleri o kadar yük olmuş ki devletin sırtına tanrıları teke indirmek ve azaltma ihtiyacından doğmuştur… İlk tek tanrılı dinin Mısır'da ve Mezopotamya'da ortaya çıkması tesadüfi değildir… Çünkü en gelişmiş kültür ve devlet yapısı o zamanlar oralardaydı… İbrahim'in dini Mezopotamya'da ortaya çıkıp Ortadoğu'da tek tanrılı dinlerin yayılması bir ihtiyacın sonucudur… Roma imparatorluğu tek tanrılı Hıristiyanlığı seçmesi tesadüfen değil, bir ihtiyaca cevap vermesindedir… Her ne kadar tek tanrılı Roma eski ihtişamını kaybedecek ve içinden başka krallıklar çıkaracaktır ama Roma merkezli dinin etkisi krallar üzerinde hüküm sürmeye devam edecektir… Hıristiyanlık, Yahudilerin ‘seçilmiş’liğini elinden alan ve daha hızlı yayılan bir Yahudiliğin yeniden yorumlanması halidir… Hıristiyanlık batıya doğru yayılmış ama Baharat Yolu üzerinde etkisi sınırlıdır. Orada da Hıristiyanlığın başka bir yorumu söz konusudur, İslam… İslam dini hem Yahudiliği hem de Hıristiyanlığı içine alan bir üst tek tanrılı din olarak kendisini ispatlayacak ve Baharat ve İpek Yolu üzerinden yayılma gösterecektir… Sonuçta devletlerin ihtiyacına cevap veren ve halkı devletine bağımlı kılan bir düzenlemedir…

 

Sanayi devrimi imparatorların elinde olan dini halka yayması ve kendisi için güçsüz bıraktırılmış ama işlevsel olarak yeniden yorumlamasıdır laiklik…

 

Ümmetçiliğin yerini ulus fikri almıştır…

 

Bizim gibi gerektiği kadar sanayileşmemiş ama kapitalist ilişkiler içinde var olanı da kaybetmiş toplumlarda kafa karışıklı yanında yaşam biçimlerinde de arabesk bir durum söz konusudur…

 

Hem ümmetçi hem de ırkçı…

 

Ümmetin içinden çıkmıştır ulus fikriyatı ama bizim gibi ülkelerde laik bir düzen kurulamadığı için iç içe yaşamaya devam etmiştir…

 

Dinde ümmet vardır, ırk olmaz ama bizim ülkemizin dincileri ırk ile birleştirme eğilimindedir hep, çünkü ırkçılık tek başına geniş anlamda bir çevre yaratmıyor...

 

Ortadoğu’da ümmetçi örgütlerin birden saman alevi gibi yükselmesi ve yok olması düşünce yapısı ve yaşam biçiminin hala o coğrafyada yaşayan halklar iki arada bir derede ya da Arafta kalmış olmasından kaynaklanıyor… Hem Arap milliyetçiliği hem de İslam söylemleri ile ortaya çıkan El Kaide, IŞİD gibi küresel yapılar hem ümmetçidir hem de ırkçıdır. Laiklik, sanayi devrimi sürecini tamamlamış ve kapitalist yaşam biçimini özümsemiş toplumlar için söz konusudur. Hem geçmişin hem de bugünün iç içe geçtiği bir arabesk yaşam biçimi eğreti olarak varlığını koruyor… Elbette bu yaşam biçimi kapitalist ülkelerin istediği tüketici toplumun oluşumu ve bağımlılık ilişkisinin tek yönlü olduğu bir ortam yaratıyor… Emperyalist ülkeler, sömürdükleri ülkelerde ihtiyaç duyduğu kadar sanayi devrimin nimetlerinden yararlanmasını ve gelişimini teşvik eder… Kısaca bilerek güdük bırakılır…

 

Alevi Türkçü, Sünni Türkçü...

 

Her ikisi de aynı şeyin hedefinde, bu ülkede her yaşayan Türk’tür ve tüm olumlu işleri Türk yapmıştır eğilimi vardır...

 

Güzel de, çirkin de, katliam da, soykırımda bu ülkede yaşayan bütün halkları kirletmiştir, lekelemiştir, bu ülkenin topraklarında saf, temiz, su gibi aydınlık hiç bir kültür yoktur, en ötekinin içinde bile ırkçılığı, nefret söylemini bulabilirsiniz...

