Galata Gazete


29 Nisan 2024 Pazartesi

Ve şiir düştü payımıza…

Ve şiir düştü payımıza…

Hasan Seçkin kitabını elime aldım, elime aldım dediğime bakmayın, sanki almadım da yapıştı...” Ve ... İsyan Düştü Payımıza” adını verdiği kitap yüksek ses ile okunacak, coşkulu, bir yandan sanki Hasan Hüseyin Kormazgil şiiri okuyor tadında, diğer yanda bir halk ozanın sazının eşliğinde sesimi yükseltip okuyorum dizelerini... Bir yandan tarihin dehlizlerinde yaşanmışlıklar üzerine, diğer yandan özel duyguları içinde, bir bakmışsınız şiirden şiire geçerken farklı zamanlara savruluyorsunuz...

Hasan Seçkin’i bana sorarsanız: asıl işi karikatür çizmek, ama Hasan dostun aslı işi sanki ileride tarih onu “notçu” diye yeni bir meslek dalına alacak. O tarihe notlar bırakıyor, kendisine yansıyanları çizgiye, dizelere aktarıyor. Onun şiirinde, resmi tarihin yazılmamış olan kısmına doğru yolculuk yapıyorsunuz...

Yıllar öncesinde Adnan Yücel ile Ankara'da bir masa etrafında oturup sohbet ederdik. Sohbetimizin daimi konuğu karikatürcü Sivas'ta sıkışmış, çaresiz olanlara  moral vermek için armonika çalan Asaf Koçak... Aslında o masaya sonradan eklenen bendim ama olayı ben anlattığım için merkezine kendimi koydum! O masamız Mülkiyeliler Birliği bahçesinde genellikle girişe en yakın masa olurdu... Neden hep aniden kalkacak gibi o masada otururduk bilmiyorum ama her zaman yan masamızda Mülkiyeliler Birliğinde yapılan konuşmaları dinleyip not eden sivil birileri de olurdu. Bizim sohbetlerimizi başlarda not ederlerdi belki ama zaman içinde bizi duymaz, görmez olmuşlardı... İşimiz gücümüz şiir, karikatür, sanat ve sanatın gücü filan... Kısaca şiirdi konunun merkezinde yer alan, arkasından şairler ve karikatürcüleri ortak kılan güzelliklerden bahsetmek olurdu. Karikatür şiirin en yakın sanat dalıydı, o yakınlık şairleri karikatürcüleri hep dost yapmıştır... O yüzden şairler ile karikatürcüler yan yana gelince ikisinin kesişme noktasından imgelerden bahsedilir, her imgenin neyi anlatması, nasıl çağrışım yapması ve nasıl vurgulanması konuşulur ve konu daldan dala, zamandan zamana atlayarak yayılır gider… Ve içtiğimiz biranın bıraktığı o hoş kokusu ve hafiften Ankara havasının çarpması ile kafaların biraz bulutlar içinde dolaşması ile keyifli, "Angara daşlı" sohbetler zamanı ortadan kaldırır ve yaşadığımız çağın acı gerçeklikleri ile yüzleşirdik... O gerçeklikler şiire, karikatüre yansıdı, ne yazık ki Sivas’taki Madımak otelinin odalarında, koridoruna da yapışık olarak kaldı…

Hasan Seçkin'in kitabını okurken beni Ankara zamanlarına götürdü... O iki güzel dostumun anıları ile baş başa bıraktı...

Diğer yandan Hasan Hüseyin Korkamzgil şiiri, coşkusu, inancı... Sanki arka fonda bir Ali Ekber Çiçek’in sazı ve Haydar Haydar ezgisi, diğer yandan bozkırın tezenesinin (Neşet Ertaş) sesi... Bozlak havasını ne güzel söylerlerdi... Ne güzel sesler biriktirmiş Hasan Seçkin şiirinde...

Gezi süreci, Silopi, Roboski, Amed, 1 Mayıs bayramı... Zamanın çetelesini düşmüş şiirlerine belki de şiir ile günlük... Zamanın akışını izledim şiirlerinde, zamanın ruhunu, zamanın acıları… Tek tek düşmüş şiirlerinin kelimelerinin arasına, beni zamanda yolculuğa çıkardı kitabı...

Günlükler okunur mu bilmiyorum, çok özeldir derler ama kitap haline gelince günlüklerde okunuyor, günlükler şiir ve yüksek ses ile okunduğunda kişiye yani okuyana coşku, bilinç veriyorsa...

Bir kitap kaç saatte okunur bilemem ama ben kitapların okuyuşunu saate göre değil, günlere yayarım, günlerdir elimde düşürmem, çünkü yazana saygımdandır, hızlı tüket diye vermedi, sindire sindire tüket ama tüketirken de bilinçlen diye vermiş. Bilinçlendim, arkadaşımın, dostumun başka yönünü gördüm bu kitapta...

“Taybet Ana, yedi gündür Silopi'de

upuzun yatıyor sokak ortasında

gündüz güneşe, gece yıldızlara dönük yüzü

ve sırtından -tse damgalı bir kurşunla- vurulmuş

usulca toprağa sızıyor kanı

avuçlarında gül ve hatmi kokusuyla

Diyarbekir de düştü… yıkıldı Sur

ve yeniden kurtardılar vatanı!…

ağzımda bir avuç cam kırığı

devamlı çiğneyip duruyorum, devamlı

nasıl da lezzetli, kanımın tadı…

Aralık 2015 - Ağustos 2021”

Olanağınız varsa kitabı alıp okuyun, bakalım sizde hangi duyguları açığa çıkaracak?

