Galata Gazete


19 Ekim 2024 Cumartesi

Saçmalığın ortasında piknik.

Saçmalığın ortasında piknik.

Soyut olarak yaratılmış bir savaşta, nöbet kulübesinde canı sıkılan bir askerin (Zapo) günlerden bir gün kendisini tekrarlayan monoton geçen günü değişecektir, çünkü ziyarete ailesi gelecektir. Annesi ve babası bir pazar günü piknik sepeti ile oğullarını görmek için motorlarına atlayıp gelmiştir.

Onlar gelirken yolda kimse çevirmemiştir, hatta bir yerde kendi anlatımlarına göre trajik -komik tankların yaratmış olduğu trafikteki kaosu yaşamışlardır.

Anne ve babasını karşısında gören asker Zapo, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez, hatta o bulunduğu nöbet noktasına gelen herhangi birine karşıda ne yapacağını bilecek konuda değildir.

Şaşkınlık sevince dönerken…

Seyirciyi akla yakın olmayan bu durumu şaşkınlıkla izlemektedir, savaşın ortasında cephede piknik!

Aile piknik sepetini nöbetçi kulübesindeki zemine dağıtırken şaşkınlık yerini sevince bırakmıştır.

Ataerkil ilişkide kadının dominant olması ile aile yapısına doğru keskin bir gönderme yapılır. Baba her şeye hakimmiş gibi bir ses tonu ile anlatırken, annenin otoriter tavrı o sesin yerini uzlaşmacı, hatta teslimiyetine döner.  Bu arada Madam Tepan çocukluğunda yaşadığı savaşı anımsar, orada düşman kıyafeti, ile kendi askerlerinin kıyafetini karıştırır, çünkü düşman kıyafetinin mavi olduğunu iddia eder ve Mösyö Tapan tartışmaya girmektense “tamam haklısın” diyerek geçiştirir. Madem Tepan savaşın ne olduğu, düşmanın ne olduğunu hiçbir şekilde kafasında çözememiştir, çocukluğunda ki savaşta düşman askerin kazanmasını bilinçsizce istemiştir, çünkü balkondan seyrederken onlara karşı bir empati kurmuş ve kendisine yakın hissetmiştir.

Savaş konusunda savaşı algılayışı hem kahramanlar boyutu ile hem de seyirciler boyutu ile tartışmaya açar…

Savaşın bir anlamda anlamsızlığı bu piknik ile daha da ortaya serilecektir, çünkü bir gün “savaş açtık, hadi savaşın!”, “senin asker olmaya yaşın tutuyor ve savaşacaksın” diyerek gençleri günlük hayatlarından koparıp cepheye gönderip, gençlerin tanımadığı düşmanın üzerine kurşun atması istenir…

Savaş bir oyun değildir, fakat masaların üzerinde bir oyun haline getirilir. Oyun haline getirenler savaşın nişanını/ ganimetini alırken, cepheye sürülenler hayatlarıyla öderler…

Henüz piknik için şarap şişesi açılıp bardaklara boşaltılırken düşman cephesinden bir asker gelir. Silahını duvarın dibine bırakarak “teslim” olur, çünkü piknik ve aile sıcaklığı onu etkilemiştir.

Bundan sonra savaş kavramı her iki cepheden incelenir. Her iki tarafta da savaş sürecinde aynı şeyleri yaşamışlardır, bu kadar benzerlik şaşırtıcıdır. Komutanları benzer ve aynı cümleler ile askerleri yüreklendirmişler. Her şey aynıdır, sadece üniforma rengi farklıdır, konuşulan dil, amaç hepsi eşittir… Aynı şekilde cepheye çağrılmışlar, aynı şekilde sevdikleri vardır, aynı şekilde bu savaş öncesi savaşa karışmış babalara sahiptir, bir anlamda aynada yansımasıdır…

Oyun, gerçek ve akla yakın olanla gerçek dışı ve mantıksız olanı bir araya getirir. 

Absürt tiyatronun tüm özelliğini bu oyunda görebiliriz, konular arasında bir bağlantı aramak yerine oyunun akışına bağlı olarak değişimleri, oyunun kahramanlarının tepkisini görmekteyiz.

Abartılı davranışlar, abartılı duygusal geçişler, bir ip bağlamayı dahi beceremeyen bir askerin, bir insanı öldürmesi, onun teslim alması da mümkün değildir.

Cepheye bombalar havadan gelir, uçakların bıraktığı bombalar ile cephede hareketli saatler yaşanır ve ölümler olur. Tırsan, saklanan askerler yanında ebeveynler savaşı ve bombaları önemsemez, Madam Tepan bir anlamda çocukluğuna dönmüştür. Dans etmeye başlarlar, ölüm yeryüzüne hakimken onlar yaşamı, yaşam sevincini, geçmişe özlemi dansları ile ortaya koyar. Yıllar sonra geçince her kötü durum, romantik bir özlem olarak ortaya çıkar.

Bombalar bittiğinde yaşam ölümün yerini almıştır, sevinç, umut havası eserken sahneye gelen hemşire ile olay birden terse döner…

Savaşın rüzgarı ölüm nöbetçi kulübesini sarmıştır.

Ölüleri/yaralıları arayan hemşire oraya geldiği andan itibaren ölüm sıradanlaşmıştır… ceset savaşın olmazsa olmazdır ve hemşire küçük esnaf ağzı ile bir ölüyü alıp taşırsa ya da yaralı bir askeri çalıştığı hizmet alanına götürse çok mutlu olacaktır, çünkü o orada olmanın yanında görevini ve yaptığını da göstermek istemektedir. Hemşirenin diğer arkadaşları yanında boynu büküktür, henüz “bir siftah” dahi yapmamış beceriksiz gibi algılanmıştır!

Ceset bulamayan hemşire gidince, savaşın saçmalığı ortaya çıkmıştır, Mösyö Tepan her iki tarafın yetkililerine artık savaşı durdurmanın zamanı geldiği ve bu saçmalığın sona ermesi gerektiği fikrini ortaya atar ve onu gerçekleştirmek için aralarında bir ortak anlayış geliştirirler. Bu sırada düşman hattından kurşun yağar ve piknik yapan tüm bireyler ölür. Ölüm hakim gelmiştir, saçmalık kazanmıştır…

Normal ile anormal değerler alt üst edilmiştir, seyirci bu kara mizahın hakim olduğu oyunda kahkaha atamaz, sessizce izler, bu sonun saçmalığı rahatsız edicidir ve gülünecek bir durum söz konusu değildir.

Sahne küçük bir alanda, bir nöbetçi yeri olarak belirlenmiştir. Kum torbaları, dikenli teller ile düşmana karşı bir savunma söz konusudur. Bohem bir hava vardır, gerçi oyun sırasında sis uygulanmaz, fakat o sis düşüncenin içinde canlanır.

Kostüm iki cephede askerlerin aynıdır tek farkı renklerdir. Baba ve annenin kostümlerin seçimi renkleri geçmişe çağrışım yapan askılı pantolon iyi düşünülmüş...

Işık tasarımı da çok beğendim, oyunun izlenmesini ve oyunda vurguların ortaya çıkarılmasına büyük destek vermektedir. Müzik seçimi, koreografi absürt tiyatronun absürt tarafını daha da ortaya çıkarak güçtedir…

Oyunculara gelirsek, her biri birbirini besleyen ve ortak bir oyunda olduklarını ortaya koyuyorlar, mimikleri, hareketleri, dar alanda o muhteşem dansları ile hem sahneyi doldurdular, hem de seyirciye absürt bir tiyatroda olduklarını hissettirdiler... Öne çıkan bana göre hemşire rolü ile Öykü Kaya olduğunu düşünüyorum, hem ses, hem vücut dilini ve mimiklerini kullanması açısından… Yıldırım Beyazıt ise rolünü can verirken bizden biri, bizim insanımızın o burun çekmesi, nefes alması, abartılı hareketleri ile buranın insanı olduğunu hissettirmektedir, yani oyunun yazıldığı coğrafyada değil de olay sanki ülkemizde geçmektedir…

Öğretici bir 55 dakika geçirdik, zamanın nasıl geçtiğini bile anlayamadık…

Savaş rüzgarının estiği bir atmosferde umarım “savaşa hayır” diyenler çoğalır ve savaşın saçmalığını hepimiz içimizden hisseder ve hissettiklerimizi eyleme dönüştürürüz…

İsmail Cem Özkan

 

 

Cephede Piknik

Yazan: Fernando Arrabal

Çeviren: Sadun Altuna

Yöneten: Ergin Özdemir

Oyuncular: Volkan Özman, Elif Şeker, Yıldırım Bayazıt, H. Gökhan Olcay, Öykü Kaya

Dekor Tasarımı: Ruken Bakır

Kostüm Tasarımı: Ceren Karahan

Işık Tasarımı: Mehmet Mertal

Müzik Düzeni: Fırat Aktav

Koreografi: Fatma Asena Melikoğlu

Yönetmen Yardımcıları: Öykü Kaya, Sinem Lökbaş

 

17 Ekim 2024 Perşembe

Godot geldi, gerçek tüm çıplaklığı ile ortada duruyordu.

Godot geldi, gerçek tüm çıplaklığı ile ortada duruyordu.

Ülkemizde birçok yetenekli, işini iyi bilen yönetmen vardır, onların yönettiği oyunlar sahnelerde yer almaya devam ediyor, etmeleri ülkemiz insanı ve tiyatro severleri için büyük bir şanstır. Onlardan biridir Ragıp Yavuz.

