Galata Gazete


31 Ağustos 2022 Çarşamba

Korku!

Korku!

 

Devletin olduğu yerde korku vardır, çünkü korku devletlerin bir anlamda varlık sebebidir. Devlet bünyesinde barındırdığı halkı “korkulardan korumak için” korku üretir, çünkü ürettiği korku ile devlet kendi varlığını devam ettirir. Bir anlamda bir arada yaşamanın yapışkanıdır korku. İşgal edilmekten, emekli olunca bakacak  kadr gelirin olması gerektiği konusuna kadar korku o kadar değişik alanlarda insanların beynine işlenir ki, korkusuz hayat olmayacağı düşündürülür. Korku olduğu için devletin varlığı konusunda pek tartışma olmaz, sadece güçlü devletimiz var olduğu sürece bizler güven altında yaşadığımıza inandırılmış bireyleriz…

 

Ülkemizin tarihi bir anlamda katili ile aşk yaşayanların oluşturmuş olduğu muhalefetin tarihidir...

 

Devlet varsa, onun devamı da olmalıdır, önemli olan istikrar içinde bir çatı altında bir arada olmak. Devletin içinde yer alan iktidar ve muhalefet partilerinin ortak yönü devletin bekası için her türlü taviz verilir ve her türlü “zor” hoş karşılanabilir.

 

Demokrasi diye sunulan şey, birbirinin açığını kapatan partilerin siyasi arenada olmasıdır. Siyasi partiler sayesinde muhalefet ve iktidar vardır ve iktidarın yapamadığını muhalefet talip olur ve devletin bekası için o yapılmayan şey yapılır.

 

Devletin kaderi borcu kadardır. 

 

Kapitalist sistem sürekli kriz üretir ve kriz içinde yaşar. Kapitalist sistem için krizin çıkışı her zaman savaşlar değildir, daha basit olarak devletler borçlandırılır ve o borçlar ile dışarıdan müdahale meşru hale getirilir.

 

Elbette devletin karakteri kapitalist sistemde sermayeyi korumak ve sermayenin rahat hareket edebileceği ortamın yaratılmasıdır. Devlet sermaye için vardır ve o sermayenin çıkarı ulus devleti anlayışında daha fazla artı değer üretip birikim yaparak büyümesi istenir…

 

Devletler korku ile varlıklarını devam ettirir, o yüzden sürekli korku yayar…

 

Devlet sınıflar arası çatışmada, her zaman çatışmayı en alt düzeye tutup sermayenin çıkarının devamını sağlamaktır. Devlet bir anlamda suni bir denge aracıdır, o denge liberal politikaların hakim olduğu süreçte sermaye lehine kullanır.

 

Kapitalist sistemin vazgeçilmezidir borsalar ve orada da korku belirleyici olur. Korkunun endeksi borsanın varlığını belirler.

 

Her devletin kurucuları vardır ve genelde ataerkil toplumda kuruculara babalar denir.

 

Kurucu babalar hep idealizmi sembolize eder ve kötü yönleri genelde konuşulmaya değmez, önemli olan kazanımlardır…

 

Ülkemizdeki sol muhalefet neden hep kurucuları suçsuz, günahsız, ideal insanlar olarak görür, neden sorgulamak yerine resmi ideolojiyi, resmi ideolojiyi temsil edenlerden daha fazla savunurlar?

 

Bizim muhalefetimiz bize özgü rejim ile aşk yaşayanlardan mı oluşuyor?

 

Solun kurucu babaları Karadeniz soğuk sularında gömülürken, kurucu liderin eşi Trabzon eşrafına satılırken neden sessizce yok sayılır ve senede de bir olsa hadi analım mantığı içinde yaklaşılıp sonra ulusal bayramlarda en önde bayrak taşıyan olunur?

 

Bayrak taşıma ve kullanım koşulları bu ülkenin rejimi tarafından belirlenmiş olmasına rağmen "hayır, ben taşıyacağım, o bayrak sizi değil beni temsil ediyor" diyerek bayrak direği kapmak için kavgaya tutuşulur!

 

Devlet kimi temsil eder, kimin çıkarını korur?

 

Ulusal bayramlar zaferler üzerine oluşturulur, zafer ise ötekinin acısı üzerine oturur... Savaşlar birleşmek için değil, ayrılmak için yapılır... Savaşın niteliği sonucu belirler...

 

Resmi ideoloji, olmayanı “olmuş” gibi gösteren tarihi benimser ve onun içinden çıkardığı kahramanlar ile eğitir hükmettiği ve yönlendirdiği halkını. Her devletin resmi tarihi vardır ve kesinlikle karşılaştırmalı tarihi yani “ezdiği”, “yendiği” halkın zemininden bakan tarihi ret eder...

 

Katiline aşık olanlar katilin ismini kanı ile duvara yazmaz! Kalp içinde çınar ağaçlarının gövdesine işleyerek "sonsuz kadar birlikte" der!

 

Yok sayılanlar, kayda alınmayanlar efendilerin dillerini konuşur ve onlar için hayal görürler...

 

Korkmamız gereken en büyük şey korkunun kendisidir. Korku bizi teslim alırsa yok oluruz ama devlet varlığını devam ettirir.

 

Korkular, hayallerimizi de çalar, yok eder. Günümüz dünyasında teknolojinin gelişimi ile birlikte her şeyi belirleyen ve hayatımız kolaylaştıran şey algoritmalardır.  Bir anlamda geleceğimiz algoritmaların hayal gücüne kaldı...

 

İsmail Cem Özkan 

 

27 Ağustos 2022 Cumartesi

Tarihin dehlizlerinde…

Tarihin dehlizlerinde…

 

Bir insanı belirleyen çevre ve yaşadığı zamanın kültürü ve siyasi atmosferi yanında yaptığı iştir. İnsan içinde bulunduğu meslek guru içinde de kendisini sanki yaşadığı toplumdan izole edilmiş farklı bir ortamda ve daha az sömürülen gibi görebilir ve kendisini içinde bulunduğu ortamdan farklılaştırılabilir ama gerçek farklıdır. Çalışanların hepsi istisnasız para verenin çıkarına hizmet ettiği sürece sömürülür.

 

İnsan, tarihten bağımsız ve hareket eden bir canlı değildir.

 

İnsanın davranışını, düşünce yapısını, yöntemini belirleyenleri dışlayıp sadece onu bir mesleği ile anlatmaya kalkarsanız, ancak onun idealleştirilmiş bir insan prototipini elde edebilirsiniz, insan tarihten bağımsız ve hareket eden bir canlı değildir…

 

Tarih romantik değildir.

 

Tarihin zaman dizinini dikkate almayan her biyografi ve otobiyografi çalışması eksik kalacaktır, çünkü kişiyi ortamından çıkarıp onu bir özne olarak yapılan her çalışma o kişiye karşı duyulan bir hayranlık ve nefret söyleminin bir anlamda romantik söylemini ortaya çıkarır. Tarih romantik değildir, yazıcılar için ise o anda güçlü ideoloji, bakış açısı ne ise onun çıkarına uygun anlatımı tercih eder, çünkü yazıcılar sonuçta güçlü olandan beslenir ve ondan destek alır.

 

Tarih yazıcısı parayı verenin çalışanıdır.

 

Kısaca tarih bilimsel veriler ile test edilip hep aynı sonucu alınan bir araştırma alanı değildir. Tarihe bakış açısında zaman içinde değişimleri içinde barındırır. Bir çok tarih yazısı ise bugünkü değerler ve bakış açısını tarihe uydurmaya çalışır ki, olmayanı yaratmak ve olmuş gibi kabul etmeye zorlar.

 

Tarihin bize öğrettiği bir şey vardır; hiçbir şey birden ve aniden olmaz, gelişim sürecini ortadan kaldırırsanız anlaşılmaz bir tarih algısı yaratılır. Tarih gelişim çizgisi olmayan hiçbir toplumsal olayı doğru kabul etmez…

 

Direnenler ile kazananlar aynı karanlık dehlizlerde bulunur.

 

Avrupa için ortaçağ karanlığından çıkış öyle kolay olmamıştır, engizisyon mahkemeleri ve aldığı kararlar tarihin karanlık dehlizlerinde dururken, o kararlara ve yaşam biçimine başkaldıran, direnen namuslu, aydın ve ahlaklı insanları da bulundurur.

 

Toplumsal olaylar birden olabilir mi?

 

Tarihte alt üst oluşlar yani değişimler birden olmaz, çünkü zaman içinde gelişen teknoloji ve hayat akışında hissedilmeden ama zaman içinde ayrışmanın da olduğu bir çatırdamaya bilinçsizce insanlar şahit olur.

 

Sacın üzerinde duran kurbağa, altta yanan ateşten haberi olmaz.

 

Ateş alttan yanmaktadır ve kurbağa o ateşi hissetmesine rağmen vücudunu aniden yakmadığı süreç içinde sacın üzerinde oturmaya devam eder… Direniş hiçbir zaman bireysel değildir, bireye yansıyan toplumsal değişim baskısının dışa vurumudur. Cesaret birden ortaya çıkmaz, ortam o cesareti hazırlar ve gelişen olaylar bireyi olayların içine çeker.

