Galata Gazete


17 Kasım 2023 Cuma

Hepimiz sessiz kurbağlarız!

Hepimiz sessiz kurbağlarız!

 

Devlet Tiyatroları ikinci defa seyircisi ile buluşturduğu Kadın Oyun Yazarları Festivali açılış oyunu Küba’dan gelmiş olan Küba Ecos Company - "Bernarda, Hayır!" adlı halk dansı flamenko ve modern dansın iç içe geçmiş olan bir gösterim ile başladı.

 

Ana Rosa Meneses, Federico García Lorca’nın şiirinden ilham alarak ya da yeniden yorumlayarak Flamenko dansının ritimleri eşliğinde, sahneye uyarlamış. Oyun modern dansın sahnede görsel şöleni eşliğinde seyirci ile buluştu.

 

Siyahlara bürünmüş periler bir su kaynağının kenarında bir trajediye şahitlik edeceklerdir. Toplumun baskısı Bernarda’da sembolize edilecektir. Eline aldığı baston ile bir düzen kurarken, toplumun o güne kadar değişmez kurallarını da uygulamak ister ve bu sayede bir düzen kuracağına ya da var olan düzen devamını sağlayacağını düşünür. Kıyafetinde ki haç, inancın, geleneklerin baskı aracı kullandığını sembolize eder.

 

Oyun, şiirin kelimelerden kurtulup insan vücuduna büründüğü ve sahneye uyarlanarak beden hareketinin İspanya’dan dünyaya yansıyan bir dansın evrene uyarlamasını görürüz. Ayakların oluşturduğu ritme, vücudun kıvraklığı ve eller ile o kıvraklığa eşlik eden ses.

 

Görsellik içinde bir anlamda sazlıkta dans eden karatavuğun çiftleşme sürecinde oluşturduğu danstır. O dans içinde büyük bir trajediyi saklar, beyaz saçlı kadınlar, doğurganlıklarını yok etmeden beyaz saçlı çocuklar doğuracaktır. Aşk hikayesinde o çocukların kaderi; intihar ve sonucu ölüm. Geriye kalan ölümün arkasından duyulan acı ve toplumun yaratmış olduğu normların yıkılışına ya da parçalanmasına şahitlik ederiz. “Her birimiz tohumuz, toprağa serpilen” ama bazen buğday tanesi sessiz bir kurbağa dönüşür ve sessizlik içinde acıyı vücutlarında oluşan dalgalar ile evrene yayarlar…

 

Şiirsel bir anlatımda kıyafetlerinde imge olarak kullanılır ve bölümler arasında renk değiştiğine şahitlik ederiz. Siyah renk normal yaşamı, beyaz renk ise yası ve ölümü sembolize eder…

 

Zamanın geçişidir bir dolunayın gece boyu yolculuğu, o zamanın geçişinde trajedinin üzerine beyaz örtü serilir, ölümün saflığı ve yaşanmışlıkların sonu, huzura eriş ve arkasına bıraktığı gözyaşıdır…

 

Kulaktan kulağa ulaşan efsaneler halkın arasında bir dansın hareketleri içinde sessizce ifade edilir, dansa eşlik eden sözler, trajedinin evrensel bir dile dönüşürken yerel olanın vurgulanasıdır. Sözler İspanyolcadır, o dili hiç anlamadan dinleyen içinde saklı olan öykünün acısı ile irkilir, konu evrenseldir, dili anlamayı gerektirmez.

 

Kadının “hayır” deme hakkını kullanması bu oyunda nasıl bir acıya doğru yol açacak zincirleme olaylara sebep olacağını perilerin çırpınışları ile görürüz. “Hayır” demek var olan düzenin parçalanmasıdır, kader olarak kadına yüklenen rolün yok olmasıdır…

 

Bir su birikintisi içinde ekolojik dengenin kanat çırpıntıları arasında dalga dalga yayılarak yeni bir ekolojik dengeye doğru gidişidir…

 

Yürekleri burkan çığlıklar değersizleştirilen kadına bakışa karşı bir isyandır…

 

Gerek olursa kendi iradesi ile hayatına sonlandıran kadının o saf temiz beyazlar içine bürünmüş vücudu beyaz saçlı bir doğurgan kadının uçağında yeni hayata yönelmesidir…