Ragıp Yavuz, günümüzde gündeme/ana dokunan, siyasi eleştiriyi dolaylı ya da direkt olarak yapan ve bunu estetik kuralları içinde en güzel başaranlardan biridir… Ne zaman afişlerde, duyurularda Ragıp Yavuz ismini okusam onun yönettiği oyunu izlemek için sabırsızlanırım, izleyemediklerim için üzülürüm. Sadece yönetmen mi, elbette değil, örneğin dekor tasarımı konusunda Barış Dinçel ismini gördüğümde, onun düzenlemesini görmek için bile oyuna gidip bakıyorum. Birbirinden başarılı oyuncular, yönetmenler, tiyatronun her bir alanı için işinde uzmanlaşmış insanları gördükçe çok mutlu oluyorum, çünkü onların sayesinde ortak üretim olan tiyatrodan birçok şey öğreniyorum, çünkü geleceğimiz de bana göre tiyatro gibi olacaktır, komünal, düşünüp, komün yaşayacağız. Bireyselleştiren kapitalizmin alternatifidir komuna düşünmek ve yaşamak. Ve bana göre gerçek mutluluk oradadır…

Geçmişte yaşanmış olan insanlığı ileriye taşımayı hedef koyan tüm denemelerin eleştirisi kurulacak yeni yaşamdır. Yüzleşme ancak ve ancak sanat ile olacaktır, yarının yüzleşmesi, geçmişin başarısızlıklarının eleştirisi ile olacaktır.

Samuel Beckett’in yazdığı Godot Beklerken oyununda yarattığı karakter ve ortaya çıkardığı beklentiye sonsuzdur, sonuçta hareket etmek isteyene karşı “bekle” denmektedir. Beklenti sonsuzdur, çünkü bir gün gelecek ve yaşadıkları tüm olumsuzluktan kurtulacaklardır. Peki, bu beklentiyi sona erdirecek Godot gelirse?

Beklentiyi ortadan kaldırıp beklenene somut bir karakter çizilmiş olursa nasıl bir yüzleşme ile karışılacaktık, çünkü soyut olan somuta dönüştüğünde kafada oluşturulan ile gerçeklik arasında bir hesaplaşma ortaya çıkacaktı. Felsefi olarak kafa yorulan sorular, somut olarak tarihsel yüzleşme demektir…

Miodrag Bulatović bu yüzleşmeyi sahneye taşımıştır. Beklenti, kurtarıcıdır ama kurtarıcı nasıl biri olacaktır, nasıl görünecektir? İnsanı duyguları ve tepkileri nasıl olmalıdır? İdeal olan ile somut olan arasında uçurum nasıl olacaktır? Bir de beklenti içinde olanlar genelde çaresiz, zayıf insanlar arasında gerçektir, zaten güçlü olanın beklentisi olmaz, olsa olsa kasasını daha fazla doldurmak, daha fazla yağma yapacağı kanuni düzenlemedir. Kapitalist düzende acımasız bir yağma vardır, onun ortaya çıkardığı örgütsüz toplumların, bireylerin çaresizliği. Çaresiz olanlar feodal dönemlerden almış olduğu bir halk kahramanıdır. Bir kahraman gelecek ve kurtaracak ve o devletin babası olacaktır, aynı zamanda devletin babası çaresiz, fakir, mazlumlarında babasıdır!

Miodrag Bulatović “Kimin geldiği hiçbir zaman tam olarak bilinmez, ancak gidenin kim olduğu kesinlikle bellidir.” diye belirtmektedir oyunda. Godot geldi ve giderken arkasında ne bırakacaktı? Oyunun sonunda sahneyi terk ederken Godot, seyircinin kafasında nasıl bir iz bırakıp gitti?

Sahne, postane yakınında, demiryolu kenarında bir bataklık olarak tasarlanmış. Sahnenin her iki tarafından verilen dumanlar ile bir anlamda bir bataklık havası verilmiş, aynı zamanda gelen ve giden buharlı treni de somutlaştırmaktadır…

Çaresiz, üstü perişan iki insan idam ipi asılı olan bir ağacın altında, içlerini boşaltırken aynı zamanda yiyeceklerini oluşturuyordu. Çaresiz ama beklenti içinde iki insan ortalıkta dolaşan bir söz duymuşlardı, “Godot geliyordu”. Beklenen sonunda geliyordu: nasıl birini, nasıl görünüyordu?

Sürgüne giden her insan, sevdiklerini kendinden ayıran trenlerden nefret eder, çünkü trenler ikinci dünya savaşında Yahudileri ölüm kamplarına götürmüştür. Vladimir ve Estragon, trenin her geçişinde ürkerler. Trenlerin birinci sınıf kompartımanında giden bütün yolcuları domuzlardır. (Hayvanlar Çiftliğine bir göndermedir) Onlardan korkmaktadır, her geçişte onlara gözükmemek için saklanırlar, korku ile birbirine sarılır.

Oyunun her anı imgeler ile işlenmiştir, imgeler çoğu zaman sözün yerini alır, sizi görünene değil, anlatılmak istenene davet eder. Yüzleşme bir sahnede gerçekleşmektedir, çünkü beklenen somut olarak gelecektir…

Godot, yenik ve güçsüzlerin uydurmasıdır.

Soyut, belirsiz bir kurtarıcı gelecektir ve onları bu durumdan kurtaracaktır!

Mizah burada kararmış şekilde işin içine girer.

Godot gelmeden önce sefalet, geldikten sonrada sefalet aynı şekilde kalacaktır.

Godot beklenenleri karşılayamacaktır, zaten öyle bir misyonu da yoktur, ona öyle bir anlam yüklenmiştir. Bir bardak suda fırtına çıkacak ve dinecektir, başlangıçta olanlar bittiğinde beklentileri ve hayalleri bitmiş olarak oradan ayrılacaktır.  Hayatlarında değişim, beklentinin sona ermesidir sefalet varlığını benzer bir şekilde devam edecektir.

Ve beklenen Godot gelir.

Bir fırıncıdır. Ekmek ve özgürlüktür sloganı.

Vladimir ve Estragon’un büyük umutla bekledikleri Godot’ya karşı tepkileri de çok farklılaşıyor. Kurtarıcı, kendi hayatlarını ortadan kaldıracak bir uyarıcıdır ve onlar kendi hayatlarına karışılmasından memnun değildirler. Beyaz un onların her şeyini değiştirecektir ve beyaza karşı direnişe geçerler, Godot’a saldırmaya, onu dışlamaya başlarlar.

Godot ise gelmeden önce postanede çalışan kadınla birlikte olmuştur, bir anlamda ataerkil toplumun bir bireyidir…

Oyuna Pozzo, Lucky adlı iki karakter girer. Pozzo elinde tuttuğu iple, Lucky’i hayvanlaştırmıştır/köleleştirmiştir.

Pozzo “Oysa ben köleliğe özel ilgi duyan bir hümanistim.”

İp kimin elindeyse kapitalist düzende efendi odur. O kişi hayatta kalabilmek, varlığını sürdürebilmek için artık zorba olmak zorundadır. İpin ucuna kim bağlıysa köle de odur. Kölenin varlığı bir hayvandan farksız olarak ipi elinde tutan sahibinin varlığına bağlıdır. Bu düzen sürdükçe, sadece ipi elinde tutan mutlu olacak, diğerleri ezilmeye devam edecektir.

Godot’ya göre var olmak, özgür olabilmektir.

Godot, Lucky’i özgürleştirir ilk bölümde, fakat ikinci bölümde roller değişecektir. Eski düzen özneler değişmiş olsa da devam edecektir.

Oyun yakın tarih ile ilgisi çok, çünkü 2. Dünya savaşı sonrası oluşan atmosferin sahneye imgeler ile aktarılmasını görüyoruz. Bir yandan beklenilen gerçekleşmiş ama kitlelerin hayal kırıklığı ortadadır. Bugünden o günlere bakınca eleştirilerin ne kadar haklı olduğunu, geçmişin tortularından ve alışkanlıklarından kurtulmadan yeni bir yaşam oluşmuyor. Kısaca oyun tarihe felsefi boyutuyla imgeler ile bakmaktadır.

Oyunun yazım tekniği de bilgi gerektiriyor, çünkü tekniğin getirmiş olduğu çerçeve içindedir. Absürt tiyatro olaylar arasında bir tarih ve konu dizimi yoktur, tesadüfi gibi gelen arka arkaya işleyen öyküler arasında alışılmış bağlantılar seyirciye bir hap gibi sunulmaz… Sonuçta mesaj seyirciye direkt sunulmaz, seyirci masajı kendisine göre alacaktır. Her kişi hayatı nasıl algılıyorsa, oyunun metnini de kendisine göre biçimlendirecek ve sorgulanacaktır. Bir anlamda sizi beklenmeyen anda tarih ile yüzleşmeye, sizin geçmişe dair bakışınızı kara mizahın dili ile sizin yüzünüze çarpması söz konusudur.

Oyun hakkında bu kadar laf etmişken bir de oyuna hayat veren oyunculara bir bakalım! Oyun içinde en çok ilgimi çeken oyuncu olarak Ali Mert Yavuzcan öne çıktı, ilk bölümde köle, çaresiz sadık hayvanı vücut dili ile çok iyi anlatıyor. Pozzo rolü ile Murat Coşkuner Lucky dans ederken, hareketsiz değil, onun hareketini durduğu noktadan beslemektedir, eğer sabit kalıp izlemiş olsa Pozzo sanki ortadan kalkacaktır. Bir efendi, uşağına verdiği rolü izlerken, onu eğitmiş olduğunu da hissettirmektedir.

