Galata Gazete


28 Aralık 2021 Salı

Kader dedikleri kanser…

 Kader dedikleri kanser…

 

Karadeniz, Çernobil ile artan bir kanser sarmalı içinde, Çernobil yarasını sardı ama Karadeniz insanına kader gibi yapışan ama “kader” olmadığını bildiğimiz kanser kendisini her geçen zamanda biraz daha anımsatıyor…

 

Acının halayı olmaz…

 

Geçen zamana dönüp baktığımda her sene bir yakınımız kanser hastalığından öldüğüne şahitlik etmiş olduğumu, her sene kanser yüzünden toprağa karışan bir canımızın arkasından ağıtlar yaktığımıza şahitlik ettim, ağıtlar yerini ne zaman horona bırakacak, ne zaman horon için çalınan tulum ya da kemençe sesine bırakacak diye merak eder oldum.

 

Toprak, ölüm kusuyor…

 

Toprak o kadar çok radyasyona doymuş ki, durmadan üzeninden radyasyonu atıyor, attığı o radyasyon nefes olarak bize geri dönüyor.. Ekolojik tarım, organik üretim kavramlarının çok sık kullanıldığı Karadeniz’de üretimde tüketimde radyasyonun etkisi içinde ve bu sarmalın içinde sürekli kıvranıp duruyor.

 

Yok olan insanlık belki de yok olan Laz ve Hemşin kültürüdür.

 

Kanser aynı zamanda bu iki kültürü yaşayan ve bilen neslin de hızla aramızdan ayrılması anlamına gelmektedir. Kültürlerini çocuğuna aktaracak zamanı bulamayanlar, biraz emekli olayım nefes alayım derken kanser hastalığının pençesinde hastana hastane dolaşırken, ortada can mı nefes mi kavgası başlıyor bireysel olarak. Evet, kanser sadece sevdiklerimizi değil, kültürümüzün devamını sağlayan dilimizi de alıp götürüyor... Bana “kanser hastalığı en önemli asimilasyon silahı olacak”tı demiş olsalardı, gerçekten hiç inanmazdım…

 

Kanser bize kader olarak sunuldu ama hepimiz biliyoruz ki kader değil, hayat çizgimiz içinde en az rastlamamız gereken hastalığa en sık karşılaşan ve yaşayan insan gurubu içinde olduk…

 

“Bir çay bardağı” Kazım Koyuncu’yu aramızdan aldı.

 

Henüz Laz türkülerini yeni yeni ve yeniden yorumlayıp, yeni ürünler verirken, en üretken çağında, en coşkulu anında aramızdan aldı götürdü… Onun toprağa düşmesi belki bir kansere karşı hareket başlatır dedik, devletin en üst makamı “kanser yok” demek için ‘bardak bardak çay içip’ ekranlardan şov yapma telaşı içindeydi. “Bir bardak çay” ile kanserin üzerini örteceğini düşündüler. Şov yapanlarda kanserden öldü. Kanser üzeri kapatılacak bir şey olmadığını her sene kaybettiğimiz canlardan öğreniyoruz…

 

Canımız yanıyor, kanseri “kader” olarak görmüyoruz…

 

Canımızdan bir daha toprağa düştü, her sene bizden birini toprağa verirken, toprağın halen radyasyon atması devam ediyor…

 

Gübre ile geldi zenginlik!

 

Toprak sadece radyasyon değil, toprağı çay üretiyoruz diyerek bilinçsizce, bilinçle gübre ile öldürdük. Devlet politikası olarak gübre çiftçilere sunuldu. Amerikan, Alman, İsrail gübresi artık bizdendi. Onların gübresi toprağa düştü, birken üretilen on oldu, vazgeçilmezimiz oldu gübre.

 

Gübresiz üretim, gübresiz kazanç olmazdı.

 

O kadar çok bağlandık ki gübreye, gübrenin maliyeti satılan üretilen malın fiyatını belirler oldu… Gübre toprağa serpildikçe, toprak üretiyor gibi sanal bir algı oluşturuldu… Ürün fazlaydı, fakirliğin çemberinden kurtuluşu gibi yansıdı çitçiye... Gübresiz ata üretim tarzı birden yok oldu, atadan kalan ne tohum kalmıştı ne de yaşam biçimi ne de eskiden vazgeçilmezlerimiz olan tarım ürünleri, yerlerini dışarıdan gelen ürünler aldı. Gübre hayatı ve orada ki yaşam standardını o kadar belirler oldu ki, tarlasında çalışan çalışmaz oldu, göçmen işçilerin yurdu oldu. Mevsimlik göçmen işçiler onlar için çalışıyor, onlar için gübreyi toprağa veriyor, onlar için emek toprak ile buluşuyordu.

 

Gel zaman git zaman Çernobil’de patlama sonrası kanser ile karşılaşıyordu. Aslında kanser sarmalına daha önceden bulaşmışlardı ama kimse bu kanserin artışını bilmiyordu. Gübrenin zararı gizleniyordu, zenginlik ve biraz değişen hayat standardı içinde…

 

Yaşayarak öğreneceklerdi…

 

Kanser öyle sinsi sinsi yaklaştı ki Karadeniz’e, farkına varıldığında artık çok geçti. Guatr hastalığı tedavisi için kurulan hastanelerin yanında kanser hastalığı için bölümler açılıyordu… Hastanelerde hasta sayısı artarken göreceli artmış olan yaşam kalitesinin sonucu “para ile tedavi” olacağı doktor arayışı anlamına geldi… Sağlık kavramı da değişmişti, “herkese eşit, ücretisiz” kavramının yerini, “parpası olana ve parası kadar tedavi ve parasına göre ilaç” devri açılmıştı… Parası olan parası ile tedavi olurken, parası olamayan hastanede sıra bekleyecek, belki öldükten sonra çekilecek MR için sırası gelecekti…

 

Gübre para getirmişti ama kazanılan parayı da sağlık sektörü ellerinden alıyor ve çaresiz bırakıyordu… Bir sarmalın içine bırakıldı Karadeniz insanı, o sarmal içinden çıkmak o kadar kolay bir şey değildi, çünkü toprak gübreye bağımlı hale gelmişti. Toprak, gübresiz bırakın yaşamayı nefes alamıyor, nefes yerine radyasyon kusuyordu. İnsanı da bu sarmalın içinde yeşilin, mavinin her tonu içinde her dilden sese karışıyordu…

 

Acının feryadı olmuştu Karadeniz…

 

Kanser sadece insanlarımızı aramızdan almıyor, kültürümüzü de elimizden almaya devam ediyor… Bir yandan gübreye dayalı tarım, diğer yandan Çernobil’in bitmeyen etkisi, diğer yandan para hırsı ile gözü dönmüş iş sahipleri, HES yapmak için geldikleri dereleri betona döndürdüler… Sadece dereleri mi, yaylarlıda “yeşil yol” diyerek ulaşma açanlar, orada küçük küçük yeni uydu köyler/ kasabalar kuruyor, cafeler, lokantalar, eğlence merkezleri yanında bir de maden sahası oluşturuyorlar... Sahili, “sahil yolu” diyerek denizden insanını ayıranlar, bu sefer yayaları da “yeşil yol” diyerek insanını dağlardan da uzaklaştırıyor. Dağlarda oluşmuş olan yayla kültürü, göçerlilikten kaynaklı olan hayvancılığında sonunu getiriyorlar…

 

Dağlar eskiden bizimdi, şimdi şirketlerin maden arama sahası oldu, o sahanın içinde utanmasalar gökdelenler yapacaklar…

 

Dağdan esen soğuk ve temiz havanın yerini madenden çıkan tozun, kullanılan siyanürlerin sızıntıları aldı. Yaylarda yeni yeni yapay göller oluşmakta, o göllerde de siyanürler yaşamaya, yaşama izin vermiyor. Evet, fotoğrafçılar için ileride mükemmel görüntü sunacak olan bu göller, aslında büyük bir kıyımın habercisidir.

 

Madenler, toprağın altındaki “değeri” çıkarıyor ama yukarıda yer alan değerleri, birikimleri yok ediyor… Orada yaşayanlar soruyor, yer altı mı daha değerli yer üstü mü?

 

Direniyorlar...

 

Devletin tüm gücünü arkasına almış, çirkef, para hırsı ile gözü dönmüş, projeler ile halkına yalan söyleyen işbirlikçiler ile Karadeniz başka açıdan da yağmalanıyor…

 

Karadeniz insanına “kader” diye dayatıyorlar, “fıtratında bu var” diyorlar, okullardan daha çok her mahalleye cami, caminin ulaşamadığı yere hoparlör bağlayarak sela seslerinin ulaşması için her türlü alt yapıyı kuran devlet, “direnmeyin kaderinize boyun eğin” demektedir… Boyunları eğenlerin kaderinde “ölüm” var, “her canlı bir gün ölümü tadacak” diye yazıyorlar camilerin kapsında dijital panoya…

 

Onlara ölüm kader ve kaderiniz sonuçtur, nedeni araştırmayın, yaşayın gidin demekteler… Kısaca sebep sonuç bağlantısını kurmadan sarmalın içinde savrulan, kalan sağlar bizimdir diyecekler…

 

Yağmalanmış, yok edilmiş bir çevre kültür, arkasında ne bırakır?

 

İsmail Cem Özkan

26 Aralık 2021 Pazar

İnanlar unutulmasın!

 İnanlar unutulmasın!

 

12 Eylül öncesi devrimcileri gerçekten devrim olacağına inanıyordu, inandığı için hayatını ortaya koymuş, bulunduğu mahallelerin dışına gidip, dayanışmayı canıyla ortaya koyardı. Sabahlara kadar yazılan kuşlamalar, belirlenen meydanlarda havaya atılır ya da otobüsün havalandırılmasına bırakılır, otobüs hareket edince durak ve yol kuşlama kağıdı ile dolardı. Mesaj halka verilmiş olurdu bu suretle. Bugün ki gibi teknoloji ilerlememişti, elde kalem, okunaklı ve büyük harfler ile yazılırdı… Keçeli kalemi olan şanslıydı, daha rahat yazıyı yazar bitirdi… Duvar yazıları gecenin karanlığında oluşurdu, güvenlik en önemli şeydi, gece sokağa çıkılması aslında bir anlamda eğitim sayılırdı, sokakların sessizliği pusuya müsaitti, her an bir pusunun ortasında kalıp, kurşun seslerinin içinde kalabilirdiniz…

 

Bizim medyamız 12 Eylül öncesi sokaklardı, duvarlardı, yollardı…

 

İnanmış insanların önemli bir bölümü 12 Eylül yenilgisi öncesinden de mücadelenin karmaşık zamanında da unutmaya başlamıştık. Bir kaç liderin ölüm tarihleri asla unutulmaz, bir kaç katliam artık gelenekselleşmiş anma günleri ya da korsan gösterilerin tarihi olmuştu... Yere düşen için cenaze töreni ve sonrasında bir pankartın üzerinde adı ve resmi çizilirdi. Sonrası ne oldu o afişlere? Hepsi unutulmaya bırakılmıştı sanki, bir çoğuna polis el koymuş ama sakladığına dair hiç bir kanıt mahkemelerde de çıkmamıştı, kısaca imha ediliyordu büyük olasılıkla... İmha edilenler devrimcilerin adları, anıları, mücadelesiydi bir anlamda. Unutuluyordu. Unutulmasın diye dergilere ilan veriliyordu ama onlarında yetersizliği bugün o dergilere bakınca daha net ortaya çıkıyor, çünkü ilanlarda doğum ve yere düştüğü tarihlerde de çelişkiler söz konusuydu.