İsmail Cem Özkan

 

Hasan Seçkin

Ve… İsyan Düştü payımıza

Hasat Sanat Atölyesi Yayınları

Ekim 2023, istanbul

İSBN: 978-605-67473-4-2

28 Nisan 2024 Pazar

Zapping derken mankurt olmuşuz!

Zapping derken mankurt olmuşuz!

Günlerden bir gün, yapacak bir şey olmayınca, çözülen, çöken, çürüyen biri olarak “bugün de hadi TV bakalım” dedik, kanal kanal dolaştık, bir program bulamadık.

Kanaldan kanala zıplarken haber kanalları benzer tartışma programları ile halkın zekası ile “dalga geçiliyor” olduğu gerçeği ile karşılaştık. Akıl veriyorlar, güya “yorum” yapıyorlar ama sahibinin sesi bile olamıyor yorumcular… Parayı veren istediği konuğu ekranına alıp, onu meşhur ederken,  kanalda bedavadan zamanını dolduruyor, bu sayede en ucuz program ekranda en çok zamanı doldurmuş oluyor. Ekrana çıkmak “kazan kazan” modeline uyar. Hem ekran sahibi kazanır, hem de konuk. Konuk meşhur oldukça sağdan soldan bilgileri toplayıp, kesyap şekline getirdiği kitabının satışını garantili hale getirmiş olur, diğer yandan bir kamu, vakıf ya da özel üniversitede kürsü kapması olasılığını yükseltir, olmazsa bir partiden vekil oluverir. Vekil olmak için aday aday olursa eğer, o parti kazandığı bir belediyede, eğer iktidar olursa bakanlıkta ona uygun bir danışmanlık ayarlar ve o da “huzur” maaşını hak eder. Ekranlar huzuru sağlarken, diğer yandan da huzur maaşlarını ayarlamasına dolaylı rol oynar… Hadi onların işi bu, her yorumcuya bir de unvan verilmiş, Prof. Dr. … yahu her unvan sahibi gerçekten o unvana hak ederek sahip mi, demek ki sahip diyoruz, o kadar okul açarsanız o kadar saçma sapana unvan verirsiniz!

Tartışma programlarını es geçip normal kanallarındaki dizilere bakalım dedik… Hepsi birbirini çağrıştıran oyuncular ile halkın beğenisi ile dalga geçiyorlar, halkın kültürünü yukarıya çekmek yerine kavgayı belden aşağıya indirmek için çaba sarf etmişler. Bağırtı, çığırtı, kibir, üç kağıt, arkadan oyun oynama, yüzüne gülüp kuyu kazan... Neyse halkın çaresizliği ile dalga geçiyorlar, halkın ekmek sorunu varken onlar yalılarda, villalarda, lüks konutlarda seks yapacağı erkek ve kadını nasıl tongaya düşüreceği belden altı oyunlar ve sefil bir dil, konuşulan dili örnek alan varsa mutlaka dayak yer bir yerde! Belinde silahı olan efeleniyor… Bireysel silahlandırmayı, dayak atmayı özendirip duruyorlar…

Dizileri geçtik, bir de “mizah” adı altında bir program var, güldür güldür show ama güldürme yerine halkın şivesi ile dalga geçen, belden aşağı, hiç mizah ile ilişkisi olmayan, gülme efektleri ile masada oturanın gülmesi ile “hadi gülün” denilen seviyesi çok aşağıda espri adını verilen saçmalık...

Bu ülkenin mizahı bu kadar ayak altına düşmüşken, hadi biz de bir tekme atalım programı olmuş... Mizahı mezara koymuşlar, üzerinde tepiniyorlar...

TV kanalları ne yazık ki çaresiz insanların bilincinin aşağıya düştüğünü bildiği için daha aşağıya çeken, aşağılayan, kendi seyircisi ile dalga geçen kanalların istilasına uğramış... Ekranlara bakan gün geçtikçe ekranlarda parlatanlara benziyor, yüksek sesler ile konuşup, karşısındakini aşağılayan, küçümseyen, gücü yeterse döven, olmazsa trafik magandası olarak karşımıza çıkıyor ve gazetelerin 3. Sayfası haberleri sıradanlaşıyor…

Bu ülkenin insanına çok yazık, hem de çok...

Bu kadar aşağılama, bu kadar üstten bakış ile yapılan programları seyrederken, insanların var olan kültürlerinin de yok olduğunu, sadece tüketen ama ne tükettiğini bilmeyen mankurt olmuş...

Etrafımıza bir bakın, anlamsız nedenler ile kavga edenler, dilenen, cep telefonundan başını kaldırmayan, tik-tok tipler her yeri istila etmiş olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Para kazanmanın her yolu mubah olursa o ülkede ahlak ayaklar altına, din başın üstüne konur…  İnsanlık tarihi boyunca din kisvesi altında hiç çalışmadan para kazananlar, onun adına ölüm ilanı verenler, o dokunulmazlık adı altında şatafatlı yaşamlar halkın göremediği duvarlar arasında olurdu, şimdi aleni ortada olmaya devam ediyor… Düşünebiliyor musunuz İslam dininde bir kast sistemi yok deniliyor, diyenlerin kendisi kast sistemi içinde şatafatlı yaşarken İslam dinini Arapça ibadete sıkıştıranlar Arapça bilmiyor…

Yazık, çok yazık diye içimden geçirirken acaba diyorum çok mu geç kaldık hayıflanmak için…

İsmail Cem Özkan

27 Nisan 2024 Cumartesi

Cihatçılar kime hizmet etti?

Cihatçılar kime hizmet etti?

