Galata Gazete


25 Mayıs 2023 Perşembe

58 yıl geçmiş göz açıp kapayana kadar...

58 yıl geçmiş göz açıp kapayana kadar...

 

58 yıl olmuş… Zamanın ruhu ne derseniz, benden çok uzakta... Kaprisli, narsist liderlerin olduğu zamana denk düşmüş, geçmiş liderleri sanırım biraz abartarak imreniyorum... Tanıklığım yakın çevreme, siyasi gelişmelere, birikimi onlar sayesinde yaptım, onlar ile paylaşıyorum... Ekonomik hiçbir zaman rahat olmadım, olmayı da istemedim sanırım, hep en az ile en güzeli, en mutlu olmayı, çıkarsız bir çevrem olmasını istedim... Maddi miras bırakmayacağım ama yazdıklarım, çizdiklerim insanlığın zamanına bir nokta olarak bırakıyorum...

 


Orman yangınları başladığında, aslında hep orman yanar ama bu sefer orman yangınlarını ranta döndürmek için yanmasına göz yumanlar, yakanların olduğu zamandan bu yana doğum günü kutlamadım, ne kendimi ne de arkadaşlarımın doğum gününü kutladım... Ama bir şeyin farkına vardım bu zaman içinde, doğum günü bahane, kendini anımsatma... Evet, unutuyoruz, çok yakınımızda olanı bile unutur olduk. Pandemi bizi değiştirdi ama değişimin farkına bile varamadık, çünkü sistem bizi kobay olarak kullandı, alay etti, para kazandı, kaybettik. Kaybettiğimiz en insancıl olanlardı, bir de sevdiğimiz dostlarımız, en yakınlarımız gitti bu zaman içinde...  

 

58 yıl yaşamımın içine 12 Eylül öncesi sokak çatışması, gelmekte olana nasıl körük içinde hava taneciği olduğumuzu yaşayarak öğrendim. Bizler antifaşist mücadeleye zorlanmış, bilinçsizce ama hayati olduğu için katıldık, cephelerde nöbet tuttuk, yakınımız öldürülmesin diye... Zorunluyduk ve zorunlu olduğumuz için o nöbetlerde yaşa bakmadan durduk, kaç gün uyumadığımızı zaman geçince hissettik... Sonra bizi körükte hava taneciği gören tıkadı bir yere, toplum ile bağımızı kopardı... Faşistler kullanışlıydı ama onlar sayesinde bizde kullanışlı olmuştuk ama zaman sonra öğrendik, antifaşist mücadele devrimi değil, var olan sistem içinde direnişi örgütledi, devrimi değil… Devrimi zaten örgütleyemediğimizi 12 Eylül sonrası yakalanan o dönemin liderleri açıkladı, geri çekilmişler ve bizim haberimiz olmadı bile... İfadelerde de ortaya çıkmadı ama anı kitaplarında rahat rahat anlatmışlar, okuduk... 

 

Hayat öyle bir şey ki, girdabına alıyor ve fırlatıyor... Bizler -kendi adıma söyleyeyim en azından- "dünyayı değiştiremedik ama biz de değişmedik!" evet bir filmin fragmanında kahraman söyletilen bu sözü çok sevdim... Hala yüreğim antiemperyalist, antikapitalist, antifaşist olarak canlılığını koruyor, belki o yüzden henüz genç görünüyorum. Yüzümden gülümseme eksik değildi son yıllara kadar ama her insan yaşlandıkça acılar ve ayrılıklar daha fazla bastırıyor... Beyin ile vücut algısı arasında uçurum oluşuyor, vücut yaşlandıkça beyin hala genç! Beynim hep genç kalacak ama ara ara aynaya bakıyorum ya da fotoğrafımı çekip bakıyorum... 

 

 