 

Unutulmanın en acısı 12 Eylül sonrası yaşanan tarihsel bir kopmadan kaynaklandığına inandık, fakat o karanlık günlerinde yapılmayan arşiv çalışması mahkemelerde siyasi savunma adı altında derlenip toplanabilirdi, kaybettiğimiz arkadaşlarımızı bir rakam değil, gerçek kimlikleri ile ortaya koyabilecek ortam da yaratılabilinirdi, olmadı... Cezaevi koşulları ileri sürülebilir, kaynaklar kıttı, fakat yaşayanlar oradaydı, bir arada, birlikte olanlar geçmişin bir çalışmasını yapamadılar, koşullar yoktu belki de… Yurtdışında yaşanan aslında 12 Eylül öncesi ve sonrası üzerine bir gerçek anlamda çalışma yapılamadığının kanıtıydı, el yordamı ile olaylara bakılmış ve acil çözümler aranmıştı, belki bu yüzden ülkede panzer altında kalan solun dağılma süreci yurtdışında ki olayların iteklemesi ile oldu… Derleme toparlanma yerine dağılma, dağılmayı da birlik yaparak gerçekleştirmişlerdi…

 

Unutmak, acı bir gerçeği ortaya çıkardı; 90'lı yıllarda da tekrarlanan kaybedilenler, faili meçhul cinayetler bu unutulmanın eseri olarak karşımıza çıkacaktı...

 

Devrimci yapıların arşivi olmayınca, devrimcileri düşman görenlerin elinde büyük bir güç olmuş oldu, denenmiş ve başarılı olmuş uygulamalar tekrar tekrar denendi... Sonuç; acılar bıraktı anaların yüreğine…

 

Mücadele bilgi birikimi demektir, bilgi iyi kullananlar başarıya ulaşır, bilgiyi önemsiz görüp, yaşadığı ana çözüm arayanların başarısı tamamı ile tesadüflere kalır ve illüzyon arayışı içinde olur...

 

Toplumsal olaylarda tesadüfler olabilir ama o tesadüf gibi gözükenlerin de arkasında yer alan tarih ve birikim incelenirse tesadüf olmadığını görürüz...

 

Tarihi birikimi, geçmişi olmayan hiç bir hareket başarıya ulaşamaz...

 

Toprağa her düşen arkadaşımız boşuna düşmedi, onların kanları ile büyük bir birikim yaratıldı ama o birikimi doğru ve amacına uygun kullanıldığında bir anlamı vardır, toprağı düşenleri bir kaç göstermelik anmalar ile onurlandıramayız, onları eğer mücadele alanında yaşatırsak, onlar aramızda olur ve onların eksik bıraktığını tamamlayarak adımlar atabiliriz...

 

Solun arşivi konusunda birikim sağlayan anı kitapları yayınlandı, fakat büyük bir çoğunluğu ne yazık ki piyasa koşullarına göre yeniden düzenlenmiş ve sübjektif olan anıların daha da fluğlaşmasına ve inandırıcılığının ortadan kalmasına neden olmaktadır... Önemli işlevi olan anılarda bu koşullar altında ne yazık ki amacına hizmet etmekten uzaklaşmaktadır...

 

Bugün yaşadığımız sorun geçmişin destanı yazılması değil, önemli olan gerçeğe en yakın olanın resmi tarih söylemin dışında geleceğe bir şeyler bırakan anıların kitap haline gelmesidir... Büyük olduğunu kanıtlamak için büyük olayların sahibi olmak ne yazanı büyütür ne de hareketine katkı sunar, çünkü gözlerde büyütülen ne varsa gerçek ile çatıştığında yaratacağı hayal kırıklığı daha keskin ve daha derinden bir travma yaratacaktır...

 

Devrimcilerin geçmişindeki o saf, inançlı günleri hiç bir zaman gelmeyecek, bugün farklı bir dünya ve kültür var. Bugünü kucaklayamayan her söylem sadece nostaljik bir araya gelmelerin dışında fazla bir günlük hayata katkı bırakmayacaktır...

 

İsmail Cem Özkan

 

10 Kasım 2021 Çarşamba

Hayata nereden bakıyoruz?

Hayata nereden bakıyoruz?

 

“Denize düşen yılana sarılır” sözü vardır, bizim solun hali de sanırım öyle gibi. Sol, solcu olmayan ve fırsat bulduğunda solu ezen bir ideolojiye solcuymuş gibi sahip çıkması tarihin cilvesi midir ya da solcuların ahmaklığı mıdır diye düşünmeden edemiyorum. Ezilmiş olmanın, azınlığın azınlığı olmanın getirmiş olduğu bir katiline hayran olma durumunun sosyolojik olarak yansıması olarak mı okunmalıdır bir türlü karar veremiyorum.

 

İktidarı almanın yolu ittifaklardan geçer diye düşünenler, ittifak olarak gördükleri ideoloji ve onu temsil edenler ile iyi ilişki kurmanın getirmiş olduğu sadece özveriyi kendilerinin yapmış olduğu bir ilişki mi söz konusudur?

 

Kemalizm / Atatürkçülük adı verilen devletin de resmi olarak kabul ettiği düşünce yapısı içinde ne ararsanız bulacağınız her türlü uygulama söz konusudur. Eğer isterseniz Kemalizm’i faşist/ Nazi ideoloji ile bağını bulup, tarihi uygulamalar ile örnekleyebilirsiniz, eğer isterseniz ortanın solu diyerek, aslında temelde sol olmayan ama iktidara muhalefet yıllarında solmuş gibi ama sosyal demokrasi gibi olan davranışları da bulabilirsiniz...

 

Kemalizm / Atatürkçülük sol olmadığı ve hayata işçi sınıfı temelinden bakmadığı ortadır...

 

Peki, Kemalizm hayata nereden bakar?

 

Küçük sermaye çıkarından mı? İzmir konferansı ile aslında nereden baktığını, İş Bankası kuruluşu ile kimin çıkarının temelinden baktığını ilan etmiş olmasına rağmen, tarih içinde Demokrat Parti ile giriştiği iktidar mücadelesi ile zorunlu bir taraf seçmesi, sağın içinde mücadele göreceli olarak sola kaydırmıştır. Ecevit ile ortanın solu kavramı ile CHP gibi bir sağ parti sol görünümlü bir muhalefet partisi olmuştur. Hem kurucu parti hem de içinde sendika başkanlarını vekil olarak bulunduran parti... Her ne kadar sosyal demokrasiye yanaşmış gibi olsa da Ecevit iktidarında en çok sol yapılara karşı saldırılar olmuş, solu kontrol etmek için her türlü tedbiri almayı da kendinde hak olarak görmüştür, önemli olan devlettir ve devletin bekası için sol kontrol edilmeli ve kontrol altında tutulmalıydı...

 

Gerek görürse yasal TKP kurmak da devletin kurucularının göreviydi...

 

CHP'nin solunda bir parti olan SHP ise fazla solcu kalamamış, Deniz Baykal CHP'si içinde eriyecek ve sözde kurucu parti olma söylemi içinde kalacaktır...

 

Bu topraklarda sanki sol olmazmış, solcu yokmuş gibi bir algı oluşturulmuş ve solcu partilerde kendilerini göstermek için tek taraflı bir özveride bulunarak solmuş gibi muhalefet partisinin zorunlu destekçileri olmuştur...

 

Bugün Erdoğan’dan kurutulmak için önümüze tek bir seçenek sunulmaktadır, Kılıçdaroğlu'nu söylemi ile “itiraz etseler de biz ne karar verirsek o karamızı "tıpış tıpış" destekleyecekler” öz güveni ile sola karşı sağ söylemler ile siyaset sahnesinde yerini almış ve orada kendisini korumaya çalışmaktadır...

 

Bugün ülkemizde iktidar mücadelesi sağın sağ ile mücadelesidir.

 

Sol bu süreçte daha da yok olmaya ve binde bir oy oranı ile gözden çıkarılacak konumda olmaya devam etmektedir. Sol, Kemalizm söylemi ile ne kendisini anlatabilir ne de kitlesel boyutta bir yapılanmak için adım atabilir... Sol ve solcular Kemalizm ile yüzleşip, işçi sınıfının hakları için örgütlenmeli ve işçi sınıfı ideolojisine uygun bir arada yaşamanın koşulları için özgün politikalar üretmek ile yükümlüdür.

 

Bugün kurucu devletin partisi yoktur, kurucular artık tarihte yerini almıştır.

 

12 Eylül faşist darbesi ile kurucu olarak tarihi bağı olan parti kapatılmış, içinde yaşanan tartışmalar ve liderlik kavgası ve hizip mücadelesi sonlanmıştır. Son genel başkanı bile kurucu başkanlığı için mücadele etmek yerine yeni parti kurarak iktidara gelmiştir.

 

Osmanlı’dan sonra kurulan Ankara merkezli devlet, miras aldığı tüm sorunlar bugün de çözüm beklemektedir ve Kemalizm söylemleri ile ne bu sorunlar çözülüyor ne de bir arada yaşamanın ortamı yaratılıyor... AKP iktidarının “çözüm süreci” adı verdiği süreç toplum içinde değişik tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur, fakat onun öncesi olan süreç12 Eylül ile birlikte ulus devleti istikrarlı yapı bozulmuş ve yerini alacak kadar yeni bir devlet anlayışı hala oturtulamamıştır. Her ne kadar liberal ekonomi politika toplumun en küçük birimine kadar parçalanması ve alışkanlıklarını terk ediyor gibi gözükmüş olsa da karanlık noktalarda hesap vermeyen, hesap sorulamayan bir çok karanlık işler eskisi gibi devam ettiğini de yaşanan sonuçlara bakarak anlıyoruz.

 

Bugün hukuk sistemimiz tartışmalıdır, her ne kadar uluslar üstü hukuk iç hukukumuzun üstünde olduğuna dair imzalar atılmış olsa da iç içtihata bugüne kadar pozitif anlamında pek yansımamıştır, yansıyan boyutu sadece tazminat ödemeler şeklinde olmuştur. Hukuk sistemimizde yaşanan kaos varlığını bugünde korumasına rağmen, bayrak, marş söylemleri ile evlere çekilen bayraklar, her ulusal bayramda belediyelerin dağıttığı bayrak ve Atatürk birleşiminden oluşan flamalar, dini bayramlarda camilerden yapılan canlı yayınlar ve olduk olmadık zamanlarda merkezi olarak alınan kararlar ile camilerden okunan selalar ile ses/görsel üzerinden bir mücadele olduğunu görmekteyiz.

 

Eski ile yeni düzenin kavgası gibi sunulan bu mücadele yöntemi aslında iki kutup arasında üçüncü bir yolun kapanması anlamına gelmekte ve toplum seçeneksiz ve taraf olmaya zorlanmasıdır… Bugün sol adına Türk bayrağı ile mücadele etmek, CHP desteklemek adına hiçbir fark yoktur, sonuçta kime karşı ne sallandığını hepimiz bilinçaltına oluşturulmuş doğrular ile anlamaktayız, seçeneksiz, “tıpış tıpış” desteklemek…

 

Sol, bu ikilem karşısında seçeneği vardır ve o seçenek sonsuz olanak sunmaktadır. Solun önünde en önemli siyasi tercih, bir arada yaşamak, birlikte mücadele ederek kapitalist sitemin yaratmış odluğu tüm olumsuzluklardan kurtuluşun yolunu görmektedir. Solun görmesi onun o yönde kitlesel politika geliştirdiği anlamına gelmiyor, çünkü ulus devleti anlayışından kalan hala bir çok çağ dışı kalmış düşünce kalıpları içinde olaylara tepki vermeye devam etmektedir…

 

İşçi sınıfının marşı ve bayrağı vardır ve onlar ulusal olanın üstündedir...

 

İsmail Cem Özkan

12 Eylül 2021 Pazar

Tekrarlanan travma…

Tekrarlanan travma…

 

Bir daha geliyor 12 Eylül... Sürekli tekrarlanan travma günüdür, kayıplar, yasaklar, idam eldenler, göz altına alınanlar, işkence altında tutulanların istatistikleri tekrar tekrar yayınlanır... Geçmiştir ama aslında geçen sadece takvim yaprağıdır, acı ve yenilgi hala yerli yerinde durmakta, o dönemin delikanlıları bugünün dedesi ebesi oldu ama acılar daha dün gibidir. Acılar yaşlanmıyor, sevinçler, umutlu gözler üzerine yılların birikimi bindi yok etti ama acılar üzerine zerre kadar toz konmadı.

 

Yüzleşilemedi, acılar söylenemedi, gerçekler haykırılamadığı için 12 Eylül yaşıyor, devam ediyor.