 

Alevi ama Türkçü olanlar her şeyi ırk penceresinden bakarak saf ve temiz Alevi Türk yaratma ve koruma derdine düşmüşler...

 

Irkçı pencereden bakarsanız ırkçı olursunuz, ümmetçi penceresinden bakarsanız ümmetçi, ama hem ümmetçi hem de ırkçı pencereden bakınca kafa karışıklığından başka şeye ulaşamazsınız, çünkü Alevi; ne Türktür, ne Araptır, ne de Kürttür ülkemizde hepsini kucaklar.

 

Alevi; Türk, Kürt ve Arap vardır ve aynı şekilde Sünni; Arap, Kürt ve Türk de vardır...

 

Ya Alevi olup 72 milleti aynı şekilde kucaklayacaksınız ya da Türk olup 72 millet ile kavga edeceksiniz...

 

Alevi Türk olup da hep bizi ezdiler, aslında her şeyi biz bulduk onlar sahiplendi diye ağlamanın da hiç bir anlamı yok olduğu gibi, faşist düşünce için her türlü birikim yapmaktan başka işlevi olmaz...

 

İsmail Cem Özkan

 

Not: Bu yazıdaki Türk yerine Arap yazın, Arap beğenmiyorsanız Kürt yazın ama sonuç hep aynı olur... Irkçı ırkçıdır... Ümmetçi ümmetçidir... Ümmetçi ırkçı olmaz, ırkçı ümmetçi olmaz... Ama ülkemizde ümmetçi ırkçı, ırkçı ümmetçi, ümmetçi parti var…

 

Not2: Bütün olumsuzluklar Türk’ün sırtına yükleniyor, aslında Türk bu yaşananlardan sorumlu değildir tavrı beni hep itmiştir. Devlet ırkı Türk’tür... Bu ülkede yaşayan her vatandaş Türk’tür ve dili Türkçedir... Ama hukukta olan hayatta karşılığı yoktur... İmparatorluktan gelen çok kültürlü coğrafya bir meclisi açıldı diye Türk olamamıştır, hala da olamadı... Bundan rahatsız olan ve devlet ile bağlantısı olmayan Türk, Türkmen yani Alevi olan kesimi... Bunlar Kürtlerin ve diğer ötekilerin suçlamasını üstelerine alınıp, kendilerini savunmaya çekmişler ve arada devleti de savunur konumuna gelmişlerdir... Dışlanmışlar ama savunuyorlar, cumaya gitmiyorlar ama cumaya gitmeyi olumlu görüyorlar gibi garip bir şey... Her cuma Aleviler için tehlike, çünkü beklenmeyen cumalarda katliamlar yapıldı bu ülkede... Her cuma ötekiler için katl-i vacip günleri gibi bir durum hala söz konusudur... Maraş katliamı anlatılırken vurgulanır ama Türk Alevi vatandaşlarımız orada Kürt Türk Aleviler ve solcular ile birlikte öldüklerinin farkında değildir... Çok alınganlık mı desem nedir bu Kürt düşmanlığı üzerine oturan Türk Aleviliği?

 

Not3: Sünni İslam hiçbir zaman Aleviler ile birlikte yaşamayı kabul etmemiştir, o yüzden Alevi düşmanlığını körükleyen tarikatlar, cemaatler oluşturmuş ve o örgütlenmeleri Alevi düşmanlığı üzerinde bir arada tutmuştur… Aynı şekilde Aleviler öldürülmek korkusu ile Sünni toplum içinde var olmak istememiştir, daha güvenli gördükleri dört dağ içinde ya da zirvelerde bereketsiz topraklarda yaşamaya zorlanmışlardır… Köyden kentte göç ve iç savaş koşullarının yaratmış olduğu zorunlu göçler ile şehirlere gelen Aleviler başlarda varoşlarda kendi mahallelerini kurmuş ve kendilerini güvende hissetmeye çalışmışlardır… Zaman içinde ekonomik koşulların değişimi ile Sünnilerin yaşadıkları yerlere yerleşen Aleviler kendi inanç kimliklerini saklayarak onlar gibi davranmayı seçmişlerdir… Son otuz yıldır Sivas katliamından sonra Aleviler Cemevleri ile ilk defa şehirlerde kendilerini ifade etme şansını yakalamışlardır ama bu çabalarına devlet kayıtsız kalmak ile birlikte zaman zaman baskı kurmuştur… Yasalarda olmayanı kabul etmeyen devlet, bir operasyonda ölen Alevi “şehit” genç için cenaze törenini camide kılmaya devam etmiş ve Cemevi’nde yapılana katılmamayı tercih etmiştir…

 

21 Eylül 2020 Pazartesi

Durdurun!