 

Tarihten kahraman çıkarmak…

 

Tarihin hiç affetmeyeceği şey ise yaşandığı zamanın ve zamanın ruhu içinde geçmişe bakıştır. Geçmişin tüm değerleri, birikimlerini yok sayıp, cımbız ile çekip orada ihtiyaca uygun yaşamı belirsizlikler içinde olan bir kahraman yaratıp, onu bugünün insanın beynine “gerçek tarih bilinci” şeklinde oturtulması. Yani idealize bir kahraman figürün siyasi amaçla kullanılır hale getirilmesi süreci. Her siyasi ideoloji geçmişten bir kahraman yaratır ve o kahramanlık öyküleri içinde kendi tabanını eğitir.

 

Eğitim; sistemin ihtiyacına cevap veren bir uygulamadır.

 

Yaşadığımız zamanda Osmanlı toplumu üzerine yazılan bir çok kitapta, bugün ideolojisinin o zamana uyarlaması ile karşılaşırız. O tarihte yaşayanların düşünmediği ve düşünemeyeceği davranış biçimleri, sanki düşünülmüş ve o şekilde davranmaları doğalmış gibi anlatılıyor, çünkü oluşturulan tarih söylem ile bugüne mesaj taşınıyor ve “biz onların devamcısıyız, kökümüz var” denmektedir. Tarihten kök aramak her “mutlak/değişmez lider” özlemi içinde olanın propagandası için gereklidir, çünkü tarihten verilen referanslar toplum içinde siyasi karşılığı olacaktır.

 

Dil dağarcığın kadar dünyayı algılarsın!

 

Her toplum gelişimine bağlı olarak düşünme ve olayları algılama yöntemlerini ve toplumun kullandığı kelime dağarcığı sınırları içinde belirler ve yorumlar, yani kullanılan dil zamanın düşünce yöntemini ve düşünmenin sınırını belirler…

 

Azınlık!

 

Osmanlı İmparatorluğu var olduğu süre içinde "azınlık" kelimesi kullanılmadı, Ankara’da yeni kurulan devlet ve Lozan anlaşmasından sonra “azınlık” kavramı kullanıldı. Osmanlı zamanında bugün azınlık gibi algıladığınız ve gördüklerinize “milel-i selase” (3 millet) denilirdi. Balkanlarda yaşayanlara Yunan, Anadolu’da yaşayanlara Ermeni ve Yahudi olarak gayrimüslimlere isim verilirdi, aralarındaki farkın devlet idaresi için pek önemi yoktur...

 

Osmanlı dönemini ile ilgili bir çok yazıda "azınlık" kavramını okudukça, o zaman "çoğunluk kimdi" diye sormak zorunda kalıyorum, çünkü Osmanlı devleti kendisini Türk devleti olarak görmüyordu, çok kültürlü, çok dilli heterojen bir yapıya sahipti, elbette devletin gereği kendisinin ihtiyacını karşılayacak ortak bir dil kullanmıştır, askeriyede Türkçe ağırlıktayken saray çevresinin yaşamını ve düşünce yapısını belirleyen ise farsça, Arapça kelimelerinin karışımından oluşturulan ağdalı bir Türkçeden söz edebiliyoruz. Ahali Türkçe konuşurken, saray ve memur ya da okumuş çevre ağdalı dilin resmi dil olmasından dolayı kullanmaya özen gösterir, bu sayede ahali ile devlet erkanı arasında bir ayrımında oraya çıkarırdı. Dil devlet ile halkın arasında çizgiyi, kariyeri, katmanı artık ne olarak kabul ediyorsanız onun belirleyicisi olduğunu görürsünüz. Kurucu kültür zaman içinde sınırların ve yeni kültürlerin imparatorluk içine alımıyla birlikte değişime uğramış ama hakim kültür saray çevresinde hep aynı kalmıştır. Saray ayrı dil kullanır, milletler kendi dilleri içinde yaşamaya devam eder.  

 

Profesyonel!

 

Profesyonel kavramı da bir çok yazarda farklı anlamlarda kullanıldığına şahit oluyorum, profesyonel kavramı para karşılığında işini yapmaktır. Düzenli, sistematik olarak o alandan para kazanmaktır. Profesyonel olanların hepsi usta olmayabilir, işini kötü yapar ama mesleği gereği yapmaya devam eder... Ustalık uzun öğrenim sonucunda gerçekleşir ama profesyonel olarak öğrendiği alanda para karşılığında çalışmak gibi bir kaidesi ve zorunluluğu yoktur. Bazı profesyoneller kendilerini “amatör ruh ile çalışan usta” olarak tanımlarlar, onlara göre “amatör ruhu kaybettiğin an para için çalışmak” anlamına gelir ki, o durumda yaptığı işten “zevk almadan para kazanmak” için yapılan iş anlamında kullanılır… Amatör ruhu taşıyanlar halk için ve halkın yararına çalışmaya devam eder…

 

İlk olmak…

 

Tarihimizin en çok bilinmeyenleri “ilk” olarak kabul edilenlerdir. Örneğin ilk sahneye çıkan Müslüman kadın tiyatro oyuncusu konusu hala tartışmalıdır ama ilk profesyonel olarak sahneye çıkan bellidir, çünkü profesyonel olan sanatçının duyurusu yapılarak tiyatro salonuna seyirci çekmeye çalışılır… Tıpkı Müslüman gibi Hristiyan vatandaşlar içinde geçerlidir. Bize her zaman matbaa konusu örneği verilir; İbrahim Müteferrika ilk matbaayı ülkemize getirdi diye anlatılır ama ondan öncesi zaten Hıristiyan vatandaşlarımız getirmişti, onlar kutsal kitap baskısı yaptıkları için pek sayılmaz ama matbaa Osmanlı topraklarına İbrahim Müteferrika öncesinde zaten gelmiş ve biliniyordu. Bizim tarih yazıcılarımız bilerek Hıristiyan vatandaşlarımızı yok sayarak onları bugünün bakışı içinde “azınlık” görmeye ve azınlıkların içinde yaşadıkları sadece azınlıkları bağlar anlayışı içinde tarihe yaklaşır…

 

Kadınlar sahneye çıkıyor…

 

Amatör olarak sahneye çıkan kadınların tarihi karanlıktadır ama profesyonel olarak ilk sahneye çıkan kadın sanatçımız bellidir…

 

Osmanlı toplumu içinde kadınların sahneye çıkması (Osmanlı tebaası olanlardan bahsediyorum elbette, batıdan gelip sahneye çıkan kadın sanatçılar olmuştur elbette) batıya benzemek ve batının teknolojisini almak için yapılan “ıslahat” ile başlar, ondan öncesi daha ağırlıkta dini kuralların hakim olduğundan söz edebiliriz.

 

Konu tiyatro olunca elbette bugün ki bakış açısına uygun olarak baktığımız ilk millet yani cemiyet gayrimüslimler oluyor.

 

Osmanlı'da millet kavramı…

 

Osmanlı, millet kelimesinden anladığı; “bir dinin etrafında toplanan insanlardır” kısaca cemiyettir.

 

Eşit haklar…

 

Islahat Fermanı ile gayrimüslimlere eşit vatandaşlık hakkı tanınmıştır.

 

Osmanlıda hukuk İslam kuralları (şeriat) ile çizilmiştir.

 

Bir gayrimüslim vatandaşın sahnede yer alması İslam hukuku açısından sorun teşkil etmemektedir, yani yasak değildir. Osmanlı tebaası içinde yer alan Ermeni Milleti içinde kadının sahne alması hoş karşılanmaz ve var olan tüm gelenek ve göreneklere göre asla akla dahi getirilemez.

 

Kadın sahnede yerini alamaz…

 

Ermeni tiyatro grupları vardır ve batılı yazarların oyunlarını sahnelemekteler. Islahat Fermanı sonrası kilisenin tam hakimiyetini kaybetmeye başlaması anlamına da gelmektedir. O güne kadar Ermeni Kilisesi “millet-i sadıka” kavramı üzerinden Osmanlı rejimi ile çatışmadan kapalı bir toplum olarak yaşamaya devam etmiştir. Ermeni toplumu içinde gelişen reform hareketleri elbette sanatta da kendisini gösterecektir.

 

Müslüman kadının sahneye çıkması hayal dahi edilemeyecek konumdadır, sanatta Ermeniler öteki milletlerden daha fazla kendilerini göstermekteler. Elbette dönemin anlayışına göre Ermeni Tiyatro grupları içinde kadın tiyatro oyuncusunun sahneye adım atması içten bile değildir.

 

Sahnede kadın rolünü “kadın” oynayacak!

 

Ve Arusyag Papazyan sahneye profesyonel olarak adım atacağı daveti sanki bekliyor gibidir. Siyasi ve kültürel ortam hazır gibidir.

 

Kısaca o ortamın atmosferine bir bakalım; Arusyag Papazyan (1841) doğduğunda Abdülmecid padişahtı. Abdülmecid babası yaşarken başlayan sorunları miras almıştı. Batının bastırması ile 3 Kasım 1839 günü Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu ile başlayan bir tanzimat döneminin içindedir. Osmanlı devleti Fransız Devrimi etkisi altındadır, batının kışkırtması ile Balkanlarda ulusal mücadele başlamıştır. Elbette Osmanlı devleti içinde başlayan her siyasi gerilim İstanbul'da karşılığını bulacaktır.