Her doğum günü bir anlamda kendim ile yüzleşmektir… Bu seneki yüzleşmem yaşadığım döneme yukarıdan bakarak yapmaya çalıştım. Çok üzgünüm babam hasta, annem onun hastalığı altında eziliyor, kardeşim annemin ve babamın hastalığı arasında sıkışmış, bir yandan da oğlunun geleceği için çabaladığı zamanda... keşke param olsaydı, keşke daha fazla imkanım olsaydı da onların darlığa düşmeden yanlarında olabilseydim… Bu zamanda canım acıyor, keşke her şeyi parayı döndüren bir insan olabilseydim… Bakıyorum çevreme, bakıyorum solcuların hayatına, çoğu durumu çok iyi, yazlığı, torunları, emekli maaşları, düzenden rahatsız olmayan, gemilerini sakin denize bırakmış, istikrarlı ama geçmişi abartarak yeniden yarattıkları kahramanlık öyküleri… Her biri sanki geçmişin kahramanı, bugünün istikrarlı yaşamı seçmiş ama yaşadıklarından rahatsız gibi görünüp, fırsat buldukça birikimleri ile övünme konumunda olmaları… Bencillik, fırsatçılık, karşısında olanın her şeyinden faydalanma… İşine gelince aramalar, işine gelince kimdi diye burun kıvırmalar… Hepsi bu zamanın ruhunda var, benden uzakta… Sol geniş halktan çok uzağa düşmüş olduğunu seçimlerde alınan oylar ve nereden aldıklarına bakarak öğreniyoruz her seferinde… Her seferinden yeninden “deneyimliyoruz!”

 

58 yıl geçmiş, elimde arkadaşımın yayınladığı bir kitabım ve binlerce yazı, afiş, karikatür çalışmalarım var… Çoğu zamana nokta olmadan yok olup gidecek, kim bilecek, ne de haberi olacak… İnsanlık tarihinde yaşamış binlerce ozan, ressam, yazar gelip geçti... İnsanlık onların sayesinde birikimini diğer nesillere taşıdı ama işlevleri bitince unutulup gitti… Eseri yaptıran anılıyor ama eseri yapanı kim biliyor? Kralların büstleri, heykelleri ve resimleri var ama çizenin, onu yaratanın adı bile yok, sipariş verilmiştir, parasını veren zamana adını bırakmış oldu…

 

Son söz, keşke diğer insanlar gibi olsaydım, zamanın ruhunda belki küçük de olsa payıma düşeni alsaydım, popüler olup, biraz maddi birikimim olsaydı, en azından doğru dürüst sevdiklerime sağlık hizmeti sağlamış olsaydım… Hayata çok mu cephelerden bakmaya alışmışım, neden geçişler yapmadım?

 

58 yıl gelip geçti, ders aldım… Elimde olanı paylaşmayı hep sevdim, dostlar biriktirdiğimi sanıyordum, gerçekten de dostlarım var ama parası olanın çevresinde olan kadar dostlarım yok… Bizler hayatı en verimli en üretken şekilde yaşamayı savunduk ama fakir bir hayat yaşam bize düştü… Devrimcilik; fakir yaşamı değil, burjuva yaşamın üzerinde ve onların olanaklarından daha fazla olanağı yaratan yaşamı savunmaktır. Onların yöntemini ret ederek, yeni ilişkileri oluşturan bir yaşam...

 

Sözü uzatmaya gerek yok, çünkü 58 defa yaz ve kışı gördüm… Kaç defa yaz göreceğimi bilmiyorum… Umarım ütopyamızdaki hayatı yaşayacak bir ortam olur…

 

İsmail Cem Özkan

23 Mayıs 2023 Salı

İstikrarlı muhalefet!

İstikrarlı muhalefet!

 

İktidar kirletir, o yüzden hep muhalefette kalalım anlayışı uzun yıllardır üzerimize yapışmış bir duygu. Sürekli muhalefette kalmakta üzerimize ölü toprağın taşınması anlamına geliyor, çünkü üretemeyen muhalefet durduğu yerde ölmeye mahkumdur…

 

Son yirmi yıldır ülkemizde yapılan tüm seçimlerde oluşan duygu hiç değişmiyor; “çaldılar, biliyoruz çaldıklarını, eğer isterlerse kanıtlarız” diyen muhalefet, ‘yenilgiyi’ kabul edip bir daha ki seçime kadar kaderine ‘razı’ olmuş şekilde bekliyor...

 

Çalındığını biliyorsanız hırsızı yakalayın diyeceğim de kimse başkasının hırsızını yakalama gibi niyeti yok, çünkü kendi hırsızı belki görünür olur korkusunu yaşıyor.

 

Son seçimde sandığa giderken “Millet İttifakı” sandık güvenliği, bilgi akışı konusunda her türlü olasılığı düşündükleri ve önlem aldıklarını ifade ettiler ama görünen o ki seçim sonrasında yaşananlara bakarak sözleri havada kalmış... Her seçimde olduğu gibi sandık güvenliği yine iktidara kalmış... Oyları sayan iktidar, oylanan iktidar, sandığın güvenliği iktidar, sonra muhalefet bu durumda kesin kazanacağına inanıyor!

