Galata Gazete


17 Kasım 2023 Cuma

Hepimiz sessiz kurbağlarız!

Hepimiz sessiz kurbağlarız!

 

Devlet Tiyatroları ikinci defa seyircisi ile buluşturduğu Kadın Oyun Yazarları Festivali açılış oyunu Küba’dan gelmiş olan Küba Ecos Company - "Bernarda, Hayır!" adlı halk dansı flamenko ve modern dansın iç içe geçmiş olan bir gösterim ile başladı.

 

Ana Rosa Meneses, Federico García Lorca’nın şiirinden ilham alarak ya da yeniden yorumlayarak Flamenko dansının ritimleri eşliğinde, sahneye uyarlamış. Oyun modern dansın sahnede görsel şöleni eşliğinde seyirci ile buluştu.

 

Siyahlara bürünmüş periler bir su kaynağının kenarında bir trajediye şahitlik edeceklerdir. Toplumun baskısı Bernarda’da sembolize edilecektir. Eline aldığı baston ile bir düzen kurarken, toplumun o güne kadar değişmez kurallarını da uygulamak ister ve bu sayede bir düzen kuracağına ya da var olan düzen devamını sağlayacağını düşünür. Kıyafetinde ki haç, inancın, geleneklerin baskı aracı kullandığını sembolize eder.

 

Oyun, şiirin kelimelerden kurtulup insan vücuduna büründüğü ve sahneye uyarlanarak beden hareketinin İspanya’dan dünyaya yansıyan bir dansın evrene uyarlamasını görürüz. Ayakların oluşturduğu ritme, vücudun kıvraklığı ve eller ile o kıvraklığa eşlik eden ses.

 

Görsellik içinde bir anlamda sazlıkta dans eden karatavuğun çiftleşme sürecinde oluşturduğu danstır. O dans içinde büyük bir trajediyi saklar, beyaz saçlı kadınlar, doğurganlıklarını yok etmeden beyaz saçlı çocuklar doğuracaktır. Aşk hikayesinde o çocukların kaderi; intihar ve sonucu ölüm. Geriye kalan ölümün arkasından duyulan acı ve toplumun yaratmış olduğu normların yıkılışına ya da parçalanmasına şahitlik ederiz. “Her birimiz tohumuz, toprağa serpilen” ama bazen buğday tanesi sessiz bir kurbağa dönüşür ve sessizlik içinde acıyı vücutlarında oluşan dalgalar ile evrene yayarlar…

 

Şiirsel bir anlatımda kıyafetlerinde imge olarak kullanılır ve bölümler arasında renk değiştiğine şahitlik ederiz. Siyah renk normal yaşamı, beyaz renk ise yası ve ölümü sembolize eder…

 

Zamanın geçişidir bir dolunayın gece boyu yolculuğu, o zamanın geçişinde trajedinin üzerine beyaz örtü serilir, ölümün saflığı ve yaşanmışlıkların sonu, huzura eriş ve arkasına bıraktığı gözyaşıdır…

 

Kulaktan kulağa ulaşan efsaneler halkın arasında bir dansın hareketleri içinde sessizce ifade edilir, dansa eşlik eden sözler, trajedinin evrensel bir dile dönüşürken yerel olanın vurgulanasıdır. Sözler İspanyolcadır, o dili hiç anlamadan dinleyen içinde saklı olan öykünün acısı ile irkilir, konu evrenseldir, dili anlamayı gerektirmez.

 

Kadının “hayır” deme hakkını kullanması bu oyunda nasıl bir acıya doğru yol açacak zincirleme olaylara sebep olacağını perilerin çırpınışları ile görürüz. “Hayır” demek var olan düzenin parçalanmasıdır, kader olarak kadına yüklenen rolün yok olmasıdır…

 

Bir su birikintisi içinde ekolojik dengenin kanat çırpıntıları arasında dalga dalga yayılarak yeni bir ekolojik dengeye doğru gidişidir…

 

Yürekleri burkan çığlıklar değersizleştirilen kadına bakışa karşı bir isyandır…

 

Gerek olursa kendi iradesi ile hayatına sonlandıran kadının o saf temiz beyazlar içine bürünmüş vücudu beyaz saçlı bir doğurgan kadının uçağında yeni hayata yönelmesidir…

 

Adela hayatını sonlandırma kararı verip sonlandırması ile hepimizden daha özgürdür… Ve o özgürlük hepimize beyaz kıyafetler içinde sunulmuş, Bernarda’nın elindeki baston (asa) elinden alınmıştır. Acı gerçeklik ile yüzleşirken gözyaşları ile perilerin gaz yaşlarına karışmıştır… Otoriteye yani Bernarda’ya karşı direnişin sembolü evde çalışan ev yardımcısıdır, oyun boyunca aynı kıyafetler ile görürüz. Adela’yı bir anlamda kanatlarının altına alır ve korur ama trajik sonu değiştiremez, onun acıklı hikayesini anlatmak kalır eline…

 

Şair yaşadığı zamanın ve kültürün tanığı ve taşıyıcısıdır. Lorca zamanın tüm değerlerine karşı bir direnişin ve ölümü ile sonuçlanan yaşamın aykırı şairidir. O ispanya iç savaşı ve sonrası oluşan düzende özgürlük ve onu baskılayan rejime karşı sessiz ama etkili dizelerin sahibidir. Rahatsız olanlar onun bu üretimini ancak vücudunu ortadan kaldırarak sonlandıracağını düşünmüştür ama o erken yaşlarda öldürülmüş olsa da dizeleri insanlığa büyük bir miras olarak kalmış ve küresel insanlık kültürünün en önemli sembolleri arasında yerini almıştır. Eserleri sahnelerde, idama giden bir devrimcinin ağzında hayat bulur…

 

Lorca imgeleri ve yarattığı eserleri ile var olmaya devam ediyor.

 

Ana Rosa Meneses yeniden yorumlarken, onu bugüne taşırken, kullandığı dil, kullandığı ışık, sahne düzenlemesi, modern dans sanatının ekolojik sorunlar ile buluşurken toplumsal yönünü de hayır haykırışı içinde yaratmış. Bir sahne şovunu kadına yakışan, kadın yazarları destekleyen bir festivalin ilk gösterimde olmasını o anda salonda olanların bravo sesleri eşliğinde alkışlar ile sahneye doğru gönderilmiştir. Sahneye çiçek değil ama salon dolusu alkış atılmıştır… 

 

 

İsmail Cem Özkan

 

 

 

Yazan & Yöneten: Ana Rosa Meneses
Işık Tasarımı: Fernando Javier Alonso Couzo
Koreografi: Ana Rosa Meneses
Müzik-Beste: Noel Gutiérrez Quintana 

Oyuncular:
Ángela Yanelis Badell Vega
Ailín Rodríguez Hernández
Amelia García Bravo
Alejandra Torres Hernández
Liz Mar Santana Moya
Isabela Delgado Morales
Keyla Rodríguez Suárez
Carolina Cuenca Valle

 

10 Kasım 2023 Cuma

Dün dündür ama bugün, bugün müdür?

Dün dündür ama bugün, bugün müdür?

 

Geçmişi anmak ya da aramızdan ayrılanları mezarı başında yad etmek bir anlamda gün ve yıllar geçtikçe göstermelik ama onun yanında ulusalcılık söylemleri çok önde olmaya başladı... Zaman eskiden savunduklarının yerine günün ihtiyacına uygun söylemlerin gelişmesini beraberinde getirdi. Sanki geçmişte sadece Türk ırkı için mücadele edilmiş ve sarsılmaz birer Kemalist gibi gösteriliyor...

 

Ulus devleti içinde, ulus devleti aşan bir ütopyamız bize özgü, kimsenin ya da o zamanlar çevremizde yaşanmakta olanların tekrarı ve öykünmesi değil, yerele uygun, bu toprakların gerçeği üzerine basan bir gelecek nüvesi oluşturmaktı… Bugün ise o yerel, ayağı bu topraklara basan bölümünün altı, ulus devleti ve kurucuların ideali üzerine oturmakta ve bizler denmekte "Atatürk’ün yapamadığını yapacak ve onun devrimlerini daha ileriye taşıyacak 'devrimci' cumhuriyeti kuracağız!.."

