Galata Gazete


12 Eylül 2021 Pazar

Tekrarlanan travma…

Tekrarlanan travma…

 

Bir daha geliyor 12 Eylül... Sürekli tekrarlanan travma günüdür, kayıplar, yasaklar, idam eldenler, göz altına alınanlar, işkence altında tutulanların istatistikleri tekrar tekrar yayınlanır... Geçmiştir ama aslında geçen sadece takvim yaprağıdır, acı ve yenilgi hala yerli yerinde durmakta, o dönemin delikanlıları bugünün dedesi ebesi oldu ama acılar daha dün gibidir. Acılar yaşlanmıyor, sevinçler, umutlu gözler üzerine yılların birikimi bindi yok etti ama acılar üzerine zerre kadar toz konmadı.

 

Yüzleşilemedi, acılar söylenemedi, gerçekler haykırılamadığı için 12 Eylül yaşıyor, devam ediyor.

 

İktidarda kim varsa onun ile birlikte devam ediyor demekteyiz, demekte de haklıyız, çünkü iktidar 12 Eylül karanlığından beslenmeye, oradan aldığı güç ile baskı mekanizmasını kendi lehine kullanmaya devam ediyor… Eğer bir iktidar 12 Eylül rejimi ile yüzleşirse o zaman o devamlılık sona ermiş demektir ama bunu yapacak bir lider ve onun yaratmış olduğu siyasi bir hareketten henüz söz edemeyiz. 12 Eylül rejiminde baskı gören muhataplar, muhatap olduğunu söylemek ile yetiniyor, onun için siyasi bir harekete ve kadroyu henüz kurmuş değildir.

 

12 Eylül günlerini bilgilerimizi ve acılarımız tazeleme günü olarak geçiriyoruz.

 

Yeniden bir yıl dönümü geliyor, her sene olduğu gibi bir daha yaşayacağız ya da kanıksadığımız için yaşadığımız 12 Eylül’ü anlamadan geçireceğiz, eğer anlamış olsaydık, zaten onun ile yüzleşmiş, hesaplaşmış bir hareketin varlığından haberimiz olurdu.

 

Sözde değil, yaşayarak anladık…

 

12 Eylül öncesi sanki yarın devrim olacakmış gibi bir balonun içinde yaşadığımızı darbe ile yüzleştiğimiz gün anladık. Yarın devrim olmadı ama gerçekler ile karşılaştığımız işkence merkezleri ve cezaevleri ülke sathında yayıldığını yaşayarak anladık. Sıkıyönetimden açık faşizme geçiş ve açık faşizmin ne olduğunu yenilgimiz ile gördük.

 

“Bak işte yaklaşıyor fırtına”

 

12 Eylül öncesi darbenin geldiğini dergilerde yazanlar, o yazdıklarına uygun bir davranış değişikliğine gitmeden kazandıkları “kurtarılmış bölgede” iktidarlarını korumayı seçmişlerdi. Küçük alanları çok abartıldığını ve devlet gücü ile oraya girip hepimizi bir bir aldıklarında geride bir duvar yazısı kaldı, o da kısa sürede silinecekti.

 

Fırtınanın içinde kalmıştık ve yalnızdık.

 

Sol geleceğini bile bile bekledi bir şey yapmadan, "hele bir gelsin, bak nasıl bir direneceğiz" dediler, geldi direneceğini söyleyenler merkezi olarak dal'da sallanıyordu, her türlü işkence yönteminden geçtiler.

 

Bir çok devrimci işkencehanelere bıraktı bir çok son nefesini, bir bölümü dar ağacında, yenildik...

 

Bir arada olamadan, tek tek yendiler bizi...

 

Eğer bir arada olabilseydik, birlikte davranabilseydik, bir olup geleceği birlikte oluşturabilseydik 12 Eylül bugün yaşıyor olamayacaktık...

