Galata Gazete


30 Nisan 2016 Cumartesi

İstanbul’da 1 Mayıs!

İstanbul’da 1 Mayıs!

İstanbul’da ilk 1 Mayıs 1912 yılında kutlandı. Onun öncesi elbette işçi sınıfının ağırlıkta olduğu 1909 yılında Üsküp ve Selanik’te 1 Mayıs, çok kültürlü yapıya uygun olarak dört dil ile basılan bildiriler ile duyurulmuş ve kutlanmıştır. O dönemin en önemli siyasi istemi “herkese seçme ve seçilme hakkı”  talebi olmuş.
1912 yılında Hüseyin Hilmi Bey’in başkanı olduğu Osmanlı Sosyalist Fırkası, İstanbul’da işçi dernekleriyle birlikte (İstanbul) Pangaltı’daki Belvü bahçesinde 1 Mayıs kutlamaları için mütevazı şekilde bir araya gelmişler.
İstanbul’da Türkiye Sosyalist Fırkası tarafından gerçekleştirilen ilk kitlesel 1 Mayıs 1921 yılında gerçekleşmiş. Dönemin Osmanlı idaresi yasaklamış olmasına rağmen işgal altında kitlesel 1 Mayıs her şey göze alınarak kutlanmış.
1922 yılında ise 1 Mayıs Komisyonu kurularak tek elden yönetilmiş. ‘1 Mayıs Komisyonu’nda; Türkiye Sosyalist Fırkası, Türkiye İşçiler Derneği, Beynelmilel İşçiler İttihadı, Sosyal Demokrat Fırkası, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi, Ermeni Sosyal Demokrat Fırkası ve Esnaf Cemiyetleri yer almaktadır. Komisyon, Pangaltı’da toplanılacak ve yürüyüş yapılarak Kağıthane’de kutlanacağı ilan edilmiş. Ve ilan edildiği gibi de kutlanmış.
1923 yılında ise 1 Mayıs, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Ankara Hükümeti’ne yakın Umum Amele Birliği tarafından ayrı ayrı kutlanmıştır. Tam altı ay önce Hüseyin Hilmi Bey ( Türkiye Sosyalist Fırkası lideri) öldürülmüştür. Buna rağmen 1 Mayıs kutlamasını yapmışlar.
1924 yılında göstermelik bir kutlamaya izin verilmiş, 4 Mart 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ile demokratik haklar yok edildiği gibi, 1 Mayıs’lar üzerinde yıllar boyu devam edecek yasaklı yıllar başlamıştır. 
1976 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu tarafından İstanbul (Taksim’de) düzenlenen mitingle bu yasak sona erdirilmiştir.
1977 yılında İstanbul Taksim Meydanı'nda yaklaşık 500 bin kişiyle en geniş katılımlı 1 Mayıs toplantısı düzenlendi. Ancak, göstericilerin üzerine ateş açıldı ve göstericilerden 34'ü, yaralanarak ve üstlerine ateş açılması sonucu çıkan izdihamda ezilerek öldü. 1977 yılının 1 Mayıs günü, tarihe ‘Kanlı 1 Mayıs’ olarak geçti.
1978 yılında yüzbinlerce kişi tarafından Taksim Meydanı'nda kutlandı.
1979 yılında yasaklandı, ona rağmen korsan gösteriler ile bu hak kullanıldı, 1981 yılında tamamı ile yasaklandı.
1989 yılında yasaklara rağmen kutlandı, etkinliklerde polisinin açtığı ateş sonucu işçi Mehmet Akif Dalcı yaşamını yitirdi.
2007 yılında Taksim yeniden işçilere açıldı.
2010 yılında Taksim’de kutlanılmasına izin verildi.
2013 yılında tekrar yasaklandı. Taksim yayalaştırma projesi adı altında getirilen yasak bugün dahi devam etmektedir.
Taksim bir inatlaşma alanı değildir, aksine hak edilmiş ve kanlar ile yazılmış bir tarihin mirasıdır. Faili meçhul cinayetlerin kitlesel olarak uygulandığı bir alandır. İşçi sınıfının kitlesel ve bir arada olduğu etkinlikler bilinerek ve sistemli olarak yasaklanmaktadır. Taksim dışında izin verilen Kadıköy meydanında ki etkinliğe de polis saldırmış, orada da vatandaşlarımız öldürülmüştür. Polis hangi alanda kutlanılırsa kutlanılsın saldırmak için yukarıdan emir almış ve emri yerine getirmiştir.
İşçi sınıfının tırnağı ile elde ettiği hakların gaspına karşın kazanılmış hakkın elden alınmasına karşı girişilmiş bir mücadeledir. Taksim bunun sadece bir sembolüdür. Sermayeyi temsil eden devlet, tüm gücü ile işçi sınıfının kazanılmış haklarını elden almak ve sindirmek için her türlü baskı aracını kullanmaya ve işçi sınıfını içten parçalayabilmek için yandaş sendikalar aracılığı ile Taksim üzerinden söylem geliştirmektedir.
Taksim, Kavel Direnişi ile elde edilen sendikal hakların geri alınmasına karşı geliştirilen bir direniş hattının sembolüdür.
Kavel’de direnen işçiler ve önderinin kararlı tutumu ile sendikal hak yasal olarak güvenceye alınmasına rağmen, 12 Eylül sonrası kurulan sendikalar grevsiz bir kitle örgütü olarak işlevsiz olarak varlıklarını devam ettirmesi bu 1 Mayıs etkinliğinin ve geçmiş ile bağının önemi bir kere daha ortaya çıkmaktadır.
Taksim, Kavel ile kurulan bağın sembolüdür.
Taksim, DİSK’in devrimci olduğu dönemlerinin ruhunu taşıyan ve Kazancı yokuşunda sıkışarak öldürülen işçilerin mücadele alanında yaşadığı yerdir.
Taksim, korkutmaya karşı direniş, sindirmeye karşı başkaldırı, yok sayılmaya karşı sınıf olduğunun haykırıldığı bir alandır.
Taksim tesadüfen ortaya çıkmış bir alan değildir, 1 Mayıs’ı yaratan işçi cinayetlerine karşı yaşama hakkının savunulduğu mücadele alandır…
1 Mayıs’tan Taksim’i alın içini boşaltmış olursunuz. Bunu bilen devlet, tüm organları ile Taksim etrafında duvarlar örmekte, işgal edilecek bir alan olarak görmektedir.
İşçi sınıfının sesi bir gün mutlaka o meydanda özgürce dalgalanacak ve kardeşlik, bir arada, çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı işçilerin birliği ile o güzel günler yaşanacaktır.
Taksim mücadele alanıdır, hayallerini satmayanların bir arada olduğu alandır…
1 Mayıs’ta ölen, öldürülen, faili meçhul cinayete kurban giden tüm işçi sınıfı ve dostlarını saygı ile anıyorum, mücadeleleri bugün dahi mücadele alanlarında yaşamaya devam ediyor, onlar ölmedi, yaşıyorlar!

İsmail Cem Özkan

24 Nisan 2016 Pazar

Ergenekon davasına son nokta kondu!

Ergenekon davasına son nokta kondu!

Ergenekon davası henüz adı konulmadan yapılan operasyonlar ve bir çuvalın içine değişik dünya görüşünden insanı yığmaları aslında var olan kontrgerilla teşhirinin üstünü örtmek ve açılması muhtemel olan yakın tarih ile yüzleşmenin önüne bent oluşturmak için yapıldığı görüşü bende hakimdi ve o günlerde yazdığım yazıların konusunu oluşturuyordu. O zaman ki iddiam olan bu olmayan örgüt adına açılan davada yer alan her olayın aklanacağı, çünkü olmayan örgütün davası olmaz tezimi bugün alınan karar ne yazık ki doğruladı.