 

İktidar başarısını taçlandırmak için muhalefet içinde de olta ucuna taktığı yandaşını ya da para ile kendi lehine çalışacak Truva atının içinde sakladığı taraftarını koymuştur.  Uyuyan hücrelerini seçim süreci içinde canlandırıp, muhalefete hamlesini kendi lehine yapacak ortam yaratmasını sağlamıştır. Bütün bunlar bilinmesine rağmen muhalefet partisi içinde iktidarın lehine çalışanlar bir bir teşhir edilecek mi, yoksa eskiden olduğu gibi "kol kırılır yen içinde kalır" mı denecek? Sorun yokmuş gibi davranıp Erdoğan koltukta kalsın da nasıl kalırsa kalsın mı denilecek?

 

Muhalefet partisi içinde Truva atı olanlar bu Truva rolünden de para kazanmış, kişisel hesaplarına ‘offshore’ de eklenmiş olabilir... Şimdi muhalefetin inandırıcı olması için öncelikle kendi içinde ‘offshore’ hesapları olanları açıklamaktır...

 

Halka umut dağıt, umudu umutsuzluğa döndür, ondan da para kazan süreci bitecek mi?

 

Ülkemiz bu seçimde ilk defa ikinci tura kaldı. İlk turda partiler “tereciye tere satıldı,” tere sevmeyenlere ulaşmadı...

 

Bu seçimde CHP daha da küçülmüş, hiç seçmeni olmayan partileri meclise taşımıştır... Solculara sağcıları, fetöcüleri seçtirmiştir...

 

Sol ve Alevi seçmeni tabanı olan partilerde dört eğilimi bir çatı altında buluşturan tüm siyasi çalışmaların boş olduğu gerçeği ile karşılaştık. Popülizm rüzgarı ile hareket edenler küçülmüş ve çevresini de küçültmüştür...

 

Türkiye’de faşist hareket son seçimde nüfusun %30'unu kucaklamış; devrimci, sol siyaset nüfusun yüzde birini bile kucaklayamadığı gerçeği ile yüzleştik...

 

Tarihi bilmeyen ondan ders çıkarmayanlar sadece kitle partilerin fedaisi olur, onun ötesinde hiçbir şey ifade etmez...

 

Bu seçimde de meclise giren tüm vekillerin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur, sadece onlar el kaldırıp indireceklerdir, vekil maaşı alıp, vekil emeklisi olmayı bekleyeceklerdir... Yeni sistemde mecliste bir vekil borsası oluşmayacaktır... Kısaca meclis iradesi yoktur, cumhurbaşkanı olarak kim seçilirse onun ihtiyacına cevap verecek kadar el meclis koltuğunda olacaktır...

 

Bu seçimde AKP çalışmadı, devlet olanağı ile her seçmenine ulaştı, çoğunluğu mecliste korudu. Hizbullah ya da Hüda Par'ın devletin bir parçası olduğu gerçeğini bir kere daha idrak ettik... Bu seçim yeraltı örgütlenmesinin görünür olmasını ve amacının daha büyük kitlelere ulaşmasına vesile oldu.

 

AKP’den ayrılan partilerin tabanının olmadığı, hatta parti teşkilatının da sandıkta oy atmadığı gerçeğini da bir kenara not edin... Saadet Partisi Yeniden Refah Partisinin gerisinde nal topladı, Milli Görüş “partisini” ilan etmiş oldu...

 

MHP, üzerinde bir cinayet olmasına rağmen tabanının bu cinayeti onayladığını gördük...

 

Bir ilçede, kasabada, bir şehirde sürekli olarak sağ kazanıyorsa, orada faşist partiler hakimse o yerleşim yerinde geçmişte büyük olasılıkla ya Ermeni, Rum, Yahudi ya da Alevi kıyımı olmuştur... Kısaca "onlar (katliama uğramışların akrabaları) gelecek elimizden toprağımızı alacak" korkusu o insanları sağın kucağına itmiştir ve orada bir "çıkar" korkusu yüzünden kalmıştır... Bir arada durmalarının sebebi ellerindeki toprağı kaybetme korkusudur, başlangıçta ideolojik bir duruş yoktur ama o korku zamanla ideolojik bir duruşla bütünleşip kemikleştiği için sürekli benzer partiler o bölgelerde kazanmaya devam ediyor.

 

Önümüzde ikinci tur var, bu turda muhalefet alışkanlığını devam ettirip istikrarını mı koruyacak yoksa değişim mi diyecek? Seçim sonucuna bakarak bu soruyu yanıtlayacağız.