1979 yılında siyasi radikal İslam’ın doğuşudur. Pakistan'da darbeciler şeriat isteriz diyerek Zülfikar Ali Butto'yu asıyor, Afganistan’a ABD teşviki ile Sovyetlerin girişi, ona karşı Taliban’ın ABD tarafından silahlandırılması, İran’da Humeyni’nin iktidar darbesi, kısa bir süre sonra Türkiye’de ılımlı İslam isteyen generallerin darbesine şahitlik ettik... Arkasından büyük Ortadoğu projesi ile yeteri kadar cihatçı olmayan devletlerin içinde siyasi darbeler ve renkli devrimlerin benzeri gibi başlayıp ama cihatçı, kelle kesenlerin sahne aldığı bir süreç... Amerika ve sermayenin ihtiyacını karşılayan bu yeşil kuşak dalgasından her ülkenin zemininde, kültüründe, algılamasında sarsıntılar oldu, bir çok düşüncenin duruşu, odak noktası değişti. Modern yaşamı savunanlar bu süreç içinde türbanın içine sokulurken, askerlerinin başından aşağıya çuvallar geçiriyordu. Kısaca Arap ümmetçi devletleri şeriat ve cihat çığlıkları altında "Allah-u ekber" sesleri ile bir kan denizine çevrildi...

İslam bir silaha döndürülmüştü, o silah sermayenin ihtiyacına cevap verecek şekilde batı dünyasından ulus devletin yıkılması ve yerini küreselleşmenin ihtiyacına cevap verecek gümrük duvarlarının ve koruyucu önlemlerin kaldırılması ile birlikte kazanılmış işçi haklarının yerle bir edildiği süreci yaşadık. Tek kutuplu bir dünyada küreselleşme sorunsuz dönüşecekti ama olmadı... Dönüşüm için popüler liderler iktidarla geldi, her popülist iktidar var olan devletlerini çökertti, içinde yaşadıkları hakları fakirleştirdi ama küreselleşmenin kurallarını, yasalarını oluşturamadı, bu oluşturamamanın en büyük nedeni ise insanlığın önüne popülist söylemler kondu ve popülist olanların iktidardan çekilmesini sağlayacak muhalefette bu süreçte yok edilmişti...

Küreselleşme istenildiği gibi bir zamanda oluşmadı ama yeşil dalganın ortaya çıkardığı büyük bir kan çöplüğü ve ona bağlı popülist liderler kaldı...

Tarih masa başında planlandığı gibi hareket etmiyor, çünkü toplumsal dinamikleri etkileyen çok değişik olgular mevcut, fakat bu tarihsel kırılmada ne yazık ki devrimler oluşmadı, tersine insan hakları, haber alma hakları, seyahat hakları yaşanan ekonomik, siyasi krizler ile yok edildi...

1979 yılında başlayan ve kontrol dışına çıkmayan ama tam da kontrol edilmeyen bir tarihsel kırılmanın içinde yaşıyoruz... Bu süreçte insanlık muhteşem bir ilerleme kaydetmiş, toplumları ve bireyleri denetim altında tutacak savunma sanayisi gelişmiştir... Yapay zeka ile daha ağırlıkla bireylere kadar denetimin, kontrolün ve de tüketim çılgınlığının oluşumu ile güdüleri ile hareket eden diğer hayvanlara benzer tepkiler vermeye başladık... Ülkemizde de yaşanmış olan bir gezi direnişi süreci Arap Baharı kan denizi içinde kısa sürede sönümlendirilmiş, insanların üzerine umutsuz, belirsizlik, hayal kırıklıklarının tüm olguları serpilmiştir... Geleceği belirsiz bir insanlık, küresel savaş tehditi altında yaşama, hakkını aramadan şükrederek kendi kazandığı konumunu koruma savaşı içinde bırakıldı… Sınıf kavgasının yerini bireysel kurtuluş ve onun sonucu olarak da göçler, mültecilik sıradan bir olaya dönüştürmüştür... İnsan hareketi var olan istikrarın bozulması anlamına gelir, bu da geleneksel kültürlerin göçmenlere karşı düşmanlığını, nefret söylemini geliştirir, bunun sonucu da elbette faşist iktidarların popülist söylemler ile iktidar koltuğuna doğru istikrarlı yolculuğu anlamına gelir... Faşizm tekrar iktidara gelirken, silahlanma yarışı bir çılgınlığa dönüştü...

Faşizm iktidara gelmek için bu sefer İslam cihat çılgınlığını ve göçmenleri kullanıyor...

Sanayi devletler, dünya gündemini belirleyen ülkelerde ve görünür olan her devlette değişim insanlık lehine değil, küreselleşme önünde olan ve henüz yüzleşilmemiş bir paylaşım kavgasının görünür kılıyor...

Bizler, sıradan insanlar gelmekte olan savaşı engelleyecek gücümüz var mı?

1800'lü yıllardan beri devleti olan ama dünyada görünür olmayan bir devletin içinde yaşayan bizleri ne beklemektedir? Kısaca güçlü devletlerin masasının üzerinde serilmiş kağıtlarda bizim geleceğimiz ve sınırlarımız nasıl biçimleniyor, bize ne roller veriliyor, bu roller arasında bir arada yaşayanların birbirini boğazlaması planlanıyor mu? Tarihin her büyük kırılmasında ülkemiz içinde birbirini boğazlayan ve devlet gücünü kullananlar tarafından işlenmiş cinayetler ve katliamlar mevcut, bu gelecek süreç içinde aynı rolü oynayacaklar mı?

Başkasının çıkarı için kan gölüne dönüşecek ve bizim savaşımız olmayan savaşta bizler birer piyon gibi öne sürülüp, Sarıkamış dağlarında yeniden donmamız mı sağlayacaklar?

Yeşil kuşak dalgası sonlanacak mı?