 

İktidarda kim varsa onun ile birlikte devam ediyor demekteyiz, demekte de haklıyız, çünkü iktidar 12 Eylül karanlığından beslenmeye, oradan aldığı güç ile baskı mekanizmasını kendi lehine kullanmaya devam ediyor… Eğer bir iktidar 12 Eylül rejimi ile yüzleşirse o zaman o devamlılık sona ermiş demektir ama bunu yapacak bir lider ve onun yaratmış olduğu siyasi bir hareketten henüz söz edemeyiz. 12 Eylül rejiminde baskı gören muhataplar, muhatap olduğunu söylemek ile yetiniyor, onun için siyasi bir harekete ve kadroyu henüz kurmuş değildir.

 

12 Eylül günlerini bilgilerimizi ve acılarımız tazeleme günü olarak geçiriyoruz.

 

Yeniden bir yıl dönümü geliyor, her sene olduğu gibi bir daha yaşayacağız ya da kanıksadığımız için yaşadığımız 12 Eylül’ü anlamadan geçireceğiz, eğer anlamış olsaydık, zaten onun ile yüzleşmiş, hesaplaşmış bir hareketin varlığından haberimiz olurdu.

 

Sözde değil, yaşayarak anladık…

 

12 Eylül öncesi sanki yarın devrim olacakmış gibi bir balonun içinde yaşadığımızı darbe ile yüzleştiğimiz gün anladık. Yarın devrim olmadı ama gerçekler ile karşılaştığımız işkence merkezleri ve cezaevleri ülke sathında yayıldığını yaşayarak anladık. Sıkıyönetimden açık faşizme geçiş ve açık faşizmin ne olduğunu yenilgimiz ile gördük.

 

“Bak işte yaklaşıyor fırtına”

 

12 Eylül öncesi darbenin geldiğini dergilerde yazanlar, o yazdıklarına uygun bir davranış değişikliğine gitmeden kazandıkları “kurtarılmış bölgede” iktidarlarını korumayı seçmişlerdi. Küçük alanları çok abartıldığını ve devlet gücü ile oraya girip hepimizi bir bir aldıklarında geride bir duvar yazısı kaldı, o da kısa sürede silinecekti.

 

Fırtınanın içinde kalmıştık ve yalnızdık.

 

Sol geleceğini bile bile bekledi bir şey yapmadan, "hele bir gelsin, bak nasıl bir direneceğiz" dediler, geldi direneceğini söyleyenler merkezi olarak dal'da sallanıyordu, her türlü işkence yönteminden geçtiler.

 

Bir çok devrimci işkencehanelere bıraktı bir çok son nefesini, bir bölümü dar ağacında, yenildik...

 

Bir arada olamadan, tek tek yendiler bizi...

 

Eğer bir arada olabilseydik, birlikte davranabilseydik, bir olup geleceği birlikte oluşturabilseydik 12 Eylül bugün yaşıyor olamayacaktık...

 

“Yıllardan sonra, yollardan sonra
Şarkılar söylüyor çocuklar”

 

Yüzleşmek gereklidir, özeleştiri yapması gerekenler yapması beklenirdi ama onun içinde bir siyasi atmosferin oluşması şarttı, olmadı. İşler teorilerde ve beklentilerde olduğu gibi gelişmiyor. Tüm ülkeye seslenen haber bültenleri özgür ve bağımsız olduklarını göstermek adına 12 Eylül günlerinde işkencelerde son nefesini vermiş devrimci hareketlerin liderlerini ekrana çıkarıp onların görüşlerini alıyorlardı bir zamanlar, “açılım günleri” denilen günlerde. O günlerde ülkede bir hava estirilmiş, yüzleşme kaçınılmaz diyerek alkış tutanlar, iktidarın birer yan değneği olurken, ekranlardan seslenen eski liderler vardı. Elbette doğru şeyler söylüyorlardı, elbette “12 Eylül devam ediyor” derken haklılardı. Zaman içinde o liderler iktidarın beklentisini karşılamadığı an, ekranlar ve mikrofonlar onlara uzanmamaya başladı ve onların adına konuşacak yeni figürler buldular ve tartışma programlarının kadrolu konuşmacısı oldular…

 

Zaman bizim acımızı yok etmemişti ama bakışımızı değiştiriyordu.

 

12 Eylül darbecilerin başarısının göstergesiydi iktidarın ezilmişler üzerinde ki baskısı olan devlet. 12 Eylül’e bakışlarda bir sorun vardı, “yenilgi” vurgusu yapanlar esas sorumluların sorumluluğu gözden kaçırılıyor ya da üstü örtülüyor gibi bir his oluştu yıllar içinde bende. Sanki biz “güçlüydük, haklıydık ama gücümüz yetmedi, onlar devlet olanakları ile üzerimize gelirken tam hazırlanamadığımız için ya da ona uygun hareketimizi yönlendirecek kadar idare edemediğimiz için yenildik” vurgusu kulağımızın arkasına üfleniyor gibiydi. Bol bol cezaevinde çekilmiş fotoğraflar paylaşılıyor, orada açık görüş ya da havalandırmada pijaması, eşofmanı ile “habersiz çek kardeşim” pozları sosyal medyada paylaşılan fotoğraflar olmuştu 12 Eylül.

 

“Ne geçmiş tükendi ne yarınlar
Hayat yeniler bizleri”

 

Bir de olaya başka açıdan bakalım; 12 Eylül geleceğini gören ama ona göre örgütlenmeyen devrimciler yüzünden başarılı oldu, askerler çok başarılı oldukları için iktidarda kalmadılar… Eğer geçmişi gerçek anlamda tanımlayabilseydik, yaşadıklarımızı romantik bakış dışında maddi koşulları ve “öyle olması gerektiği için öyle oldu” demek dışında bir açıdan bakarak değerlendirmiş olsaydık, belki bugün başka yerde olurduk.

 

Bugünden geçmişe doğru baktığımda, 12 Eylül üzeriden yıllar geçmiş olmasına rağmen, bir çok iktidar değişmiş, bir çok siyasetçiyi öğütmüş bir sistemde etki - tepki yasasına uygun bir toplumsal olaylardan hareket çıkarma umudu içinde olanlar geçmişi anlayabildiklerini düşünmüyorum.

 

İsmail Cem Özkan

7 Eylül 2021 Salı

Ötekinin ötekine propagandası…

Ötekinin ötekine propagandası…

 

“Aleviydi babam, belki sadece alevi olduğu için öldürüldü ya da işçi sınıfı mücadelesinde sanayi bölgesinde çıraklar daha iyi hayatları olsun diye… O bir solcuydu, solcu olmasını belki de kendisi seçmedi, dini inancı dolayısı ile ötekileştirildiği için solcu oldu.” Diye içini çekiştirdi bugün yaşadıklarına bakarken babasını düşündüğü zamanlarda.

 

Babası bir sanayide öldürülmüş ve katili bulunamamıştı. Bulunması da zaten şaşırtıcı olurdu, devlet için öldürenlerin olduğu yerde katiller her zaman korunacaktı.

 

"Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de...!" diyecekti ülkemizin ilk kadın ve sanırım son kadın başbakan olacaktı.

 

Babası solcu oldu, solun işçi sınıfı ile bağlantısı olduğunu öğrendi, çünkü Alevi olmak bile başlı başına var olan cumhuriyette öteki olmak anlamına geliyor ve yok sayılanların yok edilmek istendiği bir ulus devleti düzeni kurulmuştu.

 

Devlet eli ile katliamlar oluyor, devlet eli ile asimilasyon.

 

Yatılı okullar zaten Alevi, Kürt çocuklarını alıp Türkleştirme merkeziydi, adına da medeniyete ve devlete bağlı nesil yetiştirmek. Bir katliamdı yatılı okul ama öyle süslü cümleler ile anlatılıyordu ki, güya adam olmak için olmayan köyde, çünkü Alevi’nin köyü yoktu, o olmayan köyde yaşayan çocuklar okusun adam olsun diye devletin hizmeti olarak sunulmuştu. Olmayan inancın çocukları olan bir inancın ve mezhebe sahip, devletine bağlı bir çarklının dişisine dönüşüyordu. Ezilmişlikten, yok sayılmaktan kurtuluşu olarak yatılı olular ve öğretmen okulları oluşturulmuştu, ezileni ancak onlar gibi gözüken ama artık eğitilmiş bireylerin silah kullandırılması ile çözülecektir…

 

Ezilmişlik, yok sayılmak ve adam yerine konmak. Muhatap olmak bile başlı başına ötekileştirilmişler için önemliydi.

 

Öldürülüyorduk ama muhataptık!

 

 Solcuyduk, işçi sınıfının içindeydik, zaten bize başka yer de bırakılmamıştı, “işçisin, işçi kal” denmişti, hizmet sektörünün dilsiz ve her denileni yapan ve yüzünden gülücük eksik olmayan bir gecekondu insanları olmuştuk. Cezaevleri de bizim oradaydı, devletin sürgünler için oluşturduğu varoş okullarda. Müfredat, talim terbiye...

 

Terbiye ediyorlardı cezaevi ve okullar ile…

 

Hizmet sektörüne yetişmiş elemana ihtiyaç vardı, yetişmenin birincil kuralı; itaat / biat et… Etmezsen zaten işten atılıp, açlık ile sizi terbiye edeceklerdi, oluşturulan şehrin kenar mahallesinde. Bize kenar mahaller kalmıştı ne yolu ne de alt yapısı olan yerler. Bir gecede oluşturulan evler ile oluşturulan mahallerin çocukları olmamız bize verilmiş yaşam alanıydı ve orada şehirde yaşayanlara her türlü hizmeti verecek halde kalmamıza izin verilmişti. Bu sayede ülkenin değişiminde bizim katkımız dolaylı olarak olmuştu, kas gücü ile çalışan ve şehirdekilere göre sürekli doğum yapan yabaniler! Çingene’ydik, Alevi’ydik, Kürt’tük…

 

Ötekilerde homojen değildi ama şehirde yaşayanların sadece onlara hizmet edenler bilirdi, polisi bilirdi, askeri bilirdi homojen olmadığımızı ve aramızdaki çelişkileri kullanıp, ezilmişi ezilmişe karşı düşman kılmak ve bir arada olmamaları için ayrı ayrı mahaller oluşumuna izin verildi. Çingene Mahallesi, Alevi, Kürt… Hem Alevi hem de Kürt olanlar için ise artık kim nerede kendisini yanılmıyorsa, Kürtler de mezhep ayrımı keskindi, bir birinin sanki kanlısı gibiydiler, geçmişte yaşanmış ulusal direnişin ulusal olan yenilginin travması mezhep ayrımı ile ortaya çıkmıştı… Ulus devletinin efendileri biliyordu hepsini ama ulus devletin tebaası bilmiyordu gecekondu mahallesinde yaşananları, zaten oraya yakın geçen yoldan geçerken burunlarını kapatır, bir pislik gibi bakarlardı o yaşanan bölgelere, dağın, tepenin üzerine oturmuş gecekondular… Evlerinin penceresi o tepelere bakacağına Çankaya’ya bakar halde inşaat edilmişti!…

 

Gecekondular bir gün şehri kuşatacak ve o şehri zapt edecekler ama tarih öyle akmadı…

 

Gecekondular şehrin etrafında varoşlara dönerken, hakim din ve mezhebi de bu gecekondu mahallerini varoşlara dönüşürken kuşatmıştı, gecekonduda yaşayanlar bunun farkına dahi varmadan, ev sahibi olduğunu düşünürken tüm mahalleleri de ellerinden alındı ve hakim mezhebin birer arka sokağında oturan ötekiler olmuşlardı… Ötekilerin mahallesi, öteki olarak görülen resmi ideolojiye aykırı ama iktidardan hiçbir zaman uzaklaşmayan iktidarın gizli ortaklarının açıkça iktidara geldiği süreç varoşlaşma sürecidir.