 

Durdurun!

 

Her gün ölüm ilanları tek tek düşüyor medyaya, ölüm yanımızda, çevremizde...

 

Virüsten dolayı ölümsüz gün yok oldu sanki tek tek doktorların ölüm ve taziye ilanları yayınlanıyor, gün geçtikçe birden fazla doktorlar ölüyor…

 

Onlar boşuna ölmüyor...

 

Onlar virüs ile kavgada en ön safhada savaşan, ne yazık ki yeteri kadar koruyucu ekipman ve steril ortam olmadan savaşıyorlar... Bu kadar fazla doktor ölümü varsa orada yeterli teçhizat ve teknik başka sorunların varlığını gösterir...

 

Bakıyorum her birinin hayatına, hiç biri tecrübesiz yeni doktor değil, her biri uzman, her biri emeğini, yıllarını vermiş insan sağlığına ve ne yazık ki ölüyorlar...

 

Sanki birileri sağlık çalışanlarının soyunu kurutmak için gizli bir el ile onları yok ediyor...

 

Durdurun doktor ölümlerini!

 

Evet, durdurun; onların ölümü toplumun ölümü demektir...

 

Sağlık çalışanlarının hayatı çok önemlidir, onların sağlıklı olması yüzlerce, binlerce insanın kurtulması demektir...

 

Durdurun!

 

Gerçek ve korumalı kıyafetler, teknik malzemeler onlara verilmelidir...

 

Okuyoruz cumhurbaşkanlığına verilen ve medyaya sızan raporları... Üretilen maskelerin yüzde 95'ine* kadar hatalı üretildiği bildiriliyor...

 

Denetim şart!

 

Üretici, ürettiği yerde denetime tabi olmalıdır, para için insan sağlığı ile oynanmasını durdurun! Her bir ürün üzerine barkod olmalıdır, her hangi bir suistimalde kimin yaptığı belli olmalıdır ki, insan hayatına kasıt suçundan dava açılabilsin, çünkü insanların tüketimine sürülen her sağlık ürünü kontrolden geçmiş olmalıdır, sonucu insan hayatıdır…

 

Üreterek insan sağlığına hizmet eden serbest teşebbüs girişimciler, bırakın kasanız boş kalsın, vicdanınız çocuk saflığı kadar temiz olsun... Her şey para değildir, her şey yaşamdır, her şey mutlu olmak üzerinedir. Bu önemli bir üründe bir kaç kişi “kasası dolu” diye mutlu olacaktır, fakat doktorlar öldükten sonra onların mutluluğu nereye kadardır? Hepimiz sağlık çalışanlarına muhtacız, hepimiz bir gün (kasası dolu olsun olmasın) onların şefkatli ellerine mahkum olacağız... Tecrübeli, bilgi birikimi olan sağlık çalışanların hayata tutulmadır, onların hayatı önemlidir.

 

Para kazananlar, kaslarını dolduranlar elbette başka ülkelere gidip orada hiç arkalarına bakmadan yaşayabilirler ama onlar mutluluğu bir sağlıkçının, bir zavallı kadının, babanın, çocuğun son nefesi üzerine kurmasın!

 

Durdurun ölümleri...

 

Devletin birincil görevi halk sağlığı için denetim yapmak ve kontrol etmektir… Denetimini şirket kasası için değil, halkın sağlığı için yapmalıdır… Bugün sokak satıcılarına, maske takmadan dolaşanlara göz açtırmayan devlet, insan sağlığı için önemli ürün üretenlere, merdiven altı üretenlere sanki bir gözünü kapatmış gibi…

 

Devlet sağlık çalışanlarına karşı şiddeti durdurmak ile yükümlü olduğu kadar, onların kullandığı teçhizatın sağlıklı, işlevsel olup olmadığını da kontrol etmelidir… İlaç firmaların, maske üreten firmaların kar hırslarına sağlık teslim edilmemelidir…

 

İsmail Cem Özkan

 

* Marmara Üniversitesi Tekstil Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Erkan İşgören, pandeminin başında, hiçbir filtreleme özelliği olmayanlarının maske oranın yüzde 75 olduğunu, bugün ise bu oranın yüzde 95’e çıktığını söylemiş... Eylül 2020

3 Eylül 2020 Perşembe

İktidar mı, iktidarın ortağı mı?