 

“Yıllardan sonra, yollardan sonra
Şarkılar söylüyor çocuklar”

 

Yüzleşmek gereklidir, özeleştiri yapması gerekenler yapması beklenirdi ama onun içinde bir siyasi atmosferin oluşması şarttı, olmadı. İşler teorilerde ve beklentilerde olduğu gibi gelişmiyor. Tüm ülkeye seslenen haber bültenleri özgür ve bağımsız olduklarını göstermek adına 12 Eylül günlerinde işkencelerde son nefesini vermiş devrimci hareketlerin liderlerini ekrana çıkarıp onların görüşlerini alıyorlardı bir zamanlar, “açılım günleri” denilen günlerde. O günlerde ülkede bir hava estirilmiş, yüzleşme kaçınılmaz diyerek alkış tutanlar, iktidarın birer yan değneği olurken, ekranlardan seslenen eski liderler vardı. Elbette doğru şeyler söylüyorlardı, elbette “12 Eylül devam ediyor” derken haklılardı. Zaman içinde o liderler iktidarın beklentisini karşılamadığı an, ekranlar ve mikrofonlar onlara uzanmamaya başladı ve onların adına konuşacak yeni figürler buldular ve tartışma programlarının kadrolu konuşmacısı oldular…

 

Zaman bizim acımızı yok etmemişti ama bakışımızı değiştiriyordu.

 

12 Eylül darbecilerin başarısının göstergesiydi iktidarın ezilmişler üzerinde ki baskısı olan devlet. 12 Eylül’e bakışlarda bir sorun vardı, “yenilgi” vurgusu yapanlar esas sorumluların sorumluluğu gözden kaçırılıyor ya da üstü örtülüyor gibi bir his oluştu yıllar içinde bende. Sanki biz “güçlüydük, haklıydık ama gücümüz yetmedi, onlar devlet olanakları ile üzerimize gelirken tam hazırlanamadığımız için ya da ona uygun hareketimizi yönlendirecek kadar idare edemediğimiz için yenildik” vurgusu kulağımızın arkasına üfleniyor gibiydi. Bol bol cezaevinde çekilmiş fotoğraflar paylaşılıyor, orada açık görüş ya da havalandırmada pijaması, eşofmanı ile “habersiz çek kardeşim” pozları sosyal medyada paylaşılan fotoğraflar olmuştu 12 Eylül.

 

“Ne geçmiş tükendi ne yarınlar
Hayat yeniler bizleri”

 

Bir de olaya başka açıdan bakalım; 12 Eylül geleceğini gören ama ona göre örgütlenmeyen devrimciler yüzünden başarılı oldu, askerler çok başarılı oldukları için iktidarda kalmadılar… Eğer geçmişi gerçek anlamda tanımlayabilseydik, yaşadıklarımızı romantik bakış dışında maddi koşulları ve “öyle olması gerektiği için öyle oldu” demek dışında bir açıdan bakarak değerlendirmiş olsaydık, belki bugün başka yerde olurduk.

 

Bugünden geçmişe doğru baktığımda, 12 Eylül üzeriden yıllar geçmiş olmasına rağmen, bir çok iktidar değişmiş, bir çok siyasetçiyi öğütmüş bir sistemde etki - tepki yasasına uygun bir toplumsal olaylardan hareket çıkarma umudu içinde olanlar geçmişi anlayabildiklerini düşünmüyorum.

 

İsmail Cem Özkan

7 Eylül 2021 Salı

Ötekinin ötekine propagandası…

Ötekinin ötekine propagandası…

 

“Aleviydi babam, belki sadece alevi olduğu için öldürüldü ya da işçi sınıfı mücadelesinde sanayi bölgesinde çıraklar daha iyi hayatları olsun diye… O bir solcuydu, solcu olmasını belki de kendisi seçmedi, dini inancı dolayısı ile ötekileştirildiği için solcu oldu.” Diye içini çekiştirdi bugün yaşadıklarına bakarken babasını düşündüğü zamanlarda.

 

Babası bir sanayide öldürülmüş ve katili bulunamamıştı. Bulunması da zaten şaşırtıcı olurdu, devlet için öldürenlerin olduğu yerde katiller her zaman korunacaktı.

 

"Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de...!" diyecekti ülkemizin ilk kadın ve sanırım son kadın başbakan olacaktı.