 

Bugün siyasi krizin temelinde bir cepheleşme ve o cepheleşme uygun taraftar olma durumu söz konusudur. Genel olarak sol, iktidar ile uzlaşamayacağına göre, muhalefetin çoğunluğuna ayak uydurmayı en basit, en anlaşılır ve var olan kitleyi koruyan bir örgütlenme modelini seçti, çünkü geçmişi ile yüzleşen değil, geçmişin üzerine bir sünger çekip, ileriye doğru adım atmayı daha uygun gördü! Geçmişte kısaca yenilgi öncesi ve sonrası cezaevi sürecinde eteklerde taş biriktirenler, o etekteki taş nasıl olsa zaman içinde dökülür ya da o eteği kullananlar bu dünyadan göçer… Zaman her şeyin ilacıdır!

 

Solun hayata bakış, tarihe doğru algıları konusunda geçmişten kopuk ama devamıymış gibi bir algı oluşturulup, tümden solu başka bir zemine oturtan anlayış var. Antifaşist mücadele 12 Eylül öncesinin karakteristik özelliğiydi. Faşist saldırılara karşı nerede olursa olsun direniş haktı ve meşruydu. Fakat 12 Eylül sonrası oluşan siyasi atmosfer içinde liberalizmin ağır basması ve bireylerin siyasi, ekonomik sorunları altında sudan çıkmış balık gibi çaresizliği ile örülen yeni bir anlayış oturtuldu. Devlet dairesine giremeyen, devletin tüm olanaklarından dışlanan bireyler kapı kapı dolaşan seyyar satıcı konumuna büründürüldü. Ansiklopedi pazarlaması bir anlamda çaresiz bireye “çaresiz değilsin” denildi ve onu anlayışından ve yaşam tercihinden uzaklaştırıp yeni bir hayata bakışı empoze edildi. İşveren arkadaş, çalışan arkadaş, arkadaş arkadaşın üzerine basarak saadet zincirinin birer parçası oldu… Emekçi, emekçi kaldı, ama bazıları patron! Bizden olan patron bizi daha fazla sömürdü, üstelik sigortasız, bir ekmeğe muhtaç ama anıları ile yoldaş, çıkar üzerine konumlandı…

 

Cumhuriyeti yeniden kurmak!

 

Bugünlerde Türk solu adına yapılan etkinliklerde, özellikle milli bayramlarda geçmişte anti - faşist mücadele içinde olmuş olan yapıların ortak söylemi “çürüyen cumhuriyeti yeniden kuruluş ilkelerine uygun kurmak ve yaşatmak! Bu anlayışa uygun olarak her hareket farklı söylemler ama içeriği aynı olan söylem geliştirilip, ona göre örgütleniyorlar. Sendikalarda, gençlik arasında tipik Kemalist solculuğu yapılıyor. Açıkça çoğunluk “Mustafa Kemal'in askerleriyiz!” diye slogan atmıyorlar ama üstü kapalı söz oyunları ile ona benzer şeyler yapıyorlar. Milli bayramlarda, herhangi protestoda Türk bayrağı elde, balkonuna bayrak asıp güya iktidara nispet yapar gibi ellerini sallıyorlar… Muhalefet olmak iktidara bayrak elde kurucuları anmak ve savunmak olarak algılanıyor. Bu iktidarın Kemalizm ile hesaplaşmasında taraf olmayı getiriyor, o hesaplaşıyorsa, bizde savunuruz. 12 Eylül öncesi Turgut Özal “ben köprüleri satacağım!” dediğinde Halk Parti başkanı Calp o dönemde “sattırmayacağım!” İnadının başka bir devamı… Ekran önünde oynanan karagöz Hacivat gölge oyunu özneler değişerek hep siyaset sahnesinde oynanmaya devam etti, çünkü cepheleşme topluma ve siyasete başka bir söylem geliştirmesini engelliyor…

 

Cepheleşmeye taraf olan, çatışma devam ettiği sürece dahil olduğu yerde bulunmak ve devam etmek ile yükümlüdür…

 

68 kuşağının devrimci gençlik liderlerinin devamı olduğunu iddia eden hareketlerin ortak özelliği 1 Kasım 1968’de Samsun’dan başlayan gençliğin yürüyüşü temel olarak alıp, sonrası gelişmeyi işine geldiği gibi yorumlayan söylemler geliştirildi…  O gençlik liderlerinin idam sehpasındaki, toplu gladio’nun işlediği katliam öncesi yazılan makalelerde ki son sözleri bir anlamda o yürüyüş bir eleştirisi gibidir. Sonuçta bugün genel kabul gören anlayışta “geçmişte biz aslında ulusal hareketiz” denmekte, bizim sosyalizm gibi bir hedefimiz yoktu, var olan anayasanın uygulanmasını ve “tam bağımsız Türkiye” istiyorduk denmektedir.

 

Bize özgü devrimci hareketi Kemalist çizgi içinde onun devrimlerini korumak ve aşmak üzerine hareket ettik... Bugün onların devamcısı olduğunu iddia edenler kendilerini bu zeminde görüyor ve tabanı bu zemine uygun düşünce ve ittifak halindedir...

 

Tarih, resmi tarih anlayışı ile yorumlanınca sizi istenmeyen yerlere götürdüğünü, hatta 12 Eylül öncesi karşı tarafta gördüğün ile iktidara inat seçim ittifakı bile kurulur konuma geliyor… Genel olarak Türk solu içinde 12 Eylül öncesi örgütlenmiş ama duygusal bağ dışında bir bağı kalmamış, “öteki” olarak kabul edilmiş kültüre sahip olanlar var olan siyasi hareketler ile duygusal bir bağ kuramıyor, çünkü onları dışlayan bir kurucuların cumhuriyeti var. Tek bayrak, tek millet, tek din, tek lider anlayışı içinde “öteki” kendisini nasıl orada hissetsin? Hissetmesi için tek yol vardır, o da asimile olmuş olmasıdır. AKP döneminde ise “açılım” sürecinde ise halkın çoğunluğunun “ötekilere” karşı bakışında ve ötekinin toplum içinde kendisini ifade etmesinin önü “göreceli” de olsa açılmıştır. Geçmişe dayalı bir ortaklığı olan ama bugüne dair bugünü kucaklayan bir ortak zeminim yok… “Bir arada yaşamak” kavramının temeli sol tarafından tam olarak doldurmamıştır, sadece sözde, içerik olarak cumhuriyet kurucuları ve onun öncesi İttihat ve Terakki anlayışı dışında bir söylem geliştirmemiş olmalarıdır.  

 

Kısaca sınıf temelli bakmak yerine ulusal temelli bir duruş söz konusu... Ulusal temelli bakan ve örgütleyen asılları varken elbette halk geçmişin antifaşist mücadelesinde en saflarda olanları değil, çıkarına uygun, çıkarını koruyacak patilere daha fazla teveccüh resen de olsa göstermektedir…

 

İsmail Cem Özkan

6 Kasım 2023 Pazartesi

Kılıçdaroğlu gitti de, gelen…

Kılıçdaroğlu gitti de, gelen…

 

CHP içinde değişim elbette olumlu ama CHP gibi düzen partisinin başında kimin olduğunun pek önemi yok, görevi; muhafazakar partiyi iktidara taşımaktır ya da iktidarda tutmaktır...

 

Tarihimizde CHP iktidara ya darbe ya da azınlık hükümeti olarak gelmiş... CHP bu kaderini değiştirecek mi, soru bu olsa da cevabı hepimizin kafasında bellidir...

 

CHP hiçbir zaman sol çizgide olmadı ama yakınında oluşan gölgeye biraz dokunduğu zamanlar olmuştur.