 

İsmail Cem Özkan

 

17 Mayıs 2023 Çarşamba

Kazanacağız!

Kazanacağız!

 

İşçi sınıfının cinsiyet ayrımı yapmadan tek bayramıdır 1 Mayıs… Mücadele düşenlerin kanı ile oluşmuş olan işçinin terini ve kanını barındıran işçi tulumları küresel bayrak olmuştur.

 

İşçi sınıfının tek bayrağı vardır, o da düşenlerin kanı ile oluşmuş olan kızıl bayraktır.

 

Ulusal bayraklar işçi sınıfını değil, ayrılmış, ayrıştırılmış mücadeleyi temsil eder. İşçi sınıfı evrenseldir ve mücadelesi de evrenseldir.

 

Dünyanın tüm meydanları işçi sınıfınındır. O meydanlarda oluşacaktır barikatlar, o meydanlarda düşenler anılacaktır, o meydanlarda yarına dair umutlarımız bir kere daha haykırılacaktır. İşçi sınıfı tüm ülkelerde 1 Mayıs günü meydanları doldurur, renk, dil ayrımı yapmadan, kim nerede alın teri döküyorsa orada işçi sınıfı vardır ve orada 1 Mayıs kutlanır, tüm yasaklamalara, tüm saldırılara rağmen kutlanır.

 

Popüler olanın peşinden koşmak demek çürümedir, çürürken bir şeyler arada yeni filizler oluşur. Çürümenin olduğu yerde oluşan filizler ile sol oradan kendisine yeni orman yaratacaktır... Küçük adımlar yeni filizlerdir, o yüzden kayıplar ne olursa olsun yarını mutlaka kazanacağız...

 

1 Mayıs alanına gidecek yollara önce afiş taşıyanlar gelir, afişler yollara serilir ve gelecek olan sempatizanlar beklenir... Üyeler ve sempatizanlar toplu olarak bu yollara geldikçe yere serilen afişlerin yerleri de değişir... Kortej adı verilen toplantılar her siyasi grup kendisine göre kurmaya başlar, her renk kendi rengini kendi kortejinde toplamak için belirlenmiş alanlarda kendi flamalarını asarlar... Gelenler o belirlenen alanlarda kalır, hiç bir yapıya dahil olmayan, gönüllü olarak meydana gelenler ise renkler arası gider gelir, çünkü dostluklar renklere göre değil, başka ihtiyaçlara cevap verilecek gibi kurulur...

 

Korteje dahil olan sempatizanlar, üyeler yürüyüş başlayana kadar orada kalır, eğer güneş varsa gün yanığı oluşur vücutta ama oradan ayrılmayı aklına bile getirmez! Yoldaşlar ile sohbet edilir, yoldaş dediğiniz de sadece birbirini tanıyan yoldaş! Müzik çalmaya başlayınca, sloganlar atıldıkça sesler birbirine karışır, "zıpla zıplaaa..." derken hep birlikte zıplanır! Yoldaşlar birbiri ile karışır ama kısa sürede o birlik yeniden özgün ayrılışa sahne olur... Renkler bile kendi içinde ton farkını ayırarak kendisini korur...

 

Her gurup siyasi propaganda için fotoğraf çektirir. Önemli olan ve kalan fotoğraftır... Afişlerde kullanılacak fotoğrafların en güzelini elde etmek için pozlar alınır... Lider kadrosu olanlar ile anı fotoğraflar bireysel makineler ile çekilir... Özgürlük için mücadele edenler, örgüt yapısı içinde özgürlükleri elinden alınmış şekilde ama kendi iradesi ile verilmiş bu özgürlükten vazgeçme hali, bilinç dışı şeklinde toplumsal baskının sonucu oluşmuş bir hürriyet kaybı göze çarpmaz... Meydanlarda renkler ne kadar ayrı gibi dursa da, çok yukarıdan çekilen fotoğraflarda gökkuşağı rengi gibi gözükür.

 

Sonuçta yürüyüş başlar, sol eller yukarıya, bayraklar daha daha yukarıyaaaa... Askeri adım atanlar yanında özgürce adım atanlar, serbest yürüyüş yapanların da olduğu bir kortejler geçidi miting alanına kadar gider. Miting alanına ise renkler karışır, kaynaşır ve gerçek özgürlük orada ortaya çıkar... Çünkü artık ne örgüt ne de kortej kalmıştır, orada amaca uygun bir dağılım söz konusu olur ve varsa yeşil alana oturulur ve sahneden gelen çok yüksek sesli konuşmalar ve müzik dinlenir gibi yapılır...

