Galata Gazete


18 Kasım 2016 Cuma

Cephe gerisi!

Cephe gerisi!

Tarihin karanlık dehlizlerinden bize birçok öykü sesini duyurmaya çalışır ama kulaklarımız kapalı, gözlerimiz görmezdir, çünkü çıkarlarımız belirler kulaklarımızı ve gözlerimizin açıklığını. Zamanı gelince deriz hepsini duyar, görürüz ve gerçeği olduğu gibi kabul ederiz, zamanı gelmeyen şeye her yer kapalıdır. Hayat bize zaten otosansür ile yaşamayı öğretmiştir, der ki atalarımız “erken öten horoz…” horoz erken ötmemesi gerektiğini canı ile ödemiştir.

Tarihimizin yakını uzağı fark etmez, her döneminde bize kapalı birçok gizli olay vardır. Resmi tarihçiler onları görmeyelim diye önlerine üst üste yığmış birçok öyküyü, geç geçebilirsen o öykülerin arasından bize saklananı görelim… Saklanan bir şey ne kadar önüne engelle konulsa da kapıları kilitlense de bir olay olur ve önde birikenler bir bir çekilir ve birden önümüzde buluruz; araştırmadan, soruşturmadan. Tarihin kırılma noktalarıdır işte önümüze düşen gerçekler ve bilmediğimiz öyküler.

Yaşadığımız zaman dilimi sistemde bir kırılmayı işaret ediyor, kırılma elbette sadece bize özgü değil, dünya eksenleri yer yerinden oynatacak büyüklükte sanki bir deprem olmuş, arkasından gelen tusinami. Her yerde bir alırım verilmiş, ulus devlet tarihteki yerini alıyor, kayıyor her şey. Ulus devletin tüm birikimleri ve devlet tanımı yok olurken, onun yerini liberal ekonominin ürünü olan deregülasyon adı verilen bir uygulama almış. Peki, nedir deregülasyon? Deregülasyon... "az devlet iyi devlettir" demekmiş… Devletin geleneksel rolünün en düşük seviyeye indirilmesi, devletin yaptığı işleri şirketlerin yapması anlamında kullanılırmış... Kısaca devletin eski işlevini özel firmalar yapması… Sağlık, eğitim, güvenlik, ulaşım… Kamu yararına en üst standardın yerini daha fazla kar ve daha fazla şirketlerin kazanması aldı. Daha fazla kar için şirketlerin yöneticileri “sadık paralı asker” konumuna geldiler. Bu hırslı yöneticilerin hakim olduğu şirketler daha fazla kar elde etmek için her türlü yolu denemekten bir sakınca görmediler. Yaşadığımız zaman dilimi işte bu hırslı insanların yenidünya düzeni içinde hareket edebilecekleri yeni hukuk kurallarının ulus devleti enkazı üzerine kurma sürecidir.

Bu süreçte ulus devletin ulus yaratma sürecinde işledikleri suçlar da teker teker gözlerimizin önüne serilmeye başladı, çünkü yıkılan şeyi savunmasını çökertilmesi gerekliydi… Geçmiş ile hesaplaşma yerini geçmişi dikizleme süreci diyebileceğim bir aşamadayız… Hesaplaşmak demek o ortamı yaratan sistem ile de hesaplaşmak anlamına gelir… Sistemin efendileri buna izin veremezdi, göreceli özgürlük içinde ulus devlet yıkılana kadar dikizleyin geçmişi dediler. Gündeme getirin ama hesap sormayın!

Cephe gerisi dediler, dünyadan haberi olmayan bir köyde yaşayan Ermeniyi geldiler, aldılar, askerler arasında yola çıkardılar… Sabahın ayazında yola çıkartanlar ancak taşıyabilecekleri kadar eşyalarını yanlarına almalarına izin verdiler. Onlar artık yaşadıkları topraklardan, köklerinden koparılan birer çınardılar. Çevrelerinde onları yağmalamayı bekleyen gözleri aç, zenginliklerini kıskananlar vardı.  Fırsat kollarlar… Askerler ülkenin geleceği için erkek çocukların bir bölümünü asker ocağı için devşirmeye almışlar, kız çocuklarını ise gelin diye evlerinde alıkoymuşlar. Sabahın ayazında yollara çıkarılan kafiledeki insanların yıllarca biriktirdikleri ne varsa, göz nuru taş işçiliği evleri artık boştu, atalarının mezarlarını bir daha görmeyecekleri diyarlara gitmek için bir kararname ile yola çıkarıldılar... Cephe gerisi dediler, cephede ki oğlunu Çanakkale’den alıp Suriye çöllerine getirdiler... Ermeni acıyı yaşadı, yıllar geçti, unutuldu dendi, toprağı eştiler Ermeni’nin taş işçiliği evleri çıktı yeryüzüne... Mezarları hala define avcıları tarafından eşilir... Onların gölgesi kaldı şehirlerin sokaklarında, sarayların taş işçiliğinde emekleri. Hala anılır mimarlar, hala söz söylenir ustalardan söz açılınca...