 

Gecekonduda yaşayanlar için lüküs hayat başka şey ifade ediyordu. Derme çatma, her yerinden rüzgar geçen evler birden rantın ortasında kalmış, apartman yapılmaya başlamıştı…

 

“Hey
Lüküs hayat lüküs hayat
Bak keyfine yan gel de yat
Ne ömür şey
Oh ne rahat
Yoktur eşin lüküs hayat”

 

Lüküs hayatı çalışırken gördükleri apartmanda yaşananlar olarak algılamışlardı, şimdi onlara da fırsat doğmuş, devlet arazisi olmuş özel mülk, özel mülk yeniden daire sahiplerinin parası ile oluşan ortak yaşam… Ortak yaşamda bu sefer onu komşuyu tanımaz olmuştu, ne kapı açılıyor ne de kapı kapanıyordu. Başlarda bir birine gidenler birbirine gitmez olmuş, sürekli değişen kiracılardan oluşan bir kısır döngünün parçası olmuşlardı…

 

Şehir kuşatılmıştı ve kuşatılan şehir mutlaka bir gün teslim olacaktı, çemberi yırtıp gidenler ise yeni kurdukları deniz kenarında şehre yerleşmişler, oranın ne kadar pahalı olduğu propagandası yapılır olmuştu. Bir lahmacun kuşatılan şehirde birkaç lirayken oralarda çift sıfırlı rakamlar ile ifade ediliyordu. Yeni hayat, yeni insan diye sunulan aslında türban giydirilmiş eskinin modernize ederken yeni bir başka hayatı dayatıyorlardı. Hakim din ve mezhep kontrollü olarak kendisini iktidar olarak sunmuş ve bu sunulan yeni yaşamda bazı açılımlar söz konusu olacaktı ama o açılımlarda çıkarlara dokunulduğu an potinin yerini takunya, askeri kıyafetin yerini dini kıyafet alacak ama sadece elbise değişiminden başka şey ifade etmeyecekti ezilenler için. Kurucular modern batı yaşantısı yerini Ortadoğu’nun yaşam ve bakış açısı alınca baskı daha kanlı olarak kendisini hissettirdi.

 

Canlı bombalar hep ötekini öldürdü… Devlet zaten hep ötekini öldürerek homojen ulus devlet yapmaya çalıştı, ulus devlet oldu ümmet devlet ama ötekiler hala hep öteki olarak kaldı, hiç biri iktidardan faydalanamadı, faydalanan ötekilerden devşirilmiş birkaç insan…

 

Devşirilenler hep daha fazla ötekine eziyet etmiş, işkence yaparken en acımasız olmuş… Öteki hep aynı nakaratı binlerce yıldır söylemekte;

 

Yürü bire Hızır Paşa 

Senin de çarkın kırılır 

Güvendiğin padişahın 

O da bir gün devrilir.

 

Yaşananlara bakıyoruz devirler yıkılıyor ama hükmedenler “Osmanlı’da bitmeyen oyun” gibi onlar hep yıkılan koltuktan başka koltuğun üzerine yıkılıyor, domino taşı başka domino taşın üzerine yol alır…

 

İsmail Cem Özkan

2 Eylül 2021 Perşembe

Tiyatro izleyicisi…

Tiyatro izleyicisi…

 

Tiyatro izleyicisinin bir kültürel birikime ihtiyacı vardır, hatta geçmişte tiyatroya giderken özel kıyafetler giyilir, günlük olan işler tiyatro için ertelenir ve orada olmak bir ayrıcalık anlamını taşırdı. Peki, ne oldu da tiyatro izleyicisi oyuncuya karşı saygısını kaybetti ve sadece eğlenmek ve vaktini geçirmek için gider oldu?

 

Neo-liberalizm, ulus devletinin temeline dinamiti koyup patlaması ile birlikte “para bende istediğim yerde istediğim gibi davranır, istediğimi giyinir, istediğim gibi paramın bana verdiği özgüven kadar konuşurum” anlayışı günlük hayatın vazgeçilmezi olunca, elbette bundan tiyatro izleyicisi de nasibini aldı. Liberal ekonominin çarkı elbette tiyatro sahiplerinin de niyetlerini bozdu, onlar “sanat için” değil, daha “fazla para” kazanmak için “her yol mubah” anlayışı siyasetçilerden sonra işverenlere de sirayet etti, o yüzden seyirci neden hoşlanıyorsa, hangi oyun tutmuşsa onun benzerleri ile salonları doldurmak kaygısı da bu değişimin içinde yerini aldı.

 

Bizim ülkemizin tarihi bir darbe ile değişti, darbe olmadan zaten değişeceği önceden belirtilmişti ama insanımız “anlama güçlüğü” çektiğini darbe yapanlar ve ülkemiz üzerine karar alanlar düşündükleri için alınan kararı “darbe” ile taçlandırıp, zor ile “ölüm korkusunu” kullanarak kabul ettirdiler gelmekte olan neo - liberalizm çöküşünü. Liberalizm her ne kadar “özgürlük” gibi sihirli bir kelimeyi kullansa da sihirli kelimeleri kazıyınca altından “felaket” çıkacağı belliydi, o güne kadar var olan yarı topal yürüyen demokrasicilik oyunu tekerlekli sandalyeye mahkum kalacaktı. Demokrasi, kışladaki askeri tişört ile gidip ziyaret etmek olduğunu düşünenlerin, var olan yasaları delmekle ya da yok saymakla keyfi bir özgürlük anlayış üstten alta doğru işlendi. Eğitim sistemi yeni düzene uygun tarihi söylemler ile yeniden düzenlendi. Talim ve terbiye heyeti toplumu terbiye edecek yeni argümanlarını PR çalışması yapan uzmanların eli ile geliştirdi ve istenilen kıvamda ılımlısından bir İslami devletin çarkı Suudi Arabistan’dan Rabıta içinde geldi. Gerçi bizim topraklarımız bu işe yabancı değildi, meşhur Trioya Savaşında atın içinde kaleye sızan askerlerin katliamı ve hile ile gelen zaferin sarhoşluğu kısa zamanda zafer kazananların trajedisine dönüşecekti, ama bizim yakın tarihimizde öyle olmadı, onlar Rabıta olarak geldikleri topraklarda Rabia oldular…

 

Tiyatrolarda bu değişimden etkilenmemesi mümkün değil, çünkü tiyatro hayatın ta kendisiydi ve hayat inişleri ve çıkışları ile devam ediyordu, bizde daha çok çöküşleri ve ulus devletinin oluşturmuş olduğu tüm birikimlerin yağmalanması ile devam ediyordu. “Satacaksın - sattırmayacağım” Hacivat Karagöz oyunu bir bakmışsınız sahneden TV ekranlarında tartışma programlarına yansımış, bu çok alıcı tartışmanın ve yönteminde tiyatro salonlarına yansımaması mümkün değildi, yansıdı da… Mizah yapıyorum diye şarlatanların ortalıkta darbeciler ya da onların sivil haline şirin gözükmek için siyaset üstü yeni mizahı tiyatro eserleri ile turnelere çıktılar ve bol bol seyirci topladılar.

 

Turne para demektir ve İstanbul dışında seyircinin cebinden para almak olduğunu kısa sürede tüm tiyatro sahipleri keşfetti. Ulus devleti zamanında tiyatro seyircisini “oluşturmak” ve “eğitmek” için gidilen turne şehir ve kasabalarda artık eğitim değil, “parayı topla” ama nasıl toplarsan topla anlayışı ile tiyatro salonu olmayan sinema salonlarının en ince sahnesinde Hacivat ve Karagöz perde oyunu gibi en az oyuncu ile seyirciyi mutlu etmek daha çekici geldi…

 

Seyirci mutluysa ve popüler oyunculardan oluşan bir tiyatro gelmişse yaşadıkları yere, elbette parasına kıyacak ama günlük kıyafetleri ile gidecekti, çünkü sinema seyreder gibi algılamışlardı, sinemaya gidersin, çekirdek çitleyerek filmi izler, hatta gerek olursa yanındaki ile sohbet ederek sinemanın keyfini çıkarırsın…

 

Sinema izleyici ile tiyatro izleyicisi arasında farkı dahi bilmeyenler parası için salona alınıp, onlara hiçbir açıklama yapmadan oyun kısa sürede oynanıp, meşhur sanatçılara bakılıp geri dönülürdü... Zaten o zamanda diziler ve sinemalarda müzik endüstrisinin arabesk tarafının parasın boldu ve tüm yapımcılar usta oyuncuları arabesk sanatçısının yanında yan oyuncu olarak oynatarak arabesk sanatçısının zayıf, beceriksiz ve oyun gücünün olmadığını usta oyuncunun gölgesinde gizliyorlardı…

 

Usta oyuncularda yeni düzende kaldıkları işsizlik korkusu ve paranın sıcak yüzü yüzünden arabesk film furyasından cep harçlığı biraz da akşamları takılacakları kadar para karşılığından arka arkaya çekilen filmlerde fazla enerji harcamadan oynuyorlardı. Onlar için aldıkları para önemliydi, kariyerlerinin hiçbir yerinde o filmlerin ismini dahi geçirmeyeceklerdi nasıl olsa, geçici bir süreç için katlanılması gerek şeydi, zaten bir çok oyuncuda 1402’lik olmuştu, yani işinden kovulmuş ve ödenekli hiçbir tiyatroda çalışmalarına izin verilmiyordu. Usta oyuncuları bir anlamda açlık ile mecbur bırakmışlardı. 

 

Arabesk öyle tesadüfen çıkan bir şey değildi, liberal ekonominin çarkı için arabesk bir kuşağa ihtiyaç vardı, çünkü iç savaştan çıkmış bir ülkede insanların kederlenip dağıtacağı bir atmosfere ihtiyaç vardı, o alanda doldurulmuştu. Arabeskin yükselişinde Rabıta’nın pek rolü yoktu, o yüzden Arabistan rüzgarı geldi ülkeyi kuşattı diye bakmamak gerek, bizim arabeskimiz milli ve yerliydi! İşkence hanelerinde çalınan “Türkiyem Türkiyem Cennetim” parçası hiç değildi… Neyse ki o parçayı biri satın aldı da radyo ve ekranlardan çalınmaz oldu…

 

Sinema salonları dolup dolup boşalıyor, filmine göre sinema önünde mendil ya da jilet satılıyordu. Elbette sinema izlerken mısır patlaması ve cola vazgeçilmezdi. İlk flört edenler partnerinin elini tutmak ve küçük öpücükler kondurması için elde mutlaka bir şey olması gerekliydi.

 

Sinemada yemeden içmeden zaten film seyredilmez!

 

Çapkınların ile milli olduğu yerlerdi, zaman içinde öyle bir değişime uğradaki bu çapkınlık ve alanları bugün hepsi sanal oldu ama eskiden sanal değil, hayatın içindeydi. Liselilerin çay partileri, üniversite öğrencilerin doğa gezi aşkı, sinema salonları ve şehirlerine gelen tiyatro salonları… Tiyatro salonları sinema salonları gibi algılanması yeni değildi ama parası olan kız arkadaşına daha fazla hava atmak adına tiyatroya gidip cilveleşiyor, arka koltuklardan ön koltukta oturanı rahatsız edecek kadar sohbet içinde oyunu karanlık salonda izliyordu.

 

Salonlar para için doluyordu, popüler oyunlar sahnede, tek kanallı Türkiye ekranlarından kim gösteriliyorsa, onların oyunları kapalı gişe oynuyordu. Ekrana çıkıp görünmek seyircisi olan bir tiyatroda oyun oynamak anlamına geliyordu liberal ekonominin dişlisi içinde.