 

Babası solcu oldu, solun işçi sınıfı ile bağlantısı olduğunu öğrendi, çünkü Alevi olmak bile başlı başına var olan cumhuriyette öteki olmak anlamına geliyor ve yok sayılanların yok edilmek istendiği bir ulus devleti düzeni kurulmuştu.

 

Devlet eli ile katliamlar oluyor, devlet eli ile asimilasyon.

 

Yatılı okullar zaten Alevi, Kürt çocuklarını alıp Türkleştirme merkeziydi, adına da medeniyete ve devlete bağlı nesil yetiştirmek. Bir katliamdı yatılı okul ama öyle süslü cümleler ile anlatılıyordu ki, güya adam olmak için olmayan köyde, çünkü Alevi’nin köyü yoktu, o olmayan köyde yaşayan çocuklar okusun adam olsun diye devletin hizmeti olarak sunulmuştu. Olmayan inancın çocukları olan bir inancın ve mezhebe sahip, devletine bağlı bir çarklının dişisine dönüşüyordu. Ezilmişlikten, yok sayılmaktan kurtuluşu olarak yatılı olular ve öğretmen okulları oluşturulmuştu, ezileni ancak onlar gibi gözüken ama artık eğitilmiş bireylerin silah kullandırılması ile çözülecektir…

 

Ezilmişlik, yok sayılmak ve adam yerine konmak. Muhatap olmak bile başlı başına ötekileştirilmişler için önemliydi.

 

Öldürülüyorduk ama muhataptık!

 

 Solcuyduk, işçi sınıfının içindeydik, zaten bize başka yer de bırakılmamıştı, “işçisin, işçi kal” denmişti, hizmet sektörünün dilsiz ve her denileni yapan ve yüzünden gülücük eksik olmayan bir gecekondu insanları olmuştuk. Cezaevleri de bizim oradaydı, devletin sürgünler için oluşturduğu varoş okullarda. Müfredat, talim terbiye...

 

Terbiye ediyorlardı cezaevi ve okullar ile…

 

Hizmet sektörüne yetişmiş elemana ihtiyaç vardı, yetişmenin birincil kuralı; itaat / biat et… Etmezsen zaten işten atılıp, açlık ile sizi terbiye edeceklerdi, oluşturulan şehrin kenar mahallesinde. Bize kenar mahaller kalmıştı ne yolu ne de alt yapısı olan yerler. Bir gecede oluşturulan evler ile oluşturulan mahallerin çocukları olmamız bize verilmiş yaşam alanıydı ve orada şehirde yaşayanlara her türlü hizmeti verecek halde kalmamıza izin verilmişti. Bu sayede ülkenin değişiminde bizim katkımız dolaylı olarak olmuştu, kas gücü ile çalışan ve şehirdekilere göre sürekli doğum yapan yabaniler! Çingene’ydik, Alevi’ydik, Kürt’tük…

 

Ötekilerde homojen değildi ama şehirde yaşayanların sadece onlara hizmet edenler bilirdi, polisi bilirdi, askeri bilirdi homojen olmadığımızı ve aramızdaki çelişkileri kullanıp, ezilmişi ezilmişe karşı düşman kılmak ve bir arada olmamaları için ayrı ayrı mahaller oluşumuna izin verildi. Çingene Mahallesi, Alevi, Kürt… Hem Alevi hem de Kürt olanlar için ise artık kim nerede kendisini yanılmıyorsa, Kürtler de mezhep ayrımı keskindi, bir birinin sanki kanlısı gibiydiler, geçmişte yaşanmış ulusal direnişin ulusal olan yenilginin travması mezhep ayrımı ile ortaya çıkmıştı… Ulus devletinin efendileri biliyordu hepsini ama ulus devletin tebaası bilmiyordu gecekondu mahallesinde yaşananları, zaten oraya yakın geçen yoldan geçerken burunlarını kapatır, bir pislik gibi bakarlardı o yaşanan bölgelere, dağın, tepenin üzerine oturmuş gecekondular… Evlerinin penceresi o tepelere bakacağına Çankaya’ya bakar halde inşaat edilmişti!…