 

Osmanlı imparatorluğu ve Avrupa büyük bir kırılmanın içindedir, toplumlar değişmektedir. Kapitalizm ve onun yaratmış olduğu ulus fikriyatı ve o düşünce üzerinden ulus olarak kendilerini ifade etmesi ve o ifade içinde gelişen olaylar ve çatışmalar…

 

Birey olarak Arusyag Papazyan’ı alırsanız onu sadece sahnede yaşayan ve sanki bu dünyada değil de tekstler içinde yaşayan birey olarak görürsünüz, ama birey; tarihin ortaya çıkarmış olduğu olaylar ile biçimlenir. Tarihe nereden baktığınız önem kazanır, eğer kadın merkezli olaylara bakarsanız daha farklı bir gerçeklik ile karşılaşırsınız, çünkü o güne kadar “kadının adı” yokken kadınlar bir araya gelmek için şartlar oluşturmaya ve kendilerini ifade edecekleri alanlar yaratmak için adımlar atmaya çalıştığını görürüz…

 

Kadınlar da Fransa'dan gelen ulusal kimlik üzerinden kendilerini ifade etmeye ve toplum içinde “eşit hakları için” mücadele etmek için ortam yaratmaya çalıştıklarına tarih okuyuşlarımız arasında şahitlik ederiz.

 

18 Şubat 1856, Islahat Fermanı; Bu fermanın amacı, millet sistemini kaldırarak bütün din topluluklarının eşit vatandaşlık hakları ağlayarak Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı tebaası arasında tam bir eşitlik sağlamaktır. Elbette eşit haklar beraberinde eşit yükümlülükler getirir.

 

Arusyag Papazyan sahneye çıkan ilk profesyonel Ermeni kadın oyuncu.

 

Sırabıyon Hekimyan daveti ile ve onun yönetimindeki Naum Tiyatrosu'nda 1858 yılında sahneye çıktı. Sahnede kaldığı süre içinde önemli karakter rolleri oynadı. Sahneye adım attıktan sonra Ermeni toplumu içinde tartışmalara neden olmuş ve kendi kilise cemaati içinde dışlanmaya ve ötekileştirmeye kadar olaylar gelişmiştir.

 

Kilise ile aydınların çatışması sonucunda Ermeni toplumu, 17 Mart 1863 yılında yürürlüğe giren 99 maddeden oluşan Nizamnâme-i Millet-i Ermeniyân ve Ermeni Millet Meclisi bir fermanla Babıâli'ye onaylatmış ve bu suretle laikleşme için adım atmaktadır, patrikhanenin mutlak hakimiyeti ve yönlendirmesi daraltmıştır.  Ermenilerin bir anlamda kendi cemaat ilişkisi içinde özgürleşmesinin anayasası kabul edilmiş ve işler hale gelmiştir…

 

Ermeni toplumun Osmanlı imparatorluğu içinde yaşadığı değişim, hakları ve elde ettikleri sorumluluklar ile diğer halklar ile olan ilişkisi… Kozmopolitik şehir olan İstanbul’da (Konstantiniya / Konstantinopolis) şehrinde bir arada yaşamın getirmiş olduğu eğlence sektörünün gelişimi…

 

Osmanlı devleti durmadan arka arkaya savaşların içine çekilmektedir ve savaşlarda yenilginin getirmiş olduğu tavizler ülke içinde işleyişi de etkilemektedir. Müslüman tebaa ile eşit haklara kavuşan gayrimüslimlerin hakları yasalar ve fermanlar ile güvence altına alınmıştır. Bu sayede “Osmanlı Milleti” kavramı geliştirmeye çalışılmış ve imparatorluğun parçalanmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır.

 

Haklar yasalar ile güvence altına alınmıştır.

 

23 Aralık 1876'da Kanûn-î Esasî padişah tarafından kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Bütün Osmanlı tebaasının eşit duruma getirilip haklarının ve özgürlüklerinin garanti altına alındığını duyurmuştur. Osmanlı milleti; Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlardan oluşmuştur denmiştir.

 

14 Şubat 1878 günü Osmanlı Rus savaşı bahane eden padişah II. Abdülhamid tarafından tüm haklar askıya alınmıştır. Bir anlamda Osmanlı milleti için karanlık zamandır. o dönemde jurnalcilik çok yaygındır, her Osmanlı vatandaşı yanındakinden kuşkulanır olmuştur, çünkü o kadar sıkı bir rejim hayata geçirilmiştir ki, nefesler bile Yıldız Sarayı'nda kayıta alınır olmuştur. Bu dönemde elbette siyasi gelişmeler olmaya devam etmiş suikastlar, komplolar, borçların getirmiş olduğu dış baskılar, savaşlar ve kaybedilen topraklar…

 

Güvensizlik tohumu bir ekilmeye görsün, nefret söylemleri ile büyümeye ve çatışmaların büyümesi kaçınılmazdır… Hamidiye Alayları ve Anadolu’da gayrimüslimlere karşı yapılan katliamlar ve cinayetler bu karanlık çağın eseridir.

 

Erkek dünyasında kadın…

 

Erkek dünyasında kadın olmak ve seyircinin onları kucaklaması… O tarihe kadar sahnede kadın görmeyen seyircinin birden kendi milletinden kadın bir oyuncu ile karşılaşması, o güne kadar kadın rollerini erkekler yaparken erkeklerin yerini kadının alması ve işini kaybeden erkek tiyatro oyuncusunun kadın oyuncuya karşı tepkisi… Seyirci, kadını sahnede görmek için salonları doldurur, tiyatro işletmecisi bundan çok memnundur. Bu arda sahneye çıkan Müslüman amatör oyuncuların ismi duyulduğu an zaptiyeler tiyatroyu basıp kimlik sorgulaması yapmaktadır. Kadının sahnede olması önemlidir işletme sahibi için, o yüzden kadın oyuncuya verilen önem, ücret elbette diğer sahneye özlem duyan kadınları da cezbetmiştir. Daha güzel, daha iyi oynayan bir kadın, sahnedeki kadının yerini alacaktır, tiyatro sahibi güzel ve daha ucuza çalışan kadın oyuncu adaylarına kapısını hep açık tutmuştur. Eğer oyuncu kadın evlenirse, seyirci artık gelmez olur.

 

1858 – 1868 on yıl sahne ışıkları arasında kaldı anıları…

 

Aruşyak Papazyan, seyircilerin tiyatro sanatçısı Yeranuhi Karakaşyan'ı daha fazla beğendiğini gerekçe göstererek 1868 yılında tiyatroya veda etti.

 

İlk profesyonel tiyatro oyuncu Arusyag Papazyan tiyatro sahnelerinden yaşanan olayların etkisi ile uzaklaşmak zorunda kalmış ama onu devam ettiren oyuncular yerini almıştır. Bir dönem çok şaşalı, magazin dergilerin vazgeçilmezi olurken, kısa süre içinde yardıma muhtaç hale gelmiş, rahatsızlanmış ve Ermeni hastanesinde cemaatin desteği ile yatırılmış ve orada da hayata gözlerini yummuştur.

 

Son nefese kadar sahne ışığı altında olmayı hep istemiştir.

 

Arusyag Papazyan, 28 Nisan 1907 hayata son nefesini bırakmış ama hayat devam etmektedir ve Ermeni toplumunun kaderini belirleyecek yıllar çok uzakta değildir…

 

3 Temmuz 1908 tarihinde anayasal güvence yeniden yürürlüğe girmiştir. İktidar kavgası bitmemiş, büyük bir kargaşa vardır. Saray ve çevresinde mücadele bir istikrar sağlayamamıştır. 23 Temmuz 1908 günü İttihat ve Terakki Cemiyeti, Makedonya’da iktidara gözdağı vermiş ve bunun üzerine gazetelerde anayasanın yeniden yürürlüğe girdiğine dair ferman yayınlanmış ve 1 Ağustos 1908 tarihinde anayasanın yeniden geçerliliği Tanzimat Ferman tarafından teyit edilmiştir. Sansür ve ajan / jurnalcilik resmen kaldırılmıştır. Genel af ilan edilmiştir. Ayrıca Islahat Fermanı nedeniyle 'gavur ve kafir' kelimesinin de içinde olduğu birçok kelime yasaklanmıştır.

 

Osmanlı devleti artık son dönemindedir, tarih kırılmaktadır, insan yaşamı da kırılmakta ve kırım sanki olağan bir şey gibi algılanmakta ve her katliamın kahramanı ve kurbanı toplum içinde yaratılmaktadır. Trajedi, dram bireylerin yaşamının vazgeçilmezi olurken, toplumlarda aynı şekilde son yıkıma doğru savrulmaktadır…

 

Bir hayat içinde Osmanlı devleti kaç padişah görür, padişahlara bakarak ahalinin daha fazla yaşadığını görebiliriz. Arusyag Papazyan hayatını örnek alırsak eğer

Abdülmecid (1839 – 1861), Abdülaziz (1861 – 1876), V. Murad (30 Mayıs 1876 – 31 Ağustos 1876), II. Abdülhamid (1876 – 1909)…

 

Padişahlık makamı öyle bir şeydir ki, kardeş kardeşi boğazlıyor… İktidarın nimetinden yararlananlar kendilerini gizleyecek bir Osmanoğlu bulup kendi ceplerini doldurmuş, onlar zengin olurken saraydan cenazeler kalkmış… Her yeni padişah tahta çıktığında törenler düzenlenmiş ve halk saraydan bağımsız olarak sarayın çıkarını belirleyen savaşların bıraktığı yük altında ezilmiş ve kendi özgürlükler ve içinde bulundukları cemaatlerin özgürlük alanları için mücadele etmiş ve kazandıkları hakları bir bir ellerinden alınmış ya da yine saraydan açıklanan fetvalar ile yeniden verilmiş…

 

Osmanlı imparatorluğunun çöküş sürecinde fırtınalar hiç eksik olmamıştır. Düzen ve istikrar için gelen her lider bir süre sonra borçların vermiş olduğu yük ve sanayi açıdan yetersiz bir ülkede, sermaye birikimi yapılmadığı için istikrar bir hayal olarak kalmıştır. Osmanlı tebaası içinde geliştirilen ayrılıkçı hareketler ve o hareketlerden kazanç elde eden emperyalist devletler "kollarımız arasında hasta bir adam var" diyerek Osmanlının son nefesini vereceği koşulları Balkanlardan başlayarak doğuya doğru oluşturmuştur.

