Galata Gazete


8 Ağustos 2022 Pazartesi

Bir portre…

Bir portre…

 

Abdülkadir Kemali Öğütçü ismi size yabancı gelir ama Orhan Kemal'in hayatınız okursanız eğer onun babası olduğunu öğrenirsiniz...


Orhan Kemal gibi bir insanın yetiştiren baba ve onun oluşumuna neden olan ortam...

 

İlk başta sıradan bir öykü gibidir ama öyle değildir aslında...

 

İttihat ve Terakki Partisinin üyesi, Meşrutiyet sonrası kim olmadı ki diyeceksiniz, haklısınız ama bunu diğerlerinden ayıran bir özelliği var, çünkü bilgili, bilinçli ve inanmış bir nefer. Liderine sonuna kadar bağlı, ne görev verilirse gözünü kapatarak yapacaktır, sorgulama yok yani. Tehlikenin farkında ama ideolojinin bakış açısına çok sadık olduğu için bildiği doğrusundan vazgeçmez bir nefer...

Demokrasi, özgürlük için gelenler yıktıkları istibdadı yeniden yarattılar.

 

İttihat ve Terakki Partisi son Osmanlı imparatorluğunun hükümeti olmuş, ülke içinde Ermenileri kökünden kazıyacak karara imza atmış ve onu sorgulamadan yerine getirmiş bir kadro hareketidir...

 

Çok kültürlü, çok uluslu, çok dinli bir imparatorluk parçalanırken, içinden Türk ulus devleti için partiyi/ devleti değiştiren ve otokrat bir yapıya dönüştüren kadro hareketidir...

 

Parti kuruluşu balkanlarda oluşmuş ve balkan coğrafyasına, kültürüne özgüdür; çok dinli, çok inançlı, çok renkli bir parti. Kuruluşunda devletin birliği ve istikrarını savunurken, var olan Abdülhamit istibdadına karşı, kaybedilen toprakların yeniden kazanılması, padişahın vermiş olduğu yanlış kararları tersine döndürmeyi amaç edinen ideal okumuş aydın insanlar birliğidir. Kadroya girmek kurallara bağlıdır ve mutlak itaat ve biat istenmektedir.

 

Kuruluşundan kısa zaman sonra gerçekler ile yüzleşecek ve iktidara geldiklerinde kuruluşunda yer alan ”demokrasi, özgürlük” gibi kavramların yerini Abdülhamit'in “istibdat” kuralları yer alacaktır...

 

Balkanlardan ayrılıkçı Bulgar direnişçiler ile çatışırken, zaman zaman Osmanlı rejimine karşı ortak hareket ettikleri bir süreç sonrasında, iktidar yürüyüşlerini İstanbul’da gerçekleşen 31 Mart (13 Nisan 1909)  olayları olarak geçen darbe girişimi sonucunda mutlak iktidar artık partinin olacaktır. Daha önce kadrolarını devlet içinde gizli olarak yerleştirme süreci bir darbe ile sonlanmış ve açıktan kadrolaşmaya devam etmiştir. 

 

Tek adam yerini tek parti diktatoryası yani otokrasisi kurulmuştur...

 

Partiden devlete dönüşüm…

 

Osmanlı devleti içinde parti üyesi olmayan kadroların yerini parti kadrolarının alması ile devletleşeme yönünde adımlar atılmış ve mutlak bir parti egemenliği kurulmuştur. Zaten 31 Mart vakası diye kabul edilen darbe girişimi de bu kadrolaşmaya karşı eski kadroların direnişinden başka şey değildi. Mutlak hakimiyet bir darbe ve yağma ile oluşacak, istibdat sembolü ve zor ile tahtından indirileceğinden korkan padişah, zor ile tahtından indirilmiş ve sürgüne gönderilmiştir.

 

Saray bu darbe sırasında birkaç defa yağmalanacaktır, çünkü sarayda biriken jurnaller yeni iktidarın elinde silaha dönüşme tehlikesi vardı, fakat o jurnallerin yerini başka jurnaller kısa sürede alacaktır.

 

Devletin sıkıntılarından kurtarmak için gelenler kendi devletini kurmaya kalkmışlardır. Ve de gerçek anlamda kurmuşlardır demek için cumhuriyetin ilanını beklemek gereklidir, çünkü parti kadroları ideallerine uygun devleti ancak savaş sonrası oluşan ortam içinde başka kadrolar ile gerçekleştirmiştir.

 

Ankara’da oluşan devlet yeni ama kadrolar eski devletten.

 

Devlette devamlılık vardır ve kimse bu devamlılığın rotadan kalkmasını göze alamazdı.

 

Abdülkadir Kemali Öğütçü gibi parti kadroları ülkenin adı değişse de görevlerinin başlarında olmaya devam etmişlerdir, fakat bir farkla; bir bölüm kadro oluşmuş olan yeni lider kadroya muhaliflik yapacak, bir bölümü idealleri uğrunda yeni liderlik arkasında ideallerini gerçekleştirmeye girecektir…

 

Kurtuluş Savaşı adı verilen bu süreç kadroların yeniden tarafını belirleme ve yeni oluşan siyasi ortamda nerede duracağına karar verme süreci gibidir.

