Galata Gazete


28 Ocak 2023 Cumartesi

Bir şiir, bir insanın geleceğini biçimlendirdi…

Bir şiir, bir insanın geleceğini biçimlendirdi…

 

Her gencin başından geçmiştir, karşı cinse duyulan bir duygu, o duyguyu ifade etmek için, onun ilgisini çekmek için yollar aranır. Ulus devleti zamanında bizim geleneklerimizin içinde karşı cinse duygular, şairlerden alınan ödünç cümleler ile ifade edilirdi. En iyi duyguyu yakalandığına inanılan dizeler bir mektuba iliştirilir, açıkça ifade edilemeyenler, ima edilir. Bu sayede platonik aşk için bir adım atılır. Her platonik birliktelikle bitecek değildir elbette ama karşı cinse duyulan platonik aşklar, gençlere ya da buluğ çağından genç olmaya adım atılırken hormonların ihtiyacını karşılarken, aynı zamanda toplumsal kültüründe yansımasını görürüz…  

 

Her zamanın aşkı ve ifade biçimi farklıdır, her zamanın ruhuna uygun adımlar atılır… henüz köyden kente göç yolunda oluşturulan kültür, birbirini tanımayan, bir biri ile ilişkisi dahi olmayan kültürlerin ilk buluşması zamanında bir okula giden çocuğun başından geçen pişmiş tavuğun başına gelmeyecektir… Platonik aşk yaşayan gençler birbirine mektuplar atar, yolu gözlenir, bir anlık bakış için, fırsat kollanır bir kelime söyleyebilmek için… O dönemde yasaklı bir şairin şiirleri el altından toplum içinde dağılmaktadır. Şiire yeni bir soluk, ses getiren Nazım Hikmet şiirleri yasak değildir aslında ama ulus devleti içinde kendisine görev edinmiş hakimler, savcılar, polis, bekçi artık devleti kim temsil ediyorsa onlar üzerlerine anti komünist misyonu yükleyerek toplumun “iyiliğini” düşünmektedir… bir arama sırasında ele geçen mektup ve o mektupta yer alan şiir, platonik aşk yaşayan bir gencin tüm hayatını değiştirecektir…

 

Bir şiir ile başladı değişim!

 

Polis karakolunda gözdağı yetmemiş, genç hakkında dava açılmıştır. Komünist bir şairin şiirini sevgilisine yazdığı mektupta kullanmaktan ama şiirde komünizm propagandası yoktur ama şair komünisttir. Komünist şairinin şiirini paylaşıyorsa eğer, "potansiyel suçludur", o halde hemen kuruluştan gelen bir “iyilik” güdüsü ile düşman olarak algılanır ve cezası kesilir… Henüz 18 yaşının altında olan çocuk, başka şehirde bulunan psikiyatri kliniğinde akli dengesi yerinde mi diye kontrol edilir, o “deliler evinde” ömür boyunca üzerinde taşıyacağı travmalar oluşur… Sonuçta okuduğu okuldan atılır, toplumdan dışlanır, ailesi bu durumdan büyük yara alır ve tayını çıkan baba ile birlikte yaşadıkları şehirden uzaklaşırlar… Bir anlamda çocuk yüzündedir sürgün! Bir anlamda uzaklaşmaktır var olan ve teşhir edildikleri yerden… Okuldan atılan bir çocuk aile içinde kalır ve kendisini okumaya verir. Okulu artık aile içindedir, yazdıklarını dergilere gönderir… O sırada davası devam eder ve sonuçta beraat eder. Okula dönüş yapar ama İstanbul’da… Onun hayatına anlam veren, değiştiren, biçimlendiren ve karakterini oturtan şehir… Yeni cumhuriyetin büyük şehri, Osmanlı imparatorluğunun başkenti… Kalabalık içindedir, öne çıkmadan okulunu rahatlıkla okuyacağı bir ortam vardır… Geçmişi onu izlemeyecektir diye düşünür ama ömür boyu o geçmişte yaşadığı travma hep peşindedir. Bir daha sevebileceği kızlara şiir yazamaz…