 

Emperyalizm fırsatını bulunca istediğini alır ve tarihin akış çizgisini öyle tasarlar ki ve halkları birbirine kırdırarak amacına ulaşır.

 

Sahnede hep bir kadın oyuncu vardır artık, kadınlar tarihin karanlığını delmiş ve sahnede yerini almıştır.

 

İsmail Cem Özkan

14 Ağustos 2022 Pazar

Türklerin Balkanlardan zorunlu göçü…

Türklerin Balkanlardan zorunlu göçü…

 

Tarih bir çok açıdan yazılabilinir. Tarihteki olayları tek bakış açısı yoktur, nereden bakarsanız tarih yazıcılığı ona göre kendisine özgü gerçekler yaratır ve o yaratılan gerçekler ile tarihten dersler çıkartılmaya çalışılır…  Kısaca tarihin tek bakış açısı ve tek doğrusu yoktur, yaşananlara en yakın doğrular ancak karşılaştırmalı tarih ile ulaşılabilinir…

 

Bizim tarihimiz hep resmi tarih ile bizim ülkemiz üzerinde planlar yapan emperyalist devletlerin bakış açısına uygun olarak yazılmış ve onlardan elde edilen gerçeklikler gerçek olarak kabul edilmiş ve hatta üzerinde pek de kafa yorulmamıştır, çünkü bize öğretilen şey “tek doğru” vardır, “akılın yolu birdir”... yani tek ve tartışılmasına “gerek olmayan” gerçekler vardır…

 

Yaşananları ancak yaşayanlar ve o yaşananlar sırasında hayatını kaybeden ailelerin gelecek kuşaklara taşıdığı acılar ve sözlü tarihtir. Elbette o da sübjektiftir, çünkü olaylara duygusal tepkiler ile bakmakta, hatta bir çok sözlü tarihte nefret suçlarını açık açık görebilirsiniz.  

 

Ezilmişlerin tarihi hep acıların taşınması ve yenilgiler ve kaybedilen yakınlara duyulan özlem üzerinedir…

 

Balkanlarda gerçekleşmiş olan her olay ülkemizin yakın tarihini çok yakından ilgilendirmektedir, çünkü Balkanlar aslında Osmanlı imparatorluğunun kalbidir. O dönemde devlet kendisini bir Balkan Devleti olarak görmekte ve oraya karşı özel bir ilgisi ve yatırımı vardır. Osmanlı devletinden günümüze kalan bir çok yapının Balkanlarda olması ve halen orada yaşayan Osmanlıdan kalan Türk / Müslüman ailelerin yaşamları geçmiş ile bağlantısı güçlü bir şekilde yaşadığını görürüz. Osmanlı Mahallesi, Osmanlı evleri, Osmanlı/ Türk hamamı, Osmanlı geleneği diye tabir edilen aslında Osmanlı değil, Müslüman olanlardır… Her türlü yok etmeye karşı direnen halen bir çok Osmanlı zamanında kalan tarihi eserler varlığını korumaktadır.

 

Müslüman demek Balkan devletleri ve halkları için Türk demektir…

 

Balkanlar Osmanlı imparatorluğunun kaderine en çok etki yapan coğrafi bölgedir. Kuruluşundan ve yıkılışına kadar Balkanlar Osmanlı tarihi içinde çok önemli yeri vardır ve o önemini hep korumuştur. Kuruluşunda batıya doğru seferler yapmayıp, beylikler savaşı içinden birlik oluşturmaya kalkmış olsaydı sanırım Osmanlı diye bir imparatorluk kurulamayacaktı büyük olasılıkla, onu diğer beyliklerden farklı kılan konumu ve stratejik önemidir.

 

Osmanlı devleti Avrupa’nın kabine doğru ilerleyişi durduktan sonra gerileme sürecine girmiş, yavaş yavaş sınırlarını geriye çekmiştir. Her sınırlarda oynama olması demek, Osmanlı devletinin kaybettiğinin anlamına gelmektedir. Gücü batıda gelişmelerin karşısında zayıflaması anlamındadır.

 

Osmanlı devleti maddi açıdan bankerlere bağımlı olmaya başladıktan sonra gelişen kapitülasyonlar ile borç sarmalı içinde, siyasi kararları alacak cesaretini de kaybetmiştir.

 

Borç sarmalı Osmanlı devleti içinde isyanlar, komşuları ile yaşanan savaşalar, batıdan başlayan bir küçülme anlamına gelmektedir...

 

Fransız devrimi sonrası gelişen emperyalist bakış açsısı, sömürgeden kalan birikimler ile Osmanlı devletinin paylaşımının başlangıcıdır.

 

Osmanlı devletinin zayıflaması ve küçülmesi Fransız devrimi sonrası oluşan emperyalist düşünce yapısı içinde parçalamak anlamını dönmüştür.

 

Osmanlı devleti parçalanacaktır, çünkü o yer altı zenginliği ile emperyalist devletlerin iştahını kabartmakta, “hasta” olarak kabul edilen devletin helvasını pişirmeye başlamışlardır. Sinsice, inceden inceye işlenen emperyalist bir politika zamana yayılarak, uzun vadeli ama kısa zamanda sorunlara yanıt verecek çözüm yolları bulunmuştur. Osmanlı devleti, iktidarının yani sarayın elinden devleti bankerler ve ulus devleti olacak kadar bilince erişmiş halklar eli ile alacak politikalara hayat verilmiştir…

 

Sarayda padişah çok güçlüymüş gibi kendi tabasına kudretini gösterilirken, aslında dışarıda güçsüz ve muhtaçtır. İktidarın bankerlerden aldığı borçları, onun elini kolunu bağlamaktadır…

 

Borcu kontrol eden, devleti kontrol etmekte ve yönetmektedir…

 

Emperyalist politikalara uygun olarak Balkanlarda önce Yunanistan bağımsızlığını ilan etmiştir, çünkü Yunan kültürü demek batı demektir. Batının kültürünün temeli Yunan kültüründen alındığı vurgusu bugün dahi sürekli yapılmaktadır. Yunanistan diye bir devletin kurulması aslında Balkanlarda kiliselerin savaşının fitilini de yakmıştır, çünkü Balkanlarda devlet kadar güçlü olan kilise, Balkan coğrafyasında halklarında kültürünü, aidiyet duygusunu ve uluslaşama için gerekli aydınlanmanın da temelidir.

 

Balkanlarda kilise, Fransız Devriminin uluslaşma ve kapitalistleşme rüzgarına nefesleri ile katkı sunmasıdır… Elbette burada kilise yalnız değildir, onların arkasında emperyalist devletlerin istihbarat ve ekonomik gücüde vardır…

 

Fransız devriminin ortaya çıkardığı ve ihraç ettiği ulus devleti ve mantığı bir çok küçük devletinin de oluşumunun alt yapısını oluşturmaktadır. Osmanlı devleti sömürge devlettir, imparatorluk içinde bir çok ulusu ve inancı barındırmaktadır. Doğuya özgü bir tarih çizgisi ile gelişmiş ve batının içinde doğunun yayılmacı ve yağmacı kültürünü sembolize etmektedir.

 

İmparatorluk, üretim ile kendisini finans etme yerine yağma ve seferler ile ekonomik krizden çıkış yolları aramıştır.  Sarayın harcaması devletin harcaması olarak algılanmıştır. Bir çok coğrafya unutulmuş, eğer bir devlet saldırmışsa anımsanacak yerler mevcuttur, tebaa orada devlet adına gelene vergi veren ve kaçıran konumundadır. Osmanlı devleti ne kendisini anlatma ihtiyacı duymuş ne de yatırım yapmıştır. Başlangıçta yağma seferlerini başarı ile uyguladığı yöntem zaman içinde sefer için yapılan hazırlıklar krizin derinleşmesinin nedeni olmuştur.

 

Osmanlı devleti teknolojik gelişmeye kapalıdır, teknolojiye yatırım yapmak yerine liderlerin ne kadar ulu ve yenilmez olduğu fikrine yatırım yapılmış ve liderlik ile ülkenin içinde bulunduğu sorunun aşılacağı fikri yaygınlaştırılmıştır.

 

Batıda teknolojinin gelişimi ve feodal devletlerin içinde gelişen sanayinin ve teknolojinin günlük hayata uyarlaması ile gelişmekte olan kapitalist ilişkiler feodal alışkanlıkları, gelenekleri de parçalamaktadır. 