 

CHP sol çizginin gölgesinden daha da uzaklaşıp solcuları kendisine oy vermeye mecbur bırakan anlayış, CHP politikası içinde hep var olmuştur ama en garibi ve en kötüsü solcular CHP kuyruğuna takılıp, düzen partisinden düzen değişikliği beklentisi içinde olması...

 

Sol değişim demektir, toplum içinde dengesiz olan ücret farkının ortadan kaldırılması, yaşam kalitesinin en üst şekilde yaşayanların seviyesine çıkarmak için mücadele etmesidir. Fırsat eşitliği yaratmayı savunmasıdır… En önemlisi devlet mekanizmasının çözülmesini ve sınıfsız bir toplum için devlet baskı aracının ortadan kaldırılmasıdır. Sol devleti savunmaz, tersine devlete ihtiyaç duyulmayacağı bir ortam yaratmak için hedefli mücadele etmesidir...

 

Bizde sol, burjuvazinin sorunlarına çare arayan ve onların yarattığı krizleri çözmeye talip olan bir görüntü içindedir. Sosyal demokratlar bu işe talip olmuşlar ve ona göre örgütlenmişlerdir, sosyal demokratlar toplum içinde eşitsizliği burjuvazi lehine koruyan ve savunandır. Kapitalist sistemin daha fazla yaşaması için sosyalistlerin önündeki en büyük engellerden biridir, çünkü sol ağzı ile sağ politika yapar. Bizdeki sosyal demokratlar ise sağ ağız ile sağ politika yapmakta ve solu burjuva partileri arasındaki cepheleşme politikasında CHP şemsiyesi altında tutması ile kendisine rol biçmiştir…

 

Kılıçdaroğlu CHP tarihinde en kötü başkan olan bir şahsiyet olarak tarihte yerini almıştır. O onu iktidara taşıyan Deniz Baykal’ın hemen önünde yerini almıştır. Kılıçdaroğlu eğer seçimi kaybettiği gün istifa etmiş olsaydı, gizli görüşmeleri, kapalı kapılar arkasında pazarlıkları bu kadar ortaya çıkmazdı... Hatta bu kadar tahribata rağmen itibar bile kazanabilirdi. En azından CHP tarihinde “adam onuru ile geldi onuru ile gitti” denilecek söylemlerin oluşmasına bile sebep olabilirdi. Kaset skandalından sonra “paraşütle geldi, seçimle gitti” denilecek bundan gayri!

 

Kılıçdaroğu, İyi Parti’yi sola yaptığı gibi umursamaz arkasında ve gölgesinde kalacak politika izleyerek onların onuru ve duruşları ile dalga geçmiştir... “Altılı Masa” denen oluşumda Kılıçdaroğlu adaylığını İyi Parti başkanı ile konuşmak yerine, medya üzerinden fısıltı olarak duyurmayı seçmiştir. Tüm yaptığı davranışlar gibi gizli, kapaklı, içten pazarlıklı bir durum izlemiştir.

 

Asıl hedefe giden tüm yollar mübahtır.

 

Sağ partiye sola yaptığı gibi yapınca, doğal olarak sağcı sağ politikayı ve davranışları çok iyi bildiği için yemiş gibi yapmış ve yenilgi sonrası patlamıştır...

 

Solun bugün dahi CHP yaklaşımı değişmemiş, sadece lider adını değiştirerek burjuvazinin sorunlarını çözmeye aday konumdadır...

 

Sol, burjuvazinin sorununu değil, işçi sınıfının sorunlarını çözmek ve onu iktidara taşımak ile yükümlüdür. Bu tarihi görevini bir yana itip ne yazık ki 12 Eylül'den bugüne günlük burjuvazi partiler arasında oluşan cepheleşme de taraf olmuştur... Bu da solu toplum içinden uzaklaştırmış, CHP şemsiyesi altında bireylerin makam kapma yarışına girmiştir...

 

CHP içinde politika yapan eski solcuların hepsinin ortak özelliği; makam veya ihale kapmak için o şemsiyenin altına girmiş ve geçmişten gelen ilişkilerini kullanarak orada bir alan kapmasından başka şey değildir.

 

Sol kendi politikasına dönmediği sürece toplum dışında marjinal ve yeni nesil ile kucaklaşamayan, büyüyemeyen, cılız ama “küçük olsun benim olsun” politikası ile CHP, HEDEP ve benzeri oluşumlardan proje kapmak ya da en azından belediye meclis üyeliği, fırsatı olunca milletvekili ve muhtar seçimlerine girmek olarak bir siyasi hat izlemektedir.

 

“Bay bay Kılıçdaroğlu” dedi CHP delegesi, peki sol, “bay bay sosyal demokrasi” diyebilecek mi?

 

İsmail Cem Özkan

 

29 Ekim 2023 Pazar

Pop yıldızı yaratmak!

Pop yıldızı yaratmak!

 

Cumhuriyetin 100.yılı nedeniyle yapılan pr çalışmaları ve reklamlar ve de ekranlara çıkıp ahkam kesenlerin hepsi bir kişi putlaştırma, kutsama yarışına girdi... Hatta yapay zeka kullanılarak yeniden bir pop yıldızı olarak yarattılar.

 

Cumhuriyet sanıldığı gibi öyle tesadüfen tek bir adamın aklından çıkmadı, onun öncesi büyük bir birikim var... O öncesi de ilk anayasayı yazan, hani meşhur Ziraat Bankasını kuran adam var, gerçi sürgünde kısa sürede idam edildi ama önemli konu o değil ama onun ile demokrasi, özgürlük, hukuk mücadelesi başlar, aslında o da yalnız değildir, onun öncesi de vardır... Mithat Paşa mezarı bugün Abide-i Hürriyet mezarlığındadır...

 

İttihat ve Terakki partisi liderleri kendisini İstanbul’un işgali ile biten savaş sonrası fesih edip yurtdışına kaçınca, o hareketin kadroları Anadolu'ya sürülmüş Balkan göçmenleri üzerinden yeni bir devlet kurma arayışı içindedir... elbette bu girişim işgalcilerin bilgisi dahilindedir, çünkü balkanlarda veya geniş anlamda konuşursak eğer, Anadolu topraklarında kurulacak devlet Avrupa'daki “Türk Sorunun” çözümüdür…

 

Anadolu'da, unutulmuş topraklarda ve bozkırın ortasında bir devletin oluşturulması öyle kolay değildir. Siyasi ortam, ekonomik, koşullar izin vermesi bir yana, elde ki kadrolar buna uygun olmasaydı; istenmiş olsa dahi kurulamazdı. Cumhuriyetin kurucu kadroları eğitimli, bilgili, devlet geleneği içinden gelmiş donanımlı insanlardır. Kadroların her biri birden fazla dil bilmekte, devletin değişik basamaklarında çalışmışlardır... Atatürk'ü diğer ittihatçı liderlerden farklı kılan ise, sürekli yenilenen ve kendisine bağımlı kadrolar ile yoluna devam etmesidir.

 

Atatürk bir ittihatçı kadro içinden gelmektedir ve her kadro aslında gözü karadır, öndedir, kavgadan ve mücadeleden kaçmaz... Trablusgarp savaşına İtalyanlara karşı savaşmaya Enver Paşa ile gitmiş ve her ikisi de şarapnel ile yararlanmıştır. Onlar orada vatanı kurtarmaya çalışırken Balkanlardaki doğdukları, eğitim aldıkları şehirler artık Osmanlı devletine ait değildir... Bu süreç içinde ittihatçı kadrolar ülkenin geleceği için bir arada, sürekli fikir geliştirirler...

 

100. yıl kutlamalarında özellikle biri yüceltilir, onun ismi ve portresi ile cumhuriyete bir elbise giydirilir. Dokunulmazdır, hatası yoktur, o hep ilklerin insanı olarak sunulur... Tarihi kişileri küçümsemek de, çok yüceltmekte onun içinin boşaltılması anlamına gelir.