 

İktidar mı, iktidarın ortağı mı?

 

Aşağıda okuyacağınız yazı sonuçta benim MHP üzerine tahlilimdir. Bugüne kadar MHP’ye hep karşı cepheden bakmış ve onun rolü üzerine, devlet parti ilişkisi üzerinden bakmadığımızı gördüm. Sonuçta karşı cephededir, o rolünü oynarken bizim anti faşist mücadelemiz devletin galibiyeti, bizim yenilgimiz ile sonuçlandı. Devletin kullandığı bir parti ya da kuruluş ilkesi olan “devlete sahip çıkan” bir partinin tarihi elbette çok önemlidir. Her ne kadar Alparslan Türkeş anılarında ve mahkeme savunmaları bir çok ip ucu vermiş olsa da elbette lider olarak kimse kendi açığını, hatalarını yazıya dökmez, o liderin eksik bıraktığı ama satır aralarında sürekli vurguladığı gerçeği başkaları bulmak ve değerlendirme yapması gereklidir.

 

Tarihten ders çıkarabilmek için tarihi olayları bilmek ve onları yorumlayacak ve gerçeğe en yakın olanı bulmak ile yükümlüyüz. Tarih ancak karşılaştırmalı olarak incelendiğinde yakına yakın bir söyleme ulaşabiliriz, çünkü bilgi ve veriler çok önemlidir, bizim gibi ülkelerde veriler ve bilgiler ya saklanmakta ya da siyasi iktidarın niyetine göre değiştirilmiş ya da yorumlanmış haldedir…

 

Olaylar yumağı içinde boğulmadan, daha anlaşılır ve daha kısa bir analiz için bir bilgi birikimi gerekmektedir. Faşizm ve bugün ki şekli ile “neu” hale gelmesi ilgim elbette bir öteki olarak, elbette bir yabancı/ göçmen olarak yaşamış olduğum Almanya’da başladı ve ülkemize geldiğimde ise geçmiş yaşantımdan empati kurarak bugün bizim ile birlikte yaşayan yabancı/göçmen gözü ile de ülkemiz gerçekliğine en altta ezilenin penceresinden de bakmayı kendime ödev olarak verdim ve bakıyorum.

 

MHP hep gözümüzün önünde, liderinin mizah yüklü bakış açısı mizahın konusu olabilir hatta mizahçıları devre dışı bırakan söylemleri de olabilir, fakat bu söylemlerin altında yatan gerçek nedir? Lider konumuna gelmiş, bir birikimi temsil edenlerin duruşları, söylemleri ve yaşamları ciddiye alınıp incelenmeye tabi olmalıdır, sonuçta günlük yaşantımızı belirleyen ortamın oluşmasında onların katkısı olduğunu unutmayalım…

 

Dünyada ırkçı, faşist partilerin hemen hemen hepsi nihai hedef olarak iktidar olmak yolunda önemli adımlar atmış, iktidar olanlar ise ülkede homojenlik yaratmak adına öteki kabul edilenlerin üzerine soykırıma kadar gidecek baskı araçları kurmuştur. Faşist partilerin birincil hedefi iktidar olmaktır. İktidar yolunda her türlü hile, yalan ve yöntem kullanılabilir. Faşist partilerin biri de savaşacak birimlerin olmasıdır, kara gömlekliler, SS gibi… Parti devletleşmiş dahi olsa özel güvenlik birimi her zaman varlığını korur…

 

Faşist partilerin tek lideri vardır ve liderin etrafında oluşan, sorgusuz, sualsiz ve tamamı ile varlığını liderin inisiyatifine bırakılmış kimliksiz, verilen emirleri yerine getiren bireylerden oluşur.

 

İdeal vatandaş, ideal liderin her zaman arkasındadır, lideri yenilmez, yanlış yapmaz, yalan söylemez, her aldığı karar özünde devletin ve partinin çıkarını koruyandır…  İktidara gelen her faşist parti devlet partisi olmak için her türlü yasal önlemi alır, kendisini devirecek seçimleri ya yok eder ya da sürekli kazanacağı bir seçim sistemi kurar.