 

Batıda iktidarı paylaşmak isteyen yeni bir güç vardır. Feodal düzenin yerini feodal düzen içinde örgütlenmiş bir sermeye gurubu 10. yüzyıldan itibaren oluşmaktadır. İktidar artık mutlak bir aileye ve dini gruba değil, halka ait olduğu fikri ile feodal kaleler, saraylar kuşatılmaktadır… Aşağılanan, hor görülen sanayi ve teknolojiye hükmedenler artık feodal beylerinin yanında itibar görmek ve zaman içinde onlar ile eşit haklara sahip olmak istemektedir.

 

Çatışma kaçınılmazdır, o çatışmaların oluşturduğu ortamların sonuncunda Fransız devriminin alt yapısı oluşmaktadır.

 

Osmanlı imparatorluğu Avrupa’da gelişen bu süreçten bağımsızdır, hatta habersizdir, o kendi içine dönmüş, ekonomik krizler ile uğraşmaktadır, sanayileşme ve üretim ile krizden çıkmak yolu yerine borç alarak, daha çok borç alarak sorunlardan kısa yolda kurtulma peşine düşmüştür. Sık sık değişen padişahlar kısa sürede sorunlara çare arayıp bulmak ile yükümlüdür, aksi halde asker içinde “kazan kaldırma” tehdidi ile yeni padişahın yolunu açmakta, sarayın arka kapısından boğulan akrabaların cenaze töreni sessizce yapılmaktadır…

 

Osmanlı “kazan kaldırma” ve yeni lider arayışını sonlandırmak için yeni çeri ocağını zor ile ortadan kaldırmış yerine yeni ordu kurmuş, yeni ordunun yapılandırılması ve teknik ile donanımını tamamı ile batıya bağımlı hale gelmiştir.

 

Yeni yapılanma sonucunda saraydan eskisi gibi sık sık kardeş cenazesi çıkmıyor ama borç sarmalı ile boğuşmaktadır. Borç öyle bir sarmaktadır ki, padişah ve onun altında yer alan iktidarın gücünü temsil edenler bankerler ile iletişime geçmek için batıda her kapıyı çalmaktadır…

 

Osmanlı batının gözünde “hasta adam” diye anılmaktadır…

 

Emperyalistlerin düşünce yapısında ise hastalığın tedavisi; parçalayarak yeni bir devlet oluşturmak ve borç verenlerin alacaklarının tahsil edilmesidir. Emperyalist planlar oluşturmakta ve açıktan ya da gizliden gizliye tartışılmaktadır.

 

Doğuda sık sık oynanan satranç oyununu siyasete uyarlayan İngilizler, birkaç hamleyi önceden görebilen ve o hamleyi yapmak için ortam hazırlayan iyi bir siyasi oyuncu olarak siyaset sahnesinde öne çıkmaktadır. Birleşik Krallık sömürge kültürüne ve birikimine sahiptir ve o birikimini emperyalist amaçlara uyarlamakta da ustadır…

 

Fransız devrimi, değişik coğrafyalarda ulus devletleri ortaya çıkarmaktadır…

 

Fransız devrimi ile uluslaşma, yani sermaye birikimi için homojen devletler oluşturması, aslında katliamların, soykırımların kapısını açmakta ve feodal düzen içinde imparatorlukların katliamlarını kat ve kat aşacak boyutta kitleselleşmektedir… Gelişmekte olan sanayi için sermaye birikimi yapan ulus devletler, ihtiyacı olan ham maddeye en ucuz ve en verimli ulaşmanın yollarını da emperyalist politikaların gelişiminde zaman içinde bulmuştur…

 

Napolyon’un Mısır seferi yakın ve orta doğunun zenginliğini gözler önüne sermiştir.

 

Emperyalizm, daha kanlı bir gelecek planlarını ihtiyaca uygun olarak hazırlamaktadır…

 

Osmanlı imparatorluğu borç sarmalındadır ve önemli ham maddeleri de toprağında barındırmaktadır… Denizaşırı coğrafyalardan ham madde taşımak pahallıdır, en kısa yoldan ihtiyacı karşılayacak bir plan yapılması gerekmektedir ve İngilizler o planı sömürge döneminden itibaren yapmaya başlamıştır bile…

 

Balkanlar, Osmanlı imparatorluğunun kalbidir. 

 

Yunanistan Osmanlıya karşı düzenli olarak ayaklanan ve Rus savaşı sonrası Edirne Anlaşması 14 Eylül 1829 bağımsızlığını kazanan ulus devleti olmuştur. 1832'de Yunanistan Devleti, Osmanlı yönetimi tarafından da resmen tanındı.

 

Yunan devletinin kurulması Balkanlarda kazanılmış bir mevzi işlevi görmüştür.

 

Yunanistan’dan sonra Balkanlarda ulus devleti anlayışı ve uluslaşma fikriyatı yaygınlaşamaya ve yeni çatışmalarında alt yapısını oluşturmaya başlamıştır. Balkanlarda oluşacak her ulus devleti, homojenleşmek adına ve yeni devleti oluşturmak için içte temizliğe gitmiştir. Ulus devlet için çok kültürü yaşamı ve bir arada oluşmuş olan tüm birikimlerin silinmesi anlamına gelmektedir.

 

Balkanlar göçler ve katliamlar ile anılır oldu.

 

Her dere, her ırmak insan kanını taşır oldu.

 

Emperyalist politikalar öyle kısa vadeli sonuçlar için oluşturulmaz, uzun vadeli ve bir çok olasılık gözetilerek oluşturulur ve iyi bir planlama ile ortam yaratılarak hayat bulur. Öyle ortamlar yaratılır ki, çatışmanın olduğu yerde bir biri ile içli dışlı kültürlerin birbirini boğazladığı çatışmanın içinde, yer aldığı koşularda/ortamlarda birbirini öldürürken bulur, çünkü artık namludan bir kere kurşun çıkmıştır, ölüm ve katliamlar kaçınılmazdır…

 

Ölüm ve katliamların olduğu yerde toplu göçler kaçınılmazdır.

 

Devlet içinde yer alan göçler devlet eli ile yapılmadığı sürece “tehcir” olarak kabul edilmez ama yaşanan olayın kendisi bir daha dönmemek üzere yıllardır yaşadıkları topraklardan uzaklaştırılmalarıdır…

 

Planlı, düzenli sistematik sürgünler, katliamlar ancak devlet kurulduktan ve devlet eli ile yapıldığında soykırım olarak tanımlanabilir, onun dışında kitlesel toplumsal olaylar olarak adlandırılır… Tarih yazıcıları bir çok olaya bakarken devlet eli ile mi oluyor, yoksa çatışma içinde olan güçlerin birbirini boğazlarken zayıf konuma düşürülmüş, mazlum olanların katliamı şeklinde mi olmuş diye fikir yürütür, fakat bu fikir yürütmeleri de genellikle resmi tarih yazıcıların ihtiyaca cevap verecek şeklide biçimlenir.

 

Balkanlarda isyanlar ve yeni oluşturulan devletler Yunanistan’ın Osmanlı’dan ayrımı ile İstanbul patrikhanesinden bağımsızlığını isteyen Slav kökenli halkların kiliselerin bağımsızlık fikriyatını ulus devleti oluşturma şeklinde gelişmiştir.

 

Yunanistan’ın bağımsızlığı aslında Balkanlarda bir anlamda kiliseler arası çatışma ve yeniden rollerin dağılımı sırasında ulus fikrinin kitle içinde yaygınlaşması ile sonuçlanmıştır…

 

 Bulgarların çete örgütlenmesi ileride anti faşist örgütler için model olacaktır… Yatay şekilde örgütlenen bir şemada, örgütün merkezi ortaya çıkarılamayacak şekildedir... Hücreler birbirinden bağımsız ama bir amaç için hareket eden organizma şeklindedir.

 

Konuyu daha fazla uzatmadan Balkanlarda ulus devletler oluştukça Osmanlı içinde de iktidar mücadelesi keskinleşmekte, Balkanlarda örgütlenen İttihat ve Terakki Partisi mücadele ettiği Bulgar örgütlenmesinden etkilenerek Abdülhamit’e karşı bir anlamda gerilla savaşı vermektedir… Abdülhamit ise emperyalist ülkelerden gelen direktiflere karşı fazla direnememekte, onların istemleri yönünde adımlar atmakta ve kısa sürede geri almak ile bir anlamda iktidarını uzatmaya çalışmaktadır… İstibdat devleti oluşturan padişah diğer anlamda içte kendisini koruyucu önlemler alırken, borçlar yüzünden eli kolu bağlıdır ve sürekli tavizler vermeye zorlanmaktadır.

 

Batıda anti Osmanlı söylemler artmaktadır. Emperyalist planlara uygun olarak Balkanlar isyanların her yerde görülmeye ve yaygınlaştığı dönemdir. İsyanlar arttıkça emperyalist ülkelerde Osmanlı Devleti'nin katliamlar yaptığı iddialarını gündeme gelmektedir. Artık Balkanlarda kalan son Müslüman / Türk Anadolu’ya gönderilmeye zorlanmaktadır…

 

93 harbi ve sonrası gelişen olayılar Balkanlarda yeni devletçiklerin kurulması ve devletlerin tanıması ya da himaye alması ile sonlamıştır. Balkanların kaybedilmesi ve Balkanlarda katliamlardan kaçan Türklerin Anadolu içine yerleşimleri yeni bir sürecinde başlaması anlamındadır…

 

Parantez açayım, bu Balkan sorunun olduğu süreç içinde Osmanlı sürekli olarak savaşlara girip çıkış ve sürekli yeni anlaşmalar imzalamak zorunda kalmıştır.