 

Yaşadığımız zaman diliminde ve daha öncesinde de yaşadığımız içi boş, günün gerçeklerinden uzak, bir boy gösterisine dönüşmüş reklam spotları içinde kutlama olmaktadır...

 

Yaşanan krizlerin nedenleri, neden bu kadar medeni dünyadan uzak, insan haklarından bir habersiz, yasaların ve hukuk maddelerin birer kağıt üzerinde leke olarak görüldüğü bu süreç, tarihimizin hangi zamanlarında yaşanmıştı, bugünü diğer günlerden farklı kılan nedir? Bunları konuşmak yerine bir iç bölünmüşlüğün cephesel savaşını andıran ama düşük yoğunluklu bir savaşın içindeyiz izlenimi vermektedir.

 

Akıl tutulmasını yaşıyoruz...

 

Siyasi İslam’ın Kemalizm ile yüzleşmesi ve başarısız olduğu bir zamanda, başarısızlığı başarıya doğru taşımak eğiliminde olan muhalefetin olduğu bir süreçteyiz.

 

100. yıl, 10. yıl coşkusu üzerine oturmuş, sanki o günleri yeniden yaşıyormuş ama özneleri değiştirilmiş halet-i ruhiyeden uzak ama onu öykünen sözde işler...

 

Kurucu kadroları yok sayan, kadroların yarattığı cumhuriyet anlayışını aşamayan, o günkü tek adam ve ona karşı yapılan mücadeleler, bugün dünden farklı ve daha geri, yaşadığı coğrafyanın sorunlarından uzak, savaşın içine çekilen, sürekli çalıştırılan bir ülke görünümü içindeyiz.

 

Cumhuriyetin 100. yılında "yurtta sulh, cihanda sulh" demenin koşulları ne yazı ki yok, gerçi söyleyende yok... Barış olması için tarihi ile barışık, eşit vatandaşlık koşulları içinde, yasaların güvencesi altında, hukuk maddelerini bir kara leke olarak görmeyen, çağdaş, çoğulcu, laik bir düzen olması gereklidir. Biz hala kurucuların “muasır medeniyet” amacından uzak, o amaca ulaşamamış bir devletin 100. yılını vitrin düzenlemesi ve ışıkları altında kutluyoruz...

 

"Gerçek şudur ki Kemalizm bir ideoloji değil, tarihsel bir olay ve o olay üzerine bir görüştür. İki yüz yıldan beri başlayan modernleşme akımının doğru yolunu bulması, ona yönelmesidir." Uğur Mumcu

 

Uğur Mumcu gibi düşünüyorum, modernleşme hareketi ne yazık ki yolundan çok uzağa düşmüş, Büyük Ortadoğu Projesi içinde kendisine verilen rolü oynamaya çalışan bir ülke konumdayız. Bugün abartılan dayanışma mitingleri ile Ortadoğu politikasına bilgisizce, tarihi gerçeklerden uzak, duygusal tepkiler ile bodoslama dalıyoruz... Suriye'de yaşanan "Arap Baharı"na "taraf" olunca "bertaraf" olduğumuz gerçekliği ile yüzleşmeden, yeni savaş çığlıklarının atılması bizi ortaçağ karanlığına doğru sürüklüyor...

 

Savaş gemilerinin boğazdan boy göstermesi, savaş uçaklarının gökyüzünde fazla gözükmesi gurur kaynağı olarak algılanmaya başlamışsa savaş kapımızı çalıyor demektir...

 

Kurucu babaların bize bıraktığı miras yaşadığımız zamandır...

 

Şehirlerde ışıltı vitrinlere bakarak emeklilerin, işçilerin açlığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor... Mültecilerin sefaleti, ev bulamayan sabit gelirli insanların trajedisini hiçbir bayrak örtmez...

 

Yaratılan gerçeklikler hepsi birer propaganda aracıdır.

 

Kimin yarattığının pek önemi yoktur, toplum içinde oluşan algılar elbette çatışacak ortamı bekler... Ne yazık ki toplumumuz cepheleştirilmiştir, bu cepheleşme bir arada yaşamın, bir arada olanların hoşgörüsünü de ortadan kaldırıyor...

 

İsmail Cem Özkan

26 Ekim 2023 Perşembe

100 yılda bir…

100 yılda bir…

 

AKP ve diğer siyasi İslamcılar 100. yıl kutlamasına gönüllü ya da isteksiz katıldıklarını yaşadığımız süreçte görüyoruz, ona rağmen parçalı, seçim yenilgisi yaşayan muhalefet, Türk solu ve benzeri taraftarı evlerinin penceresine bayrak asma yarışına girmeli, hatta üzerinde Atatürk olunca daha keskin AKP taraftarı olmadığını kanıtlamış olur... Milliyetçi, solcu, devrimci, ümmetçi ama siyasal İslamcı olmayan "en çok Atatürk'ü biz seviyoruz, yaşasın cumhuriyet!" yarışmasına girmiş, banka, yandaş gibi gözükmeyen şirket ve belediyelerin reklamları görünürde çok coşkulu… Birçok şirket reklamı ise yasak savar gibi, ucuza kurtarmışlar, coşku yerine görünürde coşku. Gerçekten kutlamış olsalardı çalışanlarına birer ikramiye vermeleri gerekmez miydi, çalışanların omuzları üzerinde cumhuriyet sayesinde sermaye biriktirdi hepsi…

 

Cumhuriyetin yok saydıkları ise sessizce kenardan izliyorlar, galeyana gelip dükkanları yağmalanmasın, Sansaryan Han eğer eski işlevinde açık olsaydı orada sorgulamamak için diye dua ediyor olmamalılar... Bu ekonomik krizde acaba yeniden bir Varlık Vergisi çıkar mı diye korkuyla, elinde avucundakini satıp yurt dışına kaçayım diye düşünen iş insanları endişe ile gelişmeleri izliyor...

 

Yüzyılda değişenler arasında çarık yerini ayakkabı aldı ama kaliteli ve insana yakışan ayakkabı yerine parasının yettiği kadar ayakkabı alır konumdaysa… Damlı evlerden apartmanlara çıkmak gelişme ise, ağanın yerini patronların aldığı ama hala elinde avucunda kendisini savunacak hukuk maddesi olmasına rağmen savunamıyor, mahkeme kapısına gittiğinde, genelde kaybeden kendisi olduğuna göre; değişen nedir?

 

Padişahın gölgesinin yerini padişah yetkiler ile donanmış bir liderin alması değişim midir?

 

Cumhuriyetin kazanımları sayılmak ile bitmez derler, yok ettikleri toplum içinde çeşitlilik, halkların bir arada yaşadığı İstanbul semtlerinde yaşamış olan Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Bulgarların... Ne kadarı kaldı bu şehirde ve ülkede?

 

İnancı, dili farklı olan bu ülkenin insanları milyonlar ile ifade edilen şehirlerde on binde biri bile yer tutmuyor... Yok edilen, yok sayılanları saymak ile bitmez diyecek başka biri, evet ulus devlet ideolojisi homojen toplum yaratma adına, tek bayrak, tek dil, tek millet, tek lider… anlayışı ile 100 yıldır bu ülkede hayat buldu. Düşünelim bir kere daha, dünyada hayat standardı yüksek ülkeler arasına yani o medeni, muasır milletler arasına girdik mi? İnsan hakları konusunda kaçıncı sıradayız? İşçi ve çocuk ölümlerinde? Saymakla bitmeyen istatistiki rakamlar… Yolsuzluk, rüşvet gibi konuları hiç açmıyorum, tüm üçüncü dünyada yaygın olan şey bizde de yaygın olmuş ne gam! Üretimde, kendi kendine yetme ideali ve hedefi hepsi yalan oldu... Var olanı satıp, olanı korumamak küreselleşme diye yutturuldu ve en iyi ulusun birikimlerini satan liderler hep omuzlarda taşındı…

 

Bugünlerde cumhuriyet kutlanırken, 100 yılda ne başardık, neyi hedefledik ama ulaşamadık diye düşünmek gerek... Ve ulaşamadıklarımız o kadar çok ki, bırakın bir arada huzurlu yaşamı, ülke tarihinde olmadığı kadar keskin sınırların oluştuğu ve ayrılıkların beslendiği, nefret söylemlerin her gün yenisinin eklendiği ülke olduk... Tarihin en kırılgan dönemini yaşıyoruz belki, insan hareketleri tarihte olmadığı kadar yoğun ve rakamlar çok yüksek.