Vladimir ve Estragon rollerine hayat veren Meriç Benlioğlu ve Can Ertuğrul beklentiyi, beklentinin boşa düşüşü ve hayal kırıklığını hem mimikleri ile hem de vücut dili anlatırken, ses tonlarının iniş çıkışları ile seyirciyi o anın içine çekmektedir. Olay sahnede gerçekleşirken, tarihin yükünü taşımış kuşakların torunları ve onların çocukları seyirci koltuğundadır. Bugün yaşadığımız baskı ve zulüm altında nefes alamayan, gelecek hedefleri ellerinden alınmışların çaresizliği ve beklenen kurtarıcının beklendiği gibi gelmeyeceği, kurtarıcının ancak beklentiden kopup harekete geçmek gerektiğini mizahın vermiş olduğu dil ile seyirciye ulaşmaktadır.

Derya Çetiner ise hareketi, heyecanı, Godot’un cinsel arzusu ve gerçekleştirmesine şahitliğini o kadar doğalmış gibi anlatır ki, seyirci Godot sahneye gelmeden bir insan geldiğini anlarız. Benim gözümden başarılı oyunculardan biri olarak alkışı hak ettiğini düşünüyorum.

Gelelim gelen Godot’a! Godot’a hayat veren Can Başak, o ağırbaşlılığı, aynı zamanda bilgeliği alçak gönüllü olarak sunmakta. Godot bir emekçi, cebinde taşıdığı un ile emeğini bir silaha dönüştürecek kadar gücü olduğunu abartmadan ama doğalmış gibi verirken, yüz ifadesi, kendisine gelen saldırıları soğukkanlı bir şekilde geçiştirmesi çok başarılıdır.

Kostüm elbette mekana uygundur, ezilmiş insanları, medeniyetten uzak yaşamanın getirmiş olduğu kıtlık, aynı zamanda savaştan kaçıp, sığınmış insanları anlatmaktadır. Dekoru telgraf direklerini beğendiğim kadar zemini nedense beğenemedim, çünkü o girinti ve çıkıntılar olmadan da bataklık ışık oyunları ile verilebilinirdi. Sahnedeki zemin oyuncular genelde tek sıra çizgi boyunca oynamasına sebep oluyor izlenimini verdi bana. Ne arka tarafa gidebiliyorlar ne de sahnenin önüne… Sahnede biraz da sanki bataklığın bitkileri de olsaydı, çünkü sonuçta kurak yer değildir bataklıklar… Direklerin konumu, karga, idam ipi, tellerin kargaşasını çok sevdim… Işık konusuna gelince dekordan kaynaklanan bir hareket alanı içinde ancak bu kadar ışık yapılabilirdi duygusu verdi bana… Sonuçta tiyatro tüm parçaların bir bütündür, yönetmen olarak Ragıp Yavuz elindekileri en iyi şekilde sahneye taşımasıdır.

Ben geç kalmış olsam da bu oyunu izlediğim için şanslıyım, sahneye taşıyanlar, sahnede emek verenler, sahnenin görünmeyen yerinden müzik, ses, ışık kumandasında çalışan her emeği geçene çok teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan

 

Godot Geldi

Yazan: Miodrag Bulatović,

Çeviren: Sevgi Soysal

Yönetmen: Ragıp Yavuz

Dekor- Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan

Hareket Düzeni: Yasemin Gezgin Yavuzcan

Işık Tasarımı: Murat Özdemir

Efekt Tasarımı: Erhan Aşar

Yönetmen Yardımcısı: Mana Alkoy

Reji Asistanları: Şenay Bağ, Ada Alize Ertem

Oyuncular: Ali̇ Mert Yavuzcan, Can Başak, Can Ertuğrul, Derya Çeti̇nel, Meri̇ç Benli̇oğlu, Murat Coşkuner

 

16 Ekim 2024 Çarşamba

Kırlangıçlar Susamışsa

Kırlangıçlar Susamışsa

 

Hidroelektrik santraller (HES) için derelerin sularına el konulması üzerine son yıllarda gündemimizden hiç eksik olmayan direnişlerdir. Karadeniz'in dereleri boldur, o bol derelerde bol bol santral kurarız uyanıklığı içinde olan şirketler, halkı ve doğayı hiçe sayarak bir bir santraller kurdular. Bu kurulan santraller uzun ömürlü değildir ama kurulması siyasi irade istemiştir. Şirketlerde devletten geçinmeye alışmış oldukları için, devlet isterse bizde yaparız anlayışı ile doğayı yağmaya girişmişlerdir. İlk santraller kurulduğunda yerel halk çok tepki göstermemiştir, çünkü ne olacağını gözleri ile görmeleri gereklidir. Derelerin suları çekilip yerine sadece taş kaldığında santrallerin öyle masum bir şey olmadığını anladılar, çünkü suyun tutulması ve bırakılması konusu anlatıldığı gibi değildir... Suyunu kaybedenler elbette o can havli ile seslerini yükselttiler, bunları duyanlar kendi derelerinde santral kurulacağını duyar duymaz direnişe geçmesi doğaldır, çünkü su olmazsa onların orada olmasının anlamı yoktur... Her toprağın sesi vardır, her ses bir dildir... O toprakta yaşayanlarında dilleri toprağın sesine yakındır... Doğanın sesini orada yaşayanların seslendirmesi, sessiz doğanın hakkını savunulması kaçınılmazdır ama devlet öyle kurnazdır ki, yasaları ona göre yapmıştır, çünkü devlet geleneği adım atmadan ya yasaları düzenler ya da önüne engel gelirse ona göre yasa çıkarır, her adımını yasalardan alan meşru davranış olarak gösterir...

Karadeniz insanı Çernobil’den gelen radyasyon ile kanser olmuşken, bir de derelerinin suyunun ellerinden alınması ile çaresiz konuma düşürüldüler, fakat çaresizlik kısa sürede yerini direnişe, ortak mücadeleye bıraktı...

Kırlangıçlar Susamışsa filmi bu direnişin belgesel tadında kurgu ve doğaçlamanın iç içe geçtiğini beyaz perdeye yansıyan ışığı bize bıraktığı iz olarak görmekteyiz. İmgeseldir. Bir çocuğun kırlangıç yuvasını merak etmektedir amcası ona bir kırlangıç yuvasının sırrını anlatır ve gösterir. Bir kuru ot, toprak ve su ile oluşur kırlangıç yuvası. Onların yuvası toprak yüzeyinde değildir, doruklarda, yukarıdadır. Yaylada yaşayan Karadeniz insanı gibidir... Kırlangıçlar düz yere konamaz, konarsa da kalkamaz... Doruklarda yaşayan insanların elinden suyu alırsanız yuvanın en büyük harcı su yok olursa yuvaları da dağılacaktır.

Derelerin savunması aynı zamanda yuvalarını koruma mücadelesidir...

Film, HES mücadelesini doğanın, toprağın, orada yaşayan halkın sesini beyaz perdeye aktarılmıştır. Orada konuşulan yerel dil (antik Yunanca) olduğu gibi perdeye aktarılmıştır. Zaman zaman Türkçe konuşanlar, kendi doğal ortamlarında ana dillerini konuşmaktadır. Filmin esas imgesini taşıyan çocuk ve direnişi örgütleyenlerden olan amcası arasında konuşma dili Türkçedir. Çocuk hiçbir zaman ana dilini konuşmaz film boyunca, ana dilini anlamaktadır ama konuşmuyor... Yaşadığımız zamanın gerçekliği tüm çıplaklığı ile filmin içine dantel gibi işlenmiştir.

Film amatör ruhla, doğanın koşullarına uygun küçük bir ekip tarafından çekilmiştir. Zaman zaman direnişi gösteren kareler, olayın gerçek zamanlı çekimine uygun o anda kullanılan kameradır. Öyle hadi çekim için sahne kuralım, siz rol yapın denmemiş, olayı gerçek zamanlı olarak çekmiş ve filmin içine kurgulanmıştır. Direniş bir kırlangıç imgesi ile gerçek zamanlı ve gerçek olayın üzerine oturmaktadır.

Filmde en öne çıkan kameranın kullanımıdır, doğa öyle ışık oyunu oynamaktadır ki, anlık çekim yapıldı yapıldı, çünkü doğa kurguya göre görüntü vermez, aynı ışığı yakalama şansları yoktur... Anlık hava değişimi doğaçlama konuşmaları ortaya çıkarmış ve o sıcaklık, samimiyet seyirciye ulaşmaktadır.

Benim izlediğim sinema salonunda alt yazıları İngilizce olarak gördüm, fakat Türkiye gösterimleri için Türkçe altyazı yapılması gerektiğini salondakilerde seslendirdi, İngilizce anlayanlar ne demek istediğini anladı ama Türkçe dışında dil bilmeyenler için sadece Karadeniz'in eşi benzeri olmayan ışık oyunlarını ve doğasını seyretti... 

Doğaçlama olanı ve amatör ruhla yapılan her şeyi severim, fakat bu filmde kurgu ve içine imgeler ile işlenen öyküsünde bir bütünlük sağlamış. Film doğanın içinde, toprağın, insanın sesini duyuyorsunuz. O insanları çaresiz bırakan bir devlet gücünü ve o çaresizlik ortamında direnişin örgütlü gücünü görmekteyiz.

Bugün ülkemize hala direnişler vardır, devleti arkasına alan şirketlerde insanları, doğayı yağmalamaya devam etmektedir.