Cihatçılar kime hizmet ettiklerini bugün kendilerine soracak ne atmosferleri var ne de olanakları ama tarih içinde acaba kendileri ile yüzleşip, yok ettikleri canlar ve tarihi alanlar konusunda ne diyecekler? Neden birden cihatçılar ortaya çıkı? O kadar alana hükmedip, o kadar kelle kesmelerine olanak verilip, nasıl bir küçük alana sıkıştırıldıklarında düşülebilecekler mi? Çünkü, cihatçılar sistem değişimi istemediler, kapitalist sistem içinde sadece iktidar koltuğunda oturmak istediler… İktidar mücadelesi öyle bir hal aldı ki, New York'taki “ikiz kuleyi” yok ettiler, nasıl oldu da ona izin verdiler, o izin sonrası dünyada neler değişti, kimleri iktidara taşıdı?

Irak'ın işgali için bürosunda çalışan insanların öldürülmesi mi zorunlu muydu?

İşgal edilen yerlerde demokrasi gelmediği gibi, modern yaşamda kopuk, kapalı toplumlar yaratıldı, bu toplumlar kime hizmet ediyor?

Sorular çok ama cevaplar elbette verilecektir ama zamanın değişimi ve olayların son bulması ile mümkündür…  Kapitalizm ulus devletini yok ederken, uluslaşma sürecini tamamlamış ülkeler üzerinde İslam’ı bir öcü haline getirip, gelişmesi muhtemel muhalefet hareketi yok ettiler…  Popülist liderler bu sürece katkıları elbette çok büyüktür, hükmettikleri tüm toplumları geriye götürüp, içinde oluşması muhtemel tüm sınıf temelli örgütlenmeleri yok ettiler… katliamlar ve cinayetler bu süreçte sermaye sahiplerini ellerini kana bulamadan istedikleri kişileri, ideoloji sahiplerini İslamcı cihatçılara öldürttüler ve her cinayet ve katliamın gerçek failleri hiçbir zaman (bu süreç devam ettiği sürece) ortaya çıkmayacak…

İsmail Cem Özkan

 

26 Nisan 2024 Cuma

İnatçılık güçlü olunca anlamlı olur…

İnatçılık güçlü olunca anlamlı olur…

DİSK, Taksim Meydanı konusunda inatçı bir tavır izliyor ama örgütsel gücü olmayan cılız bir yapı gerçekliği var... Şimdi güçsüz birinin inadının hiç bir harbiye kıymeti yok, yasak karşısında binasından çıkıp bir kaç metre ilerleyip, üzerine atılan gazlar ile hemen geri çekilip inadından vaz geçtiğini açıkladığı nice bir Mayıslar yaşadık...” İnadım inat, her şeye rağmen Taksim’e çıkacağım!” diyecek gücü yok...

Peki, DİSK neden böyle bir açıklama ihtiyacı duydu ve bugünlerde dillendiriyor?

Subjektif siyasi koşul olan CHP yerel seçimi kazandığı için!

Kendisini o kadar CHP ile özdeşleştirilmiş ki, CHP kazanınca kendisi kazanmış gibi hissetmiş, o devlet ideolojisi ve tarihi bakış açısı içinde bu tepkiyi vermiş...

DİSK tepkisi, algısı CHP ile ortaktır!

CHP, “hadi siz dillendirin, ben size kefil olurum” demiş!

CHP ipi ile bir yere gidilmeyeceğini her tarih bilen bilir...

Peki, CHP gibi her şeyden önce devlet, devletin çıkarı olduğu yerde söz söylenmez, adım atılmaz, askeri çözümden başka çözüm bilmem anlayışında olan ideolojik körlük neden Taksim iddiasını ortaya çıkardı?

Çünkü, AKP artık  “topal ördektir” ve onun gücünü test etmek için!

Gerçekten CHP kurmayları işçileri öne dürüp, kendisi yemeyeceği gazı, işçilere ve devrimcilere yedirip AKP'nin gücünü mü test edecek?

İşçiler örgütlü olmayınca, kimden para alıyorsa onun için çalışmaya devam edecek mi?

Elbette, patron ne derse işçi onu yapar, güçlü bir duruşu olmayınca, güçlü duruş içinde birey değil, sınıf olmak gerek... Sınıf olmanın birincil koşulu örgütlü olmaktır...

İşçi sınıfı karşısında durduğu patronun gücünden daha fazla güçlü mü?

Ona karşı direnirken diğer işçiler ile dayanışma ağı ördü mü?

Direnişi “açlık” mı kıracak, yoksa açlığa karşı “direniş ruhumu” büyütecek?

Bugün birçok işyerinde direniş var, küçük çaplı... Aynı iş kolunda olan diğer işçiler çalışırken, direniş olanlar çadır önünde yaktıkları ateş eşliğinde halay çekip, ziyaret eden hiçbir gücü olmayan sol - devrimci partiler ile fotoğraf çektiriyor...

Soru şu olmalı; işçiler direniş ateşinde hep yalnız mı kalacak, patronların insafına mı kaldılar? Birçok patron bedava reklam için işçisini direnişe çıkarıyor, sonra onlara küçük zamcık yapıp yeniden sessizce işine devam ediyor... Kısaca PR için ajansa vereceği parayı işçisine veriyor, verdiğini de zaten enflasyon alıp götürüyor, bu durumda her zaman patron kazançlı, işçi aldığı zamcık ile baş başa kalıyor...
Konuya dönelim, DİSK ve türevleri neden Taksim inadını dillendirdi bu sene de, geçen sene gibi "hadi karanfil bırakalım gidip Maltepe dolgu alanına kutlayalım!" demedi?

Güçsüz, örgütsüz, sözünün değeri olmayan bir örgüt, ne dediğinin pek önemi yoktur, sözünün arkasında durabiliyor mu?