 

Adela hayatını sonlandırma kararı verip sonlandırması ile hepimizden daha özgürdür… Ve o özgürlük hepimize beyaz kıyafetler içinde sunulmuş, Bernarda’nın elindeki baston (asa) elinden alınmıştır. Acı gerçeklik ile yüzleşirken gözyaşları ile perilerin gaz yaşlarına karışmıştır… Otoriteye yani Bernarda’ya karşı direnişin sembolü evde çalışan ev yardımcısıdır, oyun boyunca aynı kıyafetler ile görürüz. Adela’yı bir anlamda kanatlarının altına alır ve korur ama trajik sonu değiştiremez, onun acıklı hikayesini anlatmak kalır eline…

 

Şair yaşadığı zamanın ve kültürün tanığı ve taşıyıcısıdır. Lorca zamanın tüm değerlerine karşı bir direnişin ve ölümü ile sonuçlanan yaşamın aykırı şairidir. O ispanya iç savaşı ve sonrası oluşan düzende özgürlük ve onu baskılayan rejime karşı sessiz ama etkili dizelerin sahibidir. Rahatsız olanlar onun bu üretimini ancak vücudunu ortadan kaldırarak sonlandıracağını düşünmüştür ama o erken yaşlarda öldürülmüş olsa da dizeleri insanlığa büyük bir miras olarak kalmış ve küresel insanlık kültürünün en önemli sembolleri arasında yerini almıştır. Eserleri sahnelerde, idama giden bir devrimcinin ağzında hayat bulur…

 

Lorca imgeleri ve yarattığı eserleri ile var olmaya devam ediyor.

 

Ana Rosa Meneses yeniden yorumlarken, onu bugüne taşırken, kullandığı dil, kullandığı ışık, sahne düzenlemesi, modern dans sanatının ekolojik sorunlar ile buluşurken toplumsal yönünü de hayır haykırışı içinde yaratmış. Bir sahne şovunu kadına yakışan, kadın yazarları destekleyen bir festivalin ilk gösterimde olmasını o anda salonda olanların bravo sesleri eşliğinde alkışlar ile sahneye doğru gönderilmiştir. Sahneye çiçek değil ama salon dolusu alkış atılmıştır… 

 

 

İsmail Cem Özkan

 

 

 

Yazan & Yöneten: Ana Rosa Meneses
Işık Tasarımı: Fernando Javier Alonso Couzo
Koreografi: Ana Rosa Meneses
Müzik-Beste: Noel Gutiérrez Quintana 

Oyuncular:
Ángela Yanelis Badell Vega
Ailín Rodríguez Hernández
Amelia García Bravo
Alejandra Torres Hernández
Liz Mar Santana Moya
Isabela Delgado Morales
Keyla Rodríguez Suárez
Carolina Cuenca Valle

 

10 Kasım 2023 Cuma

Dün dündür ama bugün, bugün müdür?

Dün dündür ama bugün, bugün müdür?

 

Geçmişi anmak ya da aramızdan ayrılanları mezarı başında yad etmek bir anlamda gün ve yıllar geçtikçe göstermelik ama onun yanında ulusalcılık söylemleri çok önde olmaya başladı... Zaman eskiden savunduklarının yerine günün ihtiyacına uygun söylemlerin gelişmesini beraberinde getirdi. Sanki geçmişte sadece Türk ırkı için mücadele edilmiş ve sarsılmaz birer Kemalist gibi gösteriliyor...

 

Ulus devleti içinde, ulus devleti aşan bir ütopyamız bize özgü, kimsenin ya da o zamanlar çevremizde yaşanmakta olanların tekrarı ve öykünmesi değil, yerele uygun, bu toprakların gerçeği üzerine basan bir gelecek nüvesi oluşturmaktı… Bugün ise o yerel, ayağı bu topraklara basan bölümünün altı, ulus devleti ve kurucuların ideali üzerine oturmakta ve bizler denmekte "Atatürk’ün yapamadığını yapacak ve onun devrimlerini daha ileriye taşıyacak 'devrimci' cumhuriyeti kuracağız!.."