Yıllar geldi geçti, ulus devlet kuruldu, cumhuriyet ilan edildi, sürülenler sürüldükleri yerde kaldı, sınır içinde kalanların önemli bir bölümü kimliğini sakladı. Unutuldu dendiğinde bir ülkenin meclisinde unutulamadığı ilan edildi. Unutulmayanın üzerine ulus devlet kendi hikayesini serdi gerçekliğin önüne, saklamak istediler, eğittiler çocukları ama devlet yeniden biçimlenirken, dünya yeniden şekil alırken kaçınılmaz olarak karşılaştırmalı tarih gözler önüne serildi. Saklanan ve yok sayılanlar artık bizim realitemizdi. Kabul ettik ama gerek olduğunda yok sayacağımız bir realite! Dikizlenen gerçeklik ancak bu kadar izin verir.

Şimdi başka bir savaş kapımızı çalıyor, Ermenilerin yerini başka bir halk almış, sorun olarak mecliste durur. Meclis dışında Dolmabahçe Sarayı’nda kurulan ‘mutabakat’ masası devrilir. Ülkede bir halk başka savaşın cephe gerisi olur. ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ diyenler geçmişten ders almak yerine daha fazla baskı ile toprağa dökülen kan ile sorunların yok olacağını düşünür. Çünkü tarihi güçlü olanlar yazar ve onların doğruları ve gerçekleri ‘evrensel gerçek’ olarak kabul görür gerçeği bilinçaltında yatar. Fakat dünyanın kırılma noktasında bu öngörünün ne kadar doğru olduğunu ya da olmadığını yaşanan süreçte görmekteyiz. Esas doğru ulus devleti içinde astığı astık, kestiği kestik olanların evrensel çıkarlar içinde o kadar önemli olmadığını çıkar çatışmasında görmekteyiz.

‘Bir daha asla’ demek için Ermeni tehciri ile yüzleşmek gerekliydi ama yüzleşilemediği için yeniden başka bir olası tehcir ile yüz yüzeyiz...  ‘Hendek’ diyerek yok edilen ilçeler, kasabalar, mahalleler…

Ülkemizde örneğin Lice yokmuş gibi yaklaşılıyor, ABD’nin görmediğini neden bizler de görmemezlikten geliyoruz? Lice ile Halep arasında yıkıntı anlamında ne fark var? Lice’de devlet hastanesi, okul, cami yıkılmadı mı, bombalanmadı mı? Lice’de çarşısı yok edilmedi mi?

Liceliler kaçtıkları yerlere döndüler; ne sokakları vardı ne de evleri... Bütün anıları, birikimleri, geçmişleri ile birlikte gelecekleri yok olmuştu... Lice bu ülkenin içinde görünmeyen yerde değil, gözümüzün önünde ve Lice yok! Çünkü “hendek” dediler yıktılar, “hendek” dediler bodrum katta mahsur kalanların hiç biri gökyüzünü görmeden toprağa düştüler. “Hendek” dediler sokaklar yok oldu... Lice, Halep mi? orada yaşananları ABD görmedi, anlaşılır çıkarına uygun gelmiyor, peki senin ne çıkarın var da görmüyorsun?

Sadece Lice değil elbette her birinin fotoğrafı bir şekilde gözlerimizin içine sokuldu. Yaşadıkları kasabaya atom bombası düşmüşe dönmüşlerin dönüşleri yok olan çocukluklarıdır...

Bir daha asla, bir daha yaşanmasın ülke içi mültecilik... Yaşanmasın ölümler... Yaşanmasın ata toprağından koparmalar...

İnsan odaklı bakalım olaylara, çünkü acının ulusu olmaz…

Bugün acı duymadan ekranlar aracılığı ile birçok şeyi görüyoruz ama idrak edemiyoruz, çünkü her biri sanki sanal gerçeklik gibi... Yaşananlar ne yazık ki ne sanal ne de yaratılmış gerçeklerdir... Ne olursa olsun insanlar yaşadıkları yerde mülteci olmasın…


İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.