 

Gecekondular bir gün şehri kuşatacak ve o şehri zapt edecekler ama tarih öyle akmadı…

 

Gecekondular şehrin etrafında varoşlara dönerken, hakim din ve mezhebi de bu gecekondu mahallerini varoşlara dönüşürken kuşatmıştı, gecekonduda yaşayanlar bunun farkına dahi varmadan, ev sahibi olduğunu düşünürken tüm mahalleleri de ellerinden alındı ve hakim mezhebin birer arka sokağında oturan ötekiler olmuşlardı… Ötekilerin mahallesi, öteki olarak görülen resmi ideolojiye aykırı ama iktidardan hiçbir zaman uzaklaşmayan iktidarın gizli ortaklarının açıkça iktidara geldiği süreç varoşlaşma sürecidir.

 

Gecekonduda yaşayanlar için lüküs hayat başka şey ifade ediyordu. Derme çatma, her yerinden rüzgar geçen evler birden rantın ortasında kalmış, apartman yapılmaya başlamıştı…

 

“Hey
Lüküs hayat lüküs hayat
Bak keyfine yan gel de yat
Ne ömür şey
Oh ne rahat
Yoktur eşin lüküs hayat”

 

Lüküs hayatı çalışırken gördükleri apartmanda yaşananlar olarak algılamışlardı, şimdi onlara da fırsat doğmuş, devlet arazisi olmuş özel mülk, özel mülk yeniden daire sahiplerinin parası ile oluşan ortak yaşam… Ortak yaşamda bu sefer onu komşuyu tanımaz olmuştu, ne kapı açılıyor ne de kapı kapanıyordu. Başlarda bir birine gidenler birbirine gitmez olmuş, sürekli değişen kiracılardan oluşan bir kısır döngünün parçası olmuşlardı…

 

Şehir kuşatılmıştı ve kuşatılan şehir mutlaka bir gün teslim olacaktı, çemberi yırtıp gidenler ise yeni kurdukları deniz kenarında şehre yerleşmişler, oranın ne kadar pahalı olduğu propagandası yapılır olmuştu. Bir lahmacun kuşatılan şehirde birkaç lirayken oralarda çift sıfırlı rakamlar ile ifade ediliyordu. Yeni hayat, yeni insan diye sunulan aslında türban giydirilmiş eskinin modernize ederken yeni bir başka hayatı dayatıyorlardı. Hakim din ve mezhep kontrollü olarak kendisini iktidar olarak sunmuş ve bu sunulan yeni yaşamda bazı açılımlar söz konusu olacaktı ama o açılımlarda çıkarlara dokunulduğu an potinin yerini takunya, askeri kıyafetin yerini dini kıyafet alacak ama sadece elbise değişiminden başka şey ifade etmeyecekti ezilenler için. Kurucular modern batı yaşantısı yerini Ortadoğu’nun yaşam ve bakış açısı alınca baskı daha kanlı olarak kendisini hissettirdi.

 

Canlı bombalar hep ötekini öldürdü… Devlet zaten hep ötekini öldürerek homojen ulus devlet yapmaya çalıştı, ulus devlet oldu ümmet devlet ama ötekiler hala hep öteki olarak kaldı, hiç biri iktidardan faydalanamadı, faydalanan ötekilerden devşirilmiş birkaç insan…

 

Devşirilenler hep daha fazla ötekine eziyet etmiş, işkence yaparken en acımasız olmuş… Öteki hep aynı nakaratı binlerce yıldır söylemekte;

 

Yürü bire Hızır Paşa 

Senin de çarkın kırılır 

Güvendiğin padişahın 

O da bir gün devrilir.