 

Bugün siyasi krizin temelinde bir cepheleşme ve o cepheleşme uygun taraftar olma durumu söz konusudur. Genel olarak sol, iktidar ile uzlaşamayacağına göre, muhalefetin çoğunluğuna ayak uydurmayı en basit, en anlaşılır ve var olan kitleyi koruyan bir örgütlenme modelini seçti, çünkü geçmişi ile yüzleşen değil, geçmişin üzerine bir sünger çekip, ileriye doğru adım atmayı daha uygun gördü! Geçmişte kısaca yenilgi öncesi ve sonrası cezaevi sürecinde eteklerde taş biriktirenler, o etekteki taş nasıl olsa zaman içinde dökülür ya da o eteği kullananlar bu dünyadan göçer… Zaman her şeyin ilacıdır!

 

Solun hayata bakış, tarihe doğru algıları konusunda geçmişten kopuk ama devamıymış gibi bir algı oluşturulup, tümden solu başka bir zemine oturtan anlayış var. Antifaşist mücadele 12 Eylül öncesinin karakteristik özelliğiydi. Faşist saldırılara karşı nerede olursa olsun direniş haktı ve meşruydu. Fakat 12 Eylül sonrası oluşan siyasi atmosfer içinde liberalizmin ağır basması ve bireylerin siyasi, ekonomik sorunları altında sudan çıkmış balık gibi çaresizliği ile örülen yeni bir anlayış oturtuldu. Devlet dairesine giremeyen, devletin tüm olanaklarından dışlanan bireyler kapı kapı dolaşan seyyar satıcı konumuna büründürüldü. Ansiklopedi pazarlaması bir anlamda çaresiz bireye “çaresiz değilsin” denildi ve onu anlayışından ve yaşam tercihinden uzaklaştırıp yeni bir hayata bakışı empoze edildi. İşveren arkadaş, çalışan arkadaş, arkadaş arkadaşın üzerine basarak saadet zincirinin birer parçası oldu… Emekçi, emekçi kaldı, ama bazıları patron! Bizden olan patron bizi daha fazla sömürdü, üstelik sigortasız, bir ekmeğe muhtaç ama anıları ile yoldaş, çıkar üzerine konumlandı…

 

Cumhuriyeti yeniden kurmak!

 

Bugünlerde Türk solu adına yapılan etkinliklerde, özellikle milli bayramlarda geçmişte anti - faşist mücadele içinde olmuş olan yapıların ortak söylemi “çürüyen cumhuriyeti yeniden kuruluş ilkelerine uygun kurmak ve yaşatmak! Bu anlayışa uygun olarak her hareket farklı söylemler ama içeriği aynı olan söylem geliştirilip, ona göre örgütleniyorlar. Sendikalarda, gençlik arasında tipik Kemalist solculuğu yapılıyor. Açıkça çoğunluk “Mustafa Kemal'in askerleriyiz!” diye slogan atmıyorlar ama üstü kapalı söz oyunları ile ona benzer şeyler yapıyorlar. Milli bayramlarda, herhangi protestoda Türk bayrağı elde, balkonuna bayrak asıp güya iktidara nispet yapar gibi ellerini sallıyorlar… Muhalefet olmak iktidara bayrak elde kurucuları anmak ve savunmak olarak algılanıyor. Bu iktidarın Kemalizm ile hesaplaşmasında taraf olmayı getiriyor, o hesaplaşıyorsa, bizde savunuruz. 12 Eylül öncesi Turgut Özal “ben köprüleri satacağım!” dediğinde Halk Parti başkanı Calp o dönemde “sattırmayacağım!” İnadının başka bir devamı… Ekran önünde oynanan karagöz Hacivat gölge oyunu özneler değişerek hep siyaset sahnesinde oynanmaya devam etti, çünkü cepheleşme topluma ve siyasete başka bir söylem geliştirmesini engelliyor…

 

Cepheleşmeye taraf olan, çatışma devam ettiği sürece dahil olduğu yerde bulunmak ve devam etmek ile yükümlüdür…

 