Ergenekon davası bir örgüt olmadığı gerekçesi ile davaya son nokta kondu ve o davadan yargılananlar bir şekilde aklandı. O davanın içinde gerçekten suçlu insanlar vardı, yapılar vardı. Eğer Susurluk Davası ile gerçek anlamda üstüne gidilmiş olsaydı Ergenekon davasına ihtiyaç duyulmadan faili meçhul cinayetler ve darbelerin üstüne gidilebilinirdi, fakat gidilmedi ve sürüncemeye bırakılarak birkaç söylem dışında ortada somut bir iş olmadan sonlandırıldı ama bu sonlandırılma işi yeni açılan bir davanın oluşturmasına zemin olacaktı. O zeminde açılan Ergenekon adı verilen dava bir anlamda Susurluk’ta yapıldığı gibi aklama davası olacağı tezim bugün doğrulanmış oldu. Bu aklama davasında suçlu suçsuz, haberi olan olmayanın bir dosyaya birleştirilmesi ve gerçek suçun gözden uzak tutulması amaçlanmıştı ki bunda da başarılı olundu. Birkaç simge isimin etrafında dönen tartışmalar bu örtünün nasıl kullanıldığını çıplak olarak bize gösterdiler. Gerçek suçlular, birileri için kahraman olarak çıktı ve sessizliklerini hala da korumaya devam ediyorlar. Suç hala ortada, faili belli ama artık kimse o faile sen suçlusun deme konumuna şimdilik sahip değil, çünkü yakalanmış, yargılanmış ve aklanarak çıkmış dava tutanakları var elinde!... Onların işlediği suçları bundan sonra uluslararası mahkemelere taşlayacak bir sürecin önü kapanmıştır. Ergenekon davası açılırken aslında bu sonuç ile biteceğini herkes biliyordu ama bu davayı bahane ederek açan siyasi irade gerçek amaçlarına ve hedeflerine ulaşılmıştır.

Sağ gösterip sol vurulmuştur. Bu sol vuruşu medya ayağı olarak Taraf Gazetesi özel olarak kurgulanmış ve verilen görevi en iyi şekilde bavullar ile yerine getirmiştir. O bavulu taşıyan, bavulun içini dolduran, bavula içeriğini bilmeden savunma hakkını yok sayarak kesin kanaatler ile sonuç üretenler yaşadığımız bugün ki kriz ortamını doğmasına sebep olmuşlardır.

“Kullanışlı aptallar” adı verilen gönüllü ya da profesyoneller eli ile bu davaya biçim verilmiş ve istenilen belgeler yaratılmıştır. Mağdur olduğunu iddia eden bir iktidar, yeni mağdurlarını “kullanışlı aptallar” eli ile yaratmıştır. Bu el ile toplusal hareketlilik ve kitle örgütlerinin altını boşaltmış ve yeni kavramlar ile algı operasyonunda kullanılmıştır. Hissettikleri yüksek söylemeye çalışanların sesleri yok edilmiş ve tek bir iddia üzerinden suçlular olarak kabul edilenler ayrım gözetilmeden ve suçların tasnifi yapılmadan var olan ve failleri ortada olmayan tüm suçların failleri bulunmuş gibi yapıldı ve geçmiş bir anlamda temizlendi. “Temiz Eller” operasyonu adı verilen ama ‘kirli ellerin’ daha da kirleterek kirli bir operasyona damgalarını vurmuşlardır. İddia üzerine yapılan saldırılar, iddia üzerine yapılan oturumlar ve iddia üzerine medyaya verirken ayarlar otokratik bir devletin olgunlaşması için ortam hazırlanmış ve bu bilinen yol bile bile savunulmuştur.

Yalnız geçmişte hiç acı duymayanlar, işkence tezgahlarından geçmeyenler, işkence tezgahından geçmişler adına öç alma yarışına girmişlerdir. Fakat olayı yaşamayanlar kulaktan dolma bilgiler ile savunma hakkını ve tutukluluk süresini ortadan kaldıran uygulamalar 12 Eylül zulmü ve askeri ile yüzleşeyim derken aslında yüzleşildi sanılan bir olgunun paralelini yarattıklarının farkında bile değillerdi. Dava ile hiçbir aşamada yüzleşilmedi, yeni suçlar ve acılar yaratmak dışında.

“Hukuk siyasi iktidarın fahişesi” olurken, bir grup ‘kullanışlı aptallar’ bu iş için ortam hazırlayıcısı konumuna soyunmuş olduğu, çıkarları ile örtüşen alanlarda masa başına geçtikleri ya da kürsülere sahip oldukları gözüküyordu.

Bu dava kullanılarak, hakim ve savcıların göreceli özerk yapısı tamamı ile ortadan kaldırılmış ve iktidara tabi olan bir adalet ve hukuk sistemi oturtulmuştur. Bu dava siyasi bir dava olduğundan siyasi iktidarın çıkarlarına uygun olarak yeniden bozulmuş ve “paralel devlet” adı verilen paralele bir örgütü ortaya çıkarmak için fırsat olarak kullanılmıştır. (Henüz ‘paralel yapı’ adı verilen ve her türlü suç ve günah onların üstüne yıkılan davanın sonucu ne olacağını şimdiden söylemek çok güç, çünkü belirleyici olan hukuk değil iktidar mücadelesidir. Elbette onların içinde Ergenekon davasında olduğu gibi gerçek suçlular var ve bilerek onları destekleyen, lojistik destek verenlerin olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız, fakat önemli olan savunma hakkına saygı ve hukukun üstünlüğü kavramının hayata geçirilmesidir.) Paralel devlet ve söylem ile iktidar kendi üstüne düşen tüm suçları başkasının üstüne yıkmış ve sanırım yakında o suçların da üstünü örtecektir, çünkü gerçeklerin tam anlamı ile ortaya çıkması demek suç ortaklarının da gün yüzüne çıkması demektir. Paralel yapı adı verilen operasyonlar bir anlamda iktidarın zayıf noktasını sağlama alma çabasından başka şey değildir.

İktidar mücadelesinin ortasında kalan Ergenekon davası iktidarın çıkarlarına uygun olarak aklanmış ve noktalanmıştır. Bu noktalanma aynı zamanda kontrgerillanın yapmış olduğu tüm suçların ve faillerinin üstünü örtmek anlamındadır. Cinayetler ortadadır, faillerin üstünü aklanmış bir Ergenekon davası kararı vardır. Faili meçhul cinayetlerin katilleri bilinmesine rağmen, devlet nezdinde onurlandırılmaya devam edilmektedir. Çünkü siyasi çıkarlar bugün onu gerektirmektedir.

Geçmişte yaptıklarından pişman gibi gözüken liberaller (solcu, sağcı, dincisi) bugün dahi hala “yetmez ama evet” demeye devam edeceğiz derken, bu dava nezdinde kimleri akladıklarını ve nasıl bir ortam yarattıklarının farkında olmalarına rağmen, bir iddia uğruna “dönen dönsün yolundan” demeye devam etmekteler ve hiçbiri geçmişte yaptıklarından pişman olmadan… Gerçek anlamda özeleştiri yapmadan, arada “kullanıldık” demek ile geçmişin üstü ne yazık ki örtülemiyor…

Ergenekon davası bitti ama biçim değiştirerek kontrgerilla suç işlemeye ve yeniden yeniden toplu katliamlar ve linç yaratmak için ortam hazırlamaya devam ediyor. Geçmiş ile gerçek anlamda yüzleşilemediği sürece katliamlar, linçler hayatımızın bir parçası olmaya devam edecektir.