 

Balkanlardan sürgün edilenler gibi Kafkasya’dan da Çerkes halkı sürgün olarak Anadolu topraklarına gelmektedir.

 

Sürgün yolu acıların tarihidir, diller lal olmuştur, kulaklar sağır olmuştur batı dünyasında… Üzerinde fazla konuşulmaz çünkü önemli olan onlar için amaçtır, amaca giden yolda katliam olmuş soykırım olmuş önemli değildir, zaten o tarihte soykırım tanımında yapılmamıştır.

 

Gücü gücü yetene değil, emperyalist devletlerin çıkarı ne yöndeyse, borçları kontrol edenlerin çıkarı hangi yöndeyse tarih o şekilde akmasına olanak verilmiş ve yol açılmıştır…

 

Suçlular her zaman haklı ve güçlüdür, mazlumlar ise hep güçsüz ve suçludur…

 

Savaş, yeni anlaşmalar ve yeni sınırlar Osmanlı imparatorluğunun iç mücadelesini ve yeni oluşumların da oluşması anlamına gelmektedir...

 

Yenilgi kaçınılamaz şekilde Osmanlı devleti içinde de iktidarın değişimi anlamına gelmektedir.  

 

Kısaca anımsarsak İttihat ve Terakki yanlısı subayların ayaklanması sonucu  Abdülhamit, 24 Temmuz 1908'de kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koydu. 13 Nisan 1909'da İstanbul’da 31 Mart Vak’ası adı verilen isyan çıktı. İsyan bastırılması ile İttihat ve Terakki artık devlet yönetimindedir. 27 Nisan'da II. Abdülhamit tahttan indirildi ve yerine V. Mehmed'in geçirildi.

 

1. Dünya savaşı ve o savaşa giden süreçte Balkanlarda yaşanan olayların travması iktidarın üzerinde ve aldığı kararlarda etkili olmuştur. Balkanlardan sürgün gelenler ve gelemeyenlerin anıları tazedir. Yakınlarını kaybedenlerin öfkesi büyüktür. Savaş içinde alınan kararlar, “tehcir” uygulamaları ve yeni devlete giden süreç Balkan Savaşının toplum üzerinde bıraktığı etki ve onun dışa vurumu şeklindedir.


Sevr Anlaşması ile İstanbul içine sıkışan devletin İstanbul dışına çıkışı, yeniden derlenip, toparlayacak kadroların Anadolu’ya geçişi ve yeni devlet için Yunanların İzmir’e İngiliz desteği ile çıkarılması ve ona karşı duyulan öfkenin Anadolu’da dağılmış kadroların birleşmesini beraberinde getirmiştir. Eğer Yunan krallığı İzmir’e çıkarma yapmamış olsaydı acaba Samsun’a giden kadroların başarı şansı ne kadar olabilirdi? Elbette bugün bu soru anlamsızdır ve cevabı da yoktur ama İngiliz ve müttefik güçlerin emperyalist politikası uzun vadelidir.

 

Osmanlı devleti parçalanmış ve ham maddeye erişim daha da kolaylaşmış, Süveyş kanalı kontrolü ile emperyalist devletler için dünya küçülmeye başlamıştır…

 

Borçlar mesesli vardır ve İstanbul içine sıkışmış bir devletin borçları ödeme şansı yoktur, borcun üzeri bir çırpıda çizilecek boyutta değildir…

 

Borcu ödemeyi taahhüt eden elbette yeni devletin iktidar koltuğunda oturacaktır...

 

Anadolu’da yapılan mücadele iktidar koltuğuna taliptir. Bunu sözde değil, gerçekten istediğini de kayıt altına alma ihtiyacı duymuş ve muhatap aldığı emperyalist ülkelere bunu açıkça deklare etmiştir.

 

İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat 1923 toplanır, henüz cumhuriyet ilan edilmemiştir. Kongrede alınan kararlar ile kurulacak devletin yönü, amacı ve nerede durduğu ilan edilmiştir. Kapitalist sistem içinde kalacak bir devlet, elbette borçlara sahip çıkacaktır. 4 Temmuz 1923 Lozan’da yapılacak anlaşmanın da alt yapısı İzmir’de toplanan bu kongre kararları ile ilan edilmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi, 9 Eylül 1923 kuruldu. CHP meclis gurubunda kabine değişikliği görüşmeleri yapılırken, yaşanan sorunları aşmak için cumhuriyet’in ilan edilmesi gerektiği vurgulanmış ve bu görüş kanun teklifi verilmesi konusunda karara varılmıştır. Aynı gün meclise kanun teklifi verilmiş ve kısa zaman içinde "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleriyle teklif kabul edilmiş...

 

Cumhuriyet ilan edildi ve bizler önümüzdeki aylarda 100. yılını kutlayacağımız bir cumhuriyet deneyimi yaşadık.

 

Balkanlarda yaşanan her adım hala bizi etkilemektedir, cumhuriyetin 32. yılında Selanik’te yaşandığı iddia edilen bir olayı bahane edilerek 6-7 Eylül olayları tarihte yerini almıştır. 16 Mart 1964’te İstanbul’da yaşayan yaklaşık 12.000 Yunan uyruklu sınır dışı edildi. 10 Ağustos 1950 Bulgaristan 160 bin Türkü sınır dışı etmiştir.  1985 yılında Türklere zorunlu Bulgarca ismi dayatmış, kabul etmeyenleri ya sürmüş ya da cezalandırmıştır.

 

Ulus devleti anlayışı ne yazık ki geleceği belirsiz yapmış, halklar arsında nefret söylemini geliştirmiştir. Kapitalist sistem savaştan ve kandan beslenmektedir, sistem sürekli olarak nefret söylemini ve çatışmayı körükleyerek yaşadığı kronikleşmiş krizden çıkış yolu aramaktadır…

 

Bizler kapitalist sistemin tüketici dayatmasına karşı üreterek, bir arada yaşayacağımız bir geleceği bugünden kurabilmek istiyorsak, onların körüklediği nefret söylemlerini ve nefret dilini günlük yaşantımızdan atmak ile işe başlamamız, resmi tarih yalanları ile beyinlerimizi biçimlendiren tüm kalıntılardan ve duvarlardan kurtulmamız gerekmektedir…

 

Acılar karşılaştırılmaz, bir biri ile yarıştırılmaz. Her acının kendisine özgü bir oluşum ve geçmiş öyküsü vardır. O yüzden acıyı yaşayanlar bilir; acı üzerine nefret söylemi gelişirse, çatışma ve düşmanlık kaçınılmazdır. Kanı kan ile temizlemek tarihin kanlı sayfasında çok denenmiş ve kaybeden hep nefret duygusu ile saldıranlar olmuştur. Kısa süreli kazanımlar, tarih içinde uzun vadede yıkımı getirir.

 

İsmail Cem Özkan

8 Ağustos 2022 Pazartesi

Bir portre…

Bir portre…

 

Abdülkadir Kemali Öğütçü ismi size yabancı gelir ama Orhan Kemal'in hayatınız okursanız eğer onun babası olduğunu öğrenirsiniz...


Orhan Kemal gibi bir insanın yetiştiren baba ve onun oluşumuna neden olan ortam...

 

İlk başta sıradan bir öykü gibidir ama öyle değildir aslında...

 

İttihat ve Terakki Partisinin üyesi, Meşrutiyet sonrası kim olmadı ki diyeceksiniz, haklısınız ama bunu diğerlerinden ayıran bir özelliği var, çünkü bilgili, bilinçli ve inanmış bir nefer. Liderine sonuna kadar bağlı, ne görev verilirse gözünü kapatarak yapacaktır, sorgulama yok yani. Tehlikenin farkında ama ideolojinin bakış açısına çok sadık olduğu için bildiği doğrusundan vazgeçmez bir nefer...

Demokrasi, özgürlük için gelenler yıktıkları istibdadı yeniden yarattılar.

 

İttihat ve Terakki Partisi son Osmanlı imparatorluğunun hükümeti olmuş, ülke içinde Ermenileri kökünden kazıyacak karara imza atmış ve onu sorgulamadan yerine getirmiş bir kadro hareketidir...

 

Çok kültürlü, çok uluslu, çok dinli bir imparatorluk parçalanırken, içinden Türk ulus devleti için partiyi/ devleti değiştiren ve otokrat bir yapıya dönüştüren kadro hareketidir...

 

Parti kuruluşu balkanlarda oluşmuş ve balkan coğrafyasına, kültürüne özgüdür; çok dinli, çok inançlı, çok renkli bir parti. Kuruluşunda devletin birliği ve istikrarını savunurken, var olan Abdülhamit istibdadına karşı, kaybedilen toprakların yeniden kazanılması, padişahın vermiş olduğu yanlış kararları tersine döndürmeyi amaç edinen ideal okumuş aydın insanlar birliğidir. Kadroya girmek kurallara bağlıdır ve mutlak itaat ve biat istenmektedir.