 

Mülteci alan ülke mülteci ihraç ediyor…

 

Ülkenin sosyal yapısı göçmenlerin kontrolsüz şekilde hareket etmesi ile değişiyor, ona bağlı olarak köle emek gücünün ülkeye girişi ve işçilerin kazanılmış haklarının yok sayılması… O kadar çok sorun birikti ki, Osmanlı devletinden devralınan sorunlar ile yüzleşemeyen ülkemiz, yüzleşmeyeceği sorunlar yumağı içinde krizden krize koşuyor…

 

Çözüm yerine üzerini örtme siyaseti ile geldik bugüne…  

 

Savaşan ülkelerin gökyüzünden füzeler uçarken, bizim sınırlarımızın üzerinden bomba yüklü uçaklar, silahlı insanları taşıyan planörler, kalabalıkların içinde patlayan canlı bombalar ile güvencesiz, gelecek perspektifinden uzak bireyler topluluğu olduk…

 

Günümüzde devletler hem itfaiyeci hem de kundakçı rolünü oynuyor...

 

100. Yılına giren cumhuriyetimiz devlet geleneği çok eski olmasına rağmen, çalışanlarını hala köle olarak gören, emeklilerini yük olarak görüp, onlara hizmet yerine elindeki avucundakini almayı planlayan ekonomi yönetimi, öğrencilerin ve hastaların müşteri gözüyle bakıldığı bir düzenden uzak, insana yakışan, nefret söyleminden uzak bir cumhuriyet oluşabilir mi?

 

Kutlama yerine yüzleşme, yeni hedeflerin koyma zamanıdır...

 

Her yıl dönümleri aslında bir şeyin kapısını açmak için fırsattır ama bizim geleneğimizde açmak yerine kapatmak ve o görmek, konuşmak istemediğimiz hepsi kapalı bir yerde kalıp çürümesi beklenir ama bu beklenti hep boşuna olduğunu hepimiz biliyoruz ama bilmezlikten geliyoruz…

 

İsmail Cem Özkan

 

25 Ekim 2023 Çarşamba

Rumuz Goncagül

Rumuz Goncagül

 

Bol paçalı pantolonların, geniş yakalı gömleklerin hakim olduğu zamanda, çaresiz kalmış ve bir çıkış yolunun evlilikten geçtiğini düşünen kocasından kalan maaş ile geçinmeye çalışan ama maaşı yetmeyince alt katlarında olan odayı Sıtkı’ya kiralayan İnsaf Hanım ve kızı Gülsün’ün başından geçen trajik- komik olaylardır…

 

İstanbul’un tarihi semtlerinden biri sahnemizdir. Apartmanların arasına sıkışmış bir bina. Düzenli kirasını ödeyen ve kirasında artış yapmayı uzun yıllardır kesmiş bir kiracı… Nasıl yapsın ki, maaşı belli, gideri bellidir, hayat sürekli pahalanmakta, alım gücü azalmaktadır. İçine düştüğü geçim sıkıntısı ve toplumsal baskılara bir de giderek değişip dönüşen kent hayatının zorluğu eklenince kiracı İnsaf Hanım, kızının geleceği için bu sıkışmışlığın içinden kendince bir çıkış yolu bulur. Kızının bir evi, bir güvencesi, bir yuvası olması için Goncagül rumuzu ile gazeteye kızıyla birlikte mektup yazar.

 

"Aile kızıyım, ev işlerini becerir, güzel yemek pişiririm. İlkokul mezunuyum. Babam vefat ettiği için annemle, kendi evimde oturmaktayım. Ahlâklı, geçimliliği olan biriyle evlenmek istiyorum. İç güveysi de olabilir. İsteklilerin Goncagül rumuzuna yazmaları"

 

Gazetede ilan yayınlandıktan sonra kısa sürede 261 talipliden mektup gelir. Bu kadar talipli ile görüşmeyeceğini anlayan İnsaf Hanım, kiracısı Sıtkı beyden yardım ister. Sıtkı, anne kıza yardımı kabul eder ve çaktırmadan kendi yazdığı mektubu öne çıkarır, ama pek karşılık bulmaz istekleri ama ona rağmen diğer talipler ile o da görüşür.

 

Oyun bu şekilde başlar ve taliplilerin her birinin evlilikten beklentisi ve çıkarı farklıdır.

 

Olayların örgüsü böyle devam ederken sahnede gördüklerime gelirsek eğer, sahne sade, iki perde ayna yansıması gibi konulmuş, araya bırakılmış bir boşluk, o boşluktan arka tarafta duran müzisyenleri görürüz.  Sahne rampadan oluşmakta ve rampa aynı zamanda ev işlevi de görmektedir. Perdeye yansıyan el çizimi görseller ile olayların nerede geçtiği, nasıl bir atmosfer içinde olduğu fikrini vermektedir.

 

Karamsarlık, siyah beyazdır…

 

Yanlara dizilmiş sandalyeler ve oyunda geçen tüm kahramanların sahnede olmasını sağlarken, aynı zamanda izleyici konumundadır. Oyuncudur ama seyirci koltuğunda oturan gibi seyircidir aynı zamanda… Seyirciyi oyunun içine davet etmektedir sessizce.

 

İzlediğim oyun Ortaoyunun modern anlayış ile epik tiyatro içine ilmek ilmek dokunmasıdır. Müzikler, sözler her biri olayı seyirciye taşırken, aynı zamanda seyirciyi de sesleri, alkışları ile sahneye taşımaktadır.  Arkada orkestra, oyunun başından sonuna kadar oradadır, ayrılmaz, gerek olduğunda oyuna arkadan ses olarak dahil olmaktadır. Pavyon, gece yaşantısının sesi, ışığı sahneye seyircinin üzerine vurmaktadır…

 

Timur Selçuk üstadın ezgileri ilk yazıldığı kadar canlıdır. Oktay Arayıcı öyle bir oyun inşaat etmiştir ki, söyleyeceği sözü oyunun içinde, tüm sahnelere yaymıştır. İki büyük sanatçının elinden çıkıp Zafer Algöz yönetiminde günümüzde sahneye taşınınca trajediyi, eğlenceli halde yaşar bulduk. Dramdır ama komiktir, yaşayanlar için trajedi olan seyircisi için komik konumdadır ama günümüze doğru esen olaylar zincirinde teknoloji gelişmiş olmasına rağmen temel çelişki hale varıdır ve doğal olarak yaşamaktadır. Bugün dahi ev sahibi kiracı, yükseltilmeyen maaşlar, alım gücünün yok olması, ev sahibi rant için binasının yıkılmasını istemesi, daha fazla para için hayatların parçalanması…

 

Uğur Keleş izlediğim oyunda sahneyi tam dolduran, rolünü o kadar güzel abartmış ki, sanki doğal bir şey yapıyor gibidir. Yüksek ökçeli ve tabanlı ayakkabı, bir pavyon müdavimi, ayarladığı kadınları pazarlayan bir erkek, her andan büyük bir şevk duyan biri karakteri… Sahnenin tam ortasında mimikleri, gözlüklerini kullanımı ve sesi ile adeta bir şov yapmaktadır… Her rol her insanı kucaklamaz, işi gereği olarak yapan vardır ama işini özümsemiş, içselleştirmiş ve bunu yaparken de hayat damarlarında akan kanın coşkusun artırmış oyuncularda vardır. Sanki bu rol onun için biçilmiş gibidir. Refik Mayısoğlu masum, çaresiz ana ve kızın duyguları ile oynayıp, onların acısından, trajedisinden ekmek kazanmak için kumpas kurandır… Elbette o kadar çok sıçramıştır ki, bir gün yakalanacaktır, yakalanır ama adalete teslim edilemez, adaleti yakalayan kendi eli ile verir, çünkü adalet karışıktır, sonuç alacak kadar net değildir. Mahkemeye düşenin ağzı yanmıştır, o girdaplı süreçlerden bir şey çıkmayacağını bilir…