 

Kullanılan afişler ve flamalar meydanda toplanılır ve getirenler getirdiklerini toplayarak bir daha ki yürüyüşe kadar afişler sarılır... Kavga işyerlerinde, mahallelerde, şehirlerin ötekisi olarak kabul edilen mazlumların olduğu yerde devam eder… İşçi sınıfı sınıf bilinci ile donandığı sürece, kurtuluş için örgütlü yapıyı büyütür, her rengi kucaklayarak…

 

İsmail Cem Özkan

 

2 Mayıs 2023 Salı

Notalar sahnede hayat bulmuş, kendi aralarında dertleşmişler…

Notalar sahnede hayat bulmuş, kendi aralarında dertleşmişler…

 

Fıkra anlatılırken genelde söze şöyle başlanırdı: bir Fransız, bir İngiliz ve bir Türk bir barda karşılaşmışlar… Fıkralar aslında toplumun konuşmaya çekindiği bir şeyi, mizahi karşısındakine komik gelecek şekilde aktarmasıdır. Fıkralar çok rağbet görünce zamanın gazeteleri fıkrayı anonim olmaktan çıkarmış, sorumluluk sahibine köşe ayırmış ve orada fıkra yazmaları istemiş…

 

Köşe yazarlığı aslında fıkra yazarlığıdır. Köşe yazarlığı zaman içinde eğilmiş, bükülmüş, amacından çıkmış ve fıkra köşeleri gazeteciler için öyle kolay kolay terk edilecek yerler olmaktan çıkmış, dokunulmaz, yazana itibar kazandıran, gereğinde “nalına da mıhına da vuran”, gereğinde “enseyi karartmayın” diyerek arka arkaya fıkralar boca edilir ve esas amaca uygun bir fıkra arada yazılır. Okuyucu zekidir, bilir nerede ne mesaj alacağını, sansür kurulu da bu zekilikten pay almış, yakaladığının ensesine bir tokat atıverir…

 

Fıkralar ağır koşullar altında yaşayan insanlar için bir anlıkta olsa nefes aldığı alan yaratır. Elbette baskınında sınırı vardır demokrasilerde iktidar koltuğunu kaybedene kadar, kazanan bir “özgürlük” verir gibi olur ama istikrarı bozmaz o da sansüre, baskıya, işkenceye devam eder ve arada sırada “işkenceye karşı sıfır tolerans!” der, sıfır tolerans gösterilir ayak takımının özgürlüğüne… 

 

Ayak takımı dediğime bakmayın, aslında ayaklar görünmezdir. Her zaman üstü kapalıdır ve bir anlamda içeridedir, ancak bir eve girildiğinde yerde halı, kilim varsa çıkarılır ama hemen özgürlüğe ulaşmaz, ayakların sahibi ne zaman uykusu gelir, yatağa gider, o zaman ayaklar üzerindekilerin hepsi kalkar ama ayak bu sefer yorgan altındadır. Ayaklar hiçbir rejimde/ düzende özgür olmaz, üzerinde bir baskı olur.

 

Ayakların özgürlüğünü savundunuz mu, başınıza her iş gelebilir, en azından elinizden pasaportunuz alınır! Hayalleriniz alınır, gün içinde oluşan rüzgarda savrulan bir kuru yaprak gibidir, ne zaman yere düşeceği belli olmaz…

 

Günlerden bir gece yarısı, kapanan aslında devredilen bir barın herkesin çekip gittiği, sessizliğin hakim olduğu, alkol ve insan kokusunun biraz uzaklaşması gereken zamanda sessizlik beklenmedik şekilde bozulur. İçeriye bir kadın girer ve ışıkları açar ve sahne aydınlanır. Azeri dilinde (şivesinde) konuşur, neden orada olduğunu kendi kendine dertlenir gibi anlatır, dertlenme de denmez söylenir… kısa bir süre sonra caz barın sanatçısında son bir kere dokunduğu piyanosu ile vedalaşmak için salona gelir. İki kadın birbirinden habersizdir ve barın içinde karşılaşmaları onları panik hale gelmesini sağlar. Panik hali çatışma demektir, korku çatışmak için ortam yaratır ve önyargıların görünür olmasını sağlar. Azeri şivesi ile İstanbul Türkçesi konuşan iki kadının bilinçaltında oluşanların yüksek ses ile ifadesi çantadan çıkan gaz spreyidir. İki kadın ile karşılaşması, bir anlamda göçmen ve yabancı düşmanlığının insanlar üzerine bıraktığı etkiyi çıplak olarak görürüz. Artık “kral çıplak” denmiştir, çünkü nefret ile yüzleşmek, önyargılar ile hesaplaşmanın da kapısı aralanmıştır… Seyirciyi o barın salonuna davet eder. İki kadının birbirinin önyargısını kırması öyle kolay olmayacaktır, bu arada seyircinin kafasının içinde sorularda oluşturmaktadır. Günlük hayatta kullandığımız cümleler salonda bulunan seyircinin üzerine atılmaktadır.