İsmail Cem Özkan

21 Nisan 2016 Perşembe

En önde kavganın birer bayrağı oldular!

En önde kavganın birer bayrağı oldular!

Devrimci Yol’u devrimci yol yapan antifaşist mücadele en ön saflarda her bir devrimci yolcunun Mahir Çayan olmasıdır. Gözü kara, inançlı, savunma hattında faşistlere karşı vücudunu siper yapan gençleri gören halk onları kucaklamış, kendi evlatlarından üstün görmüştür. Devrimci Gençlik geçmişin mirasını taşırken yeni destanlar, yeni öyküleri ortamın özelliklerine göre yeniden yeniden yazmıştır. O yüzden ülkenin her tarafında farklı farklı Devrimci Yol yaratılmıştır.

12 Eylül mahkemelerinde ülke sathında başka başka içerikte Devrimci Yol davaları açılmıştır.

Devrimci Yol hepsini ortaklaştıran isimdir, onun dışında her biri kendi yöresinde birer Mahir olan gençlerin direncidir.

Liderlik kadrosu gözle görülmez, dergi sayfalarında birer harf olurken, her biri Mahir olan bu gençler hayatın içinde hayatı yeniden yorumlamışlar, direniş hattında ön saflarda halk ile birlikte, halka zarar gelmeyecek şekilde halkı savunmuş, halkın umudu, geleceği, yüz akları olmuştur.

Her ne kadar ki ‘nokta operasyonu’nda direniş hattı kuramamış olsalar da, destek ve dayanışmayı arzu edilir şekilde karşılayamamışlarsa da inançlı, davalarının arkasında yiğitçe durmuş, işkence tezgahlarında işkence odalarının duvarlarını şahit yaparak direnişin en yiğitçesini İbrahim Kaypakkaya adına layık bir şekilde gerçekleştirmişlerdir.

Onlar geçmiş liderlerin yaratmış olduğu yolda yürürken, idam ipini boğazına geçirirken “yaşasın hakların kardeşliği, yaşasın mücadelemiz” sloganları atarken her biri Deniz Gezmiş olmuştur. İdam sehpasında, işkence tezgahında direnişin, onurun, yaptığından pişman olmayan sloganını atarken bugün dahi mezarı olmayan devrimci yolcuların mirasını Seyit Rıza’dan aldıklarını bugün daha çıplak olarak görmekteyiz.

Devrimci Yol’u devrimci yol yapan tabanında yer alan gençlerin inançları, kararlılıkları ve sonunda ölüm olduğunu bile bile “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi...”  diyerek yaşamı çok sevmeleri ve geleceğe olan özgüvenleridir.

Ölüm korkusu yoktur, halk için halk ile birlikte en ön saflarda direniş çizgisini bir örgüt olarak kurmuş, örgütlü bireylerin yaratmış olduğu direniş komitelerin yönlendirici ve kendiliğinden gelişmeye karşı bilinçli müdahil olmalarıdır. Gelen faşizm dalgasını her saldırıdan ders alarak, gecekondu mahallerinde, fabrikalarda, Yeni Çeltek Madeninde yeraltında, yer üstünde, hayatın tüm alanında örgütlemişler. Bilinçli, bilerek direniş hattını oluşturmuş ve en ön saflarda yer alarak işçiye güven, halka umut olmuşlar.

Bir hareket geçmişin anılarında hala taze olarak yaşarken, hala o gençlerin yaratmış olduğu Devrimci Yol yaratma ve yeninde aramıza katılması hayali bugün dahi canlıdır. Bugün geçmişin sloganları, dergi sayfaları, afişleri paylaşılıyor ve yeniden yeniden yorumlanıyorsa, işte yaratılmış olan bu çizginin militan gençliğin emeğindedir. Onların her birinin bir Che olmasındandır.

Uluslararası dayanışmayı, yerelden evrensel bir direniş çizgisini yaratması, kendine özgü, yerine göre halka birlikte direniş hattı kurması ve “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır!” anlayışına uygun tüm birikimlerini, hayatlarını bu yola adamışlar. Bireysel kaygılar yerine birlikte yaratılan mücadelenin daha ileriye nasıl taşınırı kendisine kaygı olarak algılaması ve bireysel akıl yerine toplumsal akla uygun olarak ortak hareket etmesi ve o akılın eseri olan direniş hattının yaratılması tesadüf toplumsal olay değildir, çünkü onlara yol gösteren Kızıldere dayanışmasıdır.

Bilerek ölüme gidenlerin “Devrimden başka bir hayat yoktur.” düşüncesi ile kavgada son nefeslerini direnerek vermişlerdir. Ne itirafçı, ne dönek, ne de kavga kaçkınıdırlar. Hayatlarını ortaya koymuşlardır ve o kavgada bir nefer olmanın getirmiş olduğu özgüven ile geleceğe selam göndermişlerdir.

O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda, toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda olacağım.

Fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi,
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla,
kara toprağın altından ben de haykıracağım.

Unutulup geçmişte kalan acı dünü,
kimbilir belki bir kış günü,
üzerimi yorgan gibi kaplayan,
bembeyaz karın soğuğundan,
ya da sonbahar mevsiminde,
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım.

Ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.

Mevsim ilkbahar, sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım.

Adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da,
kalmamış da olsa bu dünyada mezarım,
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma,
o müjdeyi ben doğadan alacağım.

Nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama,
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.

Mustafa Özenç

Devrimci Yol bir anlamda Mustafa Özenç’in yazdığı dizelerde harflerdir, duygudur, inançtır. Bugün o geleneğe, o kültüre hayran duyularak bakılıyorsa, hala anıların en güzel yerinde duruyorsa, kavganın bu güzelliğinde yer alan devrimci yolcuların alın teri, hayali, inançları, özgüvenleridir.

Devrimci Yol örgütlüktü, bireysel değil ortak akılın ürünüydü. Her bir sempatizanın, üyesinin yerele özgü kattığı renkti. Kendiliğinden gibi gözüken ama aslında bilinçli müdahalenin savunma hattında hayat bulduğu alandır. Bugün o gerçeğin sadece kendiliğinden tarafı göz önüne alınıp, bilinçli müdahil bölümü göz ardı edildiği için ölü doğan girişimler olmuştur. Yenilgi sonrası yaratılan ortamda her müdahale bir anlamda ölü doğmuş çocuk gibidir, örgütlü olmak yerine arkadaşların yan yana gelip örgütmüş gibi davranmasıdır. Yeniden demek ile yeniden olmuyor, onu yaratacak örgütlü ve bilinçli müdahaledir…

Devrimci Yol’u yaratan Kızıldere’dir. O son noktada bilerek girilen yolun sonunda ortaya çıkan yeni dalgadır. Oradan sağ kurtulmuş liderin yeni yaratılana sadece izleyici olarak katılmasıdır. Ne müdahil olmuştur ne de ona olanak veren ortam olmuştur.