 

Irkçı parti, ırk temeline dayalı homojen, sağlıklı bireylerin oluşturduğu üstün ırkın devletini yaratır ve geliştirir.

 

Ülkemiz darbeler ile günlük yaşantımız, tepkilerimiz, alışkanlıklarımız değişime uğradı ve önüne darbeyi destekleyen güçler tarafından yeni yol haritaları konuldu.

 

Darbeler ulus devleti mantığı içinde ırkçılığı desteklemiş, homojen toplum yaratmak için düzenlemeler yapmıştır. Faşizm, ulus devletinin yan üründür, emperyalizmin en üst aşamasıdır, çünkü sermaye birikimi yapan ulus devlet kendi savaş sanayisini geliştirip, başka ulusların sermayelerini yağmalamak ve kendisi için çalışan, üreten sömürge devletler yaratmaktır. Elbette bu düşünce yapısı ve hareket alanı devlet kurulduğu ilk günden beri var olan durumdur ve bu durum faşist ideolojisine bırakılmış mirastır.

 

Faşizm iktidara gelirken, kendi ırkına refah, daha rahat yaşamayı, başkalarının kölesi olmamayı, el kapılarında çalışan değil, elin kendi kapısında kölesi olması gerektiğini cümlelerin arasında vurgular.

 

Üstün ırk, kötü işlerde çalışmaz, üstün ırk; çalışkandır, zekidir. Diğerleri ise üstün olana hizmet etmek, kapı kulu olmak, onlar adına savaşmasıdır.

 

Ülkemizde 1960 darbesi NATO gözetiminde ve bilgisi dahilinde gerçekleşmiştir. NATO (18 Şubat 1952) üyesi olduktan sonra ülkemiz içinde NATO’ya özgü savunma araçları askeri anlamda yerleştirilmiş ve özel birimler kurulmuştur. Askeri birimlerin etkili olabilmesi için elbette siyasi ayağı da olmak zorundadır, askeri başarı siyasi yönden desteklenmediği sürece etkisi yok olur ve görünür dahi olmaz.

 

NATO ve Amerikan çıkarlarına uygun olmayan koşullar oluştuğunda “derin devlet” denetiminde özgür dünyanın toprak kaybetmemesi ve düşman blok olan demir perdenin öteki tarafında olan sisteme benzer bir işçi devleti oluşmaması için darbeler ulus devletin liberalleşme sürecinde meşru kılınmıştır. Bunlar devletin görünmeyen tarafını oluşturmaktadır. İktidarda kim olursa olsun bu derin örgütlenmeler finanse edilecek ve olası düşmana karşı cephe gerisinde gerilla yöntemleri kullanan son savunma birimdir. Gladio adı verilen bu organizasyon NATO üyesi ülkelerde vardır, elbette bizde de vardır… Bizde ki adı Kontrgerilla olarak adlandırılır.

 

Bu gizli yapının görünür ve bilinir olması öyle kolay olamamıştır. Abdi İpekçi cinayeti bu görünmeyenin görünür olmasını sağlamış ve kamuoyunda bu gizli örgütlenmenin tartışılır hale gelmesini sağlamıştır. Peki, bu görünmeyin görünür olmasını sağlayan döneme kadar NATO bilgisi dahilinde olan bu örgüt, yasal zeminde kendisini nasıl örgütledi?

 

1960 darbesi yapan kadronun içinde yer alan Alparslan Türkeş’in hayatı ve 12 Eylül Mahkemelerinde verdiği savunma bu konuda bir çok bilgiyi bize vermektedir. MHP devleti için mücadele eden, komünist tehlikeye karşı silahlı birlikleri kurandır. (silahlı eğitim kampları kurması geçmişin bir çok gazetesine haber olmuş, kendisini destekleyen işadamların fabrikaların bahçeleri gençlik örgütlenmesinin eğitim alanı olmuştur.) Devletin bekası için savaşan bir partinin uzaktan bakan biri için 12 Eylül mahkemelerinde yargılanması akıl karı değildir ama yargılanmıştır. Kendileri idam ipi gölgesinde savunmalarını yaparken, kendi düşünceleri iktidardadır…

 