 

Yaşananlara bakıyoruz devirler yıkılıyor ama hükmedenler “Osmanlı’da bitmeyen oyun” gibi onlar hep yıkılan koltuktan başka koltuğun üzerine yıkılıyor, domino taşı başka domino taşın üzerine yol alır…

 

İsmail Cem Özkan

2 Eylül 2021 Perşembe

Tiyatro izleyicisi…

Tiyatro izleyicisi…

 

Tiyatro izleyicisinin bir kültürel birikime ihtiyacı vardır, hatta geçmişte tiyatroya giderken özel kıyafetler giyilir, günlük olan işler tiyatro için ertelenir ve orada olmak bir ayrıcalık anlamını taşırdı. Peki, ne oldu da tiyatro izleyicisi oyuncuya karşı saygısını kaybetti ve sadece eğlenmek ve vaktini geçirmek için gider oldu?

 

Neo-liberalizm, ulus devletinin temeline dinamiti koyup patlaması ile birlikte “para bende istediğim yerde istediğim gibi davranır, istediğimi giyinir, istediğim gibi paramın bana verdiği özgüven kadar konuşurum” anlayışı günlük hayatın vazgeçilmezi olunca, elbette bundan tiyatro izleyicisi de nasibini aldı. Liberal ekonominin çarkı elbette tiyatro sahiplerinin de niyetlerini bozdu, onlar “sanat için” değil, daha “fazla para” kazanmak için “her yol mubah” anlayışı siyasetçilerden sonra işverenlere de sirayet etti, o yüzden seyirci neden hoşlanıyorsa, hangi oyun tutmuşsa onun benzerleri ile salonları doldurmak kaygısı da bu değişimin içinde yerini aldı.

 

Bizim ülkemizin tarihi bir darbe ile değişti, darbe olmadan zaten değişeceği önceden belirtilmişti ama insanımız “anlama güçlüğü” çektiğini darbe yapanlar ve ülkemiz üzerine karar alanlar düşündükleri için alınan kararı “darbe” ile taçlandırıp, zor ile “ölüm korkusunu” kullanarak kabul ettirdiler gelmekte olan neo - liberalizm çöküşünü. Liberalizm her ne kadar “özgürlük” gibi sihirli bir kelimeyi kullansa da sihirli kelimeleri kazıyınca altından “felaket” çıkacağı belliydi, o güne kadar var olan yarı topal yürüyen demokrasicilik oyunu tekerlekli sandalyeye mahkum kalacaktı. Demokrasi, kışladaki askeri tişört ile gidip ziyaret etmek olduğunu düşünenlerin, var olan yasaları delmekle ya da yok saymakla keyfi bir özgürlük anlayış üstten alta doğru işlendi. Eğitim sistemi yeni düzene uygun tarihi söylemler ile yeniden düzenlendi. Talim ve terbiye heyeti toplumu terbiye edecek yeni argümanlarını PR çalışması yapan uzmanların eli ile geliştirdi ve istenilen kıvamda ılımlısından bir İslami devletin çarkı Suudi Arabistan’dan Rabıta içinde geldi. Gerçi bizim topraklarımız bu işe yabancı değildi, meşhur Trioya Savaşında atın içinde kaleye sızan askerlerin katliamı ve hile ile gelen zaferin sarhoşluğu kısa zamanda zafer kazananların trajedisine dönüşecekti, ama bizim yakın tarihimizde öyle olmadı, onlar Rabıta olarak geldikleri topraklarda Rabia oldular…

 

Tiyatrolarda bu değişimden etkilenmemesi mümkün değil, çünkü tiyatro hayatın ta kendisiydi ve hayat inişleri ve çıkışları ile devam ediyordu, bizde daha çok çöküşleri ve ulus devletinin oluşturmuş olduğu tüm birikimlerin yağmalanması ile devam ediyordu. “Satacaksın - sattırmayacağım” Hacivat Karagöz oyunu bir bakmışsınız sahneden TV ekranlarında tartışma programlarına yansımış, bu çok alıcı tartışmanın ve yönteminde tiyatro salonlarına yansımaması mümkün değildi, yansıdı da… Mizah yapıyorum diye şarlatanların ortalıkta darbeciler ya da onların sivil haline şirin gözükmek için siyaset üstü yeni mizahı tiyatro eserleri ile turnelere çıktılar ve bol bol seyirci topladılar.