Tarihe bakarken keşke şöyle olsaydı filan denmez, çünkü Marksist tarih bakış açısında o olay öyle olmuştur ve olduğu gibi kabul edersin. Değiştiremezsin… Yaşanmıştır ve bitmiştir ama o yaşanmışlıktan ders çıkarırsın. Kızıldere’den ders çıkaran önderlikler yaşamayı seçmişler ve bireysel duruşlarını ortaya çıkarmışlar ama yenilginin daha ağır olmasının sebebi olmuşlardır. Bugün yaşanan kriz ortamını aşamamanın en önemli sebebi krizi yönetecek yetenekten yoksun olmaktır. Kriz yönetilemediği için aynı kökten onlarca ayrı kanat çıkmış her biri geçmişi savunup ileriyi kucakladıklarını söylemiş olmalarına rağmen bugünü tam olarak algılayamadıklarını yaşanan süreç göstermiştir.

Direniş komitelerinin adı değiştirilip bugünlerde birçok değişik görüşün yan yana gelip oluşturmuş olduğu birlikler hakkında da bir söz söyleme ihtiyacı duymaktayım, örgüt olamamış yapıların yan yana gelmesi ile örgüt olunmaz. Kendiliğinden ve dağılmaya her an müsait yapıların savunma hattı oluşturması, zayıf halkaların oluşturmuş olduğu birliklerin daha fazla hayal kırıklığı yaratmasına uygundur. Geçmiş bu hayal kırıklıkları ile doludur ve insanların var olan güvenlerinde yok olmasına sebep olmaktadır. Gün geçtikçe büyümesi gereken yapılan gün be gün erimesi ve salonlarda ve mezar başlarında anma yapması bunun göstergesidir. Geçmişi yaşatmak demek, geçmişin daha ilerisinde adım atılması demektir. Diğerleri hepsi zaman doldurmak ve safları biraz da olsa anılarla ayakta tutma telaşıdır…

Umarım ki yeni hareketler yaratılır ve artık geçmişin anılarını okuyup onların anılarından eteğimizde birikmiş taşları atmak için fırsat kollamaktan kurtuluruz. Anılar suçlu aramak ve suçluyu mahkum etmek üzerine kurulu olursa ileri bir adımın önüne engel koymaktır, ne yazık ki bir çok anı kitabı bu işlevi görür hale geldi…

Bugün dahi bize Kızıdere bir şeyler söylemeye devam ediyor, dayanışma ile ama örgütlü güç ile başarı elde edilecektir… Kavel’den bugüne gelen öğreti budur… Dayanışma, halk, inanç olmadan ne Kavel olurdu ne de işçi sınıfının grev hakkını içinde barındıran sendikası olurdu.

Kavel’de ‘grevsiz sendika olmaz’ mücadelesini yüzlerce insan savunurken bugün daha büyük kitlesine sahip ama grevsiz sendikaların olması da ayrı bir ironidir. İşçi sınıfı yeni Kavel’lere, yeni işçi önderlerine ihtiyacı vardır.


İsmail Cem Özkan

18 Nisan 2016 Pazartesi

Mağdurlar gerçekten mağdur mu?

Mağdurlar gerçekten mağdur mu?

Günümüzde algılar ile oynayan araçlar o kadar gelişmiş ki, neyin doğru neyin algı operasyonu olduğunu bile algılayacak konumda değiliz. Bilincimiz ile oynuyorlar, hayata bakışımızı biçimlendiriyorlar, sürekli elimize teknoloji ürünü verip bizleri bağımlı yapıyorlar. Bağımlı insanın kendisine ait düşüncesi olmaz, çünkü bağımlı olduğunu elde etmek onun tek hedefidir ve o hedefe giden yolda her türlü yalan ve düzenbazlık mubah sayılır…

Mağdur olanların toplumda bir karşılığı her zaman vardır ve mağdur olana karşı duyulan hisler ve tepkiler bir anlamda kendi zavallılığımıza duyduğumuz korkunun dışa vurumu gibidir. Birçok insan bazı mağdurları onuru olarak kabul edip onun kavgasında onun safında yer almayı iktidara karşı mücadele olarak algılamaktadır ama mağdur ya iktidardaysa… yakın tarihimiz iktidarın mağdur olduğunu yaşadı ve bir çok kendisince akıllı olan zeki insanların mağdurun yanında yer almak adı altında açık faşizme giden yolda iktidarın yedek değneği oldular. İktidar her zaman güçtür ve o gücü iyi kullananlar kendi halkına karşı her zaman “iyilik” düşünürler. O iyilik her zaman halkın daha fazla acı çekmesi ve üzerinde toplanan kara bulutun yoğunlaşması anlamındadır. İlerici olanların tek yapmaması gereken şey, iktidara yaslanmak ve iktidarın peşinden koşmaktır. İktidar algılar ile oynar ve sizi demokrasi ve özgürlük özlemlerinizin altını boşaltır ve bir bakmışsınız baskı yapma özgürlüğünü savunur, çoğunluk hakları için mücadele eder bulursunuz. Demokrasilerde öncelik azınlıkların haklarını korumaktır, onlara gelebilecek baskıların önlemini almaktır. Çoğunluk haklarını savunan düzenlerde her zaman katliam ve soykırım ile karşılaşma olasılığınız yüksektir. Çoğunluk hakları görecelidir ve iktidarda olan her daim çoğunluktur!

Mağdurum diyenlerin önemli bir bölümü onurum olamaz, lütfen birini onurumuz diyorsak onun geçmişine bir bakın ve hangi olayda nerede durduğuna bakın derim... Cezaevine girmiş diye birine onurumuz deme lüksüm yok… Sadece mağdur olmuştur ve cezaevinde diye ona yüklenmem, aynı koşullar içinde olduğumuzda ise duruşuna göre tavrımı ortaya koyarım... O yüzden birine onur payesi takmak kolay ama o kişi onurunu koruyabilecek mi? Senin yüzünü de kızartabilir, geçmişine bakarak o kızarma olayını tahmin edebilirsiniz. Sermaye yanında saf tutmuş birinin hiç bir şekilde onurunuz yapmayın, çünkü sizi para karşılığında satma potansiyeli yüksektir... Çünkü profesyonel düşünüp profesyonel davranma alışkanlığı vardır... Gerçek anlamda mağdur olmuş biri ile geçici ama onurum diye tanımlamadan dayanışma içinde olabilirim... Ne yazık ki birçok siyasi çıkarlar mağdur olanların önemli bir bölümünü onur payesi verir ama yapılan iş aslında dayanışmadır ve dayanışma ile onur meselesini karıştırmamak gereklidir…

Ülkemizin geleceğini ve politikasını belirleyenler yaşanan toplumsal olayların içten ve dışarında bize yansıması ile şekillenmektedir. Sınırımızın yanında yaşanan iç savaşta ülke olarak taraf olmamıza rağmen, halklar olarak bu savaşın mağduru konumundayız. Savaş koşullarının yaratmış olduğu basın, haber alma özgürlüğünün yok edilmesi süreci aslında savaşı bahane eden kendi iktidarını güçlendirmek ve başkanlık sistemini oturtmak isteyen anlayışın toplumu zor ile biçimlendirmesi sürecidir. Bu süreç içinde ister istemez taraflar vardır ve taraflar kendi çıkarlarına uygun olarak pozisyon almaktadır. Kürtler açılım adı altında yapılan süreç yok olamasın, müzakere masası devrilmesin diyerek her türlü gelmekte olan baskı yasalarını görmezden gelmiş, iktidarın yan değneği konumunda liberaller ile birlikte saf tutmuştur. Her ne kadar Kürtler kendi çıkarları açısından haklı gibi gözükse de çoğunluk haklarını savunan ve bu hakları geliştirmek için kullanan iktidarın karanlık yüzünü halklardan saklanmasına olanak sunan diğer muhalefet hareketlerinden pek farkı yoktur. Ülkemizde iktidar vardır bir de ona destek veren yan partiler vardır. İktidar hedefi olan bu yan değnek işlevi gören partiler zamana uygun ve seçmenin gönlünü aldığı noktalarda iktidara destek vererek iktidarın yolunu açma görevinden başka sorumluluk almamışlardır. Sorumsuz bir iktidarı sorumlu olduğunu hatırlatacak her hangi bir toplumsal gelişme ne yazık ki Gezi Direnişi dışında hayatta karşılığını bulamamıştır. Bunda elbette siyasi partilerin tercihleri önemli rol oynamıştır. İktidar olmaktan korkan ve iktidara destek veren mecliste bulunan siyasi partiler ile bugün yaşadığımız kaos ve kriz ortamı el birliği ile yaratılmıştır.