 

Refik Mayısoğlu’un kurbanıdır tesadüfen orada bulunan Ayşen. Fark etmiştir el yazısından ve yıllar sonra ilk eşi ile yüzleşme fırsatı doğmuştur. Bir yüzleşme, aynı zamanda olayın üstünün kapatılması… Duygu Gökhan pavyon şarkıcılığı, o sürece giden yollarda yaşadığı acılar ile oluşmuş olan tecrübesini Gülsün’e aktarır, onun başından geçmesin ister. Çaresizlik insanı beklemediği bir sürece sürükler, yanında yatan kocan olacağına satın alan bir erkek de olabilir… Duygu Gökhan bu oyun içinde parlayanlardan biridir, aynı zamanda seyirci ile iyi iletişim kuran diğer oyuncular ile bir bütünlük sağlar… Sahneyi kullanması, sesini çok iyi ayarlayarak seyirci ile birlikte sözlere nota katması…

 

Efe Erkekli, komşu, kiracı ve aşık Sıtkı olarak karşımıza çıkmaktadır. Gençliği, dinamik duruşu, hareketli olması ve rolüne ayrı bir içerik vermiştir.

 

Zafer Algöz oyuncuları çok iyi tanıdığını oyunun bütününden oluşan süreklilik, akıcılık ve sahne kullanımından anlıyoruz…

 

Şebnem Bilgeer benim izlediğim oyunda Gülsün’ü canlandırıyordu. Dilek Güven ile birlikte rolünü o kadar doğal hale getirmiş ki, seyirci ile rahat iletişime geçiyor…

 

Oyuncuları tek tek değerlendirmek yerine hepsinin rolünü çok iyi yaptığını, seyircinin alkışları ile oyun sırasında ve sonrasında katılması, şarkıları birlikte söylemesinden ve mutlu olarak anı yaşadıklarından anlayabiliriz.

 

Peki, hiç mi eleştirilecek yönü yok derseniz elbette var! Oyunun zamanı ve ruhunu bugünkü kuşak bilmeyebilir, çünkü yeni kuşak gazeteleri sadece dijital olarak görüyor ve çoğu okumuyor bile… Geçmişte gazeteye verilen bu tip ilanlar günümüzde web siteleri ve uygulamaları içinde var. Oyun henüz başlamadan önce zamanın ruhu, gazeteye neden ilan verildiği, neden bir rumuz kullanıldığı yeni kuşaklara açıklanmasına fayda var diye düşünüyorum, örneğin bir anlatıcı gelecek oyunun başında kısa bilgi verecek ve seyirciyi oyunun içine davet edecek… Bu iş için bana göre Halet Rezâki rolünde oynayan Erdoğan Aydemir çok rahat bir şekilde yapabilirdi.

 

Bu kadar sıkıntının içinde bir normal nefes almak için tiyatro salonları bir olanak sunuyor, ben de bu olanaktan faydalandım ve içimdeki oluşan karabulutları bu oyunu izleyerek dağıttım, anlıkta olsa orada çok eğlendim, şarkılara katıldım, Timur Selçuk şarkılarının o muhteşem dünyasına dalıp birazda geçmişime doğru yolculuk yaptım…

 

Oyunda emeği geçen tüm çalışanlara teşekkür ederim, bu oyunu sahneye taşıyan, emek veren, planlayan, salonun kapısında bizi karşılayandan, uğurlayana kadar herkesin emeğine sağlık…

 

İsmail Cem Özkan

 

Rumuz Goncagül

 

Yazan: Oktay Arayıcı
Yöneten: Zafer Algöz

 

OYUNCULAR:

Dilek Güven
Eylem Yıldız, Şebnem Bilgeer 

Efe Erkekli
Duygu Gökhan
Rezâki Erdoğan Aydemir
Engin Delice
Ahmet Dizdaroğlu
Uğur Keleş
Buğra Kağan Kahraman

 

Müzisyenler:
Piyano: Rahim Ozan Demir
Ud: Bayramcan Boy
Klarnet: Ercan Yalazan
Keman: Ahmet Bekir Bağcı
Kanun: Harun Uğur Kaya
Ritim: Berat Melemez
Vokal: Şebnem Bilgeer

Dekor Tasarımı: Nur Sinem Mete

Kostüm Tasarımı: Burcu Melek Bozan

Işık Tasarımı: İ.Önder Arık

Müzik: Timur Selçuk

Müzik Direktörü: Rahim Ozan Demir
Koreografi: Kerem Kuraner

Dramaturg: Derya Özer

Yönetmen Yardımcıları: İşdar Gökseven, Eylem Yıldız, Ergun Akvuran, Ahmet Dizdaroğlu

Görsel Tasarım: Cihan Kahraman

İllüstratör: Nur Sinem Mete

Asistan: Şebnem Bilgeer

Sahne Amiri: Burak Akyüz

Kondüvit: Ersin Sönmez

Işık Kumanda: Ozan Çelik

Dekor Sorumlusu: Necati Işık

Aksesuar Sorumlusu: Serkan Dürser

Kadın Terzi: Nimet Çelebi

Erkek Terzi: Meral Şeker

Perukacı: Zeynep Bolkısık Bağ

Projeksiyon Kumanda: Korhan Boduroğlu, Uğur Akcan

Afiş Tasarım: Cem Yılmaz

 

24 Ekim 2023 Salı

İkiyüzlü zamandan geçiyoruz…

İkiyüzlü zamandan geçiyoruz…

 

Batıda Hamas taraftarlığına karşı bir sert tepki var.

 

İsrail devletinin yaptıklarını eleştirenlere karşı sert tepki veriyor batıda ki devletler, çünkü kökü 2. Dünya savaşında oluşan siyasi atmosferin bir daha asla olmaması için geliştirmiş siyasi bir tercihtir. Bunu İsrail devleti suistimal etti mi, etti, yıllardır ediyor. Ama bu durumu ezik, geri kalmış, kendi geçmişi ile yüzleşmekten korkan ulus devletlerinde yaşayanlar nasıl algılıyor?

 

Batı demokrasi işte bu!

 

Kendisinde olmayanı batıdan beklemek...

 

Her gün artan hayat pahalılığı karşısında çaresiz olan, artan ilaç fiyatları ve ona bağlı olarak piyasadan yok olan ilaçlar ve karaborsası için tek laf etmeyenler batının Hamas destekçilerine tavrını eleştiriyor...

 

Hamas değil de Filistin halkı olsun, peki sorarım Filistin halkı için bugüne kadar ne yaptınız? Toprakları yok olurken, sürülürken, kamplarda yeni yaşam kurarken... Sessizce izlediniz...

 

Hükümetlerinizin İsrail'e verdiği desteği, Cezayir bağımsızlık savaşında ezen Fransa'nın yanında yer aldığınızı, o durumda sessizce izlemek ve suça ortak olurken neredeydiniz?

 

Bir Ermeninin gözyaşı karşısında zalim olurken, bir Filistinlinin gözyaşı karşısında vicdan yapıp, batıyı suçlarken ikiyüzlü olmuyor musunuz? Bir Ermeni ne kadar acı çektiyse bir Filistinli de o kadar acı çekti…

 

Bu ülkede birlikte yaşadığın Rum vatandaşın mübadele ile toprağından koparılırken, boşalan yere gidip yerleşirken bari timsah gözyaşı dökseydiniz… Dökmediniz! Batının demokrasi anlayışı bu!