 

Popülizm liberalizmin olmazsa olmazıdır, popülizm olmadan sanki liberalizm olmayacak gibi, popüler olanlar daha özgür olduklarından dolayı olsa gerek bir ilişki doğmuştu… “Parası olan popüler olur, popüler olan para kazanır” ikilemi artık hayatımızın içindeydi ve ünlü olanların sahne aldığı oyunlarda seyirci alırdı…

 

Elbette bu da oyuncunun üzerinde büyük bir baskı ve yük getirmişti, çünkü popüler olmanın ekrandan geçtiğini ve ekranda muhalif birinin çıkma olasılığının düşük olduğunu biliyordu oyuncu, aptal değildi ya elbette bilecekti. Popüler olmanın birincil koşulu göz önünde olmak, her kesime seslenir olacak şekilde ortaya yuvarlak cümleler kurmak, taraf olmamak, olursa eğer taraf “mili takımı” tutmak gibi genel doğrular oyuncuların ve tiyatro sahiplerinin ortak mutabakatı olmuştu… Kısaca muhalif olmayacaktı, sevilen oyuncu sevimli halini korumak ve gözle görünür olmak zorundaydı. Bunu zaten kısa sürede modern söylem ile “deneyimleyeceklerdi”. Muhalif olanlar açlık ile sınava girerken, popüler olanlar gösterişli kıyafetler ile magazin programların konuğu oluyorlardı… Elbette tüm oyuncular için bunlar söz konusu olmaz, bazı büyük oyuncular kendilerini devlet ve şehir tiyatrosu şemsiyesi altında kendilerini koruyacaklar, elit oyunlarda gözüken elit tiyatro oyuncusu ve sahipleri kendi klasik seyircini koruyacaklardı…

 

Tiyatro mevsimi yeniden açılıyor ve bazı eski tiyatro seyircisi gittiği oyunca cep telefonsuz, oyunu yasak olmasına rağmen kayıt altına alan, yüksek ses ile konuşan, cep telefonu olmayan tableti ile oyun oynarken oyunu dinliyor olmasını kabul edemiyorlar, ah diyorlar o eski seyirci nerede? Tiyatro seyircinsin eğitilmesini rica ediyorlar saf saf… Seyirci zaten eğitilmiş, eğitildiği için öyle davranıyor dersek bu sefer o saf izleyiciler bize kızacak! Uzun yıllardır ülkemizde “para bende her şeyi yaparım, parası olmayan parası olanın kölesi olur ve muhtaç olduğu için dini bayramlarda “sadaka-i fıtır” alır. Devletimiz bu arada fakirin oyu mubahtır diyerek oyunu fakir fukara fonundan fonlandırılır, fakire seçim öncesi dağıtılan maddi artık neyse sandıkta oy olarak döner, dönmeyen oy ise cemaatler içinde dönecek şekilde o fakir eğitilir. Cemaatler fakirden aldığını fakire vermez, zenginden gelen bağışı fakire dağıtıyormuş gibi, dinsiz/laik ülkemizde cami fazlalığı olan yere bir de daha büyüğü ve daha gösterişli cami yapma yarışına girecek kadar işi ilerletmiştir. Camisi çok güzel olan elbette cemaat çekecektir, ne kadar büyük ve güzelse cemaati o kadar büyük ve geliri bol olur, tıpkı popüler olan oyuncu gibi… Sonuçta hayatımızı belirleyen paradır ve paranın sıcak yüzü aşkına dostlar üzerinden para kazanılacak birer tüketici oluverir…

 

Tiyatro perdelerini açıyor, devlet ve özel tiyatrolar parayı veren idarenin izin verdiği kadar oyunu sahneye koyacak. Özel tiyatrolar elbette para kaygısı ile kiralık salon arayacak, oyun için en az masraf gözetilecek, en az ekip ve her işten anlayan çalışma arkadaşları ile oyunu kotarma telaşında olunacak. Tiyatro sahipleri “biliyorsunuz arkadaşlar, ekonomik olarak dar boğazdayız, biraz sabır” diyecek oyucusuna… Ve en az maaş ya da oyun başına cep harçlığını sunacak, “ya benimlesin ya da başka tiyatronun oyucucusun” diyecek… Tiyatro “aşkı için” sahneye çıkanlar, bir de “aşk yanında para da lazım” diyenler, “aşk ekmeksiz olmaz” diyenlerin söyleyecekleri söz de kahve köşesinde bir dizide acaba oyuncu olur muyum kulisinde olacaklar büyük olasılıkla… bazı devlet ve şehir tiyatro oyuncuları tok oyuncu olduklarından olsa gerek her türlü dizi ve sinema rolünde kurumundan izin alarak ek gelir elde ederken hiç işsiz kalmış, ekmek ile aşkı arasında kalmış oyuncu arkadaşlarını düşünmezler, daha fazla rol, daha fazla dizi, her yerde yüzünü gösterme telaşı, ne de olsa popüler olmak para demektir bu zamanda…

 

Ben seyirci koltuğundan sahneye bakanlardanım. Yanımda oturan cep telefonu açıp oyun oynamasından rahatsızlık duyuyorum ama yapabileceğim bir şey yok, çünkü parasını vermiş, gelmiş oturmuş koltuğa. Kendisini sinema salonunda sanan ama izlediğini zaten anlayacak kapasitesi olmayanın can sıkıntısını giderişi sırasında sahne ışığı ile cep telefonu ışığı arasında sahneden geleni anlamaya çalışmak ile geçireceğim. Elbette tiyatro izlerken sadece izlemek yetmez, zaman nakittir diyerek oyun sırasında iş takibi yapan izleyicilerde olacaktır, onlar para mı kaybetsinler benim gibi seyirciler yüzünden.  Bir de toplu bilet alıp da salona gelen kurum çalışanlarının bir biri ile işyerinde olanların dedikodusunu oyun zamanına getirip yapanlar, onlar dedikodusuz mu kalsın, aşk olsun dedikodu bir anlamda terapi değil mi, oyun zamanında bedava terapi yapanlar… Ödenekli tiyatroya gelen siyasilerin çocukları ya da kendileri üstelik iktidarda bir de söz sahibi ise gelenler, gerek olduğunda oyuncuya müdahale ederek “burası siyaset salonu değil, öyle konuşma, durduk yere iktidara taş atma” diyerek protesto edenler… Ağzından sakızı çıkarmadan birde balon yaparak oyunu izleyen en sırada oturan arkasından dayısı ya da babası olan siyasilerin yakınları, elbette oyunu sinemada izler gibi izleme haklarını kullanıyorlar, seçilmişlere “laf yok”, atanmış zaten oyuncunun üstünde bir Demokles'in kılıcı gibidir, oyuncunun kaderi cimer’a şikayet edilecek kadardır, soruşturma, hakaret davaları, tazminatlar... Kısaca sahnede olan, seyirciyi veli nimet olarak görür ve sesini çıkaramaz! Çıkarırsa “yandaş” medyanın hedefinde, uslanmaz bir muhalif olarak sunulur ve elinden popülaritesi alındığı gibi ekmek kazanma yolu da tıkanır…

 

Liberalizm sizin bildiğiniz gibi, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” değildir, geçiş ücreti bile günümüzde devlet güvencelidir, geç ya da geçme senden alır o parayı!

 

Tiyatro sezonu açılıyormuş, üstelik seyircili. Seyircisi bol, alkışı hiç eksik olmasın oyuncaların ve tiyatro salonlarının.

 

İsmail Cem Özkan

31 Ağustos 2021 Salı

Bağımsızlık hepimizi kucaklar mı?

Bağımsızlık hepimizi kucaklar mı?

 

Bir ülke ne zaman zafer gününü kutlasa, ne zaman bağımsızlık günü yürüyüşü yapsa ya da ulusal bayramını kutlasa bende hep bir soru oluşur, acaba bu tüm milletçe kabul edilen ulusal/ dini günler milletin hepsini mi mutlu ediyor? Çünkü, teoride ulus devlet kavramında yer alan homojen devlet pratikte karşılığı yoktur, en homojen devlet olarak kabul edilen Fransa ana karadaki devleti bile homojen değildir, sokakta Fransızca, evde Almanca konuşulan büyük bir bölge söz konusudur. Kısaca ulus devleti mantığı içinde yer alan homojen tek ırkın, tek dinin, tek lider, tek ütopya, tek vatan, tek bayrak kavramının aslında tek olmadığı ve sorunlar ile uğraşıldığını görmekteyiz.

 

Ulus devleti, faşist devlet sürecinde tek lider etrafında toplanmış, tek ütopya ya da ülkü dedikler ideal bir toplum için kendi vatandaşına her türlü zulüm yaparak, farklı cinsel tercihi olanlar, vücutlarında bir uzvu eksik olanlar, algılama ve anlama yetkisi normal insana göre düşük olanları yok etmeye kadar işi ileri götürmüştür. Çünkü, milletin onuru hiçbir eksikliği kabul etmez, ideal insan ancak o toplumun tümü için geçerlidir ve elinde olsaydı o dönemde ideal nesil üretim için genetiği ile oynanırdı.

 

Ülkemizde de ulusal bayramlar vardır, tıpkı diğer ulus devletlerinin olduğu gibi. Bizim “bağımsızlık günümüz” yok ama onun yerini alan bayramlarımızda mevcuttur. Aslında tarihte bağımsızlık günümüz vardı, Osmanlı devletinden miras kalan ama o gün de zaman içinde işlevsileşmiş ve bir karar ile yok edilmiştir. Bugün Abide-i Hürriyet Meydanı ve anıtı sessizce bir adalet sarayın arkasında unutturulmaya bırakılmıştır.

 

Bir ülkede eğer ulusal/ dini bir bayram kutlanıyorsa, orada kendisini dışlanmış, ötekileştirilmiş hisseden önemli bir kesimin varlığının olduğunu düşünürüm, çünkü ben ezilenlerin durduğu yerden bakmanın demokrasi kavramı için gerekli olduğunu kabul ederim. Çoğunluk bakış açısında demokrasi olmaz, ancak onlar için “istikrar” daha önemlidir ve istikrar için zor ile bir şeyleri bastırmak ya da yok saymak normaldir. Olaylara ve kutlamalara azınlık ya da öteki olarak bakarsanız ülkenin demokrasi ve hoşgörünün ne kadar gelişmiş olduğu ya da yok sayıldığını daha rahat görürsünüz.

 

Ezilenler ve ötekiler açısından bakıldığında bayramların anlamı kutlanan anlamından farklılaştığını göreceksiniz, çünkü ezilenin kutlayacağı bir kitlesel bayramı olmadığı gerçeği ile karşılaşırsınız.

 

Günümüzde ülkemizde de dini ve ulusal bayramlar mevcuttur, bayramlar iktidar ile muhalefetin birbirine karşı güç gösterişine dönüşmüş durumda. Merkezi hükümette yer alanlar dini bayramlar daha önemlidir ve o günlerde sandığa yansıyacak her türlü etkinliği devlet olanakları ile yerine getirerek, seçim için harcayacağı bütçesi için bir anlamda tasarruf yapmaktadır. Kısa tarihimiz içinde devlet gerek görürse soğan patates dağıtacağı çadırı kuruyor, seçim olduktan sonra hemen o çadırları kaldırıp sanki sorun çözülmüş gibi davranabilmektedir. Muhalefet ise kendisine biçtiği kurucu parti misyonundan yola çıkarak ulus devleti anlayışıyla muhatabına karşı belediyeler eli ile kendi bakış açısıyla seslenmektedir.

 

Ümmetçi bakış açısı ile ulus devleti bakış açısı bugün yaşadığımız neo- liberal küreselleşmiş dünya politikası ve stratejileri ile uyumlu mu? Sorusu aklınıza gelmiştir sanırım, bu soruya yanıt verirsek, aslında her iki bakış açısı var olan ticari yaşam ve para hareketini incelersek çağın dışında kalmış ama emperyalist ülkelerin üçüncü dünyaya dayattığı politikanın gönüllü muhatabı olduklarını görürsünüz…

 

Ulus ya da ümmetçi bakış ile yapılan tüm bayramlar aslında asimilasyon için birer silah ve öteki olanın üzerine açıkça baskı yapmanın aracına dönüşmüştür. Demokrasi, eşitlik, bir arada yaşam gibi kavramları çöpe atan bir bakış açsına sahip olan bir Hacivat - Karagöz oyunu ile karşı karşıyayız. Demokrasicilik oynayan iktidar ve muhalefet, toplumu “ya o ya ben” seçeneği ile “kısır döngüye” sokup yozlaşmış, her türlü ahlaki kavram yokmuş gibi yapan bir anlayışı dayatıyorlar. Demokrasi; öteki ve ezilenin haklarına duyulan saygı ve yasal güvence ile ölçülür, bir ülkede demokrasinin varlığı sadece seçim sandığı değil, aksine ötekilerin hakları yasal olarak güvence altına alınıp alınmadığı ve onlara yönelik negatif ayrıcılığın yerini pozitif ayrımcılığın alıp almadığına bakarak söyleyebiliriz.