 

Bir Azeri, bir Türk bir barda karşılaşmış ama henüz üçüncüsüne zaman vardır!

 

Çok sade düzenlenmiş bir dekor, her oyuncunun kullanacağı kadar sandalye ve bir masa vardır, özellikle salonun sadeliği, sahnenin düzenlenmesi seyircinin her açıdan oyunu görmesini sağlarken, oyuncularında hareket alanını genişletmiş… Bar, barın üzerinde kedi LED ışıklar ve bardaklar, buzdolabının zincirlenmesi, bu zincir aslında hırsıza karşı değildir, çalışana karşı takılmıştır…

 

“Le chat noir” Fransız cafe/bar düzenlemesi ile bir tescili markadır İstanbul şubesidir… Küresel markalar kendi kuralları ve düzenlemeleri ile şubelerini açar ve dayatır, onların istediğini yerine getirmezseniz marka hemen alınır…

 

Oyunun dekorunu, konusunu oluşturan tüm öğeler küreselleşmenin ülkemizdeki yansımasıdır. Dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin, bir birine benzeyen bir çok mağaza, bar, cafe bulacaksınız, tek fark o mekanlarda oturanlar ve işletenlerin ten rengi ve kullandıkları dilleri farklıdır… Her mekanın pırıltıları altında ama her ülkenin kendisine özgü sorunları da o ışıltıların, müzikleri arasında saklanmış halde bulunur. Acının üstü ne ile örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, acı bir yerden kendisini bazen bir nota, bazen bir gözyaşı, bazen bir cinayet ile kendisini gösterir…

 

Acının rengi her insan için aynıdır, sesi farklıdır.

 

Küresel markanın İstanbul şubesinde gece yarısıdır ve o gece yarısı olması gereken sessizliğin yerini acı ve nefret söylemlerinin ortaya çıkardığı önyargılar ile yüzleşme ve o yüzleşme sonucunda bir birinin acısını hafifletmek isteyen sabırlı bir hoşgörü alacaktır… Uzlaşı ancak farklı insanların çatışmasının sonucunda ortaya çıkan bir durumdur, uzlaşıyı sağlayan ise toplum algısı ile oluşan, zayıf gösterilen iki kadının o zayıf anı ve kadınlık hissinin hakim olması ile oluşur. Sıcak bir sarılma, kendi acısını ötekinde görme, iki yabancıyı birden yıllarca tanıdığı kadar içten görmeyi ortaya çıkarır…

 

Notalar evrenseldir, ezilmişlerin oluşturmuş olduğu müzikler hangi dilde söylenirse söylensin duygulara hitap eder ve dili anlamasanız da notalar gelir sizi kucaklar ve söylemek istediğini söyler…

 

Müzik sessizlerin dilidir…

 

Fıkra bu ya hep üç rakamına tamamlanır, hep bir üçüncü fıkraya dahil olur, gecenin sabaha doğru evirildiği zaman kapı aniden açılır ve isyanın, öfkenin, oluşmuş olan hayal kırıklığının sese yansıması ve kavganın bitiş anının o son darbesinin sesi kapıda belirir. Öfkeli, aldatılmışlığın getirmiş olduğu hayal kırıklığı ve sanki hep tekrar eden bir şeyin tekrar yaşamanın getirmiş olduğu katmerleşmiş acının sesidir kapıda… Alnından kan sızarak giren, öfkesini henüz kontrol edemeyen kadının sessizlik olması gereken bara atılmasına şahitlik ederiz. Ne bir gerekçe, ne de herhangi bir açıklama yapılmadan bir eşyanın emanetçiye bırakılması gibi bırakılıp gidilmiş ve üstelik bir de ödev/sorumluluk verilmiştir.