Yaşam için direniş…

Dereler yok olursa göçmen kuşlar yollarını bulamaz. Dönse dahi kırlangıç yuva yapacak bir su damlası bulamaz. Yuvasız kırlangıcın orada yaşama şansı yoktur, ya göçüp gidecek ya da son nefesini orada verecektir. Bir yuvayı yok ederseniz, yaşamı yok etmiş olursunuz… Yaşam devam etsin diyedir derelerin varlık mücadelesi, dereleri insanların elinden aldığınız an, sadece insanın değil, börtünün böceğin, kırlangıcında sonunu hazırlarsınız ve geriye sadece taş yığını kalır…

Fırsatınız olursa bu filmi kaçırmayın, kazanacağınız çok şey var...

 

İsmail Cem Özkan

 

 

Kırlangıçlar Susamışsa

Yönetmen: Muhammet Çakıral
Yapımcı: Muhammet Çakıral, Murat Başman
Senarist: Muhammad Çakıral
Oyuncular: Murat Sarı, Burak Sarı, Hamit Demir, Havva Sarı, Ali Dursun, Elif Canbolat, Cihan Semiz, Ömer Küçük, Gamze Dursun

Müzik: Cem Tarım
Görüntü Yönetmeni: Erdal Eksert
Yapım: Trabezunta Film
Yapım Yılı: 2014

 

8 Ekim 2024 Salı

Pandora'nın kutusu açıldı, kötülükler etrafa saçıldı.

Pandora'nın kutusu açıldı, kötülükler etrafa saçıldı.

7 Ekim 2023 günü Hamas füzeler ile saldırıya geçip, açmış oldukları tüneller ile İsrail içine kadar girip bir festivalde masum insanları rehin aldığı gün "Allahu ekber" diyerek selamlayanlar bugün aynı zamana bakıp hala selamlıyorlar mı? Çünkü Hamas'ın başlattığı saldırı İsrail'in arayıp da bulamadığı fırsatı yarattı ve Gazze bölgesi sessizlerin ölüm vatanına döndürüldü...

Ölülerin diyarı adını hak ediyor bana göre Gazze bölgesi...

O bölgeyi bu hale getiren İsrail en faşist, en sağcı iktidarı zamanında olması tesadüfi mi?

Elbette değil!

Devlet yapacağı operasyon öncesi göreceli özgürlük verir!

Devlet denilen aygıt, kendisinin yapacağı operasyonlar için yok edeceği ya da hizaya getireceği kesime her türlü silahlanma, örgütlenme hakkını kendi denetimi ve gözetimi altında izin verir. Sonra onların saldırmasını bekler. O beklediği an üstlerine çöker ya yok eder ya da etkisizleştirecek kadar hadım eder ve ortalığa bırakır ki, sosyal bir boşluk olmasın, denetimde olan bir gücün zayıf bir şekilde yaşamasına izin verir...

Bugüne kadar tüm devletlerin yaptığı yöntem budur.

Örneğin darbe mi yapmak istiyorsunuz, ülkede iç savaş görünümlü bir kontrollü anarşi yarat, sonra o anarşiye katılanları idama götürecek kurgulanmış olaylardan bir süreç başlat. Ülkemizde Maraş, Çorum katliamları buna örnektir… Zamanı belirlemek için bir iki deneme cinayet, katliam, operasyon yap, oraya gelen toplumsal tepkileri ölç ve darbe yaparak o yaratılan anarşi ortamını kullanarak bir "kurtarıcı" rolü oyna...

Darbe yapanları alkışla karşılayanlar, ellerinde olan hakları tek tek alınırken sessiz kalırlar...

Yeni oluşturulan ortamda ötekileştirilenler devlet terörünün kurbanı olacaktır...

Hamas, İsrail'in denetiminde FKÖ’yü (Filistin Kurtuluş Örgütü) dağıtmak ve orada devrimci unsurları zayıflatıp yok etmek üzerine kuruldu...

İslam'ın cihatçı yorumu ya da siyasi İslam denilen kavram aslında aynı şeyi temsil eder ve hepsinin görevi emperyalist devletler için sadece aparat olarak kurulur.

İran İslam devletinin oluşumu ile kurulan Yeşil Kuşak Politikası zaman içinde kurumlaşmış ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı verilen siyasi ideolojik hat ile Ortadoğu ülkelerine yeni roller verilmiştir. BOP projesinin en somut ürünü Arap Baharı ile kendisini ortaya koymuştur. BOP ile Ortadoğu'da hibrit savaşlarda görev alacak piyonlar bir tepki yapı gibi büyümelerine izin verilmiştir. Hibrit savaşlarda rol alan tüm cihatçı örgütler ya da siyasi İslam iktidarlar emperyalist devletlerin elinde olan kukla yapılardır... Günlük siyasi gelişmelere duygusal tepki verdirilerek, tipik Ortadoğu diktatörleri tepkileri ve refleksleri oluşturulmuştur. Tüm liderleri birbirine bağlayan ortak özellik bu duygusal ve anlık değişimlerdir. Bir biri ile can ciğer olanlar, ertesi gün düşman ilan edilmesi şaşırtıcı olmamıştır.  

Bu kuklalar gerek görüldüğünde İsrail, Amerikan askerine silah sıkar ama silah sıkanların elde ettiği tüm kazanımlar emperyalist devletlerin istediği algıdır...

Hamas, Hizbullah gibi örgütler İran devletinin elinde birer silah olarak öne sürülmüş aldatmaca yapılardır, çünkü İran denen İslam devleti de emperyalist devletler ile savaş halinde değildir.

İran'ın ambargo altında yaşaması emperyalist devletler ile savaşıyor anlamına gelmez, arka kapıdan emperyalist devlet ile ticari ilişkileri devam etmiştir.

İran'ın silah sanayisi bilerek güdük bırakılmış devletin elinde nükleer sanayinin olması güçlü devletler için bir korku nedeni değil, saldırı için neden olarak durmaktadır…

İran, emperyalist devletlerin güdümünde olan bir proje devlettir.

1979 yılında Şahın devrilmesi sonrasında İslam devleti olması için Saddam Hüseyin ile sudan sebepler ile savaşa tutturulmuş ve bu sayede İslam devletinin iktidara tek başına sahip olması için ortam yaratılmıştır. İran İslam devleti savaş süreci içinde tüm komünist ve devrimcileri yok etmek için her türlü silahı kullanmış ve onlar için özel mahkeme kurarak meydanlarda vinçlere asmıştır...

Saddam emperyalist devletin çıkarına uygun bir yardımcı rol alarak İran’a saldırmış ama İran devletini İslamlaştırırken, kendi sonunu hazırlamıştır...

Baas partisinin ırak yorumu İran ile savaşa başladığı zamanda sonunu hazırladığını düşünecek kadar ne bilgi birikimine ne de silahlı güce sahipti... Kağıttan bir devletin bir kaç gün içinde yok olması, liderinin bir çukurda yakalanması tesadüfi değildir…

Lağımın içine iteklenen Saddam Hüseyin lağım borusundan alınıp idam edilmiştir...

IŞİD ve benzeri örgütlerin her saldırı videosunda "Allahu ekber" diye bağıranların sesinin olması tesadüfi değildir, çünkü “tekbir” diye kabul edilen bu nidaların seslendiği yer Avrupa ve dünyada gelişmekte olan sağın can suyudur, çünkü emperyalist devletlerin içinde gelişen sağı besleyen ortamı yaratmıştır...

Bugün dünya savaşından sık sık konuşuyorsak eğer, küreselleşmenin oluşturamadığı hukuk ve dünya düzenin yaratılması sürecinden başka şey değildir... Ulus devletini yıkan küreselleşme adı altında geliştirilen liberal politikalar, küreselleşmenin hukuki alt yapısını kuramamış, ulus devletçiklerin artıkları bu hukuksal düzenin önünde engel olmuştur...

Yaşadığımız süreçte 3. Dünya savaşı korkusu ile bu hukuksal alt yapıların ve kurumların oluşumunu izliyoruz... Her savaş sonrası imzalanan barış antlaşmaları ve oluşturulan kurumlar yeni düzenin nasıl işleyeceğini belirler...

Siyasi İslam Ortadoğu’da emperyalistlerin oyuncağı olarak görevlerini yerine getirmiştir...

Hamas, Hizbullah, IŞİD, El Kaide ve benzeri tüm örgütler anti-kapitalist ve anti-emperyalist savaş vermemiştir, verecek ne kültürleri ne de birikimleri vardır...

Bugün Filistin halkının yanında olduğunu iddia edenler dünyanın birçok yerinde eylemler yapmaktadır, homojen olmayan yapıların ortak özelliği liberalizmin kurbanları olmasıdır ve söylemde antiemperyalist gibi duran cümleler kurulmakta ama antisemitizm duruşu aşamamış, Yahudi düşmanlığını beslerken Yahudilere karşı nefret söylemini büyütmekteler...

Pandora'nın kutusu açıldı, kötülükler etrafa saçıldı.