MHP Avrupa’daki sağ partilerin gittiği yoldan gitmez, ülkemize özgü bir anlayışa sahiptir, partiyi devletleştirmek yerine devleti korumak üzerine kendisini biçimlendirmiştir. Kuruluşundan bu yana MHP doğrudan tek başına iktidar olmayı hiçbir zaman hedeflememiştir, aksine devletin bekası için bir anlamda “gönüllü” bekçilik görevi yapmıştır. 12 Eylül mahkemelerinde ki iddianameler ve idama giden üyeleri ile bu “gönüllülük ilişkisi” bir anlamda kadroları arasında ayrışmanın da sebebi olmuştur. “Kullanılabilir üyeleri” devleti için yurtdışında operasyonlar yaparken, liderlik kadrosu Mamak cezaevinde savunma yazmak ile uğraşıyordu. (Susurluk kazası ve davası bu konuda bir çok ip ucunu ortaya çıkarmış ama gerçek anlamda bu süreç ile yüzleşilemedi.)

 

Var olan hükümetlere koalisyon ortağı olarak dahil olmuşlardır ama açıktan iktidar koktuğuna oturmamıştır. Peki neden? Neden böyle bir görevi ya da misyonu kendisine seçmiştir?

 

1960 darbesinin bir üründür MHP. Darbenin radyolardan okunmasını ileride MHP genel başkanı olacak olan Türkeş’e verilmiştir. Türkeş ise NATO üyesi olduktan sonra NATO’nun değişik tesislerinde eğitime katılmış ve nişanlar, madalyalar ile onura edilmiştir. Ana dili dışında konuştuğu çok iyi derecede diller mevcuttur. Kısaca çok iyi eğitim almış, devletine ve NATO’ya son derece bağlı, verilen görevi en iyi şekilde yerine getirecek şekilde eğitilmiştir. İdeal bir insan olarak yeni Türkiye’nin örnek askeridir. Alman idealizmden etkilenmiş, İttihat ve Terakki partisinden gelen mirasa sahip çıkmıştır.

 

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 1969 kongresinde Türkçü - Turancı Nihal Atsız ekibi ile karşı karşıya gelmiştir. Ermeni yazar Levon Panos Dabağyan bir röportajında o kongreyi anlatırken “Partinin ambleminin ne olacağı gündeme gelince, Atsızcı kanat 'kurt'un amblem olarak seçilmesini önerdi, fakat ben 'Biz Osmanlıyız! Bize üç hilal yakışır!' diyerek bağırdım. Bu çağrım alkışlarla desteklendi ve partinin amblemi olarak üç hilal seçildi. Böylece üç hilal MHP, kurt ise Ülkü Ocakları amblemi oldu." demiştir. Osmanlı mirası sahiplenmek demek Türkçü Turancı çizginin içine bir anlamda İslamcı düşüncenin de dahil olmasıdır. MHP, Türkeş ve ekibinin elinde yeniden biçimlenecek, bir anlamda yeniden yaratılacaktır. Türkeş kadrosunu kurarken devletin çıkarları önceliklidir… Irkçı vurgu biraz geriye iteklenmiş olsa da anti komünizm vurgusu içinde yani işçilerin birliğine karşı ırk birliğini savunmuştur. Ülkü ocakları yani ideal düşünce ocakları turandan çıkışın sembolü kurt olması tesadüfi değildir… Ergenekon Destanı aynı zamanda Alman Nazi hareketinin kurt destanı ile paralel hatta bir birinin aynı söylemi gibidir. Bu söylemin bir benzeri de İtalyan Faşist Partinin Roma şehri kuruluşu ile ilgili öyküsüne de çağrışım yapar, hatta çağrışımında ötesinde benzer mantık çizgisi mevcuttur.

 

Bu açıdan bakılınca MHP kuruluşu ve örgütlenme modeli ile Faşist Partilerin çizgisindendir, iktidara seçim ile gelip, ideal ülkeyi kurmak. Fakat, MHP pratik olarak bu ideal durumu siyasi hayatımızda pek uygulamamıştır.

 

MHP iktidara gelmekten daha çok devleti koruma ve kollama görevini (NATO örgütlenmesi olan Gladio’nun görev alanı) bir anlamda sivil ayağı olmayı tercih etmiştir.