 

Zaman geçer, şiirleri, yazıları dergilerde yer alır, ödül alır ve dönemin önemli insanları ile tanışır, bu arada edebiyat dünyasında Nazım Hikmet’e yapılan haksızlık açık açık konuşulur olur... Onu kurtarmak için girişimler olur, imzalar toplanılır…  Nazım Hikmet özgür kalsın diye Fransa yolculuğu da göze alınır ve okumak bahanesi ile oraya gidilir ve orada Türkiye tarihinin başka yönünü görür… Aydınlar ile tanışır, enternasyonalist olduğu söyleyen komünistler başka ülkelerin komünistlerini tanımadığı gerçeği ile karşılaşır… o dönemde Türkiye içinde çok partili geçiş sürecinde tartışmaların etkisi ile Mustafa Kemal’in devrimci yönü ile tanışır… Ulus devleti bakış açısına uygun oluşturulmuş tarih kitapları ile o ulus devleti içinde kurtuluşun “yarım kalmış” devrim sürecinin tamamlanması ile olacağına karar verir… O artık “milli demokratik” devrimcidir! Solun Kemalist yorumunu benimser ve toplum içinde oluşan tüm gelişmelerden bağımsız kendisine özgü bir duruşu geliştirecektir…

 

Yeni anlayışına uygun şiirler, romanlar, senaryolar yazar.

 

Yeni anlayışına uygun bir çevre içinde yer almaya başlar, o artık yolunu çizmiştir… Evlilik yaşamı, sinema içinde ve sinemacıların oluşturduğu ortamdadır. Eşinden ayrılmış olsa da yazdığı senaryoları eşine gönderir… Birlikte birkaç projede yer alır, kardeşi sinema sektörü içindedir, eşi dönemin popüler sanatçısı Sadri Alışık’tır… Yeni çevre içinde arkadaşlıkların yanında akrabalık ilişkileri de oluşur… Birçok yerde çalışmak zorunda kalır. Yaptığı işlerden kaynaklanan ülkede gelişen her olaya karşı duyarlıdır, yazdığı yazılarına yansır, geçmişten yaşadığı tedirginliği vardır, ona rağmen içinden gelenleri yazmaya da devam eder. Üç gencin idamı karşısında kayıtsız kalamaz ve onlara dair şiir yazar… Bugün sosyal medyalarda hala yer alan popüler birçok şiirin altında imzası bulunmaya devam etmektedir.

 

Elbette şu ana kadar yazdığım şairin hakkında bilgilerden kimden bahsettiğimi anlamışsınızdır; Atilla İlhan!

 

Atilla İlhan bugünlerde yeniden İstanbul’da istiklal caddesinde yer alan tiyatro salonlarında gözükmeye başladı. Ona hayat veren Metin Boran, hem yazdığı, hem de oynadığı, yönettiği bir oyun ile seyircilerin karşısında biyografik oyun ile çıkmaktadır… Metin Boran’a sahnede eşlik eden Nurhayat Yıldırım oyuncu olmasının yanında yönetmen yardımcısıdır… İkilinin hayat verdiği oyunun teknik alt yapısında ışık tasarımında Koray Çetin imzasını görüyoruz. Kostümde Egenez Azak, dekorda Melis Tamtaş imzasını görmekteyiz… Yapımcılığını Rampa Tiyatro’nun yaptığı oyun iki sezonda birçok sahnede gösterimde olmaya devam ediyor. Anadolu turnesine çıkacak olan oyun seyircilerin karşısında Atilla İlhan’a hayat vermeye devam ediyor…

 

İsmail Cem Özkan

 

Sisler Bulvarında Attila İlhan

 