Savaşların sonlanmasını istiyorsak, halklar arası boğazlama ve nefret söylemin sönümlenmesini istiyorsak elbette antikapitalist, antiemperyalist duruşumuzu açık olarak ortaya koymak, savaşan, çatışanlar arasında bir tarafı tutmak değil, tümden tüm çatışmaları ret ederek barış vurgusu ile halkların bir arada yaşayacağı işçi sınıfının iktidarı için mücadele etmekten geçmektedir. Küreleşmiş kapitalizmin tek alternatifi vardır, tüm dünya işçilerin birliği ile oluşturulacak işçi devletidir…

İsmail Cem Özkan

 

6 Ekim 2024 Pazar

Kadın cinayetleri politiktir…

Kadın cinayetleri politiktir…

 

İslam öncesi “kız çocukları” toprağa gömüldüğüne dair hikayeler anlatılırdı, İslam dini “kadını kurtardı” vurgusu yapılır, “ayaklarını altında…” diye devam ediliyor, fakat son yıllarda siyasi İslam’ın yönetiminde olduğu ülkelerde kadınlar “hedef” haline getirildi, farklı inançtan olanlar cariye olarak pazarlarda satıldı, soykırım, katliam ile anılır oldu…

Afganistan gibi bir ülkede kadının kazanılmış tüm hakları elinden alındı, erkeksiz sokağa çıkması bile yasak, yürüyüşüne dikkat etmek zorundadır...

Ülkemizde sistematik olarak gün geçtikçe artan bir kadın cinayeti var ve bu konuda önlem alınmış gibi yapıp, aslında tamamı ile teşvik edilen bir siyasi tercih söz konusu...

Kadının sözü, yaşam biçimi, tercihi tamamı ile erkeğe bağımlı hale getirilmek istenmektedir…

Türban siyasi simge haline geldi.

Erkeğine ve geleneklerine biat eden kadının başörtüsünün biçimi, kullanılan bağlama tekniği, tercih edilen renkler tarikatların bayrağı, sembolü haline getirildi...

Cinayete hedef olan kadınlar, kızların başının bağlı olup olmadığına bakmadan erkekler tarafından öldürülüyor ve kadın katili erkeklerin çok büyük bölümü kravat takarak mahkemede iyi hal gösterilerinden dolayı ya çok az ceza aldılar ya da serbest kaldılar...

Sokak ortasında kadına tecavüz edenler bile olayın hemen arkasından yakalanmasına rağmen serbest kalmış olması tesadüfi değildir, toplumsal baskı sonrası serbest kalanları şimdilik ceza evinde gözetim altına alınmış durumdalar...

Kadın cinayetleri siyasaldır, politiktir ve bu bir siyasi iradenin tercihi ile sistematik hale getirilmiştir...

“Okulumda başı bağlı olmayan öğrenci, öğretmen istemiyorum” diyen okul müdürleri ödüllendirilirken, o müdürlerin hakim olduğu okullarda nasıl bir sonuç beklendiği açık ve net değil midir?

Sivil toplum kurumlar olarak cemaat dernekleri görenlerin tercihi ile okullara dışarıdan müdahale edilmekte ve hepsi yasal statü verilmiştir...

Elbette, siyasi İslam’ın eğittiği erkek çocuklar büyüdükçe, ergenlik çağında kadına bakışı, erkeği eğlendirmeye gelmiş, ona itaat eden bir canlı gözü ile bakmasına sebep olmaktadır, çünkü kadın erkeğin tüm fantezisini yerine getiren huriler gibi sunulur. Bu dünyada yaşayamadıklarını öteki dünyada yaşayacaktır erkekler!

Kadın sadece eğlence şişme balon gibi gören bir anlayış ile kadına yanaşan erkek için kadın öldürülmesi gereken herhangi bir kurbandan farkı yok!

Yaşadığımız zaman diliminde kadının cinayetlerine karşı sesi yükseltmek isteyen kadınlara karşı polis anonsları ile gaz eşliğinde bastırılıyor ve sanki kadınların haklı öfkesi bu gaz bulutu içinde görünmez yapılmak isteniyor. Kadınlara verilen bu gözdağı ile kadınlar hakları için sokağa çıkması engellenmek isteniyor ve bir anlamda evine kapan, hakkını savunma ve sus denmektedir.

Kadınlar kendi elleri üzerinde yükseltiyor özgürlük mücadelesini…

Sokağı özgürleştiren, karanlıkları aydınlık kılan kadınlardır.

Kadınlar bir anlamda siyasi İslam ile yüzleşmekte, hesap sormakta, kazanılmış meşru hakları için mücadele etmeye devam ediyor.

Medeniyet kadınların elleri üzerinde yükselmektedir.

Sonuç olarak her kim nasıl düşünürse düşünsün kadın cinayetleri politiktir...

İsmail Cem Özkan


2 Ekim 2024 Çarşamba

Aşkı için ateşi çalanlar törenin buyruğundan çıkamaz…

Aşkı için ateşi çalanlar törenin buyruğundan çıkamaz…  

Günlerden bir gün bir at gelir bir evin kapısına durur, at at dediğime bakmayın, beyaz, boyu posu yerinde, bakan bir daha bakmaya kıyamıyor. Belli bir ağanın, paşanın atıdır, soylu biri ancak bu ata sahip olur, garibanın bu ata sahip olması düşünülemez ama gelenekler, törelerinde yasası vardır, at kimin kapısına gelmişse, üç defa atı gönderip, at geri dönüyorsa artık o at o evin sahibine aittir.

Törelerdir yaşamı biçimlendiren, davranışlara, düşüncelere yön verendir…

Bilge insanlar töreleri yaşatanlardır, bilgeler de yaşları ile orantılıdır, çünkü sözlü tarihi görenekleri uzun yaşamalarına bağlı olarak daha fazla içselleştirmiş, yanlış olanları ayırt edecek kadar bilgi birikime sahiptir.

Bilge insanlar canları pahasına töreleri yaşatır.

Her türlü saldırılara karşı dirençlidir, Nuh der, peygamber demezler…

Ağrı dağı etrafında yaşayanların hepsinin sadık kaldığı ve hepsinin ortaklaştığı törelerin yasasına sahiptir. Devletin koyduğu yasalardan daha önemlidir ve geçerlidir törelerin yasası... Toplumlar arasında geleneklerdir günlük yaşamın ayrımını belirleyen çizgiler… Kuş geçmez, kervan gitmez kuytularda yaşar ahali, çünkü onlar bilir dışarıdan gelecek olan saldırılara karşı her zaman hazırlıklı olmalı, savunmadır doğal yerleşim yerleri…

Ağrı’nın öfkesinin ulaşmadığı noktalarda Ağrı’ya bakarlar.

Ağrı dağının heybeti altında ezilirler, o yüzden ezene karşı geliştirmişlerdir destanları, söylenceleri. O söylenceleri taşıyan dengbejlerin elinde kavalların sesine dönüşür. Küçük bir kamıştan nasıl çıkar bu ağrı dağının öfkesi, şaşar insan, şaşkınlık ile dinler destanları…

At üç defa kovulmuş ve gelmiş kapının önüne, artık o at o evindir, bu töre yasasını belirtir Sofi. Sofi töreyi anımsatır, kim gelirse gelsin, ister Osmanlı, ister Acem kralı veya unvanı ne olursa olsun, ne teklif edilirse edilsin vermeyecektir…

O at artık evin sahibi Ahmed’indir…

Törelerin yasası her şeyin üstündedir…

Destan böyle başlar, o atın sahibi Ağrı dağının eteğinde oluşturulmuş Doğubayazıt’ta Osmanlıyı temsil eden Mahmut Handır. Babası gibi değildir, ne töre bilir ne de gelenek. Çıkarı için her şeyi rahat kullanacaktır, başı sıkışınca Osmanlı sarayına kadar başvuracak kadar çaresiz ama öfkelidir. Öç alma duygusu ile geri adım atmasını sevmez, küçük düşmekten çok korkmak da ama egosu o kadar gelişmiştir ki, tüm kendisi gibi düşünmeyenleri düşman bellemektedir…

At Mahmut Hanındır ve atını ister…

Töreler ile kişinin istediğinin çatışmasıdır…

Her masalda, destanda olan olur ve köylü, arkasız, törelerine sadık biri tutuklanır, paşanın kızlarından biri gönlünü bu dağlı, töresine sadık birine aşık olur.

Gülbahar her türlü zulmü göze alacaktır.

Gülbahar en yakını olan babasına karşı aşkı için her türlü sonucu baştan kabul eder… aşk düşünce yüreğe, ne geçmişin iyilikleri ne de baba ocağının çıkarı kalır, hepsi elinin tersi ile iteklenir ve aşkı için yol açar…

Olaylar bir masalsı bir atmosferde seyirciyi alır götürür, çünkü bir destan ancak masallarda olan bir atmosfer içinde geçer, güçlünün güçsüz ile mücadelesinde törelerin yasası resmi yasalardan ve bireylerden üstün olduğunu görürüz.

Ağrı bir isyan ateşinin yakıldığı yerdir, dağ öfkesini kendi zirvesine çıkıp ateşi çalanlara karşıdır, o yüzden ateşi çalanların taştan heykelleri ile donatılmıştır… Ağrı dağının tepesinde ateş görenler ona “Agri” demiştir, yani ateş… Osmanlı paşalarının başını çok ağrıttığı için paşalar da Ağrı demiştir...

Ateşi görenler ile başını ağrıtanların mücadelesidir…

Destanın arka yüzü, anlatılan hikayesi Yiğit Sertdemir’in uyarlaması ile çıplak olarak serilmiştir… Kürt ezgileri, o civarda yaşayan Ermeni, Türk, Kürt ağız ile konuşmalar oyun boyunca oyuncuların dilinden eksik olmaz, şive o kadar doğal aktarılmıştır ki, kendinizi bir anda efsanenin geçtiği yerde görürsünüz. İstanbul Türkçesi öykünün anlatım bölümünde kullanılmasına özen gösterilmiş. Mekan sahnedir. Mekanda hareketli bir hilal ay şeklinde ağaçtan yapılmış, üç kattan oluşan bir platform oluşturulmuş, tüm efsane bu platformun üstünde ve içinde geçmektedir... Barış Dinçel’in ustaca tasarladığı dekor, destanın değişen sahnelerini de içine alacak kadar pratik bir mekanizma içindedir. Oyuncuların değiştirdiği sahne düzenleri her sahnenin akışını daha akıcı ve ayrıntı görünümü sağlar.