68 kuşağının devrimci gençlik liderlerinin devamı olduğunu iddia eden hareketlerin ortak özelliği 1 Kasım 1968’de Samsun’dan başlayan gençliğin yürüyüşü temel olarak alıp, sonrası gelişmeyi işine geldiği gibi yorumlayan söylemler geliştirildi…  O gençlik liderlerinin idam sehpasındaki, toplu gladio’nun işlediği katliam öncesi yazılan makalelerde ki son sözleri bir anlamda o yürüyüş bir eleştirisi gibidir. Sonuçta bugün genel kabul gören anlayışta “geçmişte biz aslında ulusal hareketiz” denmekte, bizim sosyalizm gibi bir hedefimiz yoktu, var olan anayasanın uygulanmasını ve “tam bağımsız Türkiye” istiyorduk denmektedir.

 

Bize özgü devrimci hareketi Kemalist çizgi içinde onun devrimlerini korumak ve aşmak üzerine hareket ettik... Bugün onların devamcısı olduğunu iddia edenler kendilerini bu zeminde görüyor ve tabanı bu zemine uygun düşünce ve ittifak halindedir...

 

Tarih, resmi tarih anlayışı ile yorumlanınca sizi istenmeyen yerlere götürdüğünü, hatta 12 Eylül öncesi karşı tarafta gördüğün ile iktidara inat seçim ittifakı bile kurulur konuma geliyor… Genel olarak Türk solu içinde 12 Eylül öncesi örgütlenmiş ama duygusal bağ dışında bir bağı kalmamış, “öteki” olarak kabul edilmiş kültüre sahip olanlar var olan siyasi hareketler ile duygusal bir bağ kuramıyor, çünkü onları dışlayan bir kurucuların cumhuriyeti var. Tek bayrak, tek millet, tek din, tek lider anlayışı içinde “öteki” kendisini nasıl orada hissetsin? Hissetmesi için tek yol vardır, o da asimile olmuş olmasıdır. AKP döneminde ise “açılım” sürecinde ise halkın çoğunluğunun “ötekilere” karşı bakışında ve ötekinin toplum içinde kendisini ifade etmesinin önü “göreceli” de olsa açılmıştır. Geçmişe dayalı bir ortaklığı olan ama bugüne dair bugünü kucaklayan bir ortak zeminim yok… “Bir arada yaşamak” kavramının temeli sol tarafından tam olarak doldurmamıştır, sadece sözde, içerik olarak cumhuriyet kurucuları ve onun öncesi İttihat ve Terakki anlayışı dışında bir söylem geliştirmemiş olmalarıdır.  

 

Kısaca sınıf temelli bakmak yerine ulusal temelli bir duruş söz konusu... Ulusal temelli bakan ve örgütleyen asılları varken elbette halk geçmişin antifaşist mücadelesinde en saflarda olanları değil, çıkarına uygun, çıkarını koruyacak patilere daha fazla teveccüh resen de olsa göstermektedir…

 

İsmail Cem Özkan

6 Kasım 2023 Pazartesi

Kılıçdaroğlu gitti de, gelen…

Kılıçdaroğlu gitti de, gelen…

 

CHP içinde değişim elbette olumlu ama CHP gibi düzen partisinin başında kimin olduğunun pek önemi yok, görevi; muhafazakar partiyi iktidara taşımaktır ya da iktidarda tutmaktır...

 

Tarihimizde CHP iktidara ya darbe ya da azınlık hükümeti olarak gelmiş... CHP bu kaderini değiştirecek mi, soru bu olsa da cevabı hepimizin kafasında bellidir...

 

CHP hiçbir zaman sol çizgide olmadı ama yakınında oluşan gölgeye biraz dokunduğu zamanlar olmuştur.

 

CHP sol çizginin gölgesinden daha da uzaklaşıp solcuları kendisine oy vermeye mecbur bırakan anlayış, CHP politikası içinde hep var olmuştur ama en garibi ve en kötüsü solcular CHP kuyruğuna takılıp, düzen partisinden düzen değişikliği beklentisi içinde olması...