 

Müzisyen telaş içinde salonu terk ederken kapıda karşılaşırlar, her yeni karşılaşma oyunda önyargıların ortaya çıkıp dillendirilmesidir. Yeniden, yeniden yaşanır aynı şeyler ama bu sefer özneler değişmiştir. Gelen ne göçmendir ne de gerçek anlamda buralıdır. O da yabancıdır. Yabancılık, bir ortamda bulunanlar için kısa sürede ortadan kalkması gerekendir, çünkü üç farklı kültürden gelen kadının bir barın salonunda buluşması ve arkadaş demeyelim de “el” olmaktan çıktığı süreçtir… Üç kadını bir birine bağlayan notalardır… Notalar onları öyle bir ortak noktada buluşturur ki, üç farklı insanın, kültürün, algılayışı farklı olanın, tarihi geçmiş ve birikimleri bir biri ile ilgisi olmayan üç farklı dünyanın aynı salonda kendileri, toplum ve kadınlıktan gelen negatif ayrımcılık ile yüzleşmesine şahitlik ederiz…

 

Ezilmişlerin notaları aynı acıyı taşır ve evrenseldir...

 

Azeri temizlikçi kadının elbette bir adı vardır, Elnara: ateş, çalışkan, inatçı anlamlarına geliyormuş. Azerbaycan’dan çalışmak için geldiği ülkede elinden pasaportu alınarak beyaz köle yapılan ama beyaz yalanlar ile aldatılan bir kadındır… Hayalleri yok olmuş ve geçmişin acısını, Azerbaycan’da muhalif bir ailenin ferdi olması, başlarına gelen felaketlerin nedenlerine vakıf birisidir. Azeri hükümeti / devleti kendi muhalifini yok etmek için Ermenistan ile yaptığı savaşı kullanmış, cephe önüne muhalifleri sürerek bir taş ile iki amacına ulaşmayı seçmiştir… Elnara canlandıran Başak Meşe, gerek şivesi, gerek mimikleri ile bu acıyı sessizce üzerine oyun boyunca taşımıştır. Babasını ve eşini kaybeden Elnara, çaresizdir ama dirençlidir. Bir çikolata parçasında umudunu koruduğunu hem seyirciye hem de diğer hemcinslerine sessizce ve dillendirmeden göstermektedir…

 

Meltem ise acısı yakın tarihimiz içinde “Ergenekon Davası” adı verilen davaya gönderme yapan bir sorun yumağının içinde çaresizliğe düşürülmüş ama eğitimli, olaylara hakim, bilgisini paylaşmasını seven, ailesini kaybettikten sonra Kuzguncuk’ta aile büyüklerinin yanında kalan, sevdiği işi yapan ve emeği ile geçinen bir kadın portesi olarak yerini almaktadır. Zeynep Er bu role hayat verirken, gerek müzik ve caz müziğinin kökenlerine dair açıklayıcı bilgi verirken, müziğin piyano tuşlarından çıkıp salonu kucakladığında, o notalar sessizliğinin isyanı olmuştur. Tıpkı Elnara gibi yaşadığı ülkede muhalif olanın başına neler gelebileceğinin vücut bulmuş halidir… Her notanın, her acının dili, olmuş mimikleri, gözyaşları ile ve de sarhoş hali ile oyunun için oyunu yaşayan halindedir…

 

Fıkranın üçüncüsü olarak sahneye gelen, kısa sürede konunun ülkemiz açısından görünmeyen, gösterilmeyen tarafını temsil etmekledir. O, meyhane görünümlü yerin altında kumarhaneyi kamufle eden bir yerde sahne alan ses sanatçıdır ama öyle popüler filan değil, onu sahneye çıkarak onun hayatına girmiş bir kumarbaz, her türlü üçkağıdı doğal gibi gören biridir. Küçük yaşta annesini kaybetmiş, abisi cezaevine girmiş, babası bir kaşık düşmanı olarak gördüğü kızını yaşlı bir adama peşkeş çekmesi üzerine evden kaçmış, Roman bir genç ile roman kültürüne karışmış, orada sahne almayı, şarkı söylemeyi, dans etmeyi öğrenmiş biridir. Ne yazı ki o görünmeyenlerin acıları daha fazladır, daha fazla sömürü, baskı ve dayak vardır hayatında… Görünmeyenlerin acısı arabesk içinde popüler kültüre dahil olmuş, şansı olanlar ünlenmiş, şansı yaver gitmeyenler ise kurumuş yaprak tanesi gibi savrulması ve bir köşe başında, kuytu bir yerde nefessiz kalmasının öyküsünü üzerinde taşımaktadır… Saadet rolünü Gökçe Burcu Zümrüt hayat vermektedir. O gerek söylediği şarkılar, gerek kendisine karşı kurulan cümlelere karşı gösterdiği tepkiler ile o görünmeyen bireyi görünür kılmış… O kadar görünür kılıyor ki, her el hareketi, yüzündeki mimikler olması gereken Saadet karşımızdadır. Gergindir her anı, mutlu olurken bile gerginliği yüzündeki titreşimdir. Sesinin tınısında bile o gerginliği hissediyoruz. Korunma güdüsü, zayıf düştüğü anlar, nefes aldığı bu karşılaşmada geçmişi ile yüzleşmesi Gökçe Burcu Zümrüt’ün başarısını seyircinin alkışında bulabiliyoruz… Seçtiği her şarkı geçmişin öyküsünü anlatır.