Mekan bu kadar kalabalık oyuncunun rahat hareket etmesine, seyirciyi bir masal dünyasına taşıması için temel öğedir.

Su buharından oluşturulan sis gizemi, derinliği sağlamış, arka fona yansıyan ay, renk değişimi ile olayların izlencesi seyirciye verilmiştir…

Işık kullanımı olayların akışına göre olayın odağına yansımıştır. Işık müziğin ezgisine göre sahnede olması gereken yere yansımıştır…

Masalımsı atmosferi oluşturan seyirciye direkt temas eden ise sestir. Müzik canlı olarak seyirci ile iletişim kurarken, oyuncular bu oluşturulan ritme ayak uydurmakta, sanki “doğalmış” gibi sahnede yerlerini birbirine dokunmadan ama birbirini besleyecek şekilde konumlanmıştır…

Her oyuncu birden fazla rolde yerini almış, her sahnede yer alan bu rolleri öyle doğalmış gibi birbirine karıştırmadan seyirciye aktarmıştır. Her oyuncu kendi rolünü o kadar benimsemiştir ki, ses, ışık altında masalın gerçekten bir dişlisi olmuştur…

Üç duvarlı sahnenin yanlarında ki duvarlar görünmez olmuştur, tek bir duvar ve ön platformdan oluşmuş hissi içinde dört boyutlu sahnenin içine seyircisini çekmekte, dağda yanan ateşin içinde seyirciyi buluşturmuştur…

Oyunun başkahramanıdır at. Candan Seda Balaban yarattığı Özge Midilli’nin hayat verdiği kukla at, gerek sahneler arasında, gerek akışta muhteşem bir uyum içinde, ritim, yürüyüşü, atın hareketine uygun şekilde Murad ve Gülbahar’ın arkasında ve diğer oyuncuların yanında o duruşu, tedirgin halini bir kukla olmasına rağmen muhteşemdir. Seyircilerin gözü ile takip ettiği, giderken üzerinde ki beyaz kumaşların, tüllerin uçuşu ağrı dağının esintisini, öfkesini, destanını seyirciye savurmaktadır…

At demişken elbette koreografiden de bahsetmek gerek, çünkü Senem Oluz, Özge Midilli ikilisinin yaratmış olduğu koreografi bir anlamda dramaturgların sözde yaptığını hareketler ile yapmışlar… Hareketler, her adımın bir hesabı, anlamı olduğunu, dansın, ritüeli anlatılırken törenin de emirleri ve duruşu her oyuncunun vücudunda hayat bulduğunu gördüm…

Dramaturg Sinem Özlek, afişlerde yerini hak etmiş olarak gördüm, akıcılığı, bölümler arası geçiş ve boşlukları o kadar iyi düşünmüş ki, yönetmene nefes alma ve düşünme alanı yaratmış… Oyunu bir bütün düşündüğümde ya da parça parça algıladığında başarısı arkadan sessizce fısıldamaktadır.

Müzik için ayrı paragraf açmak gerek, her ne kadar yukarıda bahsetmiş olsam da… Oğuzhan Balcı, Burçak Çöllü; her ikisinin rolü farklı algılanmış olsa da aslında bana göre bir bütündür, çünkü birbirinin devamı, sesin yükselticisi, ses ile enstrümanların seyirciyi kucaklamasıdır. Oyunu u kadar başarı kılan parçalardan biridir ses, ışık, efekt ve müzik... Sahne önünde oluşturulmuş platformda müzik çalanların her birinin parmaklarının dokunduğu notalar ağrı dağı efsanesinin bir efsane olarak sahneye taşınmasında çok büyük katkıları vardır. Her ne kadar yüzlerini göremezsem de o çukursa notalara dokunan her bir sanatçının emeğine sağlık diyorum…

Oyun iki bölümden oluşur, ilk bölüm ve ikinci bölüm arasında kopukluk yoktur, aynı tempoda oyun devam etmiş, seyirci son perde ile alkışı ile sahnede yer alan, almayan teknik çalışanlarına alkış ile teşekkür etmiştir…

Destanlarda her türlü hile, yalan mevcuttur, tıpkı yaşamda olduğu gibi. Siyaset yapanların hilesi, yalanı bitmez ama törelerin yasası da nettir. O yasaları dolanarak yok etmek isteyenler her şekilde yenilgiyi tadacaktır, çünkü ağrının öfkesi bir düdük ile nasıl ki tüm ağrının etrafında yer alan ovalara yayılarak dünyayı kucaklasa, sonuçta sevgi kazanacaktır.

Barış güvercini her türlü kılıcın kanından, adaletinden üstündür ama bir kuşku girmesin araya, kuşku girmişse artık o aşk, sevginin ortasına saplanan kılıç olarak kalır, çünkü sevginin üstüne sevgi olmaz, töre bunu söyler, bunu bilir ve uygular…

Masal ile efsane arasında temel fark derler, birinde mutlu son vardır, diğerinde tüm sorunlar çözülmüş aşıklar birbirine kavuşmuştur…

Yaşar Kemal’in kaleminden damıtılarak yeniden yaratılan Ağrı Dağı Efsanesi adı üzerinde efsanedir, o efsaneyi sahneye taşıyanların emeğine, canlandıran tüm oyunculara teşekkür, teknik sorunları çözen, hayat verenlerin emeğine sağlık, bunu bu zamanda sahneye taşıyan siyasi iradeye de teşekkür etmek gerek… 

İsmail Cem Özkan


Ağrı Dağı Efsanesi

Yazan: Yaşar Kemal

Uyarlayan ve Yöneten: Yiğit Sertdemir

Dramaturg: Sinem Özlek

Müzik: Oğuzhan Balcı

Dekor Tasarımı: Barış Dinçel

Kostüm, Maske Ve Kukla Tasarımı: Candan Seda Balaban

Işık Tasarımı: Osman Aktan

Ses Tasarımı: Gökhan Suna

Koreografi: Senem Oluz, Özge Midilli

Müzik Direktörü: Burçak Çöllü

Yönetmen Yardımcıları: Arda Alpkıray, Irmak Örnek, İrem Arslan, Oya Palay, Yunus Erman Çağlar

Oyuncular: Arda Alpkıray, Ayşe Günyüz Demirci, Besim Demirkıran, Can Tarakçı, Cihan Kurtaran, Emrah Can Yaylı, Emre Yılmaz, Ertan Kılıç, Hakan Örge, Murat Üzen, Özge Midilli, Serkan Bacak, Uğur Dilbaz, Yeliz Şatıroğlu, Zeynep Ceren Gedikali 

 

29 Eylül 2024 Pazar

Naftalin kokan ideolojiler bugünü kucaklamaktan uzaktır…

Naftalin kokan ideolojiler bugünü kucaklamaktan uzaktır…

İsrail'in her vurduğuna sahip çıkan bir sol oluştu... Savaşı kınamak ayrı şeydir, sahip çıkmak ayrıdır.

Hizbullah, Hamas gibi örgütler şeriatçı, cihatçı örgütlerdir…

Şeriatçı örgütler, sonuçta kelle kesen, kurallarına uymayana ceza kesen, başkasının yaşamasına olanak tanımayan, tek doğru, tek tanrı, tek inanç gibi kavramlara inanan ve kendisi gibi olmayanlara karşı hoşgörülü olmayan cihatçı yapılardır. Hizbullah ve Hamas gibi örgütler buna örnektir. Bunları ortaklaştıran başka bir özellikte arkasında maddi ve manevi gücün İran olması...

Hizbullah, Lübnan birliğini hiçe saymış, Lübnan ordusundan daha fazla insanı istihdam ettiği ordusu ve silahlı güce sahiptir... Meclisinde veto hakkına sahiptir. İstemediği, işine gelmeyen her şeyi veto ederek demokrasi, eşit söz hakkını ortadan kaldırmıştır...

Hizbullah Lübnan'da yaşayan Şiilerin hakkını korumak adına adım atmış, daha sonra İran çıkarı ne gerektiriyorsa ona göre tavır belirleyen uydu bir örgüte dönüşmüştür... Kısaca Hizbullah aslında İran’ın tetik çeken sivil/askeri kuruluşudur...

Yemen'de İsrail’e füze fırlatan Husi güçleri de Hizbullah, Hamas ikilisi ile ortak hareket etmekte, aynı ideoloji ve bakış açısına sahiptir...

Arap dünyası neden bu örgütlere sahip çıkmadığını, arkasında gerçek anlamda durmadığını sanırım anlamışsınızdır, çünkü Şiilerin güçlenmesi ve politikaya yön verir hale gelmesi Sünni Arap dünyasında kabul edilecek şey değildir... Bunun açık yönünü Suriye iç savaşta tarafların arkasında ki güçlere bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz...

Cihatçı örgütlere maddi, askeri, lojistik destekler bu ayrımı çıplak olarak ortaya koyar...