Muhalefet partilerin yapamadığını medya aracılığı ile yaşanan bu sorumsuz, kontrolsüz süreç haberleştirilmekte ve toplum içinde saklanan gerçekler gün yüzüne ve konuşulur hale getirilmektedir. Elbette medyanın elinden uzun süre iktidarda olanlar tarafından istihbarat ve haber ağı alınmıştır. Cemaat ağırlıklı haber ajansları ülkenin her noktasında örgütlenirken sol bu gelişmelere sadece izleyici ve onlardan gelen haberleri sayfalarına alarak izlemiştir. Solsuz bir ülke 12 Eylül rejiminin istediği ve yarattığı bir süreçtir ve bunda da başarılı olmuştur. İstihbaratı olmayanların olaylara sadece izleyici ve ellerine verilen bilgiler ile kendilerince gerçekleri ortaya serebilirler. Yani gerçek anlamda habere ulaşamaz, ulaştığı bilgi izin verilen bilgidir. Medyayı elinde bulunduran aslında haber ajanslarıdır ve o ajansları yönlendirenlerin siyasi tercihleridir. Ülke bu konuma süreklenirken sosyal medyanın teknoloji ile yaygınlaşması ve ulaşılır olmasıyla göreceli olarak özgür alanlar yaratılmış olsa da sosyal medyanın denetimi iktidar tarafından gözle görünmeyen ama yasalarla desteklenmiş teknoloji araçlar ile sınırlandırılmıştır.

Son aylarda ve halen devam eden bir davanın konusu ‘MİT tır’ları’ ve taşıdıkları araçlar. Bu haber çok önemlidir, çünkü yan ülkede devam eden savaş ve yaşanan sürecin içinde rol alanların haksız bir şekilde güç haine getirilmesi ve katliamlar ile bire bir ilişkilidir. Bu davanın nasıl sonuçlanacağı elbette iktidar denetiminde olan mahkemeler verecektir.

Bu haber bir iktidar mücadelesinin bir aracı konumundadır. Ve haberi yapanlar basın özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi verir görünümünde mağdurlardır. Çünkü basın özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi veriliyorsa geçmişte mağdur olanlar ile ne kadar ve hangi koşullarda dayanışma içinde olduklarına bakmak gereklidir. Görünür olan çoğu zaman gerçekleri yansıtmaz, bu dava da olan odur! Kısaca Can Dündar davası demokrasi ve basın özgürlüğü davası değildir, sadece o bilgileri ona ulaştıranların iktidara ayar verme ve iktidarı biçimlendirme oyunun görünen yüzü olan davadır...

Profesyonel insanlar parasını aldıkları sürece üzerilerine düşen görevi yapar... Onların yanında yer alanlar ancak birilerin amacı yolunda yedek değnek ve kamuoyu oluşturmaları için kullanılan olur... Yakın tarihimizde yaşadığımız Taraf Gazetesi olayı buna örnektir. Taraf Gazetesi içinde yer alanlar birçok suça direkt ortak olmamış olsa dahi orada olmaları nedeni ile kamuoyu oluşumuna katkı sunmuş ve dolaylı olarak tüm oluşan suçlara ortak olmuşlardır...

Her anını paraya döndürme telaşında olan Can Dündar, henüz bitmemiş davasının kitabını çıkararak vakit nakittir sözüne yeni anlamlar yüklemiş... Can Dündar gibi profesyonel insan ile dayanışma içinde olanların anılarını ve yaşamlarını Can Dündar ne zaman piyasa sürecek diye merak ediyorum...

Magazin olmayan şeyin pazarda payı olmaz!

Can Dündar ve Erdem Gül davasına gizlilik kararı alınmış... Orada oynanan oyun Amerika ile Erdoğan arasında ki küçük ayar oyunudur. Amerika, “hadi dedi delikten aşağıya” demekte, bu söylem karşısında Erdoğan direniyor ve diyor ki “bak hala güçlüyüm, dediğimi yaptırırım bu ülkede!”...

Bakalım kim kimi delikten aşağıya atacak!

Cevabı belli ama biri direnerek gideceğini ilan etti...

Davadan nasıl bir sonuç çıkacağını gerçekten merak eden birileri var mı?

Sözümü bitirirken aklımda ki soruyu yazayım; mağdurlar gerçekten mağdur mu?

İsmail Cem Özkan


12 Nisan 2016 Salı

Tasarlanmış toplumda değişim zamanı!

Tasarlanmış toplumda değişim zamanı!