DİSK 12 Eylül’den sonraki süreçte arkasında durduğu ve işçi sınıfına kazandırdığı başarısı olmayan bir örgüt, tek başarısı başkanlarını CHP içinde vekil yaptırmak!

Bu sene neler olacağını yaşayarak göreceğiz, çünkü gaz yemek yerine ben izlemeyi seçenlerdenim. Cumartesi günü Kazancı Yokuşuna karanfil bırakıp ölenleri anacağım... Bunu bireysel de yapabilirim, 78'liler girişimi ile de yapabilirim, bu konuda hiç sıkıntı yok, çünkü karanfil bırakmaya devlet bir şey demiyor, bir arada kitlesel olmaya izin vermiyor...

Hadi gelecek sene nerede kutlanacak 1 Mayıs çalışmasına bugünden başlayalım!

Sözünü geçirecek bir güç olunca açıklayalım isteklerimizi...

DİSK, sözünün eri olup kitlesel olarak çıkamazsa yeniden Taksim'e, niyet olarak  AKP'yi test ederken, işçi sınıfının gücünü AKP/devlet test etmiş olur...

Birilerin istekleri ile yola çıkmak yerine, kendi isteklerini dillendirip ve almak için, kavga için yola çıkmak önemlidir...

DİSK ve düzenleme kurulunun ne dediğinin hiç önemi yok, sol siyasette dergi, parti, birliklerinde niyetleri ve afişlerde iddialı sözlerinin hiç kıymeti harbiyesi yok, çünkü hepsinin gücü ortada. Yaşadığımız en yakın zamanda CHP'ye Hatay adayını bile geri adım attırma konusunda yetersiz kalmış, ırkçı bir adayın seçilmesi konusunda yetersiz kalmış bir sol siyaset kalkmış şimdi CHP'nin niyetine ve garantiliği altında Taksim diye iddialı sözler söylemesi ancak taraftarının gaz altında yiğitçe direnişi gösterir.

Çok gaz yemek Taksim için kitlesel kutlama yapmayı getirmiyor...

Çok gözaltında olmak başarı değildir...

Devrimci marşlarımızı söyleyeceğimiz, güçlü örgütlü olduğumuz gün Taksim 1 Mayıs alanı olmayı hak etmiş olur...
O güne kadar “her yer Taksim, her yer direniştir”...

Her direniş alnını Taksim'e döndürmek ve her işçiyi kucaklayan eylemler, her iş yerini bir direniş alanı yaratmak ile 1 Mayıs gerçek anlamına kavuşur...

"1 Mayıs devrime giden sadece bir yoldur" diyenler için, o yolu açmak ve oluşturmak için yapılması gerekeni yapmak düşer...

Her yer Taksim, her yer direniş!

İsmail Cem Özkan

 

10 Nisan 2024 Çarşamba

Sağ hep sağda mı kalmıştır?

Sağ hep sağda mı kalmıştır?

CHP nasıl oldu diye soru sorabilirsiniz, çünkü faşist bir partiden nasıl ortanın soluna dönüştü?

Bu sorunun belki birden fazla yanıtı vardır ama benim okuduğum bilgilere göre sol olmasını 27 Mayıs darbesi sonrası gelişmelere borçlu. Çünkü daha öncesi hep tek adam, tek parti, tek bayrak, tek millet, tek dil, tek hedef, tek diyerek giden teklerin partisidir ve parti kurucuların lider olmasına ve zaman göre biçim değiştirmez, bir siyasi bakış istikrarı vardır... CHP, Türkiye Cumhuriyeti ilkeleri ve ideallerini taşıyan ve temsil edendir.

CHP öncesi elbette Osmanlı İmparatorluğunun son dönemine damgasını vuran İttihat ve Terakki Partisidir. Onun idealleri, ideolojisi ve duruşunun hatta kadrosu ile devamı olan partidir ve ülkemizde cumhuriyet sonrası kurulan ikinci siyasi partisidir CHP! İlk parti Mustafa Kemal denetiminde kurulan TKP'dir... Hülle olarak kurulan partinin hilesi kısa sürede çıktığı için kendisini sessizce feshetmiştir, kurucularının önemi bir bölümü daha sonra Nazi partisinin Türkiye temsilcisi olacaklardır...

CHP kurulduktan sonra ülkemizde birden fazla parti deneyimi olmuştur. Bizzat Atatürk emri ve direktifi ile kurulan bu partiler kısa sürede, siyasi sahneden düşen sarayın taraftarların toplanma alanı olmuştur.  İzin ile kurulan bu partilerin "şeriat isterük" diyenlerin bulunmasına olanak verdiği için kısa sürede fesih edilmiş, İstiklal Mahkemesinde kurucuları ve şeriatı dillendirenler yargılanmış ve bir bölümü idam edilmiş, bir bölümü de Atatürk’ün izni ile siyasetten çekilmiştir...

Tek partiden çoklu partinin yer aldığı parlamentoya…

2. Dünya savaşı sonrası Türkiye tek parti tek ülke, tek lider söyleminden çıkmaya zorlanır... Ortamın atmosferi tek liderin neler yaptığını gösterdiğinden olsa gerek ülkemizde birden fazla partili sürece istemeyerek gitmiştir...