 

Turne para demektir ve İstanbul dışında seyircinin cebinden para almak olduğunu kısa sürede tüm tiyatro sahipleri keşfetti. Ulus devleti zamanında tiyatro seyircisini “oluşturmak” ve “eğitmek” için gidilen turne şehir ve kasabalarda artık eğitim değil, “parayı topla” ama nasıl toplarsan topla anlayışı ile tiyatro salonu olmayan sinema salonlarının en ince sahnesinde Hacivat ve Karagöz perde oyunu gibi en az oyuncu ile seyirciyi mutlu etmek daha çekici geldi…

 

Seyirci mutluysa ve popüler oyunculardan oluşan bir tiyatro gelmişse yaşadıkları yere, elbette parasına kıyacak ama günlük kıyafetleri ile gidecekti, çünkü sinema seyreder gibi algılamışlardı, sinemaya gidersin, çekirdek çitleyerek filmi izler, hatta gerek olursa yanındaki ile sohbet ederek sinemanın keyfini çıkarırsın…

 

Sinema izleyici ile tiyatro izleyicisi arasında farkı dahi bilmeyenler parası için salona alınıp, onlara hiçbir açıklama yapmadan oyun kısa sürede oynanıp, meşhur sanatçılara bakılıp geri dönülürdü... Zaten o zamanda diziler ve sinemalarda müzik endüstrisinin arabesk tarafının parasın boldu ve tüm yapımcılar usta oyuncuları arabesk sanatçısının yanında yan oyuncu olarak oynatarak arabesk sanatçısının zayıf, beceriksiz ve oyun gücünün olmadığını usta oyuncunun gölgesinde gizliyorlardı…

 

Usta oyuncularda yeni düzende kaldıkları işsizlik korkusu ve paranın sıcak yüzü yüzünden arabesk film furyasından cep harçlığı biraz da akşamları takılacakları kadar para karşılığından arka arkaya çekilen filmlerde fazla enerji harcamadan oynuyorlardı. Onlar için aldıkları para önemliydi, kariyerlerinin hiçbir yerinde o filmlerin ismini dahi geçirmeyeceklerdi nasıl olsa, geçici bir süreç için katlanılması gerek şeydi, zaten bir çok oyuncuda 1402’lik olmuştu, yani işinden kovulmuş ve ödenekli hiçbir tiyatroda çalışmalarına izin verilmiyordu. Usta oyuncuları bir anlamda açlık ile mecbur bırakmışlardı. 

 

Arabesk öyle tesadüfen çıkan bir şey değildi, liberal ekonominin çarkı için arabesk bir kuşağa ihtiyaç vardı, çünkü iç savaştan çıkmış bir ülkede insanların kederlenip dağıtacağı bir atmosfere ihtiyaç vardı, o alanda doldurulmuştu. Arabeskin yükselişinde Rabıta’nın pek rolü yoktu, o yüzden Arabistan rüzgarı geldi ülkeyi kuşattı diye bakmamak gerek, bizim arabeskimiz milli ve yerliydi! İşkence hanelerinde çalınan “Türkiyem Türkiyem Cennetim” parçası hiç değildi… Neyse ki o parçayı biri satın aldı da radyo ve ekranlardan çalınmaz oldu…

 

Sinema salonları dolup dolup boşalıyor, filmine göre sinema önünde mendil ya da jilet satılıyordu. Elbette sinema izlerken mısır patlaması ve cola vazgeçilmezdi. İlk flört edenler partnerinin elini tutmak ve küçük öpücükler kondurması için elde mutlaka bir şey olması gerekliydi.

 

Sinemada yemeden içmeden zaten film seyredilmez!

 

Çapkınların ile milli olduğu yerlerdi, zaman içinde öyle bir değişime uğradaki bu çapkınlık ve alanları bugün hepsi sanal oldu ama eskiden sanal değil, hayatın içindeydi. Liselilerin çay partileri, üniversite öğrencilerin doğa gezi aşkı, sinema salonları ve şehirlerine gelen tiyatro salonları… Tiyatro salonları sinema salonları gibi algılanması yeni değildi ama parası olan kız arkadaşına daha fazla hava atmak adına tiyatroya gidip cilveleşiyor, arka koltuklardan ön koltukta oturanı rahatsız edecek kadar sohbet içinde oyunu karanlık salonda izliyordu.