Toplumsal olaylarda bazı şeyler tesadüfen oluşmaz, ortam hazırlanır ve o tasarlanan şeyin olması için zamanın olgunlaşması beklenir.
Siyasi iktidarların bir ömrü vardır, hiçbir güç uzun soluklu olarak iktidarda kalmaz. Elbette soluk burada kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişen izafi bir kavramdır ama tarih bize en güçlü olanların kısa zamanda yok olduğunu haykırır ve der ki; “iktidar hırsına kapılmadan arkanızda temiz bir sayfa bırakın!”
Hayata trajedi ve dram yaşayasınız diye gelmediniz, mutlu olmak ve sevdikleriniz ile gülerek yaşamanız için varsınız. Yaşamı çekilmez kılan şey sizin ve içinde bulunduğunuz toplumun hırsları ve tek hakim olma düşleridir.
Yaşam hiçbir şekilde tek rengin hakim olduğunu kaldıramaz, hemen tek rengin hakim olduğu yere başka renkleri karıştırır ve mesajını açıkça verir. Bizler içinde bulunduğumuz koşulların ruhunu o kadar benimsemiş ve içselleştirmişiz ki, verilen bu açık mesajı dahi göremeyiz. Tek doğru, tek iktidar, tek ülke, tek toplum doğaya aykırıdır.
Doğadan kopmuş, beton içinde kontrollü ortamda yaşayan bizlerin hırsları sonsuz gibi durur ama elbette bir sonu vardır, o son; son nefesi verdiğimiz andır ve her şeyin boş olduğunu kanıtlar. Bizi verdiğimiz acılardan dolayı anan olmaz ama verdiğimiz neşe her daim sohbetlerin konusu olur.
Toplumsal olaylarda ‘yöneten ve yönetilenler vardır’ algısı hakimdir. Yönetenler ayrıcalıklıdır ve her türlü pozitif ayrımı kendileri için kullanırlar. Ne yazık ki bugüne kadar ilkel toplumla hariç modern olarak kabul edebileceğimiz ve doğa ile savaşta doğaya biçim verenlerin oluşturduğu toplumlarda bu algı baskındır ve sadece felsefecilerin konuştuğu özgün alternatifler yok sayılmış ya da toplum içinde karşılığı bulunamaz ütopyalar olarak sunulmuştur. O yüzden geri bıraktırılmış toplumlarda düşünmeyi teşvike eden felsefe yok sayılmış ya da küçümsenmiştir. İnsanlık tarihi içinde özgür ve özgün düşünenler toplumları ileriye itekleyen ve taşıyan olmalarına rağmen, toplumu yönetenler ve biçim verenler her zaman siyasetçiler ve öldürmek üzerine eğitim görmüş askerlerin kafasında oluşturdukları tek tipleştirme senaryosunun hayata geçirmeye çalışanların hakimiyeti altında geçmiştir. Özgün olanlar fırsat buldukları toplumlarda katkı sunmuş ama biçim vermeye imzalarını ne yazık ki atamamışlardır.
Ülkemiz yeni bir kırılma dalgası içindedir. Toplumsal yaşanan değişimin artık çıkmaz sokağına girdiğimiz bu günlerde toplum ya geri dönecek ya da önüne engel olan duvarı yıkıp geçecektir. Her seçenekte de var olan iktidarın artık tarihin tozlu raflarına doğru bırakılacağı kesindir, çünkü kafalarında oluşturmuş oldukları toplumsal değişimin çok uzağında ve onların bilinçaltına işlenen zamanın ruhuna uygun tercihler arasında bilinçli ya da bilinçsiz seçtikleri yolda çıkmaz sokağa girmişlerdir.
İktidar değişimi aynı zamanda toplumun dünya gerçeklerine göre yeniden biçimlenmesi için yeni fırsat anlamındadır. İktidarı uzun süre elinde bulunduranlar, o güçten elde ettikleri özgüven ve sermaye birikimi ile her şeye muktedir oldukları duygusu ile en güçlü oldukları anda en hızlı şekilde yok olacaklardır. İktidar elbisesi içinde kim olursa olsun, her türlü baskı aracını ve yalan makinesini elinde bulundursalar da değişim kaçınılmazdır. Bu kaçınılmaz sonu önleyebilecek ne güçleri olacaktır ne de ortamları.
Ekonomik alanda ve istihbaratı güçlü olan yapılar başarıya diğerlerine göre daha yakındır… istihbaratı güçlü olan her toplumun hareket alanı daha geniş ve lojistik olarak kanalarla sahiptir. Lojistik kanaları olmayan her yapı bir anlamda intihar etmek için ilk kriz ortamını bekleyecektir, çünkü krizi yönetemeyen her yapı gerçek bir güçlü direniş karşısında yok olmaya ve teslim bayrağını açmak için kendisi ortam yaratır ve yandaşlarına da bunun doğal bir sonuç olduğunu empoze ederek, küçük olsun ama benim denetimim ve yönetimim altında olsun cemaat ilişkisini doğurur.
Her yenilen ve iktidar gücünü ve olanağını kaybedenler kendi küçük cemaat ilişkisi içinde gelecek yeni iktidar olanaklarının hayallerini kurarken, geçmişte yaşadıklarını destan yazan söylenceler üretmekten de geri durmazlar, çünkü cemaatleri bir arada tutan geçmişin şanlı öyküsüdür.
Elbette toplumsal dinamiklerin her an ortamını bulduğunda iktidara gelme olasılığı vardır ama bu olasılık elinde ki olanağı ve örgütsel yeteneğini kullanabilme becerisi ile orantılıdır. Hiç beklemediği anda hazırlıklısız olarak iktidara gelme olanağına sahip olabileceği bir ortam başkaları tarafından yaratılabilinir, ortam yaratan aynı zamanda iktidar sandalyesini idam sehpasına döndürecek ortamında yaratabilir…
Düşünemeyen her güç, başkasının maşasıdır.
Özgün çözüm ütemeyenler, toplumun en gerici yapısını oluşturur. Genelde aklı kullanmayan ama başkalarının yaratığı ortamı kendisi yaratmış gibi görenlerin boş gölgelerinden oluşan toplum üzerinde ki karanlık bulut, o gölgelerin üzerine ışık düştüğü an yok olduğu gerçeğini her kuşak sürekli yeniden yeniden acılar içinde öğrenmek zorunda kalıyor. 
Karanlık bulutun yaratmış olduğu karamsarlık elbette bir şekilde ortadan kalkacaktır, bu kalkış süresi göreceli zaman kavramı içinde değerlendirlebilinir ama mutlaka yok olacaktır…
Toplumumuz yeni bir kırılma sürecine girdi, yeniden oluşturulan dinamikler içinde kişiler kendi tercihlerini ortaya koymaya başladı, bu tercihleri belirleyecek ne kültürdür ne de gelenek! Çürüyen toplumlarda en önemli unsur çıkarlardır.
Adalet, özgürlük, saygı, ahlak gibi kavramların altını çıkarların oluşturmuş olduğu cümleler doldurmaktadır. Adalet, özgürlük, saygı ve etik kavramlar evrensel değerlerin yaratmış olduğu zamana uygun anlamlar göreceli olarak değişime uğramaktadır…
Tek devletin, tek iktidarın, tek dinin arattığı değerler değil, evrensel anlamda hareket eden paranın ve onun yaratmış olduğu rüzgarın oluşturduğu değerlere eskiden verilmiş isimler, sıfatlar üzerinden konuşmaya devam edeceğiz…

İsmail Cem Özkan

4 Nisan 2016 Pazartesi

Çıkarlar, demokrasi mücadelesinin altını boşaltıp doldurabilir!

Çıkarlar, demokrasi mücadelesinin altını boşaltıp doldurabilir!

Demokrasi mücadelesi olarak gösterilen birçok etkinlik aslında demokrasi değil, iktidar mücadelesidir. İktidar için girişilen kavgada özgürlük, demokrasi, hoşgörü kelimeleri sık sık kullanılır ama hayatta karşılığı olmayan altı boş olan cümlelerin birer parçası olurlar.

Türkiye'nin ilk anayasası "Özgürlük, Adalet, Kardeşlik, Millete Eşitlik" sloganları eşliğinde 23 Aralık 1876 ilan edilmiştir. Bugüne kadar o sloganda yer alan kelimeler hala gündemde ve gündemin sıcak ve yumuşak karnı oluşturmaktadır. Azınlıklardan her hangi biri ne zaman özgürlük dese, çoğunluğun baskı kırma özgürlüğü ile karşılaşır. Kardeşlik kelimesi zaten baştan aşağıya yanlış algılar üzerine oturmaktadır, çoğunluk ve güçlü olanın zayıf ve güçsüz olanı dövmesi, hırpalaması ve kendisi gibi düşünmeye zorlaması kısaca asimile olmasını ve değişmesi üzerine kuruludur. Küçük ve zayıf kardeş abisi ne derse onu yapmak ile yükümlü kılınır ve ona benzemesi için sürekli karşılaştırma yapılır. Bakın bizim dilimiz ne mükemmel her şeyi açıklayabiliyoruz der, ama onun dilinin güdük kalmasının tek sebebi olduğunu görmezden gelir. İmkanı olsa belki çoğunluğun konuştuğu dilden daha fazla kelime üretebilecek! Millette eşitlik tekil olarak algılanır, tek ulus, tek bayrak, tek dil, tek mezhep, tek din, tek… kısaca eğitimde tek, güvenlikte tek anlayış eşitlik kavramını zaten ortadan kaldırmaktadır. Millette eşitlik diyerek imza verenler, ilk anayasanın yazımına katkı sunan azınlık üyeleri ilk baskı görenler olmuştur.  