Konsept-Kurgu- Anlatı: Metin Boran

Yönetmen Yardımcısı: Nurhayat Yıldırım

Dekor: Melis Tamtaş

Kostüm: Egenaz Azak

Işık Tasarım: Sümer Tanrıöğer

Asistanlar: Sinem Toprak, Nazlıcan Olgun

Işık Kumanda: Koray Çetin

 

Bir ruhun hikayesi

Bir ruhun hikayesi

 

Karanlık bir salon, sahnenin ortasında bir merdiven, yukarıya doğru girdap oluşturacak şekilde çıkıyor. Merdivenlerin etrafını oluşturan görünmez bir demir parmaklık var, onları aydınlatan ışıklar. Iışık bir tutsaklığı, özgürlükten yoksun olmayı sembolize ediyor… Merdiven, ışık ve yukarıya doğru oluşturulan sonsuzluğa bakışış… Bir teleskopun içinden gelin hayatıma bakın!” diye haykıran sessiz bir çığlık…

 

Şiir imgeleri, sahnede vücut bulmuş; merdiven ve ışık ile…

 

İlk imgeler bize yani seyirciye sessizce tokat atıyor, uzun soluklu bir şiirin ilk hecesi, ilk harfidir sahnede duran merdiven.

 

Girdabın içinde yolculuk!

 

Sahnenin arkasında açılan bir kapı (perde) aralığından sahneye doğru gelen beyazlara bürünmüş bir kadın. Şiir, kadın üzerine olacak; kadının isyanı varoluş sorunu ya da yaşadığı sorunun teleskop ucundan bize sunumu… Sahnenin ortasında yuvarlak bir platform, platformun hareket edeceği üzerine atılan ilk adım ile oluşan titreşim ile anlıyoruz… Bizi teleskop ile öznelden genele ya da iç hesaplaşmadan dışarıda ki yansımasına doğru yolculuğa hazırlanan, uzaya doğru adım atacak astronotlar gibiyiz… Sis, duman ile bizi bir zirveden ufka bakan gibi duygulara hapsediyor.  Güneşin ilk ışıkları ile oluşan buğu ve bulut hareketinin o romantik görüntüsü…

 

Oyunda çok az müzik kullanılmış, çünkü şiirin, konuşma metninin müziği daha öne alınmış, seyirciyi şiirin müziği kucaklıyor.

 

Şiir gücünü müzikten almaz, tersine müziğe güç verir.

 

Her cümle, her hareket bir imgeyi içinde barındırıyor. O kadar çok imgeler ve hareketlerin üst üste gelmesi yüzünden bizler anlatılanı tam içselleştirirken arkasından başka bir şiirin örgüsü içine alınıyoruz.

 

Şiir’de de müzik gibi arada boşluklar olur. O boşluklarda dinleyici, yazarın, şairin anlatmak istediğini anlasın, içselleştirsin ve yeni başlayacak olan cümlelere hazırlasın diye bir solukluk boşluk yaratılır…

 

Sahnede o kadar arka arkaya cümleler kuruluyor ki, o kadar konudan konuya geçiliyor ki biz şimdi neredeyiz diye durup düşünecek zaman bile bırakmıyor. Oyunun konusu içinde kocasına duyulan saygı, hayranlık ve onun sonucunda oluşturulmuş olan yaratılan zirveye konulması ve o çukurdan zirvede duran kocaya bakış. Olayların örgüsü öyle bir gelişir ki, zaman içinde kocanın dokunulmaz gibi gözüken özelliklerine dokunuş, arkasından aile, papaz olan baba, anne ve onlar ile kocanın karşılaştırılması.