Hem Şii hem de Sünni cihatçı örgütlere maddi yardım yapan küçük devletçiklerin prensleri de söz konusu olmuş olması onları bağımsız tercihleri değil, onları ona zorlayan İngiliz ve Amerikan (kısaca emperyalist devletler) çıkarını da görmek gerek…

İster Şii, ister Sünni tüm siyasi İslami hareketler insanlık için tehlikeli olarak algılıyorum, onların varlığı savaş, kelle kesmek, cihat anlamına gelmektedir...

İslam dini kendi içinde reform yapamadığı sürece, nefret söylemini besleyen, büyüten özelliğini ne yazık ki tüm dünyada korumaktadır...

Avrupa'da göçmen hareketi ve siyasi İslam'ın hedef gözeterek saldırıları Avrupa faşizmini büyüttü, şimdi iktidara en yakın partiler konumuna getirdi.

Faşizmin iktidara gelmesini ikinci dünya savaşında gördük...

Bugün Avrupa'da göçmenlere ayrım gözetmeden saldırılar küçük adımlar ile başlamış durumda, ne yazık ki bunu engelleyecek örnek gösterilecek herhangi bir İslami ülke yok...

Tüm İslami ülkelerde kargaşa, çatışma, ekonomik kriz ve buna bağlı siyasi kriz var...

Bu çatışmadan en iyi yararlanan ülke ne yazık ki İsrail devletidir...

Şimdi, İsrail devletinin saldırılarını kınayarak aslında esas sorulması gereken soruların üstü örtülüyor, bugün İsrail hesapsız hareket ediyorsa, gelişen faşizm ve onun yaratmış olduğu atmosferdir...

İsrail saldırılarının durdurulması ancak cihatçı siyasi İslam’ın dağıtılmasından geçiyor, çünkü cihatçılar İsrail’in ekmeğine ekmek katmaktan başka bir şey yapmıyorlar, onlar için kanal açıp, oradan siyasi manevra alanı yaratıyorlar...

Solun duruşu bana göre sınıfsız toplumu savunan bir ideolojik duruş değildir, ulus devlet anlayışını aşamamış, geri kalmış, kendisi ile yüzleşmemiş, ideolojik duruşunu çağın ihtiyacına göre belirleyememiş muhafazakar soldur...

Sol; dinamiktir, zamanın, çağının sorunlarını belirler ve ona göre duruşunu belirler ve saldırı ve savunma aracını geliştirir...

Naftalin kokan ideoloji ile bugün ne anlaşılır ne de ona uygun politika geliştirilir, gelinen noktada siyasi İslam ile ortak hareket eden bir sol yaratılır...

İsmail Cem Özkan

28 Eylül 2024 Cumartesi

Duvarların arkasında da direnenler var…

Duvarların arkasında da direnenler var…

Bugüne kadar tiyatro eserlerini sahnede sergilenir hali ile gördüm, eleştiri yazısını yazdım, fakat bu sefer sahneye çıkmadan kitap olarak önüme çıktı…

Adil Okay yıllardır cezaevleri ile ilgili sergiler, yayınlar yapmakta, cezaevlerinde yatanlar ile dışarıdan bir dost, arkadaş, dert ortaklığı yaparken bunu “görülmüştür” grubunu kurarak bir anlamda ilişkileri bir kurumsal yapıya dönüştürdü. Her yıl yapılmakta olan sergileri organize etmekte, onları il il, ülke ülke taşımaktadır. Bir anlamda sergilerin gönüllü hamalıdır…

Adil Okay diğer bir özelliği de nerede başı dertte olan biri varsa gücü yettiği kadar ona ulaşır, onun sorununa çare olmak için var olan tüm ilişkilerini seferber eder, bir anlamda dayanışmanın anlamını gerçek anlamda ortaya koyar… Bana dayanışma nedir diye sorarsanız iki isimi direkt söylüyorum, biri Özcan Yaman, diğer Adil Okay.

Bugüne kadar yaptıklarını göz önüne alın, işte dayanışma budur, somut, elle tutulan bir tanımdır…

Adil Okay ve Özcan Yaman son çalışmasını Karşı Sanat Çalışmaları galerisinde izleyicilerine, takip edenlerine sundu. Bu sergide cezaevlerinde yatan yazarların kitaplarını ve mektupları, resimleri, karikatürlerini derlemişler, modern bir sunum ile “Sınırsız Kütüphane” adında sunmuştur.

Bu sergide var olanları sahnede görmek isterseniz eğer, işte bize bu son tiyatro eseri sunuyor.

Sergiyi gezerken, öyküleri dinlerken bir anlamda sizi sahneye taşımaktadır.

Uzaklara Bakamamak kitabı bir hücrede yaşananları seyircisine sunar. Sahnede görecekleriniz bir öykünme, dert yanma filan değildir, tersi var olan sorunları, yaşanmışlıkları, yaşanacakları somut olarak ortaya koymasıdır. Durum tespiti yapmıyor, durumu ortaya koymaktadır…

Tiyatro eserlerini okurken elbette insanın gözünde sahneler canlanıyor, her okuyan kendisine göre gözünde canlandıracaktır ama “Görülmüştür” ekibinin yaptığı sergileri gezerseniz zaten oyunun görsellerini, belgelerini orada somut olarak görebilirsiniz...

Kitabın içinde gerçekliğin içinden seçilmiş ve bir sahneye taşınmış tarihin cezaevinden yansıyan dipnotlarını görürsünüz.

Ezilenlerin tarihi sahnelerde, sergi salonlarında, roman ve öykülerde…

Tarih yazılırken kişinin durduğu noktaya göre yazılır ama genelde okunan ve bilinen ise güçlü olanların yazdığı tarihtir. Fakat tarih tek boyutlu değildir, o tek boyutlu olmadığını romanlar, tiyatro eserleri bize çıplak olarak gösterir ama biz onları sanki bir fantezi gibi okur ve geçeriz, fakat o geçtiğimiz şeyin altında yatandır gerçek tarih.

Uzaklara Bakamamak eserini en kısa zamanda sahnelerde ve değişik dillere tercime edilmiş halini görme umudunu taşıyorum. Bu kitabı tiyatro ile ilgilenen, sahneye oyun taşımayı düşünenlerin ilk başvuracağı bir eser olarak görmekteyim…

Umarım taşınır ve seyirci koltuğundan bu sefer tiyatro oyunu eleştirisini yazarım…

İsmail Cem Özkan

 

Uzaklara bakamamak

Adil Okay

Ağustos 2024, Ankara

ISBN: 978-625-415-808-7


26 Eylül 2024 Perşembe

Güzel insanların ardından kurulan her cümle yetersizdir…

Güzel insanların ardından kurulan her cümle yetersizdir…

Şimdi anıları olanlar hemen anılarını paylaşmayacak, zamanı gelince yazarlar ya da anı kitabı yapılacaksa oraya bir kaç kelime bırakacaklardır ama popüler olanı yapacaklar yani varsa birlikte çektikleri/ çekildikleri fotoğraflarını paylaşacaklar...

Turan Eser benim geçmişi (artık geçmiş oldu, zamanda üzerine eklenince) uzun bir sancılı dönemin dostluğuna dayanıyor...

Benim hayatta duruşum nettir, sınıf temelli bakarım olaya, Marksist’im... Marksist olunca elbette sınıf dışı olan her şeye karşı mesafeliyimdir, cinsiyetçi bakışım olmaz, cinsiyet ayrımı yapana da kızarım, “kardeşim, cinsiyet tercihi yapan varsa onun tercihidir, seni hiç ilgilendirmez, seni neden rahatsız ediyor, onun tercihi” der ve susarım. Çünkü cinsiyet ayrımı sınıfın birliğine zarar verdiğine inanırım, özgürce kişiler istediği gibi yaşasın, zaten sonuçta tam özgürlüğü savunmuyor muyuz, özgür bir gelecek, sansürün ortadan kalktığı, tercihlerin özgürce ifade edildiği bir yeni bir dünya...

Cinsiyetçi bakış açısına nasıl bakıyorsam aynı şekilde dinlere ve mezheplere de bakıyorum, kişi neye inanıyorsa inandığı ile kendisi arasında bir tercihtir, o tercihine göre yaşam biçimini seçer ve ona göre yaşar, beni ne ilgilendirir. Eğer, o tercihi ile beni baskı altına alıp, esaret ve karanlığa sürüklüyorsa ona karşı direnirim, direnmekle kalmam mücadele de ederim, çünkü benim tercihim onu karanlığa sürüklemiyor, eşit, özgür, sınıfsız bir toplum, onun da kendisini rahat ifade etmesini ve özgürce yaşaması için ortam yaratacaktır...

Turan Eser işte burada “Alevilerin baskı altına kaldığı, onun da sünniler gibi hakları olması gerektiği, Diyanet İşleri Başkanlığına verilen her kuruşun, Alevilere karşı mecazi anlamda “kurşun” olarak, yani kurşun dediğime bakmayın asimilasyon baskı aracı olarak döndüğünü dillendirir, ona karşı mücadele ederdi... Alevi inancının yok olmaması için eğitimine önem verir, Alevi öğretisinin insanlık için önemli bir kapı olduğuna inanırdı… Nerede bir Alevi çocuğu görse, gözleri güler onların Aleviliği öğrenmesi için elinden geleni yapardı. O Alevi öğretisinin kuşaktan kuşağa doğru bir şekilde aktarılması için düşünür, yol arar, bulduğu yoldan da yürürdü...

Dinler ve mezhepler arasında eşitlik olmazsa olmazdır demokrasi ve eşit vatandaşlık için...