Ülkemizin tarihi genelde dışa bağımı şekilde gelişmiştir, içeriden birileri istedi değil, dışarıdan birileri istedi diye yapılmıştır. Kendi aklı ile düşünmek yerine ısmarlama fikirler kolaj usulü yapıştırılmış ve topluma giydirilmeye çalışılmıştır. Alışkanlıklar ve kültür biat etme üzerine kurulu toplumda özgürlük de tepeden aşağıya sözde verilmiş ve ilk özgürlük istemi ve hareketi karşısında hemen ortanda kaldırılmış, isteyenler de askıya alınmış, işkencelerden geçirilmiş… Onların tabanı olduğunu gördüğü kesim üzerinden de baskı gerek toplumsal linç için zemin hazırlanmış gerek devlet kendi imkanları ile saldırmış, kararnameler ile yaptığı usulsüz işleri yasal kılıfa büründürmüş. Kendi aklı ile içselleştiremeyenler, başkalarından gelen baskılara boyun eğmiş ve dışarıya karşı hoşgörü, içe karşı otoriter bir toplum çıkar çatışmalarının ortasında kurulmuş…

Türkiye kurumları ile Osmanlının devamı olarak kurulmuş ve parçalanarak bugün ki halinde daha kontrol edilebilen sınırlar içinde kurulmuştur. Osmanlı’dan aldığı mirası bir çok kurumları ile bugün de yaşatmaktadır. Osmanlı zamanında cephe gerisi boşaltma adı altında tehcir, Abdülhamit'e 'kızıl' lakabını takan katliamların başka boyutta kısa tarihimiz içinde küçük ya da büyük boyutta yaşadık… Türkiye sürgünler ülkesi gibidir, her olumsuz gördüğünü bir yere rahatlıkla sürebilmekte ve cezalandırılabilmektedir. Osmanlı zamanında sürgüne göndermek ve başka ülkeler tarafından sürgüne gönderilmişleri almak doğal bir şeydir. Muhacir, mübadil, mülteci… yabancısı olmadığımız kelimelerdir...

Türkiye devletinin doğuşu dönemin uluslar arası ilişkilerde ki çıkar çatışması ve güç göstergesi sonucunda dış güçler arasında karar verilmiş ve o karar sonucunda ihtiyaca uygun şekilde şekillenmesine olanak verilmiştir. Elbette bu sadece bizim gibi ülke ile sınırlı değildir, cetvel ile çizilen devletler ve çıkarlara uygun küçük devletlerin kurulması ve sonra onları çıkarlar gereği başka ülke tarafından işgal edilmesi o dönemin karmaşık olayları içinde yer alır. Burada gözden kaçırılan gerçek, bir ara ya da tampon olarak kurulan ülkenin içişleri bir biri ile çatışan devletlerin karşılıklı görüşleri ve uzlaşması ile biçimlendirilmiştir. Örnek biz demir perde ve önünde yer alan devletler tarafından arada sınır boyunda kurulmuş bir devlet olduğumuza göre, bizim içişlerimizi daha iyi anlayabilmek için iki grup ülkelerin bize bakışına bakmamız da fayda var. Her karar ve darbe gibi olaylar icazet almadan olmayacak şekildedir. En baskın gibi gözüken, sanki ülke içinde çıkarı yok edilmiş gibi gözüken bir tarafın darbe sonrasında fazla refleks göstermediğini gözden kaçırırız. Onlar adına ülke içinde adım atanlar, toplumsal dinamikte yer alanların tepkileri ve onlara yönelik operasyonlarda gösterilen tepkiler, kuzey ülkemizin çıkarı ile paraleldir… en çıplak olarak 12 Eylül sürecinde yaşadık, Sovyetler topraklarına giren devrimciler, aynı hızda geri askeri rejime iade edilmişlerdir. Çünkü o dönemde ki Sovyetler Türkiye’de yaşanan darbeyi darbe olarak görmemiş, bir müdahale olarak algılamıştır. Onların ülkemizde ki sözcüsü gibi hareket eden TKP 12 Eylül'ü ‘ılımlı bir askeri cunta’ olarak değerlendirmiştir. 1983 yılında ancak ‘faşist diktatörlük’ olarak değerlendirmiştir. Bu kararın temelinde belirtilen gerekçe "Sovyetler Birliği'yle iyi komşuluk ilişkilerini sürdüreceğiz" sözünü söyleyen generallerin mesajında saklıdır... Sovyet çıkarı, ABD çıkarı ile çatıştığı noktalar ve çatışmadığı noktalarda ülkenin kader çizgisinde değişimler olmuştur. 24 Ocak kararları liberalizmin tüm dünyayı kuşattığı yılların başlangıcıdır, devlet zırhı ile korunan gümrüklerin açılma sürecinde Gorbaçov’un iktidara yürüyüşü de başlamıştır.

Suriye savaşı son dönemde belirleyici olan bir iç savaş görünümündedir. Her ne kadar modern değim ile hibrit savaşları olarak geçse de orada çatışan güçlerin çıkar ilişkilerine göre savaşın boyutu ve yıkıcılığı değişmektedir. Birden korku karanlık bir şekilde ilerlemesine izin verilirken, birden izin veren ülkelerin ekonomik dar boğazında iyileşmelere sebep olan silah satışında patlama yaşanıyor. Petrol fiyatları savaşa rağmen dibe vuruyor, Almanya'nın ABD bilgisi dahilinde Rusya içişlerine müdahalesi ve ona karşın Rusya'nın tepkisi gecikmemiştir. Almanya onu Avrupa olarak okuyun, mülteci akını ile test edilmiştir. Fakat Suriye savaşında iki hasım gibi gözüken güç ortak hareket etmekte ve birbirlerine bilgi vererek kendi sınırını korumaktadır… Bu arada gözden kaçmasın ABD tarihinde en iyi ekonomik performansını yakalamak üzere…

Sonuç olarak ülkemizden olaya baktığımıza göre, "Özgürlük, Adalet, Kardeşlik, Millete Eşitlik" ilk anayasamızda kullanılan kelimelerdi, günümüzde demokrasiyi ekledik... Çıkarlar, demokrasi, özgürlük, adalet, kardeşlik, eşitlik mücadelesinin altını boşaltıp doldurabilir! Ne yazık ki ülke içinde ki çıkarlar, uluslararası ve uluslar üstü firmaların çıkarları karşısında etkisiz kalır… Cumhuriyetin ilk yıllarında belki hükumet indirmek ve bakanlar kurulu oluşumunda ülke içinde çıkarların önemi varmış gibi gözükürdü ama makamlara kim gelirse gelsin birilerin çıkarına hizmet ile yükümlü olduğu için uzaktan bize bakanlar için kişilerin önemi yoktu, hala da yok… Ülke içinde karma ekonominin şartları içinde demokrasi varmış gibi saha içinde oynayanlara özgürlük alanı bırakılırdı. Sadece liderlere önem verilir ve o liderlere gerek görüldüğünde ayar verilebilirdi. Bir dönemin lideri İnönü, “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.” diyerek konumumuzu özetlemiştir.  Bu uygulama hala varlığını koruduğunu yaşayarak bir kere daha görmekteyiz.