 

Kuruluşundan kısa zaman sonra gerçekler ile yüzleşecek ve iktidara geldiklerinde kuruluşunda yer alan ”demokrasi, özgürlük” gibi kavramların yerini Abdülhamit'in “istibdat” kuralları yer alacaktır...

 

Balkanlardan ayrılıkçı Bulgar direnişçiler ile çatışırken, zaman zaman Osmanlı rejimine karşı ortak hareket ettikleri bir süreç sonrasında, iktidar yürüyüşlerini İstanbul’da gerçekleşen 31 Mart (13 Nisan 1909)  olayları olarak geçen darbe girişimi sonucunda mutlak iktidar artık partinin olacaktır. Daha önce kadrolarını devlet içinde gizli olarak yerleştirme süreci bir darbe ile sonlanmış ve açıktan kadrolaşmaya devam etmiştir. 

 

Tek adam yerini tek parti diktatoryası yani otokrasisi kurulmuştur...

 

Partiden devlete dönüşüm…

 

Osmanlı devleti içinde parti üyesi olmayan kadroların yerini parti kadrolarının alması ile devletleşeme yönünde adımlar atılmış ve mutlak bir parti egemenliği kurulmuştur. Zaten 31 Mart vakası diye kabul edilen darbe girişimi de bu kadrolaşmaya karşı eski kadroların direnişinden başka şey değildi. Mutlak hakimiyet bir darbe ve yağma ile oluşacak, istibdat sembolü ve zor ile tahtından indirileceğinden korkan padişah, zor ile tahtından indirilmiş ve sürgüne gönderilmiştir.

 

Saray bu darbe sırasında birkaç defa yağmalanacaktır, çünkü sarayda biriken jurnaller yeni iktidarın elinde silaha dönüşme tehlikesi vardı, fakat o jurnallerin yerini başka jurnaller kısa sürede alacaktır.

 

Devletin sıkıntılarından kurtarmak için gelenler kendi devletini kurmaya kalkmışlardır. Ve de gerçek anlamda kurmuşlardır demek için cumhuriyetin ilanını beklemek gereklidir, çünkü parti kadroları ideallerine uygun devleti ancak savaş sonrası oluşan ortam içinde başka kadrolar ile gerçekleştirmiştir.

 

Ankara’da oluşan devlet yeni ama kadrolar eski devletten.

 

Devlette devamlılık vardır ve kimse bu devamlılığın rotadan kalkmasını göze alamazdı.

 

Abdülkadir Kemali Öğütçü gibi parti kadroları ülkenin adı değişse de görevlerinin başlarında olmaya devam etmişlerdir, fakat bir farkla; bir bölüm kadro oluşmuş olan yeni lider kadroya muhaliflik yapacak, bir bölümü idealleri uğrunda yeni liderlik arkasında ideallerini gerçekleştirmeye girecektir…

 

Kurtuluş Savaşı adı verilen bu süreç kadroların yeniden tarafını belirleme ve yeni oluşan siyasi ortamda nerede duracağına karar verme süreci gibidir.

 

Kurtuluş Savaşını başlatan kadrolar “İzmir Suikastı” bahanesi ile muhalif kanadına düşmüş olanların siyasi hayattan tasfiyeleri ile karşılaşırız…

 

Yeni kurulan cumhuriyet önce kendi çocuklarını yiyecektir…

 

Gerçi İttihat ve Terakki Partisi kurulduğundan beri kadroları öğütme örgütü gibidir, kim muhalif olmuşsa muhalefete geçmeden tasfiye edilmiştir, yani etkisiz hale getirilmiştir…

 

Yeni cumhuriyet içinde başlangıçta izin ile kurulan partiler kısa sürede kapatılmış ve o partiler içinde kalan kadroların siyasi hayattan uzaklaştırılması ya da liderine sonsuz bağımlı olacağına dair yani “biat ve itaat” edeceğine dair “yemin etme” koşulu ile kurucu lider kadroya karşı sözde suçları affedilmiş. Affedilenler yeniden devletin kadrosu içinde önemsiz işlerde onları görür oluruz… Devlet için yetişmiş kadro önemlidir, ziyan edilmemesi gereklidir.

 

Devlette önemli olan devamlılıktır, kimin iş yaptığının önemli değil, işin yapılmış olması önemlidir…

 

Devlet anlayışına ve tecrübesine sahip kadrolar kendi devletini Fransız devriminin getirmiş olduğu ilklere uygun şekilde yeniden oluştururken elbette Osmanlı deneyiminden de faydalanmışlardır.

 

Heterojen yapıdan homojen bir devlete doğru geçiş…

 

Yüzünü batıya dönen kadrolar, doğuda oluşmuş olan kültürün üzerine yeni bir kültür ve bayrak ile biçim vermeye çalışmıştır. Onu da yetişmiş, kendisini ispatlamış, tecrübesi olan kadrolar ile yapacaktır. Önemli olan devamlılıktır ve devamlılık kurumlar düzleminde devam ederken, vitrinde her şey yeni gibi sunulmaya da özen gösterilmiştir.

 

Geçmişin üzerine bir çizgi çekiliyordu, çekilen sadece geçmiş değil, partinin yönetici kadrolarının üzerine de çizgi çekiliyordu. Eski yönetici kadrolardan fikir telakisi yapılırken işlere karışmamaları içinde her türlü önlem alınıyordu. Bunu sezen ve bilen eski lider kadrolar, yeni liderliğe karşı muhalefet yaparken hiç düşünmedikleri siyasi atmosferin içinde savrulmaya ve hayatta kalma mücadelesi içindedir…

 

Paraya hükmedemeyenler siyasi gelişmeyi sadece izlemek ile yetinir.

 

1. Dünya Savaşı yenilgisi sonrası…  

 

İttihat ve Terakki Partisinin yönetici kadrosu sürgüne gitmeden önce partiyi tasfiye etmiştir, fiiliyatta var olan resmiyette artık yoktur.  Partinin lider kadrosu olan Talat Paşa, Cemal Paşa, Enver Paşa bir birinden uzaktalar ama sürekli iletişim içindedir… Uzaklık tercih konusunda da farklılaşmayı getirecektir zaman içinde…

 

Osmanlı devleti emperyalist devletler arasında paylaşılırken, verilen bir avuç toprak içinde iktidar savaşı sıcak çatışmanın içinde gelişmektedir... Dağılan kadroların yeniden bir araya gelmesi, yeni yol haritaların çıkarılması, tabanda yer alan lojistik ve istihbarat konusunda deneyimli olanların öne çıkması ile kadrolar içinde de ayrışma kaçınılmazdır…

 

Geçmişin şanlı günlerinin tekrar geleceğini düşünenler, kaybedilen ülke için değil, kaybedilen güçlerinin arkasından ağıt yakmaktadır.

 

Yeniden o güçlerine kavuşmak için oluşan ortama uygun yeni ittifaklar içindedirler...

 

Kadrolar için zaman durmak zamanı değildir, mücadele etmek ve yola devam etmektir… eğer pasif konuma düşerlerse geçmişin suçlarından dolayı yargılanmak gibi bir durum ile karşı karşıya kalabilirler, çünkü suçlar hep pasif olanların üzerine atılır. Sonuçta fail belli olursa ortada faili meçhul olay kalmaz ve geçmiş bir anlamı ile temizlenir. Hesaplaşma bir anlamda ertelenmiş ya da üstü örtülmüş olur.

 

Abdülkadir Kemali Öğütçü, zeki bir insandır, gelmekte olanı gören ve ona göre konumlanan biridir. Talat Paşa hayranlığı ve ona bağlılığı öyle göstermelik değildir. Doğan kızına isim verecek kadar çok sevmektedir…

 

1920 yıkında milletvekili olarak meclise girer, 25 Kasım 1920'de Pozantı İstiklal Mahkemesi Başkanı olarak atanır... Mahkeme heyetinin nasıl çalıştığına elbette yaşayarak tanık olur… Birkaç günlük bakan olarak atanır, sonra geri alınır ve o mecliste muhalefet tarafında yer alır… İktidarın getirmiş olduğu bir çok yasa teklifine karşı mecliste söz alır…

 

1923 yılında artık vekil değildir, çünkü onu vekil yapmak için artık gerekçede yoktur, muhalefet olmakla oluşmakta olan yeni devlet yapılanmasının dışına düşmüştür…

 

O da avukatlık mesleğine döner, Adana’da büro tutar…

 

Bir muhalif avukat…

 

24 Eylül 1930'da oluşan siyasi atmosferden faydalanır ve  Ahali Cumhuriyet Fırkası'nı kurar, çünkü mahkeme salonları onun muhalefet yapacağı alanlar değildir, zaten istiklal mahkemesinin nasıl karar aldığı ve uyguladığını birer bir şahit olmuştur…

 

Devlet acımasızdır, ne karar almışsa onu uygulamaktadır.

 

Rejim muhalefete karşı sabırsızdır, muhalefet etmek devrimlerin geriye dönmesi anlamına gelmektedir... Mutlak itaat eden kadrolar ile yoluna devam edecektir…

 

Ahali Gazetesi ile muhalefet yapmaya çalışan parti başkanı elbette özgür değildir, örgütlenme ve halka buluşması kısıtlıdır. Kısa süre içinde de zaten sesi kısılır ve kapatılır… Kendisinden "bir daha muhalefet etmeyeceğine" dair senet alınır. Bir süre sonra devlet içinden onun yargılanacağına dair bir duyum ulaştırılır.