 

Peki, senin anlayışın ne?

 

Empati kuracaksanız madem Ermeni bir vatandaş ile de kurun, bu topraklarda kiliseleri kalmış ama kendileri yok olmuş olanlar... Boş kiliselere bakıp, burada ganimet var diyerek binanın temelini oyarken hiç mi utanmadınız? Ganimet avcılığı için dedektör alıp mezarlık mezarlık dolaşıp metal arayıcı ile oralarda dolaşıp, bir ses ile eline kürek kazma ile definecilik oynarken, soyarken ölenleri hiç mi utanmadınız?

 

Batı'nın demokrasisi böyle! Çünkü onlar 2. Dünya savaşında işlenen suçunu hala üzerlerinden atamadılar, onlar suçlu, suçlu olduklarını bile bile pozitif ayrımcılık yapıyor ve İsrail bu işi çok iyi kullanıyor...

 

Ama muhalif Yahudi vatandaşların protestolarını, Filistin halkı ile birlikte yaşama mücadelesini neden görmezden gelip bir devleti, ırkı kökten yok etme çığlıkları atıyorsunuz? Yeni bir soykırım çağrısı yaptığınızı ve ikinci dünya savaşı sırasında Yahudileri yok eden düşünce yapısı ile paralel olduğunuzun farkında değil misiniz?

 

Batı medeniyeti böyle, peki senin medeniyetin nasıl?

 

İsmail Cem Özkan

21 Ekim 2023 Cumartesi

Yüzyıllık rüya bitti, yenisi yaratılacak mı?

Yüzyıllık rüya bitti, yenisi yaratılacak mı?

 

Türkiye devletinden nasiplenenler, onun büyümesi için çalışanlar, kurucuların idealini paylaşanlar elbette 100. yılı kutlamalıdır. Fakat, kurucuların kurbanlarının veya onların devamı olduğunu iddia edenlerin kutlama yapmalarını anlamıyorum, çünkü yüzleşme olmadan kutlama yapmak demek tarihi bilmemek ya da bilerek AKP karşıtlığı yüzünden muhalif olduğu sınıfın önüne eğilip tarihi yok saymak anlamına gelir...

 

Bu ülkenin kurucu ilkeleri bellidir, İstiklal Mahkemelerinde, Sansaryan Han’da (Sanasaryan Han) kimlerin kafasına tokmakların patladığı bellidir. Tek adam demokrasisine karşı olan, demokrasiyi isteyenlere nasıl kumpaslar kurulduğu ortadadır ama verilen eğitim ve tarih algısı yüzünden hepsi vatan haini, hepsi ret edilmesi kişiler olarak kabul ettirildi ve onların hikayeleri yerine resmi yalana inanmak, inanmak dışında savunmak, savunmanın en uç noktası ırkçılık, nefret söylemlerinin geliştirilmesine ve yalana yalan ile katılmak, öteki hakkında peşin hüküm vermek ve istiklal mahkemelerinin hakimleri ve siyasi karar vericileri gibi ölüm fermanı vermesi anlamına gelir...

 

İstiklal mahkemesinde savunma değil, önceden verilen kararın uygulanması esastır, çok kısa bir savunma hakkı tanınmıştır ama o kısa zamanında kullanımına izin verilmeden idam sehpaları kurulmuştur...

 

Bugün o döneme ait tartışmalara girdiğinizde önünüzde idam sehpaları hemen kurulur ve peşin verilmiş hükümler eşliğinde nefret söylemleri mahkeme tokmakları gibi başınıza inmesi anlamına gelir...

 

100 yıllık bir ülkedeyiz hepimiz, 100 yıl önce yaşanan duygular ile bugün yaşadığımız duygular çok farklıdır. 10. yıl marşında vurgulanan resmi ifadeler ile bugün 100. Yıl marşındaki ifadeler çok farklıdır. Birinde ikinci dünya savaşına doğru giderken ulus devleti ve homojen toplum rüyasının hedefleri varken, bugün 100. yıl marşında üçüncü bir dünya savaşına doğru giderken hedef var mıdır?

 

Ülkemizin kuruluşunun 100. Yılında bol bol İstiklal Marşı, sela ve ezan sesleri eşliğinde emeği geçenlere şükranlar sunulacak ve tekbir sesleri eşliğinde ortak amaca ve hedefe giden yolda nasıl homojen hareket edileceği vurgulanacaktır. Kuruluşunda edilen dualar, 100. Yılında edilen dualar aynı ama özneler ve hedefleri açıkça çok farklıdır... Bu farklılık aslında büyük bir belirsizliği de içinde barındırıyor...

 

Mültecilerin konaklama yeri olmaktan çıkıp yerleştiği ve yeni bir devletin oluşumunda değişime hizmet edecekleri mutlaktır, homojen bir toplum yaratma hedefinden, İslam birliği olan değişik kültürlerin bir arada yaşayacağı bir topluma eviriliyoruz...

 

Değişimin içindeyiz, parlamentonun göstermelik bir konuma geldiği, atananların seçilenleri kontrol ettiği, seçenleri de biçimlendirdiği bir süreçteyiz... Siyaset kurucuların tartıştığı süreçte olduğu gibi tek adam demokrasisi mi, demokrasi mi? Benzerliklerin ve ayrılıkların olduğu bir yüzyılın övgüsü içinde reklam filmleri hazırlanıyor ama ülkemiz övgüler ve hayranlık ifadelerinin dışında yüzleşildiği ve tarihin yeniden ders alınacağı bir birikim olarak görülmesinden geçiyor...

 

Bugün sol sağ yoktur, onun yerini övünenler ve aç olanların bir arada yaşadığı bir kırılma süreci vardır.

 

İşçi sınıfı örgütsüz, işverenlerin her rengi ile örgütlü ve çıkarlarına göre karar aldırıp, istedikleri devlet teşviki ile sermaye biriktirdiği bir toplum düzenindeyiz...

 

İşçi sınıfı tarih ile yüzleşemediği sürece övünenlerin ve itibarını düşünenlerin iktidarını daha uzun yaşatmaya ve değişimin sadece sermaye sahiplerinin lehine bir sürece katkı sunmaktan başka işlevi olmayacaktır...

 

Yaşadığımız süreçte muhalefet ve iktidarın ikiz kardeş olduğu ve her ikisi de değişim olmadan birbirini besleyen ve gelişebilecek olan tüm muhalefeti ve hareketi bastıracak bir örgütlü güç olmaya devam ediyor. Bu Karagöz Hacivat gölge oyununu muhalefeti ve iktidarın benzer gündem yaratmaları dışında başka yerden bakıp, sınıf çıkarını öne alan bir model geliştirerek üçüncü bir yolu açabilir...

 

Türkiye kuruluşunun 100. yılını kutluyor ve 100. yıl için geliştirilen reklam panoları ve filmleri dışında toplumda ne yazık ki ne heyecan ne de umut vaat ediyor...

 

Kendisine sol ve devrimci diye hitap edenlerin 100. yıla ve Kemalizm’e bakış açısına bakın, sol ve devrimcilik kavramlarından ne kadar uzak olduğunu görürsünüz...

 

AKP karşıtlığı ile bugüne ve düne bakanların geleceği yakalama imkanı yoktur, çünkü onların belirlediği alanda ve onların izin verdiği bakış açısı içinde olanların yeni bir yaşam kurma hayalleri dahi olamaz...