 

Salonlar para için doluyordu, popüler oyunlar sahnede, tek kanallı Türkiye ekranlarından kim gösteriliyorsa, onların oyunları kapalı gişe oynuyordu. Ekrana çıkıp görünmek seyircisi olan bir tiyatroda oyun oynamak anlamına geliyordu liberal ekonominin dişlisi içinde.

 

Popülizm liberalizmin olmazsa olmazıdır, popülizm olmadan sanki liberalizm olmayacak gibi, popüler olanlar daha özgür olduklarından dolayı olsa gerek bir ilişki doğmuştu… “Parası olan popüler olur, popüler olan para kazanır” ikilemi artık hayatımızın içindeydi ve ünlü olanların sahne aldığı oyunlarda seyirci alırdı…

 

Elbette bu da oyuncunun üzerinde büyük bir baskı ve yük getirmişti, çünkü popüler olmanın ekrandan geçtiğini ve ekranda muhalif birinin çıkma olasılığının düşük olduğunu biliyordu oyuncu, aptal değildi ya elbette bilecekti. Popüler olmanın birincil koşulu göz önünde olmak, her kesime seslenir olacak şekilde ortaya yuvarlak cümleler kurmak, taraf olmamak, olursa eğer taraf “mili takımı” tutmak gibi genel doğrular oyuncuların ve tiyatro sahiplerinin ortak mutabakatı olmuştu… Kısaca muhalif olmayacaktı, sevilen oyuncu sevimli halini korumak ve gözle görünür olmak zorundaydı. Bunu zaten kısa sürede modern söylem ile “deneyimleyeceklerdi”. Muhalif olanlar açlık ile sınava girerken, popüler olanlar gösterişli kıyafetler ile magazin programların konuğu oluyorlardı… Elbette tüm oyuncular için bunlar söz konusu olmaz, bazı büyük oyuncular kendilerini devlet ve şehir tiyatrosu şemsiyesi altında kendilerini koruyacaklar, elit oyunlarda gözüken elit tiyatro oyuncusu ve sahipleri kendi klasik seyircini koruyacaklardı…

 

Tiyatro mevsimi yeniden açılıyor ve bazı eski tiyatro seyircisi gittiği oyunca cep telefonsuz, oyunu yasak olmasına rağmen kayıt altına alan, yüksek ses ile konuşan, cep telefonu olmayan tableti ile oyun oynarken oyunu dinliyor olmasını kabul edemiyorlar, ah diyorlar o eski seyirci nerede? Tiyatro seyircinsin eğitilmesini rica ediyorlar saf saf… Seyirci zaten eğitilmiş, eğitildiği için öyle davranıyor dersek bu sefer o saf izleyiciler bize kızacak! Uzun yıllardır ülkemizde “para bende her şeyi yaparım, parası olmayan parası olanın kölesi olur ve muhtaç olduğu için dini bayramlarda “sadaka-i fıtır” alır. Devletimiz bu arada fakirin oyu mubahtır diyerek oyunu fakir fukara fonundan fonlandırılır, fakire seçim öncesi dağıtılan maddi artık neyse sandıkta oy olarak döner, dönmeyen oy ise cemaatler içinde dönecek şekilde o fakir eğitilir. Cemaatler fakirden aldığını fakire vermez, zenginden gelen bağışı fakire dağıtıyormuş gibi, dinsiz/laik ülkemizde cami fazlalığı olan yere bir de daha büyüğü ve daha gösterişli cami yapma yarışına girecek kadar işi ilerletmiştir. Camisi çok güzel olan elbette cemaat çekecektir, ne kadar büyük ve güzelse cemaati o kadar büyük ve geliri bol olur, tıpkı popüler olan oyuncu gibi… Sonuçta hayatımızı belirleyen paradır ve paranın sıcak yüzü aşkına dostlar üzerinden para kazanılacak birer tüketici oluverir…