 

Bir arada yaşamanın olmazsa olmazları belliyken, bir arada yaşayacağız ama “benim gibi düşüneceksin, benim gibi ibadet edeceksin, benim gibi ütopyan olacak, benim gibi konuşacak ve güleceksin, ben neden hoşlanıyorsam ondan hoşlanacak, ben kimi düşman olarak görüyorsam onu düşman, kimi dost görüyorsam onu dost göreceksin” anlayışı ile mi ötekine bakılıyor? Kısaca öteki kabul edilenleri kendi inançları, dilleri, kültürleri ile olduğu gibi mi kabul ediyorsunuz, yoksa sözde kabul ediyor gibi gözüküp onların hakları gündeme geldiğinde “burası üniter devlet, elbette onlar ile eşit olamayız” mı denilmektedir.

 

Ümmet ve ulus kavgasında neden bizler -kısaca ezilenler olarak- taraf olmak zorunda kalıyoruz, başka bir alternatifimiz yok mu?

 

Kısaca soruyu tekrar soralım; bağımsızlık, zafer kutlamalarında “bağımsızlık” hepimizi kucaklar mı?

 

İsmail Cem Özkan


30 Ağustos 2021 Pazartesi

Kökler belirler mi bugünü?

Kökler belirler mi bugünü?

 

Her siyasi hareketin bir tarihsel kökü vardır ve oradan aldığı birikimi ile bugüne dair düşüncelerini ve yol haritasını belirler. Tarihsel kökü olmayan her yapının nereye savrulacağı belli olmaz, çünkü onu tanımlayan şey nerede durduğu ve hangi pencereden olaylara baktığıdır. Tarihsel kökü olmayan hiçbir hareket ve ulus kendisini bugüne konumlandıramaz, mutlaka bir tarihsel kök bulmak zorundadır, çünkü hiçbir şey aniden oluşmaz, onun bir evrimsel süreci vardı, ben yaptım oldu tarihsel hareketler için geçerli değildir. Diktatörler bile gömlek değiştirmiş olduklarını söylerken kendilerine bir tarihi kök bulurlar.

 

Her sol yapı diğer toplumsal hareketler gibi kendi tarihini bir yerden başlatır, çünkü toplumsal hareketler bir kökten beslenir ve o köke uygun hayata bakar. Tarihsiz siyasi hareket olmaz, o yüzden birden siyasi hareket çıkamayacağına göre hareketler bugün varlıklarını daha iyi anlatabilmek ve bir toplumsal tabana oturtmak için bir tarih kök bulur ve o kökten fışkıran bir fidan olduklarını ilan ederler. Önemli olan hareketin “somut durumlara, somut tahlillerini yapabilmeleri” için “nereden baktıkları” kadar “hangi gelenekten” geldikleri ve o geleneğin siyasi öncelikleri ile bugün arasında bağlantı kurmak veya devamlılık sağlamaktır...

 

Bizim sol tarihimiz TKP tarihi olarak algılanır ama TKP öncesi ve Osmanlı döneminde oluşan sol hareketlerin de olduğunu biliyoruz. Türkiye sol hareketi Osmanlı dönemi içinde oluşan birikimden faydalanmış ve kök olarak oradan kendisini konumlandırmıştır, fakat Osmanlı döneminde homojen bir hareketten söz edemiyoruz, ittihatçı bir gelenek yanında, işçi sınıfı içinde örgütlenmeye çalışan küçük bir kesime seslenen Marksist harekete kadar geniş bir alan söz konusudur. Fransız devrimi sonrası oluşan ulusal fikir ve onun içinden doğan bir işçi sınıfı düşüncesi söz konusudur, Avrupa’dan geçte olsa bize oluşan bir çok düşünce hareketleri vardır ve onun toplumsal karşılığı da tarihsel süreç içinde kendisine alan bulacaktır.

 

Fransız devriminin ülkemize olan etkisi bir çok değişik etkisi olmuştur, teoriden daha çok pratik yönünden ele alan ve tam amacı özümsenmeden ordu içinde gelişen bir ittihatçı gelenek, siyasi olarak mücadele eden, ulus fikriyatı için o güne kadar yok sayılan Türk ve Anadolu kavramı içinde kendisini örgütleyenler yanında, Yahudi, Rum ve Ermeniler ağırlıkta olmak üzere ülkemizde bulunan daha sonra kabul edilen “azınlık” dini ve milletlerde uluslaşma yanında işçi sınıfı merkezli ütopik sosyalist düşünceleri içinde barındıran örgütlenmeler bu dönemin eseridir.

 

Balkan savaşı aslında Balkan’da yer alan ulusların “kendi kaderini kendileri belirlemek” için hakim devlet olan Osmanlıya karşı savaşmış ve bir bölümü bu savaştan Rus imparatorluğu ve diğer sömürge devletlerin desteği ile kazançlı çıkmıştır. Osmanlı devleti her ne kadar kendisini Balkan Devleti olarak tanımlamış olsa da bu savaş sonrası Anadolu’ya doğru büyük bir göç ve bu göçün yaratmış olduğu toplumsal dönüşüm ya da uluslaşma uyanışı ile karşı karşıya kalmıştır. İstanbul bu büyük hareketlilikten en çok etkilenen şehirdir, uluslaşma ve Osmanlı imparatorluğunun zor ile ayakta tutmaya çalışan sarayın elinden iktidarın alınması süreci bir anlamda yeni fikirlerin toplum içinde olmasa da ağırlıkta toplumun en ileri kesimi olan ordu içinde karşılığını bulmuş ve ittihatçı bir geleneğin tohumları ekilmiştir. Fransız solunun ülkemize etkisi bu süreçte cılız olarak kendisini göstermiş olması onların elinde güç olması anlamına gelmemektedir. TKP kuruluş süreci işte bu cılız ama örgütlü bir kesimin ittifak içinde yer almasını ortaya çıkaran bir tarihsel sürecin başlangıcını anlatır.  Selanik ve İstanbul merkezli bu örgütlenmelerin sembol ismi ileride TKP genel sekreteri olacak olan Şefik Hüsnü’dür. Her ne kadar Fransız etkisi ülke topraklarında varken aynı süreçte Almanya’da eğitim gören öğrencilerin ve gençlerin oluşturmuş olduğu Spartaküs hareketinin de ülkemize olan etkisi yok sayılamaz. Kurtuluş savaşı sürecinde Spartaküs hareketinin ülkemizde uzantıları kurtuluş savaşına destek vermiş ve Bakü’de konferans toplayarak TKP kuruluşu için karar almışlardır. TKP resmi tarihinde TKP Ankara’da kurulmuş, orada kurulan TKP homojen değil, birleşik TKP olmuştur. TKP, kuruluşundan sonra üst örgüt olarak komitern kararlarına bağlı kalacağını ilan etmiştir. Kısaca Sovyet çıkarları TKP’nin stratejik çıkarlarını belirler konumda olmuştur.

 

TKP, Rus Sovyet devriminden sonra kendisini tanımlamış ve örgütlemiştir, gerçek örgütlenme süreci kuruluşunda değil, Kemal Türkler ile işçi sınıfı içinde taban bulması ile tamamlamıştır.

 

TKP bir sol harekettir ve kendini fesih edip, yeni bir isim ile evrimleşmesi ile arkasında kendi takibi olduğunu ilan eden bir çok hareket bırakmıştır. TKP ardıları için bugün sol siyasi hayatımızda birden fazla hareket mevcuttur ve kendi örgütlenmelerini oluşturmaya devam etmektedir.

 

Bir de sol tarih içinde Osmanlı son dönem sol hareket olarak kabul edilen İttihat ve Terakki Partisi devamcısı olduğunu ilan eden partiler mevcuttur. Onların ortak özelliği devlet partisi olduğunu ilan etmeleridir. Milli demokratik ya da ulus devlet anlayışını “ileriye taşımak” üzerine kurguluyorlar. Öncelik ulus devleti anlayışı ile hayata bakıp, yetersiz gördükleri bu devleti nihai hedef olarak işçi sınıfı devleti yapma iddiaları içindedir.

 

CHP burada kendisini sol olarak tanımlaması Bülent Ecevit döneminde "ortanın solu" olarak tanımlayarak kurucu partinin sola doğru yöneliminin yol haritasını değişimden daha ağırlıkla, ulus çıkarı ve ulus devletinin kendisini koruması ve çağa uygun konumlanması üzerine yapılandırmıştır... Bugünden geçmiş CHP’ye bakınca ulus devleti anlayışı içinde “sol” bir duruşu varmış diyebiliriz, bugün ise CHP’nin “kurucu” özelliği vurgulanarak sağ açılımı devam etmektedir.

 

Peki, CHP dışında kendisini kök olarak İttihat Ve Terakki Partisi’ne bağlayan sol yok mudur? Elbette vardır; bunları 68 kuşağı sol hareketler ve onun içinden oluşan hareketler olarak bakabiliriz. Anayasaya sahiplenme, anayasal hakların kullanımı için eylem yapanlar bu kökü miras olarak almışlardır. O dönemden kalan bugün dahi lider kadrosunda yer alanlar Kemalizm ve Atatürk söylemi içinde olduklarını görürsünüz...

 

Kürt sorunu ve çözümü konusu gelince sol geleneğin içinde bir çatışmadan söz edebiliriz. Milli Demokratik Devrim görüşlerine sahip olanların 12 Mart öncesi ve sonrası sürecinde ayrışmalara şahitlik ediyoruz tarih içinde. Kürt sorunu ulus devleti kavramı içinde çözülmesi gerek bir sorundur. Eğer ulus devletini sadece Türk kavramı üzerine kurarsanız Kürt sorunu aslında vardır ama yoktur, asimilasyon edilmesi gereken ya da sökülüp atılması gereken bir “çıban” başıdır.

 

Türkiye İşçi Partisi ise “Doğu Mitingleri” ile var olan TKP anlayışından kopuşu temsil etmektedir. Kürt sorunu ve çözümü konusunda bir çok hareketin doğmasına ve yeniden gündeme gelmesi anlamına da gelmektedir. TİP’in açılımı aslında turnusol bir işlev görecektir, çünkü ulus devleti bakış açısı sorunları çözmemiş, sorunların daha da katmerleşmesi anlamına geldiğini göstermiştir. Sol geleneğin geçmişi ile yüzleşmesi için bir fırsattır, bu fırsatı Türk solu içinde ilk defa teorik boyutta değerlendiren ise; İbrahim Kaypakya’dır. THKO ve THKP-C geleneği Kürt ve Türk haklarının kurtuluş mücadelesi kavramını o karanlık dönemde dillendirmişlerdir.

12 Mart 1971 muhtırası ve sonrası süreçte 68 kuşağının hakim olduğu siyasi yapılanmalar orantısız olarak yapılan mücadelede yenilmişler ve cezaevlerinde oluşan yeni nüveler çıkan af ile kendisini örgütleyip yeni bir siyasi mücadelenin de önünü açmıştır. 12 Eylül 1980 faşist darbesine giden süreçte Türkiye Sol Hareketi köklerini ve gündeme bakışı konusunda bir çok makale yayınlamış ve sol hareketin kökeni konusunda bir çok belirsizliği ortadan kaldırmıştır.

 

12 Eylül yenilgisi solun yeniden kendini günün koşullarına uygun örgütlenmesi anlamındadır. Yenilgiden kendisini koruyabilmiş yapılar için devamlılık hiçbir değişikliğe uğramadan devam etmiştir söylemini kullanmış olsalar da aslında değişim ulus devleti kavramının ülkede neo- liberal politika ile değişimi ile birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir.

 

Ülke artık eski ülke değildir.

 

Kürt sorunu kendisini “ulusal kurtuluş hareketi” ile “kendi kaderini kendi belirleme” olarak dayatması solun ülke içinde hareket alanını da yeniden belirlemiştir. 12 eylül öncesi antifaşist mücadeleyi merkezine alan hareketler için bu yeni duruma uygun tavır geliştirmeleri uzun tartışmalara neden olacak ve birbirinden bağımsız değişik inisiyatiflerin de doğmasına neden olmuştur. Deneme yanılma yöntemi ile kurulan dernekler, partiler bu sürecin kafa karışıklığının göstergesi gibidir, çünkü kendisini kökünden bağımsız konumlandıramayanlar “devletin bekası” ve ulus devleti anlayışı içinde olaylara bakışı belirler olmuştur. Var olan devletin parçalanması mı ya da birlikte mücadele mi? Daha başka söylem ile “birlikte yaşamak” ya da ayrı ulus devlet altında “komşu olarak yaşamak”. Soru basit gibi gözükse de Kürt sorunu ve onun çözümü konusunda var olan tartışmanın bilinçaltından açıkça konuşulamayan ama simgesel hareketler ile kendisini göstermesinden başka bir şey değildir, çünkü Kürt sorunu ve onun yaratmış olduğu “düşük yoğunluklu iç savaş” koşulları yeni örgütlenmenin yolunu ya açmıştır ya da çıkmaz sokağa bırakmıştır.