İsmail Cem Özkan


2 Nisan 2016 Cumartesi

Medea Kali

Medea Kali

İki mitoloji bir sahnede harmanlanmış, iç içe geçmiş. Hint ve Yunan mitolojisinin iki kahramanı, ölüm ile isyan, acı ile hedef arasında ki haykırışı… Öç ve öfke, sesin yüksek çıktığı anlar. İsyan, kendi kaderine ve aşkı uğruna terk ettiği geçmişine ve geri dönüş. Acı, çocuklarını kutsal gördüğü nehre ruhlarını bırakması. Doğum sancısı ve inleme, aynı zamanda ölüm! Ölüm, yaşamın kaçınılmaz gerçeği, doğum olan yerde ölüm vardır. Ama her ölüm başka başkadır. Kimisi doğal, ölür, kimisi bir canin ellerinden!

Betimlemeler, imgeler arka araya geliyor, arka arkaya sırlanıyor insanların beyinlerine. Yüksek ses, dijital. Hareket alanını gözü kapalı izleyemezsin, çünkü ses sahnenin ortasından değil, kenarlarında ki hoparlörlerden gelmekte… Bilerek belki yok etti oyuncunun o muhteşem performansını. Ses dışarıda, oyuncu sahnede. Oyuncunun elinden almakta dijital sessin tek düzeliği. Yüksek, mikslenmiş ses, efekt ile daha da vurgulanmak istenmiş ama yok ediyor oyunun gücünü ve oyuncunun performansını. Ses cd kaydından mı geliyor, canlı olarak sahnenin ortasında mı? Gözünüzü kapayın, dinleyin. Oyuncunun hareketini, rüzgarını duyabiliyor musunuz? Nerede hareket etmekte, oyun beyaz perde de mi, yoksa canlı olarak sahnede mi? Gözünüzü kapatın, bazı sahnelerde ister istemez kapatmak zorundasınız, çünkü eğer epilepsi hastasıysanız sizi tetikleyecek bir uzun süre ışığın açıp kapattığı sahne var. Sahnenin arka zemini oluşturan video görüntüsü, bir ayın içindedir. Sahnede yaşananlara eşlik eden görüntü. Işık sesten önce gelir ama başlangıçta ses önce, görüntü arkasından geldi. Su damlıyor, daha doğrusu kan. Sesi geliyor arkasından görüntüsü… Teknik bir sorun diye algıladım. Ayın içinde ateş, kızıllık oyunun içselleştirmesine katkısı azımsanamayacak kadar. Dans figürünün gölgesi o yuvarlağın içine düşmesi, iyi düşünülmüş. Fakat her cümlenin sonunda gelen ama ve fakat cümlesinin başlangıç kelimesi. Evet, fakat son sahnede çocukların ruhları ve bedenleri Ganj Nehrinde sonsuzluğa giderken su yok orada… İnce ince düşünülmüş bir düzenlemede neden bu son sahneye su sesi yanında su görüntüsü verilmedi dedim. Devlet tiyatrosu olanakları olan bir kurum, o olanaklar biraz daha görselliğe harcanmış olsaydı, örneğin yağmur altında olan bir sahnede ses var ama yağmuru hissedemiyoruz. O hissi verecek ve daha önce birçok oyunda uygulanan su sahnede uygulanabilirdi. Arkadan aşağıya doğru bırakılan su… Yuvarlak bir dekor, basamaklar ile yukarıya çıkarken, o yuvarlağa uygun bir yağmur efekti için bir şeyler konulabilinirdi… Su sahneye taşmaz, o dekorun içinde devir daim olabilir konumda teknik açıdan çözülebilinirdi diye düşündüm… ses efektleri ile verilmiş bir çok geçiş ve sesin yükselişi ama keşke başka çözüm yolları da düşünülseydi dedim içimden sessizce... Oyun beni içine alıp sarmalayabilmesi için hafif bir rüzgar, hafif bir yağmurun damlacığı dokunabilirdi yanağıma…

Mükemmel bir performans, mükemmelliğe eşlik eden ışık! Sahne dekoru sade, oyuncuya hareket alanı bırakmış. Sahnede üç oyuncu yok ama üç oyuncu ile sahnelendiğini alkış sırasında gördüm. Aslına bakarsanız oyun tek kişilik, tek kişinin performansı üzerine oturmuş. Zeynep Utku. Çeviren ve aynı zamanda sahnede canlandıran Zeynep Utku.

Kali Hintli, Ganj nehri kenarında doğmuş dans etmeyi doğasından almış, öğrenmemiş, izlemiş ve dans etmiş ama onun mitteki rolü yaratan ve yok eden, koruyucu ana Tanrıça. Sahne de dans kareografisini kim yaptı diye düşünüyorum, elimde ki broşürde ise adı yazılı değil. Anladığım kadarı ile doğaçlama dans! Modern dans ve biraz da olsa anımsattığı Hint! El hareketleri, vücut kıvrak ve anlatılan öykünün acılığını biraz da olsa hafifleten. Korkunç, ölüm ve acı içinde olan anne! Köpek gibi vurgusunu sık sık duyduğumuz anne. Her ne kadar Medusa Medea’ya da dönüşse ölümü simgeliyor, gözüne bakanı taşa döndüren yani öldüren anne! Kali ise Hint güzel söylencelerini içinde barındıran, kıvrak, erkekleri ve bakanları büyüleyen bir kadın! İki büyüleyici kadın tek bir vücutta acı çekiyor… Sonuçta iki karakter ölüm demektir. Ölümü bir kadın vücudunda görmekteyiz. Güçlü, öfkeli… Çaresiz…

Çaresizdir, yalnızdır. Çocuklarının boğazı kesilmiştir ve Yunan geleneklerine göre gömülmüşlerdir. O Ganj nehrine bırakmak istemektedir. Acıları hafiflesin, töreler yerini bulsun diye, ruhlar özgürleşsin, özgür olmak adına… Yalnızlığını ortadan kaldıracak ve onu sinsice izleyen Perseus, maskesi altında elinde bir fener ile izler. Zaman zaman onun üzerine fener tutar, hissettirir.

Her bölüm farklı ışıklar ve çocukların sesi ile ayrılır. Her bölüm de acı biraz daha yoğunlaşır. Perseus son sahnede maskeyi yüzünden çıkarır ve Medea Kali ile yüzleşir. Onun karşısında taş olmaz, Medea’nın kurtuluşunu simgeler, çocukların ruhları Ganj nehrinde yol alırken, o da acıları ile yüzleşmiş ve artık özgürlüğüne doğru ruhunu Perseus’un gözlerinde teslim edecektir, öldürdüğümüz ben’lerimizle baş başa bırakarak…

İsmail Cem Özkan

Medea Kali

Yazan : Laurent Gaude
Çeviren : H. Zeynep Utku 
Yöneten : Musa Uzunlar
Yönetmen Yardımcısı: Ülkü Duru
Asistan: Yusuf Can Sancaklı
Oyuncular: H. Zeynep Utku, Musa Uzunlar, Yusuf Can Sancaklı
Dekor Tasarımı: Aytuğ Dereli
Kostüm Tasarımı: Aslı Akıncı
Işık Tasarımı: Enver Başar
Müzik Direktörü: Mehmet Fırıl
Sahne Amiri: Reşit Arslan
Kondüvit: Anıl Güripek
Işık Kumanda: Ozan Çelik
Dekor Sorumlusu: Dursun Özalp
Aksesuar Sorumlusu: Salim Baş
Bayan Terzi: Gönül Macit
Erkek Terzi: Yusuf Çalışkan

Peruka: Zeynep Bolkısık