 

Tiyatro perdelerini açıyor, devlet ve özel tiyatrolar parayı veren idarenin izin verdiği kadar oyunu sahneye koyacak. Özel tiyatrolar elbette para kaygısı ile kiralık salon arayacak, oyun için en az masraf gözetilecek, en az ekip ve her işten anlayan çalışma arkadaşları ile oyunu kotarma telaşında olunacak. Tiyatro sahipleri “biliyorsunuz arkadaşlar, ekonomik olarak dar boğazdayız, biraz sabır” diyecek oyucusuna… Ve en az maaş ya da oyun başına cep harçlığını sunacak, “ya benimlesin ya da başka tiyatronun oyucucusun” diyecek… Tiyatro “aşkı için” sahneye çıkanlar, bir de “aşk yanında para da lazım” diyenler, “aşk ekmeksiz olmaz” diyenlerin söyleyecekleri söz de kahve köşesinde bir dizide acaba oyuncu olur muyum kulisinde olacaklar büyük olasılıkla… bazı devlet ve şehir tiyatro oyuncuları tok oyuncu olduklarından olsa gerek her türlü dizi ve sinema rolünde kurumundan izin alarak ek gelir elde ederken hiç işsiz kalmış, ekmek ile aşkı arasında kalmış oyuncu arkadaşlarını düşünmezler, daha fazla rol, daha fazla dizi, her yerde yüzünü gösterme telaşı, ne de olsa popüler olmak para demektir bu zamanda…

 

Ben seyirci koltuğundan sahneye bakanlardanım. Yanımda oturan cep telefonu açıp oyun oynamasından rahatsızlık duyuyorum ama yapabileceğim bir şey yok, çünkü parasını vermiş, gelmiş oturmuş koltuğa. Kendisini sinema salonunda sanan ama izlediğini zaten anlayacak kapasitesi olmayanın can sıkıntısını giderişi sırasında sahne ışığı ile cep telefonu ışığı arasında sahneden geleni anlamaya çalışmak ile geçireceğim. Elbette tiyatro izlerken sadece izlemek yetmez, zaman nakittir diyerek oyun sırasında iş takibi yapan izleyicilerde olacaktır, onlar para mı kaybetsinler benim gibi seyirciler yüzünden.  Bir de toplu bilet alıp da salona gelen kurum çalışanlarının bir biri ile işyerinde olanların dedikodusunu oyun zamanına getirip yapanlar, onlar dedikodusuz mu kalsın, aşk olsun dedikodu bir anlamda terapi değil mi, oyun zamanında bedava terapi yapanlar… Ödenekli tiyatroya gelen siyasilerin çocukları ya da kendileri üstelik iktidarda bir de söz sahibi ise gelenler, gerek olduğunda oyuncuya müdahale ederek “burası siyaset salonu değil, öyle konuşma, durduk yere iktidara taş atma” diyerek protesto edenler… Ağzından sakızı çıkarmadan birde balon yaparak oyunu izleyen en sırada oturan arkasından dayısı ya da babası olan siyasilerin yakınları, elbette oyunu sinemada izler gibi izleme haklarını kullanıyorlar, seçilmişlere “laf yok”, atanmış zaten oyuncunun üstünde bir Demokles'in kılıcı gibidir, oyuncunun kaderi cimer’a şikayet edilecek kadardır, soruşturma, hakaret davaları, tazminatlar... Kısaca sahnede olan, seyirciyi veli nimet olarak görür ve sesini çıkaramaz! Çıkarırsa “yandaş” medyanın hedefinde, uslanmaz bir muhalif olarak sunulur ve elinden popülaritesi alındığı gibi ekmek kazanma yolu da tıkanır…

 

Liberalizm sizin bildiğiniz gibi, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” değildir, geçiş ücreti bile günümüzde devlet güvencelidir, geç ya da geçme senden alır o parayı!

 

Tiyatro sezonu açılıyormuş, üstelik seyircili. Seyircisi bol, alkışı hiç eksik olmasın oyuncaların ve tiyatro salonlarının.

 

İsmail Cem Özkan