 

Viktoria, kafanın içinde oluşturulan o zirveden kocasını indirilmesi ve ölümüne giden yolda kendisi ile eşitlenmesi… Kocanın zirveden düşmesi, tabut içinde kalafatta yatan kocaya karşı öfkenin, birikimlerin bir anlamda kusulması ve zirveden toprağın altına alınışı…

 

Bir kış günü, karın altında eğilen çam ağaçları ve o ağaçların kara karşı direnişi ile paralellik kurulması ve bir odadan hayata bakan bir kadının varoluşunu sorgulamasının şiir dili ile yazılmış tarihi…

 

İngmar Bergman cümleleri İpek Özgüven’in ellerinde Türkçeye uyarlanması, Serap Eyüboğlu yönetiminde sahneye aktarılması ile şiirin imgeleri, tiyatroya uyarlaması ve Zeynep Erkekli şahsında vücut bulmasıdır… Kış günü patlayan bir yanardağın lavıdır üzerimize doğru gelen imgeler…

 

Bizi uzun soluklu ve arka arkaya işlenen konular ve kadının varoluş sorunu bir odadan, bizi teleskopun içinde hareket eden ışık taneciği gibi tarihinin ayak izi peşinde sürüklemesine şahitlik ettik…

 

Elbette Zeynep Erkekli üzerine aldığı role hayat verirken kendi deneyimlerinden ve birikiminden de yararlanıyor. İngmar Bergman’dan Zeynep Erkekli’ye uzanan bir zaman sürecinde ışığın hareketine şahitlik ediyoruz. Uzayda bizim gördüğümüz ışık binlerce, hatta milyonlarca yıl önce kaynağından doğmuş ve uzun bir yolculuktan sonra bize ulaşmasıdır. Biz, o ışık taneciğinin o yuvarlak merdivenin oluşturmuş olduğu girdabın içinde üzerimize savrulan imgeler içinde kaldık…

 

Usta oyuncunun üzerine giydirilen kıyafette, benim gözüme takılan ayakkabıları oldu, ayakkabı bağcığı kapalı alan içinde tek başında kalanlarda olmaz, çünkü o bağcık aynı zamanda hayatta kalmak ile ölüm arasında olan bir kapı kilidi gibidir. Ondan dolayı tek başına kalan bir varoluş sorgulayan kadının ayağında bağcıklı ayakkabının olamayacağını düşünüyorum… Elbette oyunun sonunda Viktoria nerede olduğu daha somutlaşıyor ama o somutlaşma sürecinde kıyafet bizi sona tam hazırlanması gereklidir diye düşünüyorum. Onun dışında her anı, her imgesi üzerine uzun uzun düşünülmüş ve emek verilmiş bir çalışma, baştan da yazdığım gibi araya boşluklar bırakılmış olsaydı…

 

Genel olarak ödenekli tiyatrolarda, tiyatro tarihine ya da ülkelerin tiyatro tarihine iz bırakmış daha büyük bütçeli oyunların oynanması tarafındayım, çünkü özel tiyatroda oynanmayacak çok oyun var ve bizler bu oyunların çoğundan haberimiz bile yok. Ödenekli tiyatrolar o haberimiz olmayan oyunların sahnelerimize taşınması ve haberimizin olması sağlanmalıdır diye düşünenlerdenim…

 

İsmail Cem Özkan

 

Bir Ruhun Hikayesi

 

Yazan: İngmar Bergman

Uyarlayan: Benedicte Acolas

Çeviren: Serap Eyüboğlu

Dekor Ve Kostüm Tasarım: Gülhan Kırçova

Işık Tasarım: Akın Yılmaz

Müzik: Türkü Deyiş Çınar

Hareket Düzeni: Gizem Bilgen

Dramaturg: Derya Özer

Yönetmen Yardımcısı: Zeynep Erkekli

Asistanlar: Demet Ergün, Ilgın Canan Arslan

Oyuncu: Zeynep Erkekli

 

20 Ocak 2023 Cuma

Süper kahraman olunmaz, yaratılır!

Süper kahraman olunmaz, yaratılır!

 

Her cezaevine girene “kahraman” payesi veriliyor oldu. Giren “kahraman”, dışarıda kalan “maraba” olmaya devam…

 

İçeriye giren dışarıda yapılan her etkinliğe mesaj göndererek kendisi hala kavganın içinde olduğu vurgusunu yaparken, mesajında geçmişten de alıntılar yaparken “hep orada olduğu” vurgusunu da yapmaktadır.