Tek partiye göre düzenlenmiş seçim yasasına göre girilen seçimden azdan biraz fazla oy alan mecliste çoğunluğu elde etmiş, biraz az oy alan ise mecliste küçük bir grup kuracak kadar vekili olmuş.. Tek partiye göre düzenlenmiş seçim yasası ilk denemede demokrat partiyi meclise çoğunluk olarak taşımış, İnönü'nün sağ partisi ikinci parti olarak meclise girmiş... Celal Bayar kendisini partiler üstüne taşımış ve tarafsız lider rolü oynamış, başbakan demokrat partinin tüm işlerinden sorumlu olarak ülkemize demokrasiyi getirmeye kollarını sıvamış... CHP'den gelen bu kadroların bir bölümü sosyalist geçmişleri de var, sosyalistlerin çıkardığı dergide yazılar yazan insanlar... Yani sanıldığı gibi sadece toprak ağaların temsilcisi değildir parti, heterojen bir yapısı var...

Demokrat parti tek başına ve meclis çoğunluğunu alınca bu yaratılan güç elbette baş dönmesine sebep olacaktır... İçinden çıktığı partinin özelliklerini de hayat bulacaktır elbette. Birden bu kadar gücü elinde görenlerin elbette niyetleri ile somut gerçekler arasında çatışmaya da sahne olmuştur... Tek parti, tek lider, tek vatan anlayışında olan bir liderin her düşüncesi, her kararı vatan içindir ve tartışılmazdır... Bu tartışılmaz kararlar ülkeyi ve partiyi de hedefinden kısa sürede taşıyacak ve geldiği partinin faşist anlayışına uygun bir yapıya döndürecektir... Tek lider ve tek doğru üzerine oturtulan devlet anlayışı, kendine göre bir eğitim sistemi de yaratmıştır. Osmanlı’dan beri gelen bir devlet anlayışı hep varlığını korumuştur. Tek lider hep var olmuştur.

Eleştirdiği her şeyi kendi çıkarı için kullanan bir parti...

Demokrat parti var olan CHP’nin bir eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Geçmişten o güne kadar var olan tek adam rahatsızlığı ve tek doğru kavramının yaratmış olduğu handikaplara karşı ortak düşünce ve ortak aklı savunan ve Cemal, Enver ve Talat paşalardan bu yana gelen eleştirilerin hayat bulduğu bir partidir. Kökleri aynıdır ama duruşları farklıdır. Hepsi kök olarak aynı partiden gelmeleri, aynı kadro olarak cumhuriyeti kuranlardır. Silah arkadaşlığından aynı parti içinde siyaset yapan insanlardır. Kadro Dergisinden, sosyalist çevrenin çıkardığı Görüşler dergisinde makale yazanlardan oluşan bir muhalif çizgiyi de içinde barındırır… Başlangıçta hepsinin ortaklaştığı nokta demokrasidir. O yüzden işlemlerini içeren bir ismi parti adı olarak seçmişlerdir. Demokrat!

Parti kısa sürede bir lider partisine dönüşecektir.

İçinde yer alan solcuların da kısa sürede tek lider kavramına karşı duruşları ve seslerini çıkarması anlamına gelir...

Parti içinde yer alanların bir bölümü “hürriyet “isterler, eleştiri okları Menderes'e yönelmiştir...

Menderes'e karşı muhalif çizgiyi oluşturanlar “Eleştirdiğine çok benzedin” derken, uyarırlar ama Menderes ve çevresi bu eleştirilere kulaklarını kapatmıştır, hatta en ufak eleştiriyi kendisine ve partiye saldırı olarak algılamış, eleştiri yapanlar partiden ve Menderes çevresinden uzaklaştırılmış...

İhraç edilenler ve istifa edenler kısa bir süre sonra ayrı partiler kurmuşlar...

Seçimlere kısa bir süre kala 27 Mayıs darbesi olur...

Bilinen yassıada mahkemesi olur...

İdamlar olur, siyasetten uzaklaştırılanlar olur...

Yeni bir süreç başlar...

İnönü darbe sonrası ilk seçimi kazanır ama “topal ördek”tir. Eskisi gibi faşist ideoloji ile adım atacak konumda değildir...

CHP içinde bir tartışma başlar, bu tartışmayı demokrat partiden ayrılıp başka parti kuranlarda CHP üyesi olarak dahil olurlar... “Sol” kavram ortaya atılır...

Eski demokrat partisinden gelenler geçmişlerinden dolayı öne çıkamazlar ve genç çalışma bakanını önlerine alırlar ve Ecevit ortanın solu ile CHP'yi sola çekmeye çalışan birçok ilkeyi ortaya koyar...

Adalet Partisinin baskısı ile CHP içinde sol tartışmaya açılır...

AP/Demirel sağın tek temsilcisi olmak için tüm sağ politikaya sahip çıkınca CHP sağdan oy alamayacağını görmüş ve “seçeneksiz” olarak sağın soluna kaymıştır...

CHP seçeneksiz kaldığı için ülkenin bekası için “sol gibi” davranmayı seçmiştir ve bu sayede ülkenin kurucu partisinin sol bir çizgiymiş gibi bir algının oluşumunu sağlar...

“Karaoğlan” efsanesi sağ partiyi Demirel karşısında umut olarak kendisini ortaya koymuştur... CHP hiçbir zaman kurucu ilkelerinden vazgeçmemiştir...

Sadece algısaldır işler...

Deniz Baykal hizip olarak ortaya çıkmış olması onun sağ çizgiden uzaklaşmasını getirmemiştir...

İsmail Cem Özkan

 

5 Nisan 2024 Cuma

Mekanlar halka değil, parası olana açık!

Mekanlar halka değil, parası olana açık!

Bugün Arter adı verilen bir sergi binasına gittim. Genelde modern - çağdaş sanat adı verilen eserler sergileniyor... Burası bir müze değil, normal sergiler var… Değişen etkinlikler yapılmaktadır ve düzenli olarak benimde içinde olduğum mail adreslere gönderilmektedir. Zaman zaman basın gösterimlerine de davetiyeler yapılmaktadır.