Bir inancı, mezhebi yok sayarsan o ülkede eşit vatandaşlık hakkı olmaz, eşit vatandaşlık sözdedir, özde asimilasyon politikası, baskı, işkence, ötekileştirme, nefret söyleminin varlığı ve linç, katliam onlara layık görülür ve uygulanır... Ülkemizin 100 yıllık tarihi bunlara birçok örnek sunar, çünkü bu yeni kurulan ülkede eşit vatandaşlık, eşit olarak inançlara uzaklık yoktur, açık ve net olarak asimilasyon vardır ve onu da kurumsal olarak uygular... Bu kuruluşundan bugüne kadar hiç aksamadan ve sistematik olarak uygulandı ve Alevi nüfusu toplum içinde sürekli olarak düşürüldü...

Turan Eser işte buna karşı mücadele ediyordu...

Alevi nüfusunu ve öğretisini korumak için mücadele ediyordu, çünkü komünistlerin gelip bu toplumu dönüştürecek gücünün olmadığını biliyordu, bu sistem içinde de Aleviler için mücadele edileceğini düşünüyor ve onu hayata geçirmek için her türlü örgütlü Alevi çalışmasına katıldı. Sınır tanımadan, ülkeden ülkeye, coğrafyadan coğrafyaya gitti, emek sarf etti...

İşte, aramızdan ayrılan Turan Eser böyle biriydi…

O birlikte, yan yana gelip bir şey üretmediğim ama her daim dayanışma içinde olduğum güzel bir dostumdu... “Gazetede köşe yazarı olmak istiyorum” dedi, kim ile nasıl görüşeceği yolunu gösterdim, o da gidip o gazetede köşe yazarı oldu, iyi de oldu, çünkü gözlemlerini birikimlerini aktardı, o bir anlamda o birikimlerini popüler partilerde vekil olmak için kullanmadı, inançlıydı, inandığı gibi yaşadı ve mücadele etti.

Turan Eser, Alevileri ancak Alevi örgütleri aracılığı ile koruyacağını, savunacağını, geliştirileceğini düşündü ve Alevi örgütlerinde üst görevlerde yerini aldı... Gerektiğinde öğretmen, gerektiğinde mürit oldu...

Anıları olanlar uzun yaşasın, çünkü onu aramızda tutacak olan anıları olanlardır, güzel anılarda yaşasın...

Bu arada benim öznel duruşumu kısaca yazayım, Alevi örgütlerini Alevi inancını savunan, yaşayan bireylerin örgütlenmesini savundum. Ona dışarıdan Solcu/sağcı dokunuşların ya da siyasi çıkarlar ile dokunuşların Alevi inancına ve Alevi örgütüne zarar verdiğini düşündüm. Elbette her Alevi bireyin siyasi tercihi olacaktır, o tercihlerini Cemevlerinde baskın olarak kullanmak yerine, siyasi kimliğini kapıda bırakıp, bir Alevi “can” olarak o Cemevinde yer almasını uygun gördüm… İnananlar, inandıkları yerde kendilerini ifade etmesini hep savundum…

Ben laiklik tanımında olan laiklik kavramına inanıyorum, dini siyasete karıştırınca, siyasetin seviyesi çok aşağılara düşüyor, sınıfsız toplum mücadelesine de zarar verdiğine inanıyorum... Camide siyaset yapan ile Cemevinde siyaset yapan bana göre aynı makamda bir birine benzeyen ama farklı olduklarını iddia eden insanlardır... Bundan dolayı camide yapılana ne kadar karşıysam, Cemevinde yapılan siyasete de o kadar karşıyım.

Ezilenler her zaman bir arada kendi kimlikleri ile olsun, ezene karşı mücadele etsin, fakat o ezilenleri kendisine benzetmek için uğraşmak bana göre devletin işlediği suçu kendilerine siyasi kimlik takanların da işlediğini düşünmemedir...

Aleviler bana ihtiyaç duyarlarsa, gider onlara yardım ederim, çalışırım. İhtiyaçları geçene kadar yanlarında olurum ama siyasetlerine, duruşlarına asla ne yön veririm ne de onlara akıl veririm, tercih onlarındır, mazlumdurlar ve mazlumlar kendi kaderlerini belirleyecek kadar birikime sahiptirler, tek eksik yönleri zayıf olmalarıdır ve o zayıf yanlarını güçlendirebilmek için benim küçük bir emeğim/ katkım varsa ne mutlu bana...

“Birbirimizi anlamamız için, aynı dili konuşmamıza gerek yok, ezildikten sonra hepimiz aynı şarabız...” Kazım Koyuncu.

Sivas'ta yakılan hepimizdir, yakanlar Alevi, aydın ayrımı yapmadı, direnenlerde hepimiz olmak zorundayız, ezenlere, yakanlara karşı ortak cepheden direnmek meşrudur ve zorunludur...

Turan Eser tarihin kırılma noktasında ve devam eden süreçte tanıdığım güzel insanlardan biridir, iyi ki tanıdım...

Elbette tarih yeniden yazılacak bir gün, o gün belki ezilenlerin de tarihi ezenlerin tarihinin yalanlarını bir bir ortaya çıkaracaktır. Tarihsel yüzleşme olmadan bu ülkede aydınlık bir gelecek olmayacaktır... Turan Eser yüzleşmenin Alevi yönünün aydın yüzüydü, Aleviler için büyük kayıptır…

İsmail Cem Özkan

 

20 Eylül 2024 Cuma

Mübadele üzerine düşünürken…

Mübadele üzerine düşünürken…

Mübadele yapılalı 100 yıl olmuş. Benim dünya görüşüme göre bir insanlık suçudur, ona izin veren, ortam yaratanlar suç işlemiştir... Binlerce yıl bir toprak üzerinde kök salmış, kültür yaratmış, medeniyetini orada oluşturmuş bir halkı alıp başka topraklara taşınmaya zorlamak, orada yeniden hayat vermesini sağlamak bir suçtur...

Balkanlardan Anadolu'ya taşınan Osmanlı Devleti, isim değiştirmiş, yeni ismi ve yeni başkenti ile devlette devamlılık esas kurallarına uygun bir şekilde yeni bir elbise giydirilmiştir... Balkanlardan taşınanların oluşturduğu devlet ulus devlet olacağı mutlaktı, çünkü eskisi gibi çok kültürlü bir imparatorluk yerine daha homojen, siyasi sınırları kültürel sınırları belli olacak, sermaye birikimi yapacağı bir ulus devlet inşa edilecekti. Zaten birinci meşrutiyetten itibaren oluşturulan devlet anlayışı bu yeni devlet ile hayat bulacaktı... İstenilen ve başarılamayan reform bu yeni başkentte balkanlardan gelen siyasi kadroların emeği üzerine oluşturulacaktı...

Homojen devlet anlayışının temeli homojen toplum yaratmaktır...

Homojen toplum ise var olan çeşitliliği ortadan kaldırıp, hakim ulusun üzerine oturtmaktadır...

Siyasi tercihler, oluşturulan atmosfer bunu kısa zamanda ortaya çıkaracaktır, Türk ırkı üzerine Türk ulusu yaratılacaktır... Bu da diğer olanları ötekileştirilmesi anlamına gelirdi... Ötekiler Lozan anlaşmasında kayıta girenler ve girmeyenler şeklinde ortaya çıkacaktı, kayda girenlere “azınlık”, girmeyenlere “Türk olmayan” olarak tanımlanacaktır... Hangi dilde konuştukları belli olmayanlar ve neye inandıkları belli olmayanlar şekilde bir ötekileştirme ortaya kısa sürede çıktı...

Devletin dili, dini, mezhebi bellidir, tartışılmaz şeklindedir...

Devletin ideolojisi tanımlanırken, "tek bayrak, tek dil, tek ulus, tek lider, tek parti, tek gelecek, tek geçmiş..." kısaca tek olarak ifade edilen şekilde olacaktır...

Devlet ideolojisine uymayan ama ulus devletin oluşumu için iki devlette ki iç tehdit oluşturmayacak kadar bir rakama indirilecek nüfus düzenlemesi yapılacaktı... Bu iki coğrafyada yapılacak "tehdit" oluşturmayacak olanları ulus temelli değil, din temelli şekilde homojenleşmeye gidildi... Çünkü yeni ulus devletinde tek din vurgusu önemlidir, biri halifenin ülkesi, diğeri patrikhanenin ülkesi şekilde kendisini ifade etmektedir...

Karşılıklı olarak nüfusun yer değiştirmesi ile tek dinin hakim olduğu yeni bir devletin altyapısı oluşturuldu...

Uluslaşmak için en önemli adımlardan biridir, ülke içinde çatışmayı ortadan kaldırıp, tehdit konumdan çıkarılıp ama aynı zamanda rehin kalacak kadar bir nüfusun karşılıklı topraklarda kalacak şekilde formüle edildi...

Ülke sathında homojen nüfus değişimi yerine, belirli topraklarda nüfusun kalması ile karşılıklı iç işlerde bir denge politikası tercih edilmiştir, bir anlamda iki farklı ülkede kalan din mensupları bir anlamda rehindir...

Herhangi bir sıcak çatışmada hedeftir...

İki ülkenin karşılıklı olarak imza ettiği mübadele işte bu tercih üzerine oturmuştur ve ülkenin en güzel renklerinin, medeniyetin o topraklardan ve bir arada yaşayanların artık özlem ile anacağı notlarda kalan ezgiler olacaktır...

Mübadele ulus devletinin ortaya çıkardığı suçlardan sadece biridir...

İsmail Cem Özkan