 

MHP, oluşan kriz koşullarında darbelere ortam hazırlayan atmosferin oluşumuna katkı yapmıştır. Sanki görünmeyen bir el MHP’ye sözde komünizm ile mücadele adı altında iç savaş koşullarını yaratan katliamlara imzasını atmasına olanak tanımıştır. MHP saldırganlığına tipik örnek Maraş Katliamı bunun en açık görünenidir, aynı şekilde bir çok cinayetin tetikçisi MHP çatısı içinde bulunmuştur, hatta bir çok mahkum olmuş tetikçi isim isim olayları ve rollerini medyaya konu olacak şekilde anlatmıştır. 

 

12 Eylül öncesinde devlet adına Süleyman Demirel “bana kimse sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek MHP’nin arkasında durmuş ve bu sayede koltuğunu darbelere kadar korumuştur. 12 Mart darbesi sürecinde mecliste Deniz Gezmişlerin idamı için can-ı gönülden ellerini kaldırmışlar, kısa süreli zafer kazanmanın sarhoşluğu içinde dahi olmuşlardır. Onların beklemediği bir süreç 12 Eylül’e giden yıllarda ortaya çıkacaktır. O süreçte MHP üzerine düşen görevi devleti için yapacaktır, fakat beklemediği bir sonuç ile karşılaşacaktır. Sağcısını solcusunu "karıştır kaynaştır"  denilerek zindanda çatışan taraflar karanlık süreçte, aynı kaderi paylaşacaktır. Devlet kendisi için çalışanı da, kendisi için çalışan ile çatışanı da aynı hücreye atacaktır. Sol, devlet ile çatışmamış, anti faşist bir mücadele vermiştir. Darbe yapanlar bunun bilincinde davranmış ve darbe halk tarafından desteklenmesi için MHP ile devrimci yapıların üyelerini kaynaştırmayı zindanda uygun görmüştür.

 

MHP İslami söylemleri yüzünden dönemin Milli Selamet Partisi ile silahlı çatışmayı göze almış ve kendi seçmeni olarak gördüğü İslami kesim ile ilişki kurmayı önemsemiştir. MHP bir anlamda hem ırkçı hem de ümmetçidir. Ümmetçi tarafı ile ırkçılığının üstünü yerine göre örtmüş, yeri gelmiş Turancı söylemlerini artırmıştır. MHP’nin klasik Faşist partilerden farklı yönü vardır, onlar gibi iktidar koltuğuna oturmak değil, devletini korumak ve var olanı yaşatmak misyonu ile hareket etmiştir. Kürt seçmenine ise daha ağırlıkla ümmetçi çizgi ile yaklaşmış, onların dini duygularını aşiretler arası çelişkilerden yararlanarak devletin olanaklarından olabildiğince faydalanmalarını sağlamıştır. Kısaca NATO yer altı örgütlenmesi olan Gladio’nun amacına uygun bir politik çizgi izlemiştir. Kendisi direkt olarak Gladionun yan örgütlenmesi olmasa da (Bu konuda ne mahkeme açılmıştır, ne de sorgudan geçilmiştir. Elde delil olmadan itham etmek istemedim, bir çok imalelerin olması direkt organik bağın olduğu anlamına gelmez)  Muhsin Yazıcıoğlu ayrılığında yapılan vurgu gibi “bugün samimi insanların yanı sıra, istismarcılar ve karanlık ilişkilerine ülkücü sıfatını malzeme edenler türedi. Bu durumun en önemli sebebi, harekete dahil olacak kişileri süzecek, ya da mensupları, ülkücü hareketin idealleri doğrultusunda test edecek sağlıklı bir fikri mekanizmanın olmayışıdır. “

 

MHP, bütün tarihi boyunca merkezi devletin disiplini içerisinde hareket etmiş ve bir an olsun bağımsız davranmamış, her daim devletin hizmetinde olmuş, devlet ne görev vermişse onu yapmıştır.