O alana gidene kadar sergi salonlarına girmenin paralı olduğunu bilmiyordum, burada gördüm! Gerçi ben modern sanattı pek sevmem, çoğu eseri de anlamam, içlerinde sevdiğim çalışmalarda elbette var ama genelleştirildiği an sevmediğimi bilirim, bana seslenmiyor… Belki de eğitimden kaynaklanan bir durum söz konusu. Kuşaklara harf takıldığı bir zamanda içinde bulunduğumuz genç kuşağın hayal dünyasında yarattığı imgelerine çok uzak olduğumdan kaynaklanıyor da olabilir. Bana seslenmeyen eserlerin olmamasını savunmam, aksine olmalıdır, çünkü beğeneni çok, alıcısı da var...

Her düşünce kendi alanını açar ve o alandan yol alır…

Her buna benzer sergilere gittiğimde kafamda soru oluşur, gördüğüm o eserler satın alan tarafından nerelere konuyor onu da bilmiyorum, alanın sorunu...

Sanayinin ortasında modern binalar, sanayiyi ortadan kaldırmış, yerine yeni binalar içinde sanat merkezleri olmuş… Sanayiden zaman içinde orada hiç iz kalmayacak gibi, çünkü modern dokunuşlar geçmiş ile bağlantıları hepten yok edip, yerine daha modern binalar oturtuyor…
Arter, yerleşim olarak eskiden küçük sanayinin olduğu bir bölge: Taksim'in altında Kasımpaşa, Kurtuluş arasında yer alan Dolapdere’de. Eskiden orada ağırlıkla küçük sanayiciler bulunurdu, araba tamiri, lastik değiştirmek gibi işler yaparlardı.

Arter’in bulunduğu caddede sanayicilerin dükkanların yıkılıp yerine kondurulmuş büyük, çağdaş, modern adı verilen beton binalar...

Koç grubu da daha önce İstiklal Caddesinde başlattığı kurumunu bu yeni yaptırdığı binaya taşımış... Güzel de yapmış, çünkü daha geniş alanda daha fazla sanatçı eserlerini görücüye, satılığa çıkarabilecek... Bir kaç kişide gelecekte olup olmayacağını bilemeyeceğim bugünün piyasasına seslenen eserlerini satacak. Ekmek kapısı yani...

Sergi salonuna dış kapıdan kontrol ile geçiliyor...

Binanın içinde Koç Grubuna ait Divan Pastanesi müşterisini yani parası olanı bekliyor... Bu da çevresi ile zıtlık oluşturuyor, karşıda araba lastiği çeviren asgari ücretle çalışan işçi, ucuz iş yapan işveren Divan Pastanesinin bu salonundan alış veriş yapması hayal, zaten fakir insanların hayallerine bile buraya girmek yoktur...

Ayak takımı sergiyi gezmesin, parası olan gezsin diye bir sergi salonu oluşturulmuş. “Ben parası olana sanatı gösteririm, kısaca ben bana geleni ayırt eder, kategorize eder ve ona göre bana uygun olanları salonuma alır ve gezmelerine izin veririm” anlayışı hakim...

Satın alan gelsin, almayanın burada işi ne?

Bir sanat eserinin sanat eseri olması için satılması gerek, satılmıyorsa zaten o eser sanat değildir, yeri çöplük! Bir gün biri satın alıp piyasa sürerse o sanatçının eseri sanat eseri olur, piyasaya düşmeyen ancak sahaflarda yerini bulur!

Arter neden paralı?

Cevabını aslında verdim, çünkü parası olmayan, fakirlerin yaşadığı bir yerde açılan sanat merkezlerinin müşterisini rahatsız edecek görüntüden uzak tutmak için onların satın alma gücünden daha fazla bir giriş ücreti koyarak onları resmen olmasa da dolaylı olarak engelleyerek kovmasıdır...

Sanat herkes için değildir, parası olan içindir. Parası olan ise bulunduğu mekanda fakiri görmek istemez!

Sanat eserinin değerini düşürecek hiçbir atmosfer orada olmaması gereklidir...

Bugün Arter'e gittim... Gerçi ben sergiyi değil, kafamda oluşmuş soruları sormak adına birini görmek için gitmiştim. Yerinde olmadığı için geri çıktım...

İşçi sınıfının olduğu yerde burjuvazi kendisine göre mekan açmış, görünmez kaleler oluşturmuş, içine belirli insanlar gireceği sınıfını ve tercihini belirlemiş bir mekan!

Sanatın mekanında sanattan hoşlananlar değil, parası olanlar yer bulunacaktır...

Belki fakir biri, orada yetişen bir çocuk oradan etkilenecek ve belki sanat eğitimi alacak ama hayır!

Koleje giden çocuklar aileleri ile gelecek ve orada yapılan etkinliklere parası ile katılıp bir şeyler öğrenip gidecekler...

Çevresine kapalı ama parası olana açık bir mekan!