 

Birçok insan mesleğinden dolayı oradadır ve o yaptığı işten para kazanmaktadır. İşini yaparken işten dolayı alınan riskler birden sizi kahraman payesi almanıza sebep olabiliyor. Medyada görünmeyen ama arka taraftan kendi kariyeri için yol alanlar içeriye düşünce görünür oluyor ve görünen kahramanlık payesi içinde kendisini bulabiliyor. Bugün kahramanların bir bölümüne bakarken aslında arka konumda, para kazanmak amaçlı olduğu noktayı mücadele alanı olarak sunup, oradan paye çıkarmak artık doğallaştı. Kısaca para kazandığı işvereninden dolayı orada olan biri birden süper kahraman oluyor.

 

Pelerini takmıyor ama dünyayı ya da ülkeyi kurtarıcı rolünde poz veriyor bizim kahramanlarımız!  Bizim süper kahramanlarımız Amerikan süper kahramanı gibi isim ve biçim değiştirmiyor, özel kıyafetler içinde her türlü saldırıya karşı korumalı pelerinli de değil, çünkü kahramanlarımız kendilerini saklamıyor, olduğu gibi aynı isim ile yol alıyor... Bir bakıyorsunuz o süper kahraman işvereni iktidarda olunca iktidar yalakası oluveriyor ama olsun, süper kahramanlara bu sistemde hep ihtiyaç var...

 

Her etkinlikte süper kahramanlar cezaevinden mesaj gönderiyor, hepimiz mağdur olduğu için alkışlıyor gibi yapıyoruz ama bizim kahramanlar az konuşmayı bilmediği için uzattıkça uzatıyor yazdıklarını, okuyan da nefes alarak okumaya devam ediyor... Sonuçta cezaevinde kalan süper kahramanlar ülkesi olduk...

 

Hep ölenler ile fotoğraf paylaşılmaz, süper kahramanlar ile birlikte çekilmiş fotoğraflar da paylaşılır...

 

Garip bir kırılma sürecinde ayağı yere basmayan süper kahramanların yaratıldığı bir süreçten geçiyoruz...

 

"Ben bedel ödüyorum, sizin için" demekte süper kahraman, "sizin için"…

 

Aslında her insan mücadelesini kendisi ve sevdikleri için yapar, kahraman olmak için değil. Eğer kahraman olmak, sadece gözükmek için yaparsanız; gelirsiniz son bir noktada milletvekili olup, o yüksekten konuştuğunuz süreç biter, gidip bir meyhane açıp arkadaşlarınız ile meclisten aldığınız maaşı tüketmeye devam edersiniz... Süper kahramanlık rolü vekil seçilene kadar ya da bir ödül alana kadardır...

 

Örneğin bir dönemin popüler yazarı, Nobel Edebiyatı Ödülü alınca ülke gerçekliğinden kopup ülke ülke gezmeye, her geziden para kazanmayı seçti. Eskiden nerede bir grev olsa, nerede bir insan hakkı olsa orada olur ve Yaşar Kemal arkasında durur ve ona söz verilince sözünü söylerdi... Bugün eski günlerinden kalan sadece gazete kupürleridir, çünkü artık kazanmıştır ve kaybedecekleri vardır.

 

Kaybedeceği olanın süper kahraman rolü oynamasına ihtiyacı yoktur...

 

Bizim her zaman bir kahramanımız olmuştur, ihtiyaç duyulunca iktidar süper kahramanları çıkarıp, onlara her türlü rolü oynama hakkı tanır...

 

“Kurtar bizi süper kahraman!” eskiden kahraman denmez “baba”, “Karaoğlan” denirdi…

 

Kahramanların olduğu yerde kitleler sadece alkışlar...

 

Bizde kahramanlardan gelen mesajları hep alkışlıyoruz...