 

Devlet Bahçeli bugün AKP’nin hükümeti içindedir ama aynı zamanda dışında gibi durmaya özen göstermektedir. Karadeniz bölgesinde gezdiğim süreç içinde yaptığım gözlemim, AKP’nin İslamcı vurgusunun yerine ülke birliğini savunan, ırkçı söylemden özellikle uzak kaçıp ama genel bir Türk tanımı vurgusunu yapan bir söylem ile AKP’den ayrılanların ya da AKP politikasından rahatsız olanları kendi etrafında çıkar ilişkisi içinde almış gibi gözükmektedir… Henüz AKP’den çıkmış siyasi partiler Karadeniz bölgesinde varlıkları hissedilmiyor, MHP daha görünür halde her yerde ve alanda örgütlenmeye gitmiş… Devlet Bahçeli politikası yeni sisteme sahip çıkmak, başkanlık sistemi içinde seçilmiş başkan Erdoğan’a destek verirken aslında devlete sahip çıktığı vurgusunu kendi tabanına fısıldamaktadır. Yukarıda uzun uzun yazdığım gibi genel MHP politikası, 12 Eylül’den ders çıkarılmış şekilde devam etmektedir. Bahçeli genç taraflarını sokaklardan uzak tutarken, devletin olanaklarından yararlanan bir yeni küçük işletmeci ve iş adamı çevresi de oluşturmaktadır. 

 

Paradigma ideolojinin yerini almış gibi duruyor…

 

Bugün MHP yönetimine verilen yeni sistemi savunmak fikri, her türlü duruşu ve söylemlerin tersi olan söylemleri de içine alan, paradigmaya uygun söylemler geliştiren Bahçeli ve ekibi halen partinin başında tartışılmaz liderdir. MHP kadrosu da başkanlarına eskisi gibi gözü kapalı değil ama eleştirel ama çıkar birliğinden kaynaklanan bir anlayış ile bağlıdır… Partiden ihraç edilenlerin ideolojik olarak partiden kopmadıkları gerçeği göz ardı edilmemesi gereklidir, onlar partiden politikaları yüzünden değil, ittifak ilişkisine zarar verdikleri için partiden uzaklaştırılmışlardır…

 

Son söz olarak bugün faşizm denilince ilk önce akla MHP gelmiyor, var olan siyasi partinin İslamcı faşizm diye adlandırılarak MHP ile arasında ki fark ortaya konuyor, fakat AKP bugün ki somut durumu, ikinci dünya savaşı sonrası oluşan faşist partilerin tarihi ile görüntüsel olarak paralellik arz etmektedir. Parti başkanı her şeyi belirleyen, yakınında olanları birer sekreter konuna dönüştürmüştür. Her cümle “cumhurbaşkanın bilgisi dahilide” diye başlayan açıklamalar, devletin tüm bilgileri tek bir elde toparlanması, muhalefet ve parti içinde olanlara bilgilerin paylaşılmaması, partinin ve liderinin izin verdiği kadar bilginin sızdırıldığı ya da açıklandığı gerçeği ile karşı karşıyayız. AKP, bugün MHP kadar tahlil edilmesi gereken bir partidir. Fakat AKP, MHP’den farklı olarak önce devlet değil, önce hedefi olan İslam birliği ve İslam devleti anlayışlına uygun olarak siyasi tercihlerini zamanı geldiğinde adım atmasıdır… MHP, önce devlet derken, AKP önce parti ve başkan demekte ve başkanın oportünist bir tutumda, paradigmasına uygun değişen ve bir tutarlılığı olmayacak şekilde politik gündem yaratarak amacına uygun ortam yaratmak ve yaratılan gündemin içinde adım atacağı ortamlar oluşturmasıdır.

 

AKP – MHP birlikteliği bugün tezatmış gibi gelebilir, fakat MHP’nin kuruluşundan bu yana devlet öncelikli tutumu, daha önce iktidar ortağı olduğu süreçte Ecevit hükümetini seçime götüren Bahçeli’nin tavrı arasında büyük bir uçurum yoktur. Değişim Ecevit’in yenilgisi ile birlikte AKP’nin doğuşuna imkan tanıyan ortamın yaratılması MHP’nin oynadığı rol tarihin dehlizlerinde yerini korumaktadır… MHP meclis dışında kalmayı göze alarak seçime gitmiş ve iktidarda ki tüm partiler meclis dışında kalması ile DSP ve ANAP siyaset sahnesinde küçük bir figür olarak kalması ile sonuçlandı…

 

Bugün, Bahçeli 57. hükümetteki gibi bir tavır alıp erken seçime gitme olasılığı var mıdır? Meclis dışında kalmayı göze alabilir mi?

 

Gelecekte MHP devleti korumak için iktidar olmayı değil, iktidar ortağı olmayı sürdürecek mi? Devletin değişmesi MHP için büyük sorun teşkil etmiyor, önemli olan var olan devletin korunmasıdır.

 

İsmail Cem Özkan