 

Türkiye sol hareketi bu süreçte her türlü olasılığı değerlendirip, arka arkaya yap - boz gibi partiler kurmuş ve iç tartışmalar ya da örgütlememenin getirmiş olduğu dağınıklığı yaşamıştır. Yeteri kadar örgütlenemeyenler, örgütmüş gibi yaparak, diğer örgütmüş gibi yapılar ile birleşip yeni hareket olmayı denemişler ama ortada kafa karışıklı yanında geçmiş ile yüzleşilememenin getirmiş olduğu bir yenilgi tarihinin ağırlığı altında ezilmiştir. Sol, ülke gerçekliğine uygun siyasi hareket ne yazık ki kitlesel boyutta kuramamış ve ülkeyi baştan sona kucaklayacak bir hareket oluşturamamıştır.

 

Antifaşist mücadeleyi kendilerine örnek alanların yeni koşullara uygun söylemler geliştirememiş, geçmişin değerlerini anı kitaplarına döndürerek en azından var olan korumayı seçmişlerdir. Anılar bir anlamda geçmiş ile yüzleşme olarak algılansa da aslında yüzleşmek yerine kahramanlık hikayelerin öne çıkarılması ve romantik devrimci bir geçmişin öykünmesi olarak kendisini ortaya çıkarmıştır. Geçmişe öykünenlerin yapmış olduğu siyasi etkinliğe hakim olan kitle ise beyaz saçlıların oluşturmuş olduğu bir görünüm arz ederken, lider kadroları saçlarını boyamış olmaları bu beyaz saçlı gerçeğin varlığını yok edememiştir. Sol bugün iktidar hedefinden daha çok kendisini korumak ve var olanı kaybetmemek üzerine kurduğu içinde daha da geri bir konuma gelmiş ve ulusal bayramları anan ve o günleri kutlayan hale getirmiştir.

 

Türkiye sol hareket kökleri ve bugüne dair bakışlarını belirlemektedir, ya tam ret ya da hatalarını hata değilmiş gibi algılayıp, sorgulamak yerine var olanı eski ulus devletine ait olanı savunmak üzerine kendisini konumlandırmıştır. “Kurtuluş Kendini Anlatıyor” kitap toplantısında Şaban İba eski yol arkadaşlarına seslenirken “bizler hepimiz aynı kökten geliyoruz ve bugün HDP çatısı altında bir arada olmamıza rağmen, neden birbirimiz ile iletişim içinde dahi olamıyoruz?” diye sorarken bir gerçekliğinde altını çiziyordu. Yeni olanaklar eski yol arkadaşları bir arada tutacak kadar yeni bir ortam yaratmamıştı. Geçmiş ile gerçek anlamda yüzleşemeyen eski sol kadro kendi içinde de parçalanmış ve iletişim kanallarını yeni kurulan siyasi partiler/ dernekler/ vakıflar/ inisiyatifler aracılığı ile kurmayı seçmişlerdir.

 

Geçmiş ile yüzleşmek kavramı çok geçmektedir bu makalede, peki ne anlama gelmektedir?

 

Geçmiş 1971 – 1980 arasında yer alan süreç olarak algılayanlar elbette olacaktır, unutulmuş, her türlü eziyeti gören, acıyı yaşamış, arkadaşlarını yanı başında kaybetmiş, bir çoğunu idam sehpasında bırakmış, mezarı dahi olmayan 78 kuşağı olarak da okuyanlar vardır, fakat geçmiş ile yüzleşmek kök ile yüzleşmektir, bugüne dair yansımasıdır. Somut duruma uygun somut bir örgütlenme modeli geçmiş ile yüzleşmek anlamına gelmektedir, var olan örgütlü yapılar geçmişi özümsemiş, hatalarından ders çıkarmış ve bir daha o hataları tekrarlamayacağı bir örgüt modeli oluşturup, yeni yarattığı şablonlar ile hayata bakışıdır. Çünkü geçmişte de bizler şablonlar ile hayat baktık, hayatı şablonlarımıza uydurmaya çalışırken, yenildik! Elimizde var olan güç ile mücadele etmek yerine bir çok sol hareket “daha güçlü” dönmek adına “geri çekilerek” kendi sonunu hazırlamış ve sonunu mahkeme salonlarında geçmiş ile teorik olarak hesaplaşmak yerine kişisel savunmayı öne çıkarıp, “tarih bizi yargılayacak ve affedecektir” diyerek kendisini ifade etmiştir. Bugün dahi o yenilginin getirmiş olduğu ve yoldaşlarına yeteri kadar sahip çıkamamanın getirmiş olduğu bir mahcubiyet içinde daha temkinli ve daha az risk alarak gündem belirlemek yerine takip edildiğine şahitlik ediyoruz.

 

Sol, geçmişi ile gerçek anlamda yüzleşmesi gündemi belirleyecek ve sokağa/ işyerlerine hakim olacağı ancak ve ancak yeni bir siyasi kitlesel siyasi hareket kurmasından geçmektedir. Elbette siyasi köküne bağlı olarak bir çok sol hareket mevcuttur, fakat sol genel anlamda kitlesel olmadığı sürece hedef olarak konulan işçi devleti kurulması kavramının küçük bir çevre dışında gündeme gelmesi bile sorunludur. Bugün işçi devletinden bahsedenlere hemen var olan “şeriat devleti” gerçeği ile karşılık verilmekte ve bu “şeriat devletin” kurulmasına karşı “kimler” ile ittifak içindesin sorusu ile muhatap olunmak zorunda kalınmaktadır. İşçi sınıfının örgütlülük düzeyi zaten bilinmektedir, küçük bir işçi sınıfını temsil eden sol görünümlü ama yapılaşması sağ olan sendikaların durumu ortadadır. Sendikalar siyasi mücadeleden daha çok ekonomik mücadeleyi önceliğine almış ve ona göre iktidardan taleplerden bulunmaktadır.

 

Kemal Türkler bugün aramızda yoktur, onun biriktirdiği mücadele ise tarihimizde yerini korumaya devam etmektedir. Bu birikimi harekete geçirecek bir siyasi hareket bugünün görevi olarak ortada durmaktadır.

 

“Hatalar kötü değil. Onları düzeltmemek bile kötü değil. Kötü olan, onları gizlemektir.” Brecht

 

 

İsmail Cem Özkan

27 Ağustos 2021 Cuma

Kırmızı koltuk…

Kırmızı koltuk…

 

Koltuk tiyatronun sembolü gibidir, eski büyük tiyatroların sahneye bakan kırmızı koltukları yan yana, arka arkaya sıralanmıştır. Oda tiyatrolarında ise seyircisi azdır, seyircisine göre sahne kullanım alanında diğer büyük tiyatrolara göre azdır, o yüzden kırmızı renge pek önem vermezler, önemli olan işlevi derler ama büyük ve eski tiyatrolar öyle mi; kırmızı perde ve kırmızı kaplı koltuklar...

 

Boş salonda kırmızı koltuklar bir anlam ifade etmez, sahneye boş boş bakar ama sahne öyle mi, sahnede uçuşan tozları sahneye vuran ışıktan hemen fark edersiniz, çünkü her toz zerresi daha önce yaşanmışlıkları taşır, seyircinin üzerine sahnenin birikimini ve tiyatronun o canlı halini taşır. Seyirci, sahnede olacaklara kendisini hazırlarken, kafasının içinden mutlaka bir şeyler geçirir ama neden orada olduğunu sorgulamaz, çünkü tiyatroya gitmek bir birikim ve kültür işidir. Tiyatrocu seyircisini bilir, o birikime uygun oyunu sahneye koyar… Seyirci ise “madem yolum düştü hadi biraz zaman geçireyim” diye bilet alıp salona girmez. Tiyatro seyircisi de, tiyatroda sahneye çıkanda neden orada olduğunun bilincindedir. İnsanlık tarihinin birikimini taşır oyuncu sahneden, seyirci kendi üzerine düşeni alır ve bilinçaltına işleyen birikimi kendi hayatına uygular.  Tiyatro sahnesi olan yerde, sahne üzerinden seyircinin üzerine doğru giden toz zerrecikleri insanlık tarihinin birikimini; dil, din, ırk, mezhep, coğrafya ayrımı yapmadan seyirci ile paylaşır, oyuncularda bundan nasiplenir.

 

Pınar Çekirge kırmızı koltuğa oturmuş, sahneye doğru bakmaktadır. Kırmızı perde kapalıdır, kırmızı perdenin arkasında önceden hazırlanmış sahne seyircisi ile buluşmak için geri sayım yaparken, gong sesi gelir. Salon uğultular ile dolar, seyirci henüz koltuğuna otururken göz ucu ile birbirini selamlamaktadır, boş salonda seyirci mi olur demeyin, her salonda seyirci vardır ama onu gören sahne perdesidir.

 

Ve perde;

 

“Perde açılmıştı. Birden irkildim. Orada tam karşımdaydı.”

 

Anılar içindedir Pınar Çekirge, önceden tuttuğu notlar arka arkaya bir film şeridi gibi okuyucusuna sayfa sayfa aktarmaktadır.

 

“Ve perde indi” Pınar Çekirge’nin yeni kitabı ile okuyucusuna merhaba demiş, sadece merhaba demekle kalmamış tiyatronun tozunu okuyucusunun üzerine serpmiş.  Pınar Çekirge özelinden belirtmek istersek eğer, “gönül borcu”nu kitap haline getirmiş üzerimize serpmektedir.

 

Sahneden seyircisine yansıyanları, tiyatroya emek verenleri ve aramızda olmayan o güzel insanların bir bölümünü okuyanlarına anımsatıyor ya da kısaca tanıyor diyebiliriz. Bir oyuncuyu elbette tanıtmak kolay değildir, çünkü yılların getirmiş olduğu birikim, sahnede bıraktığı alın teri ve o alın terini ortaya çıkaran ortamlar, siyasi ve sosyal değişimin oyuncuya yansıması gibi bir bütüncül bakış gereklidir ki, her oyuncu için ayrı ayrı bir araştırma kitabının oluşması anlamına gelir.

 

Pınar Çekirge, her oyuncu için derinlemesine araştırma yerine kendisine yansıyan yönlerini bir seyirci olarak kitabında yansıtmış. Duygusal bakış açısı, tiyatro aşığının gözünden sahnede olanları okurken bizi bir yerden bir yere alıp götürüyor. Elbette Pınar Çekirge gerçek bir tiyatro seyircisi olmak yanında, her oyuncuya hayran, her oyunu birden fazla izleyerek onların sahnede canlandırdığı rolün içine girip o pencereden bakacak kadar da burjuva kültüründen beslenmiş biridir.

 

Tiyatronun kendisine göre bir seyircisi vardır, elbette bu seyircinin de iyi bir alt yapısının olması anlamına gelir. Her izleyici seyirci değildir, seyirci olmak için birikiminin de olması gereklidir, çünkü tiyatro bir eğlence ve anın iyi değerlendirilmesi için yapılmaz, bir anlamda tarihsel birikimin seyirciye aktarılmasıdır.