 

Sol değişim demektir, toplum içinde dengesiz olan ücret farkının ortadan kaldırılması, yaşam kalitesinin en üst şekilde yaşayanların seviyesine çıkarmak için mücadele etmesidir. Fırsat eşitliği yaratmayı savunmasıdır… En önemlisi devlet mekanizmasının çözülmesini ve sınıfsız bir toplum için devlet baskı aracının ortadan kaldırılmasıdır. Sol devleti savunmaz, tersine devlete ihtiyaç duyulmayacağı bir ortam yaratmak için hedefli mücadele etmesidir...

 

Bizde sol, burjuvazinin sorunlarına çare arayan ve onların yarattığı krizleri çözmeye talip olan bir görüntü içindedir. Sosyal demokratlar bu işe talip olmuşlar ve ona göre örgütlenmişlerdir, sosyal demokratlar toplum içinde eşitsizliği burjuvazi lehine koruyan ve savunandır. Kapitalist sistemin daha fazla yaşaması için sosyalistlerin önündeki en büyük engellerden biridir, çünkü sol ağzı ile sağ politika yapar. Bizdeki sosyal demokratlar ise sağ ağız ile sağ politika yapmakta ve solu burjuva partileri arasındaki cepheleşme politikasında CHP şemsiyesi altında tutması ile kendisine rol biçmiştir…

 

Kılıçdaroğlu CHP tarihinde en kötü başkan olan bir şahsiyet olarak tarihte yerini almıştır. O onu iktidara taşıyan Deniz Baykal’ın hemen önünde yerini almıştır. Kılıçdaroğlu eğer seçimi kaybettiği gün istifa etmiş olsaydı, gizli görüşmeleri, kapalı kapılar arkasında pazarlıkları bu kadar ortaya çıkmazdı... Hatta bu kadar tahribata rağmen itibar bile kazanabilirdi. En azından CHP tarihinde “adam onuru ile geldi onuru ile gitti” denilecek söylemlerin oluşmasına bile sebep olabilirdi. Kaset skandalından sonra “paraşütle geldi, seçimle gitti” denilecek bundan gayri!

 

Kılıçdaroğu, İyi Parti’yi sola yaptığı gibi umursamaz arkasında ve gölgesinde kalacak politika izleyerek onların onuru ve duruşları ile dalga geçmiştir... “Altılı Masa” denen oluşumda Kılıçdaroğlu adaylığını İyi Parti başkanı ile konuşmak yerine, medya üzerinden fısıltı olarak duyurmayı seçmiştir. Tüm yaptığı davranışlar gibi gizli, kapaklı, içten pazarlıklı bir durum izlemiştir.

 

Asıl hedefe giden tüm yollar mübahtır.

 

Sağ partiye sola yaptığı gibi yapınca, doğal olarak sağcı sağ politikayı ve davranışları çok iyi bildiği için yemiş gibi yapmış ve yenilgi sonrası patlamıştır...

 

Solun bugün dahi CHP yaklaşımı değişmemiş, sadece lider adını değiştirerek burjuvazinin sorunlarını çözmeye aday konumdadır...

 

Sol, burjuvazinin sorununu değil, işçi sınıfının sorunlarını çözmek ve onu iktidara taşımak ile yükümlüdür. Bu tarihi görevini bir yana itip ne yazık ki 12 Eylül'den bugüne günlük burjuvazi partiler arasında oluşan cepheleşme de taraf olmuştur... Bu da solu toplum içinden uzaklaştırmış, CHP şemsiyesi altında bireylerin makam kapma yarışına girmiştir...

 

CHP içinde politika yapan eski solcuların hepsinin ortak özelliği; makam veya ihale kapmak için o şemsiyenin altına girmiş ve geçmişten gelen ilişkilerini kullanarak orada bir alan kapmasından başka şey değildir.

 

Sol kendi politikasına dönmediği sürece toplum dışında marjinal ve yeni nesil ile kucaklaşamayan, büyüyemeyen, cılız ama “küçük olsun benim olsun” politikası ile CHP, HEDEP ve benzeri oluşumlardan proje kapmak ya da en azından belediye meclis üyeliği, fırsatı olunca milletvekili ve muhtar seçimlerine girmek olarak bir siyasi hat izlemektedir.

 

“Bay bay Kılıçdaroğlu” dedi CHP delegesi, peki sol, “bay bay sosyal demokrasi” diyebilecek mi?

 

İsmail Cem Özkan