 

Her öykünün, her fıkranın bir sonu vardır, o son ayrılıktır, çünkü gün aydınlanınca bar yeni sahiplerini karşılayacak ve yeni öyküler yazılmaya devam edecektir. Kadınların sorunları ülkemizde siyasi bir tercih ile görünmez kılınmaya çalışılmaktadır… Bu oyunda görünmezleri görünür kılmıştır. Yanından çekip gittiğimiz, hiç farkına varmadığımız kadınlar ve sorunları ile bu oyun sayesinde yüzleme imkanına sahip oluyoruz. Acının gülünç hali olur mu, mizahı olur mu diye kendinize sorun, yanıtını oyuna gelerek alacaksınız… 

 

Oyuncudan bahsettik, dekordan, ses, ışık gibi oyunun içinde olan ama notalar altında kalarak ıslanan sahne üzerinde yer alanlardan çok bahsetmedik, çünkü canlı müzik ama seçilen her parça öykünün içinde öyküyü anlatır kılmıştır. Caz müziği tesadüfi değildir, kadınların hayatının notalarıdır.  Işık için öyle geçişlerin olduğu değişik sahneler yoktu, piyano, masa ve genel ışık, dekor bar için gerekli olan her şeyi sahneye taşımıştı… Fakat, esas konuşulması gereken yazar ve yazarın sağ kolu dramaturg.

 

Pera Tiyatro oturmuş istikrarlı bir yazar, yönetmen ve dramaturg kadrosu var ve o kadro sahneye birbirinden bağımsız oyunları ve teknikleri koymaktadır… Her sahneye konulan eser uzun süre masa başında çalışıldığı, ilmek ilmek işlendikten sonra oyuncuların seçimi, oyunculara o oyunun karakteri, nerelerde nasıl hayat vereceği, kelimelerin cümleler dönüşürken o aradaki duygu geçişin nasıl yapılacağı masa başından sahneye taşındığını hissediyoruz.

 

Nesrin Kazankaya ve Şafak Eruyar ikilisinin başarılı çalışmasını bu tiyatro eserini sahnede izlerken bir kere daha olmayan şapkamı çıkararak selamladım. Oyun sonunda elbette ayağa kalkarak verilmiş tüm emeğe karanfil verir gibi alkışımın sesini gönderdim… Sezon biterken gidip izledim oyunu ama yeni sezonda da sahnede olacak. Hoş vakit geçirirken yakın tarihimizin iz düşümünü ve o döneme ait kafanızda sorular oluşmasına sebep olacak ve cevabı size bırakılacak bir kara mizahın müzikal halini izlemenizi arzularım, elbette burada tarihin bir kronolojisi değil ama kadın kimliği üzerinden yansımasını hissedeceksiniz…

 

Oyunda görünmezleri görünür kılmış, her an karşılaştığımız sorunu sahnede notalar eşliğinde farkına varmamızı sağlamış. Eğer “farkındalık” kelimesi doğru yerde kullanılmak isteniyorsa, bu oyunu izlemeniz yeterlidir. Oyun kadın sorununa onların gözünden farkındalık yaratmış. Oyunun alkışı bol beklenmedik anların yaratmış olduğu gülümseme anları sizleri bekliyor, salonda notalar konuştu, oyuncular onlara hayat verdi ve bizler alkışlarımız ile onlara ve de zaman zaman sahnede söylenen şarkılara katıldık… Emeği geçenlere kelimelerim ile alkışlarımı gönderiyorum…

 

İsmail Cem Özkan

 

 

 

Barda Son Gece

 

Yazan-Yöneten: Nesrin Kazankaya 

Dramaturgi: Şafak Eruyar 

Dekor: Sabahattin Özbakır 

Kostüm: Nesrin Kazankaya 

Işık: Muhammet Saki

Oynayanlar: 

Elnara: Başak Meşe

Meltem: Zeynep Er

Saadet: Gökçe Burcu Zümrüt