 

İsmail Cem Özkan

 

17 Ocak 2023 Salı

Bir kış gecesi…

Bir kış gecesi…

 

Kuzey kutup dairesi sınırında, kuzey ışıklarının vurduğu zamanda, adı ve sanı konmamış, unutulmuş ya da unutturulmuş bir kasabanın içinde yaşayan bireylerin, birbirinden bağımsız gibi görülen ama aynı konu etrafında oluşmuş öykülerin birliğinden bir tiyatro eseri çıkmış…

 

Aynı bankta oturan iki insan, birbirine karşı sevgi konusunda açılırken erkek omzuna başını dayamış kıza “aslında biliyor musun, biz birbirimizden çok uzaktayız!” der… Kız önce anlamaz, çünkü başı aslında sevdiğinin omuzundadır, platonik aşk aşka dönüşmüştür… Nasıl uzak fikrini açıklar erkek, eline aldığı kartopu ile dünyamızın eksenini işaret eder, ters taraftan bakınca 360 derecelik bir bakış, en yakınındakini en uzağa bırakır, aslında bakış açısı ile ilgilidir, duygular ile değil...

 

Duygular mı önemlidir, bakış açısı mı?

 

Sahne karanlıktır, seyirciler oyunculara üç ayrı bakış içinde görmektedir… Seyircinin durduğu nokta aslında oyunun içinde bakış açısını da sorgulayacak boyuttadır…  Oyuncuların etrafındadır ama bir nokta oyuncuyu sahnenin tek duvarı ile sınırlar... Sahne üç duvardan oluşmaz, bir duvardan geriye kalan iki duvar işlevini seyirci ve seyirci koltuğu oluşturur…

 

Sahneye iki giriş vardır ve her giriş duvarında kara tahta asılıdır, her öykü bu kara tahta üzerine yazılarak seyirciye yeni bir öyküye başlıyoruz imajı verilir… Yaz kara tahtaya ve oyuna başla!

 

Kırık kalpler kuzey ışıkları altında kendi gerçeklikleri ile yüzleşecekler… Hava çok soğuktur ve o soğuk havada kuzey ışıklarını görmek için gelenlerin acıları, sevgiye olan hasretlikleri, kuzeyin haritada adı ve konumu belirlenmemiş bir yerinde Amerikan günlük yaşamının öyküleridir… Aynı sığınma evinde yaşayan fırtınadan evi kullanamayacak olan kazazedelerin bir çamaşır odasında diyalogları. Canı yanmayan birinin acıyı hissetmesi, acıyı hissedenin acısına sevgi ile yaklaşan birlikteliğinin sorunlarından kaçışı, acı ve acı duymaktan kaçışın buluştuğu o çamaşır odasında buluşma… Boş bir eskiden patates tarlası olarak kullanılan tarladan çadır kurmuş kızın tarla sahibi ile karşılaşması ve kırık kalbini bir torba içinde taşıması, torba ile oluşturmuş olduğu ilişkinin o karanlık gecede oluşacak olan kuzey ışıkları ile dağılıp yerini başka duygulara bırakması, ‘bekarlığa son’ partisinin gecesinde eski sevgili ile karşılaşmak ve mutsuz olana her şey bedava denilen bir gecede kola yazılan bir dövmede geçen isim ile karşılamak, her mutsuzluk bitimi yeni bir sevgi ile hayatının devam ettiği, her uzak noktanın aslında uzak olarak görülenin ne kadar yakın olduğu, sorulan bir soruya yıllar sonra verilen yanıtın zaman kavramı içinde ne kadar uzağa fırlatıldığı ve bir daha o soru sorulan anının yakalanamayacağı gerçeği ile sıradan bir Amerika kültürü içinde yakalıyoruz…

 

Modern yaşamın sevgi kavramının sorgulandığı yerdir, o adı sanı olmayan kasaba…

 

Öyküler bağımsız gibidir ama iç içedir, aynı kasabada aynı gökkubbe altında, aynı kuzey ışıkları oluşurken o anın içinde dokuz öykünün sahneye taşınmasıdır… Öykülerin yazılışına bakınca baştan sorduğum soru öne çıkıyor oyun sonunda da, “duygular mı önemlidir, bakış açısı mı?” sevgi açlığına nereden bakarsanız sizi o açlıkta kurtaracak, ya da var olan akış devam mı edecek?