 

İstiklal mahkemesi bu sefer kapatılan yayın organları partiler için çalışmaya başlamıştır…

 

Yargılanacağı konusundaki haber içeriden gelmiştir ve durum ciddidir, mahkemeye çıkanların zaten savunma hakkı yoktur, yukarından gelen karar neyse o uygulanacaktır.

 

Kaçmaktan başka bir yol yoktur ve kaçar...

 

1939 yılında çıkan genel afa kadar yurtdışında yaşamak zorunda kalır ve af ile birlikte uysal, muhalif olmayan bir şekilde ülkesine geri döner... Devletine ve liderine biat etmiştir ve onun çıkarını gözeterek karar almıştır... 26 Temmuz 1949 tarihinde son nefesini verene kadar şifalı bitkiler üzerine yazı yazarak devleti ile çatışmamaya çalışmıştır…

 

Abdülkadir Kemali Öğütçü muhalif kimliğinden sanırım çocuğu da muhalif olmuş ama bu sefer sınıf perspektifinden hayata bakacaktır. Orhan Kemal, elbette babasının yaşamını çok iyi biliyordu, o da babası gibi gazete, yazarlığa doğru adım atarken başına neler geleceğini, nasıl bir yaşamın içinde olacağını biliyordu. Ve tercihini yaparak bir birinden çok değerli eserler meydana getirmiş ve edebiyat dünyamıza ve ülkemize çok şey katarak aramızdan ayrılmıştır.

 

Onun fötr şapkası ile bir kahvede halkın arasında çay içerken fotoğrafına bakıyorum, yüzündeki çizgilere. O çizgiler babasının tecrübesini de taşıdığını görüyorum, inatla, inançla dik yürüdüğüne bakıyorum… Aç kalmayı göze almıştır ama boyun eğmek yerine emeğini satarak her işi yapacak kadar alçak gönüllüdür.

 

İttihat ve Terakki Partisi kadroları içinde yer almışların çocuklarını düşünüyorum sessizce…

 

Can Yücel geliyor aklıma, babasına yazdığı şiir dökülüyor dilimden… 

 

Sabiha ve Zekeriya  serteleler geçiyor gözümün önünden, Tan Gazetesi/ matbaası ve yakılan bir birikim… 

 

Bugün İttihat ve Terakki Partisi binası yok, bir zamanlar Cumhuriyet Gazetesine ev sahipliği yapıyordu, ikinci dünya savaşı sırasında Nazilerin istihbarat merkezi gibi, sanki propaganda üretim yeri gibiydi…

 

Tek tek belleklerimizden silinen bir geçmiş ve iç içe geçmiş hayat hikayeleri...

 

Bir dönem kadrolar bir ülkeyi yıktı, yeninde kurdu ve devamlılığını sağladı…

 

Kadroların hayatı aslında ülkemizin tarihidir…

 

Bir bölümü darağacında bedeni sallandı, bir bölümü kaçarken vuruldu, bir bölümü elini bolca kana bulaştırdı, elini temizlemek isteyen kadrolar elleri kanlı kadroları bir bahane ile yok etmesi…

 

Bugün resmi tarih içinde anılanlar, anılmayanlar, hain olarak gösterilenler, kahraman olanlar hepsi bir kadro hareketinin görünür halidir…  

 

Kendi idealleri için katliam yapmaktan çekinmeyen, “tehcir” gibi kökten temizlik olarak kabul edilen kararı alacak kadar gözlerini karartmış kadrolar, kendisi gibi düşünmeyeni öldürmekten ve sürmekten çekinmeyen kadroların kurmuş olduğu bir devletin içinde yaşıyoruz…

 

Popüler bir deyime dönüştü, “yüzleşmek, helalleşmek, hesaplaşmak…” bakalım bu kelimelerin altını dolduracak bir kadro var olacak mıdır?

 

İsmail Cem Özkan

7 Ağustos 2022 Pazar

Kep fırlattım, mesleğim oldu!

Kep fırlattım, mesleğim oldu!

 

Bugün özel bir üniversitede diploma töreni, pardon “kep atma” törenine katıldım, törende hiç bir heyecan yoktu. Kendisini öğrenci sanan gençler heyecanlıydı elbette, sonuçta diploma sahibi olmuşlardı, ileride cumhurbaşkanı olursa diploma dediklerinde sunacağı bir kağıt parçası olacak...

 

Sonuçta işverenler istediği şey diploma alınmış oldu ama özel üniversite mezunları genelde torpilli alanlarda iş başı yapabilir, çünkü onlar kamu eğitiminden değil, para karşılığında eğitimden geçtiler. Para ile verilenlerin kalitesi her zaman tartışmalıdır, çünkü paran kadar kalite satın alana verilir. Yani bireysel başarının doyumunu aile parası ile yerine getirmişti, çünkü onlar öğrenci değil müşteriydi...

 

Parası olan çoğunu hem okutur hem de işe koyar, çocuk da kalkıp "devlet baba beni işe yerleştir" demez, çünkü özel okul hiç bir müşterisine "seni devlete eleman olarak yerleştireceğim" demez...

 

Eğitim zaten ülkemizde sadece parayı ilgilendirdiği için bilginin/ bilimin önemi yoktur, uzun yıllardır kasabalara/ şehirlerde, nerede üzerinde üniversite logosu olan binalar varsa orada okuyan gençlerin hepsi binanın bulunduğu ilçe/şehir… gibi yerler için gelir kaynağı olmuştur, yurt, yiyecek, ulaşım, su, elektrik... Kısaca para harcayan bireylerin hepsi gelecek kaygısı ile binalara sıkıştırılmış tüketicidir...

 

Öğrenci istatistiği de ilgilendirir, çünkü işsizi gençleri öğrenci yaparak işsizlik sayısını düşürür... bu yüzden kasabalara kadar yaygın üniversite logosu olan binalar açılmıştır, öğretim üyesi olup olmadığı, kaliteli eğitim verilip verilmediği, eğitim için gerekli malzemelerin olup olmadığının hiç önemi yoktur. Hem tüketen hem de işsiz sayılmayan gençler devletin işsiz rakamı için üzerine örtülen örtüden başka şey değildir, öğrenci işsizdir...

 

Konudan konuya atlamadan kısaca yazının amacına döneyim, kısaca ve sonuç olarak heyecansız, hesapsız, okul daha fazla müşteri çekmek için ne kadar çok öğrencim var demek için tüm mezunlarını aynı saate, aynı alana toplamıştı. Piknikçiler ve kep töreni katılanlar tarafından hava limanına giden yol tıkandı... Olan uçağa yetişmek isteyene oldu diyebilirim!

 

Özel okul, park alanı, gelecek konukları düşünecek değildi ya, her şeyi paraya döndürme ve pr çalışması için her olanağı kullanmıştı… Park yerinden para kazanacağını bilseydi, orman arazisini parka dönüştürüp kullanabilirdi... Su sattı, cola sattı, kısaca satılacak ne varsa sattı...

 

Kıldan, kağıttan para kazanmaya hedefleyen okuldan çıkan öğrencinin gelecek perspektifi ne olur dersiniz?

 

Müşteri olan öğrencilerde biliyor iş dünyasının istediği bireyler olmadıklarını, o yüzden doktora çalışmasına gidecek yolu denemek için hemen alternatifler gözden geçiriliyor... parası olan, olanağı olan hemen okulun devamı için yurtdışına gidecek, orada dil eğitimini daha da güçlendirecek ve orada imkan olursa yüksek lisans yapıp doktoranın yolunu açacaktır, olmayan ise daha düşük bütçe ile yüksek lisan için kasabalarda açılan üniversitelerin birinden yüksek lisans derslerine katılacaktır büyük olasılıkla…  Doktora alabilirse belki bir özel üniversitede öğretim üyesi olacak, belki popüler haber kanallarını kanal kanal gezip iktidarı övecek!

 

Diploma törenine katıldım, hiç bir heyecan olmadığı gibi, öğrenciler o kadar duyarsız ki, sadece cep telefonlarına poz verip, okumak için okumuş duygusu içinde ailelerini sevindikleri için seviniyor gibi yaptılar...

 

Devrim, toplumsal sorun, protesto, yaşanan kriz filan hepsi özel üniversite kampusuna uğramadan geçmişti, farklı bir dünya inşaat edilmişti, zaten izin de verilmez, çünkü müşteri bir bankaya gidip hayat pahalılığından şikayet edebilir mi? Elinde parası varsa yatıracak, yoksa kredi çekip borçlanacak! Özel okullar genelde bankaların mantığı ile hareket eden şirketlerdir, müşterisinin parasını almak için her türlü pr çalışması yapılır…

 

Para karşılığında alınan diploma ile çalışma dünyasına katıldı gençler, torpili olanlar işe girecek olmayanlar bol bol cv yazıp olumlu yanıt bekleyecek! Kepler havaya atılırken, arkadaşlarından ayrılmanın hüznü yoktu müşterilerde, sanırım orada yakalanan ilişkiler iş bulmak için kullanılacaktır, eğer çok çabuk unutulamazlarsa…

 

İsmail Cem Özkan