Paranız varsa, parasını verip gezeceğiniz bir sergi alanı Arter…

İsmail Cem Özkan

 

1 Nisan 2024 Pazartesi

Onlar devrim yolunda öldüler…

Onlar devrim yolunda öldüler…

Algılarla oynamak son yıllarda moda oldu, sürekli söylenen yalanlar ile yalan gerçeğe dönüştürme girişimleri tarihi kişilikler üzerinden sürüyor…

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş gibi tarihi kişilikler ve bir dönemin sembolü olmuş liderlerin anlayışları bu saldırıların merkezinde yer alması tesadüfi değildir, çünkü geçmişin devrimci dalgasını yok ederseniz, gelecekte oluşması muhtemel devrimci hareketlerin elinden tarihi bir birikimi elinden almış olursunuz… Devrimci birikimi yok ederseniz, o gençleri maceraperest, idealleri için yola çıkmış, devletin altı okunu üzerine çekmiş, gladio tarafından “etkisiz” hale getirilmiş olarak algılanır. Düzen içinde düzene biçim vermek, reformist hareketler ile ilerleme olur, geçmişin üzerine basmadan, ilerici yönlerini alarak ileri bir devlet oluşur algılayışı genel içinde kabul görmesi için çabaların var olduğu gerçeğini yaşamaktayız.  Genelde bu algı oluşumunu kendisine devrimci, geçmişin devrimci hareketlerin liderlik pozisyonunda olanların üzerinden yapılmaktadır. Belki daha gerçekçi olması için bu kişilere bu söylemler söyletilmektedir…

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş'in arkadaşları Milli Demokratik Devrim (MDD) anlayışından kopup sosyalizm mücadelesine geçtikleri gerçeğini yok sayarak onları Kemalist / Atatürkçü olarak algılayıp, burjuva devrimini savunuyor gösterme çabaları içindeler... Eğer onlar Kemalist olmuş olsalardı "liderimiz Mihri Belli, yolumuz belli" demeye devam eder, ayrı örgütlenme kurmazlardı!

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş'in arkadaşları ve son yazıları ve de savunmaları Kemalizm eleştirisidir. Bugün dahi sorulmayan soruyu sorayım: Kürt halkını hiç bir zaman tanımayan Kemalizm ile nasıl ortak bağı olur bu devrimcilerin?

Kemalizm, Kürt sorunu çözümü onu yok saymak ve bir talep olursa zor ile bastırmak olmuştur. Kemalist devrimi sürecinde 12 Kürt isyanı karşısında tutumu ortada olmasına rağmen, hala devrimcileri Kemalizm ile paralel gösterme çalışmaları devam ediyor.

Özellikle Mahir ve Deniz'i Kemalist sol ile ortak anmaya çalışanların hedefi bellidir, onların devrimci düşüncesini yok edip, sistem içi reformist, revizyonist göstererek uysallaştırma girişimdir.

Mahir ve arkadaşları devrim için yola çıktılar, Kızıldere'de bildikleri ve inandıkları gibi kavga edip bu hayattan koptular... Onları idama, ölüme götüren o siyasi atmosferi yaratan düşünce Kemalist düşüncedir ve ideolojisidir...

Kemalizm ile kopmadan “sosyalizm mücadelesi” olmaz, çünkü Kemalizm işçi sınıfını yok sayar ve onların örgütlü halini devletin geleceği için en büyük tehdit olarak görür...

Küçük bir azınlık olan komünistler ve partileri Mustafa Kemal yaşarken başlarına gelen işkence, katliam, linç ortadayken, katiline hayran bir komünist göstermek ne kadar doğrudur?

Kemalizm sol ile ilişkisi yoktur, tersi sağ bir anlayıştır, burjuva devrimini gerçekleştirmek için örgütlenmiş İttihat ve Terakki Partisini ideolojisini ileriye taşımış bir anlayışa sahiptir... Yoktan var etmiş olduğu bir şey yoktur, var olanı geliştirmiş ve yeni söylemler ile hayat bulmasını sağlamıştır. Osmanlı devletinin devamıdır, onu yok etmiş ve yeni bir devlet oluşturmamıştır, tüm kurumları ve bürokratik yapısı ile Ankara merkezli bir devlete dönüşmüştür.

Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'ın da içinde bulunduğu gençlik hareketi Kemalist bir duruş ile ilk adımını atmış ama 68 gençliği içinde o atılan ilk adımı devleti savunmak pozisyon ile başlayan süreci devleti yıkıp yerine sosyalizm idealini gerçekleştirmek üzerine kadar ileriye taşımışlardır. Başlangıçta ki Kemalist görüşleri ile bayraklaştıkları partilerini kurduklarında hiç bir ilgileri kalmadığı gerçeği ile karşılaşırız... Onlara göre birkaç “iş bilmez” lideri/ kadroyu değiştirip, ülkeyi anti -emperyalist/kapitalist anlayışa uygun yeni rotasına sokup, “Tam bağımsız Türkiye” yaratalım diye bir anlayışı yoktur. Lider değiştirerek bu işler olacağını düşünmüş olsalardı darbe ya da yanlış liderlere karşı suikast girişimleri yaparlardı. Bu gençler o dönemde gerçekleştirilmek istenen “sol darbe” içinde yer alırlardı, en azından o darbeyi savunurlardı.

THKP-C ve THKO sürecini yok sayan her anlayış onları reformist, maceracı bir kaç genç olarak tanımlar ve gelişen gerici harekete karşı var olanı savunmak, korumak ve de geliştirmek isteyen ideal insanlar olarak tanımlar...

Mahir ve Deniz hiç bir yerde ölümlerine bir adım kala kendilerini yok etmek için gladyosunu harekete geçiren devleti ve onun ideolojisini savunmamıştır...

"Kurtuluşa Kadar Savaş" sloganında kurtulması istenen burjuva devletidir... Eğer reformist olmuş olsalardı kurtuluşa kadar değil, "daha konforlu, eşit bir ülkede bir arada yaşam!" diye cümle kurmaları gerekliydi...

Unutmayın, Deniz’in son sözleri şunlardı:

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!

Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!

Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!

Kahrolsun emperyalizm!

Yaşasın işçiler, köylüler!”

Deniz Gezmiş,  Mahir Çayan ve arkadaşları devrim yolunda öldüler/öldürüldüler…

Onlar bugün hala isimleri geçiyorsa, yaktıkları ateş hala canlı ve toplum içinde karşılık bulduğu içindir.

 

İsmail Cem Özkan