 

Öykülerin birleşimi sahneye taşınması burada yönetmeni Zeynep Özden’in yanında en büyük sorumluluğu dramaturjisini yapan Şafak Eruyar’a vermektedir. John Cariani’in öykülerini sahnede kuzey ışıklarının dalgalarının ulaştığı Tiyatro Pera’ın salonun yaşayarak gördük. Zeynep Özden hem çevirmiş, hem de çevirdiği öyküleri sahneye taşımış, bunun ile yetinmemiş sahnede kendine rol vermiş ve oynamış… Tiyatro Pera’ın oyunlarının dramaturjisini yapan Şafak Eruyar gibi ustanın tecrübesinden ve birikiminden yararlanarak oyuna hayat vermiş… Oyun elbette sadece yazıdan oluşmuyor, oyuna sahnede hayat veren oyuncular, ışık, ses, müzik, dekor… Tiyatro bir bütündür, bütünün bir parçası uyumsuzsa o oyun aslında başarısız sayılır. Kısaca tiyatro oyunun bir bütün yapan tüm öğelerinin de birbiri ile uyumu ve sahnede seyirciye ulaşan mesajlarının doğru, anlaşılır bir şekilde olması önemlidir… Başak Meşe, Barış Çakmak, Arzum Orhan, Doruk Akçiçek, Zeynep Özden oyundaki karakterle hayat verirken, onlara eşlik eden ve oyunculuklarını öne çıkaran dekor ve kostüm Cemre Bulak, ışıkta İlayda Erdinç, oyunun akışında müzik ve ses efektlerinde Emil Tan Erten’in başarılı tercihleri ile oyunun içine seyirciyi davet ediyorlar…

 

Seyirci zaman zaman oyuna kahkahaları, zaman zaman iç konuşmaları ile katıldı. Oyunu keyifli yapan aslında seyircinin refleksi, doğru yerde doğru tepki vermesidir. Daha çok gençlere seslenen, onların duygularına hitap eden oyun, bir anlamda sevgi ile hayata bakan herkese sesleniyor. Her öyküde değişik karakterleri canlandıran oyuncular, bölümler arası zamanı terse sarıp aynı zaman geri dönüşleri ile başarılı olarak gördüm… Elbette bu bölümler arası diyalogun geçişini sağlayan yönetmen ve dramaturgun uyumlu çalışması olarak algıladım.

 

Oyun yaşadığımız zamandan, sorunlardan uzaklaşmak için, bir an olsun keyifli dakikalar geçirmek için gidilip sığınılacak bir liman özelliği taşıyor… O kadar karmaşık ve ilişkilerin ve de duyguların kırıldığı zamanı yaşıyoruz ki, bizimde sığınacağımız bir kuzey ışıklarının olmasını isteriz… Ne yazık ki ülkemizde kuzey ışıklarını yarattığı ve sorunların sevgi ile çözüldüğü bir süreçte değiliz ama bir anda olsa gelin oyunu izleyin ve o yaratılan atmosfer içinde keyifli zaman geçirin, belki sizde zamanın kırılma anında oluşan sevgi enerjisinden yararlanırsınız…

 

 

İsmail Cem Özkan

 

 

Bir Kış Gecesi Rüyası

Yazan: John Cariani

Çeviren- Yöneten: Zeynep Özden

Dramaturg: Şafak Eruyar

Dekor- kostüm: Cemre Bulak

Işık: İlayda Erdinç

Müzik: Emil Tan Erten

Oynayanlar: Başak Meşe, Barış Çakmak, Arzum Orhan, Doruk Akçiçek, Zeynep Özden