 

Geleceğin nüveleri bugün toplum içinde karşılığı yoktur. Baskın olan; ümmet ve ümmetçi bakışa yandan destek veren milliyetçi bakış açısı içinde, yeni bir ulus devleti anlayışı içinde komşularını düşman gören, onlar ile çatışan var olanı koruyan, yaşatan, küresel sermayenin amacına hizmet eden, örgütsüz emek gücünün olduğu bir toplum... Bu kadar karamsarlığın hakim olduğu, ekonomik ve siyasi krizin yaşadığı, tarihin kırılma sürecinde her zaman karanlığın içinde umut vardır ve insanlık için mutlaka olumlu adım atılacaktır. Kapitalizm ne yazık ki doğayı ve toplumu parçalıyor ve yaşadığımız alanı yaşanamaz hale getirmektedir, mutlaka kapitalizm ortadan kalkacaktır ama umarım bu süreç çok uzamadan gerçekleşir…

 

Yaşadığımız süreçte yüzyıllık rüya bitti, ulus devleti ve kurumları artık yok olmuş durumda, yıkılan yerine yenisi yaratılacak mı?

 

Kapitalizm kuruluş aşamasında ulus devleti bir ihtiyaca cevap vermek adına oluşturulmuş ve geliştirilmiştir, küreselleşme ve liberalizmin yarattığı süreç ile ulus devleti yıkılmış ama yerine yeni bir şey henüz oluşturulamamıştır, oluşma sürecindeyiz… Elbette ulus devleti yıkılması gerekliydi, insanlık tarihinin en kanlı süreci bu süreçte yaşanmıştır. İki büyük savaş o süreçte yaşanmıştır, umarım ulus devleti anlayışında olduğu gibi homojen bir toplum ve doğa yaratma projesi bir daha doğmamak üzerine tarihe gömülür…

 

İsmail Cem Özkan

15 Ekim 2023 Pazar

Gettolarda yaşamaya zorlananlar, getto da yaşamaya zorladı…

Gettolarda yaşamaya zorlananlar, getto da yaşamaya zorladı…

 

Yahudiler ortaçağda gettolarda yaşamaya zorlandı, hatta 2. Dünya savaşı boyunca gettolar yerini toplama kampları almıştı, orada yaşam ile ölüm arasında kalmaya zorlandılar. İnsanlık tarihinin yakın tarihindeki en büyük soykırım ile yüzleşildi. Birçok insan bu soykırımı ret etmiş olsa da tarih bize gerçek olduğunu tüm çıplaklığı ile söylemeye devam etmektedir. İnsan dersinden abajurların yapıldığı ikinci dünya savaşı süreci ne yazık ki benliklerde tazeliğini korumuyor, bir anlamda suçlular kurbanları suçlu ilan etmek için tarihi gerçekler ile oynuyorlar...

 

Her Hristiyan devletinde gettolar vardı. Orada yaşayanlar gün doğarken çıkarlar gün batarken girerlerdi... Altyapısı olmayan Hristiyanlara göre kötü yaşamaları sağlanır ve Yahudiler yurttaş olarak kabul görmezdi... Özel verilmiş kartlar ile gettolara girer ve sayılırlardı... Buna benzer bir uygulama yakın tarihe kadar Suriye sırları içinde Kürtlere de yapılmıştır, Kürtler normal nüfus cüzdanı kullanmaz, hayvanlara verilen kimlikler ile yaşamaya zorlandı…

 

İsrail devleti kurulduktan sonra yıllar sonra Yahudiler Filistinliler için Gazze adını verdikleri getto yarattılar... Filistinlilerin haklarını yok sayarak, yeni yerleşim alanları açılması bahanesi ile zor ile yaşam alanları alındı... Binlerce yıl sonra tıpkı Hristiyanlar arasında gettolarda yaşayan Yahudiler gibi...

 

İsrail devleti homojen değildir ama onların ideolojisini belirleyen Siyonizm adı verilen bir düşünce yöntemi ve ütopya almıştır. Siyonizm barbarlığa, zorbalığa karşı Yahudilerin haklarını savunmak ve nihai hedef devlet kurmayı almışken, başlangıcından çok uzak bir noktaya evrilmiş, Yahudilere uygulananları bir anlamda Filistinlilere uygulamaya kadar götürmüştür. Otokrasiyi başka haklar üzerinde kurarken Siyonizm üstün insan kavramını Hitler’den almış, Protestan mezhebinden nefret söylemini kopyalamış ve Filistinlilere İsrail devleti sınırları içinde uygulamıştır...

 

İsrail devleti içinde Filistinliler ile eşit hak verilerek iki eşit halktan oluşacak devleti savunanların istemleri taban bulmaya başlayınca İsrail denetiminde İran siyasi desteği altında Sünni inançlı Filistinlileri ortaçağ karanlığına sürükleyen Hamas örgütünü kurdu... İsrail’de sağ iktidarlar ne zaman krize ve çıkmaza girse; ne tesadüfidir ki Hamas saldırı düzenleyerek iktidarın önüne krizi zor ile çözeceği uygun ortam yaratmış ve krizin üstünü örtmüştür...

 

Bir füze fırlat, suçu karşıya yükle ve savaşı başlat, bu sayede oluşacak tüm insanlık suçunun üstünü “haklılık” kavramı ile üzerini ört!

 

Hamas, İsrail’de aylarca ülke tarihinin en sağ iktidarına karşı direnen ve iki uluslu yeni bir devlet savunanların üzerine füze fırlattı... Sağcı lider Netanyahu  bunu fırsat bilerek ülkeyi savaş halinde olduğunu iddia ederek tüm muhalefeti bastırdı ya da yanında yer almaya zorladı...

 

Hamas, Katar finansalı İran destekli ilan ettiği savaşta orantısız saldırısı ile İsrail Siyonist rejimin daha fazla iktidarda kalmasını sağlamış oldu. Bir TV şovuna dönderdiği saldırı ile Hamas görevini yerine getirmiş oldu…

 

Başkasının parası ve siyasi gücü ile saldırı yapılıyorsa orada direniş değil parasını verenin siyasi amacına hizmet vardır...

 

Emperyalistler Ortadoğu’da yaşayanların hayatı üzerinden satranç oynuyorlar...

 

Hamas kime hizmet ediyor?

 

Hizbullah ve Hamas zıt ikiz kardeş aynı amaca hizmet ediyor...

 

Bugünlerde yaşanan vahşiliğin tek sorumlusu Netanyahu iktidarıdır... Hamas tüm ölümlerden İsrail sağ iktidarı kadar sorumludur...

 

Hamas saldırdı, İsrail büyük olasılıkla sınırları yeniden belirleyecek, Araplar daha dar alanda yaşamaya zorlanacak..

 

Hamas'ın vahşi saldırısını “direniş” diye görenler konu Kürt olunca çamura yatıyorlar... Türk solu nerede durduğunu ve tavrı konusunda netliği olmayan, tarih bilinci çok zayıf olması yüzünden birçok olayda gösterdiği söylemleri ve refleksi ile sağcıdır... Bugün sağ ve sol aynı çizgide refleks vermesi olağan algılanıyor...

 

Sınıf bakışı yerine başka öncelikler konduğunda Hamas çizgisi içinde değişik parti isimleri yan yana gelmesi şaşırtıcı değildir...

 

İnsanlık tarihinde zalimlerin elde ettiği her şey yok olmuştur, direnenlerin direnci, kültürü insanlığa miras olarak kalmış, nesil nesil, kültür kültür sözlü ve yazılı olarak taşınmıştır...

 

Ortadoğu emperyalist devletlerin sürekli tekrarlanan yeni çatışma alanıdır...

 

Kişisel olarak ölen tüm insanların masumluğu yanında duruşumu belirliyorum. Emperyalist ve tüm insanlık dışı uygulamaları karşısında ezilen ve yok sayılan Filistin halkı ve Yahudi komünist ve solcuları yanında olduğumu açıkça belirtiyorum...

 

Ortadoğu’dan emperyalist devletler elinizi çekin!

 

Filistin sorunu yaratanların hiç istemediği sonuç olan “birlikte yaşam ve eşit vatandaşlık hakkı” olan yeni bir devlet kurulmasıdır... Bu uğurda yaşanacak gelişimlerin ve mücadele edenlerin yanındayım…

 

İsmail Cem Özkan