 

Kitapta Pınar Çekirge, tiyatro için elinin tersi ile maddi zenginliği itekleyip, varını ve tüm birikimini tiyatroya/ sinemaya harcayan oyuncuların anısını topluyor bir anlamda…

 

Pınar Çekirge, yıllardır terk edemediği ve bir tutkuya dönüştürdüğü seyirci tarafından sahneye ve geçmişe doğru bakmış kitabında. Günümüzde iyi bir tiyatro seyircisi olmak burjuva kültürünü almak demektir, burjuvalar ve onun kültürü için tiyatro salonlarını şehrin en önemli ve gösterişli yerlerine oluşturulmuştur, halkın çoğunluğu ayağına gelmediği sürece tiyatroyu bilmez, tanımaz bile…

 

Tiyatro tarihimizde varoş olarak kabul edilen gecekondu semtlerinde de sahneler kurulmuş ve orada da seyircisini oluşturmuş tiyatro deneyimleri de vardır. Onların ömürleri ne yazık ki çok uzun olmamıştır, devlet ve şehir tiyatroları ise bir çok yere özel tiyatrolara göre daha avantajlı sahneyi taşımışlar ve bir çok şehirde ve bölgede oyun sahnelemişlerdir. Onlar ödenekli tiyatro oldukları için otosansüre ya da sansüre daha açık şekilde kalmışlar ve iktidarı (yerel ya da merkezi) rahatsız etmeyecek oyunları sahneye taşırken, tiyatro tarihinin çok önemli oyunları sahneye koyarak bir anlamda tiyatro seyircisine yeni pencereler açmıştır. Tiyatro tarihimizde sansüre ve otosansüre rağmen davalar açılmış, tutuklanmış, oyunu yasaklanmış tiyatrolar ve oyuncularda vardır. İşinden atılmış, tiyatro dışında başka işte çalışmak zorunda kalmış oyuncularda tarihimizin karanlık sayfasında yerini almıştır…

 

Geç kalınmış bir çığlıktır röportaj yapamadıkları arkasından, “keşke” demekte, “keşke birkaç soru sorma imkanım olsaydı” diyerek ‘hayıflanmaları’ da bulacaksınız kitabın içinde. Röportaj yaptıklarına ise; “Buğulu bir cama ilk ne yazarsınız?” diye soruyor her tanıdığı oyuncuya, her oyuncuda aşkını yazıyor kendi penceresinden…

 

Bugüne kadar sahneyi dolduran yıldızlaşmış ve yerleri hiç dolmayacak oyuncular aramızdan ayrıldı ve her şeye rağmen “Gösteri kesintisiz devam etti…”

 

“Gidenleri sadece özlüyorduk. Ama çok özlüyorduk.”

 

Pınar Çekirge’nin kitabını bitirdiğimde gözümün önünde canlandıramadım eski tiyatroları, çünkü çoğu yıkılmış, yerine başka binalar yapılmış, ne sahne kalmış, ne nefes, ne de ses, ortada toz kalmadı… Pınar Çekirge’nin kitabı aslında bir sahne, çünkü yok olan sahnelerin tozunu taşıyor.

 

 

İsmail Cem Özkan

 

Pınar Çekirge

Ve Perde İndi

Kanon Kitap

ISBN: 978-605-70606-6-2

19 Temmuz 2021 Pazartesi

Kuşak, kuşak azalırken…

Kuşak, kuşak azalırken…

 

78 kuşağı üzerine çok laf edilmeli, onların özverileri, ütopyaları, hayalleri, yaşayamadıkları gençlikleri, verilen görevi layığı ile yerine getirme telaşı, kaybettiği arkadaşının arkasında onun anısını yaşatma mücadelesi...

 

Bir de bugünden onlara bakış...

 

“İşte efendim üniversite okurken girmiş içeri, okulu da bitirememiş biri…”, “Aslında iyi biri ama işte, geçmişte yaşadıkları kızgınlıkları ile yanımızda dahi bulunmuyorlar...”, “Mücadele kaçkını…”, “içeride konuşmuş biliyor musun, iyi sınav vermemiş…”… Kısaca her türlü olumlu olumsuz, olumlu her lafı duyarsınız onlar hakkında ama onların emeğine saygı pek göremezsiniz...

 

Onlar geçmişimiz, hataları ile onurumuz…

 

Onlar büyük çoğunluğu lider değil, orta düzeyde kadro olarak görenler, hala onların emeği üzerinden başarılı gibi kendilerini gösterme telaşı içinde olanlar...

 

Kavganın en ön safında yer alıp, söz söylenmesi gereken yerde hep geride duran, içlerine biriktirdikleri ile yaşayan kuşaktır 78 ve onları izleyen diğer kuşaklar...

 

Tarihi işine geldiği yerde başlatan liderler, hiç sorgulamaz kendi liderliğini, sanki tanrıdan verilmiş bir emir, sürekli lider, kendi yerine yetiştirdiği de kendisi gibi, lider doğmuş “karizmatik” biri...

 

Komünal bir dünya hayal edenler için liderlik kavramı olmaz, çünkü komünal yani ortak düşünüp ortak karar verelerin bir geleceği için mücadele edilir. Var olan kapitalist sistemde liderler olur, çünkü kapitalizmde çobanda vardır, sürüde ve sürü çobanın arkasından gitmesi gereken bir yığındır ve de çobanın gösterdiğini tüketmek ile yükümlü olan bir tüketici toplumdur, gerek olduğunda kurban verilir sürünün içinden birileri…  Kapitalist sisteminin bir anlamda eleştirisidir gelecekte kurulacak sistem. Var olanın eleştirisi liderlik kavramının ortadan kaldırılıp, "yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber" diyebilmektir. Bu bir ütopyadır ama gerçekçi bir istem olduğunu inanıyoruz ve bu uğurda mücadele etmeye devam ediyoruz. Kısaca solda lider olmaz, liderlik yapan ortak aklın seslendirildiği, yönlendirildiği devrimci parti olur, o da devrim gerçekleştiğinde kendisini sönümlendirmek ile yükümlüdür ve “somut durumun somut ihtiyacına göre” yeniden yapılandırılıp, devlet kavramını ortadan kaldırmak için adım atmak ile yükümlüdür…

 

Devlet, sadece baskı aracıdır ve sistemin ihtiyacına cevap veren ve kendisini korumaya yönelik organizasyonların bütünüdür, çok fazla anlamlar yüklenmeden en saf halini anlamak gereklidir.

 

Solda lider olmaz ama var olan yapılarda liderlik kavramı sorgulanmasına bile müsaade edilmez, hatta liderlik kavramı ve lider sorgulanmaya başladığında hemen kalıp haline gelen bir cümle kurulur; “hareketimize küfretti”. Ve sonrası lider olarak kendisini gören kişi ya da kişiler konularını sorgulayanları hareket içinden dışlamak için ortam hazırlar. 

 

Kuşaklar arasında belirgin bir düşünce ve örgütlenme farkı vardır, gelişen koşullara uygun ve ihtiyaca cevap verilen ilişkiler ağı olmuştur. Her kuşağın kendisine özgü kültürü ve davranış ve düşünce biçimi vardır.

 

78 'li olmak başka bir kültürdür...

 

O kültürden olanları bugünden bakıp acımasızca eleştirenler, dışlayanlar ya da kucaklayanlar onların üzerine yüklenen tarihi sorumluluğu ve o döneme özgü gelişen antifaşist mücadele ve mücadelenin vermiş olduğu ödevleri de gözden geçirmek zorundadır. Onların tercihi ile olaylar olmamıştır, onlar olayların içinde birden cephe gerisinde bekleyen neferlere dönüştüğünü gözden kaçırmamak gereklidir. Darbe yapmak için ortam hazırlayanlar antifaşist mücadeleyi dayatmış ve o dayatılan kavgaya gönüllü katılmış bir kuşaktır… Onların hayalleri, yaşanmamış gençlikleri, bastırılan duyguları, cezaevi, işkence merkezleri, tek başına bırakıldıkları hücreleri ile devrim için kurdukları hayalleri ve liderlik yaptığına inandığı örgütlerin/ yapıların/ hareketlerin yeteri kadar devrime ve devrim düşüncesine uygun örgütlenmediklerini yaşayarak öğrendiler.

 

Bugün o dönemde liderlik yapan hareketlerin merkez komitesinde olanların geçmişe yönelik açıklamalarını okuyanlar, duyanlar ne düşünüyor? Acaba o açıklama yapanlar 11 Eylül 1980 günü bugün konuştuklarını konuşabilir ve açıklayabilirler miydi?

 

Kuşak, kuşak azalıyoruz, yeni bir tarihi kırılma sürecini yaşıyoruz ve geçmişin devrimcilerin pencerenden bakınca bugüne “acı” duymamak elde değil…

 

İsmail Cem Özkan

17 Temmuz 2021 Cumartesi

Gidene anılarımızda yaşayacaksın demek gerek…

 Gidene anılarımızda yaşayacaksın demek gerek…

 

Eski yol arkadaşların yaşayanların bir bölümü de anılarda yaşamak için ağır ağır aramızdan ayrılıyor, gerçi ağır demek yersiz bir çoğu göz açıp kapayıncaya kadar aramızdan ayrılmış bile oluyor. Son bir defa daha görüşmek için bir araya gelmeyi düşünürken, haberi geliyor; “toprağı bol olsun!”,” ışıklar yoldaşı olsun!”, o son sanırım anılarda yan yana geldiğinde canlanacak birazda.

 

Her giden hakkında iyi şeyler söylenir, badem gözlü, direnmiş, yiğit bir arkadaşımızdı deriz, o kavganın sıcak zamanları anımsanır ama ondan sonra ki süreç genelde pek olmaz, zaten pek de güzel şeyler olmamıştır ama olmuş kabul ederiz, her birimiz kendi dünyamızda yaşarız, hayat kavgası işte der ve geçiştiririz... Bazılarımız övünmeyi, bazılarımız ise sessiz kalmayı seçeriz, konuşan da kendi yaşadığına bin katarak konuşur, çünkü zaman içinde anılarda doğum yapar ve yeni gerçeklik yaratırız sonuçta ve garip tarafı da ona inanırız... Bu yeni gerçekliğimiz içinde kaybolan geçmişin tanıkları bir bir ağır ağır aramızdan ayrılıyorlar.

 

Eskiden eskileri bir araya getiren geceler, yemekler filan olur, muhabbet edilir, öykümüze yeni katkılar yaparken hareketin liderlerini ya çekiştirir ya da överek kendimizi de hareketin bir yerine konumlandırırdık...

 

Dedikodusuz, bir birine taş atmadan hareket olmaz...

 

Liderlik kadrosunda yer alan hareket benim der, diğerleri sessizce izler, çünkü itiraz etse tek başına hiç bir insan hareketi temsil edemez, ancak bir aradayken hareket temsiliyeti ortaya çıkar diyemez... Geçmişin lider kadrosunda yer alan kafasına yeni hareket yaratır, kendisine bağlı gençlerden yeni bir örgüt kurar, eskiler abi bizi çağırsa da bir araya gelsek umudunu içinde yaşatır...

 

Kısaca geçmiş artık bittiğini kabul edemeyiz, “ne geçmiş tükendi ne de yarınlar” diyerek şairin sözünü tekrarlarız...

 

Sonuç mu, bir bir aramızdan ayrılan sıcak günlerin arkadaşğı, anıları, yoldaşğı, yaşanmış mutluluk ve acılar, faşistlere atılan bir taşın kırk yıl kalan hatırası...

 

Bizde ne yoldaşlık biter ne de anılar...

 

Ölenler artık aramızda değildir, anıları yaşatan da zaten yakında bir avuç insan kalacağız...

 

Eskilerin anılarını toplayıp bu işten ekmek çıkaran da bir güzel ekmek yemeye devam edecektir... Anılarımız bile birer metaya dönüştü, satılıyor, satılmayan anı kitapları ise sahaflarda okunmayı bekliyor, gerçi anı adı altında toplananların kaçı gerçeğin ne kadarını anlatmış olduğu muğlaktır, anlatan belki olduğu gibi anlattı da onu yeniden düzenleyen sakıncası var şuası diyerek kendi tarih anlayışını dayatmış olabilir ya da piyasada bunlar satmaz, satan bir kaç şey ekleyelim demiş yayın evi sahibi ya da editörü olmuş olabilir... O yüzden her çıkan anı kitabında kim editörlük yapmış diye bakıyorum ve onu yapan kendi doğrusunu dayatan biri olduğunu gördüğüm an, o kitaptan saklanan gerçekler hangi cümle altında diye okumaya çalışıyorum, çünkü sonuçta pazarlamak da belli kuralları içinde barındırır...

 

Gidene “anılarımızda yaşayacaksın” demek gerek…

 

İsmail Cem Özkan