 

Kurtuluş Savaşını başlatan kadrolar “İzmir Suikastı” bahanesi ile muhalif kanadına düşmüş olanların siyasi hayattan tasfiyeleri ile karşılaşırız…

 

Yeni kurulan cumhuriyet önce kendi çocuklarını yiyecektir…

 

Gerçi İttihat ve Terakki Partisi kurulduğundan beri kadroları öğütme örgütü gibidir, kim muhalif olmuşsa muhalefete geçmeden tasfiye edilmiştir, yani etkisiz hale getirilmiştir…

 

Yeni cumhuriyet içinde başlangıçta izin ile kurulan partiler kısa sürede kapatılmış ve o partiler içinde kalan kadroların siyasi hayattan uzaklaştırılması ya da liderine sonsuz bağımlı olacağına dair yani “biat ve itaat” edeceğine dair “yemin etme” koşulu ile kurucu lider kadroya karşı sözde suçları affedilmiş. Affedilenler yeniden devletin kadrosu içinde önemsiz işlerde onları görür oluruz… Devlet için yetişmiş kadro önemlidir, ziyan edilmemesi gereklidir.

 

Devlette önemli olan devamlılıktır, kimin iş yaptığının önemli değil, işin yapılmış olması önemlidir…

 

Devlet anlayışına ve tecrübesine sahip kadrolar kendi devletini Fransız devriminin getirmiş olduğu ilklere uygun şekilde yeniden oluştururken elbette Osmanlı deneyiminden de faydalanmışlardır.

 

Heterojen yapıdan homojen bir devlete doğru geçiş…

 

Yüzünü batıya dönen kadrolar, doğuda oluşmuş olan kültürün üzerine yeni bir kültür ve bayrak ile biçim vermeye çalışmıştır. Onu da yetişmiş, kendisini ispatlamış, tecrübesi olan kadrolar ile yapacaktır. Önemli olan devamlılıktır ve devamlılık kurumlar düzleminde devam ederken, vitrinde her şey yeni gibi sunulmaya da özen gösterilmiştir.

 

Geçmişin üzerine bir çizgi çekiliyordu, çekilen sadece geçmiş değil, partinin yönetici kadrolarının üzerine de çizgi çekiliyordu. Eski yönetici kadrolardan fikir telakisi yapılırken işlere karışmamaları içinde her türlü önlem alınıyordu. Bunu sezen ve bilen eski lider kadrolar, yeni liderliğe karşı muhalefet yaparken hiç düşünmedikleri siyasi atmosferin içinde savrulmaya ve hayatta kalma mücadelesi içindedir…

 

Paraya hükmedemeyenler siyasi gelişmeyi sadece izlemek ile yetinir.

 

1. Dünya Savaşı yenilgisi sonrası…  

 

İttihat ve Terakki Partisinin yönetici kadrosu sürgüne gitmeden önce partiyi tasfiye etmiştir, fiiliyatta var olan resmiyette artık yoktur.  Partinin lider kadrosu olan Talat Paşa, Cemal Paşa, Enver Paşa bir birinden uzaktalar ama sürekli iletişim içindedir… Uzaklık tercih konusunda da farklılaşmayı getirecektir zaman içinde…

 

Osmanlı devleti emperyalist devletler arasında paylaşılırken, verilen bir avuç toprak içinde iktidar savaşı sıcak çatışmanın içinde gelişmektedir... Dağılan kadroların yeniden bir araya gelmesi, yeni yol haritaların çıkarılması, tabanda yer alan lojistik ve istihbarat konusunda deneyimli olanların öne çıkması ile kadrolar içinde de ayrışma kaçınılmazdır…

 

Geçmişin şanlı günlerinin tekrar geleceğini düşünenler, kaybedilen ülke için değil, kaybedilen güçlerinin arkasından ağıt yakmaktadır.

 

Yeniden o güçlerine kavuşmak için oluşan ortama uygun yeni ittifaklar içindedirler...

 

Kadrolar için zaman durmak zamanı değildir, mücadele etmek ve yola devam etmektir… eğer pasif konuma düşerlerse geçmişin suçlarından dolayı yargılanmak gibi bir durum ile karşı karşıya kalabilirler, çünkü suçlar hep pasif olanların üzerine atılır. Sonuçta fail belli olursa ortada faili meçhul olay kalmaz ve geçmiş bir anlamı ile temizlenir. Hesaplaşma bir anlamda ertelenmiş ya da üstü örtülmüş olur.

 

Abdülkadir Kemali Öğütçü, zeki bir insandır, gelmekte olanı gören ve ona göre konumlanan biridir. Talat Paşa hayranlığı ve ona bağlılığı öyle göstermelik değildir. Doğan kızına isim verecek kadar çok sevmektedir…

 

1920 yıkında milletvekili olarak meclise girer, 25 Kasım 1920'de Pozantı İstiklal Mahkemesi Başkanı olarak atanır... Mahkeme heyetinin nasıl çalıştığına elbette yaşayarak tanık olur… Birkaç günlük bakan olarak atanır, sonra geri alınır ve o mecliste muhalefet tarafında yer alır… İktidarın getirmiş olduğu bir çok yasa teklifine karşı mecliste söz alır…

 

1923 yılında artık vekil değildir, çünkü onu vekil yapmak için artık gerekçede yoktur, muhalefet olmakla oluşmakta olan yeni devlet yapılanmasının dışına düşmüştür…

 

O da avukatlık mesleğine döner, Adana’da büro tutar…

 

Bir muhalif avukat…

 

24 Eylül 1930'da oluşan siyasi atmosferden faydalanır ve  Ahali Cumhuriyet Fırkası'nı kurar, çünkü mahkeme salonları onun muhalefet yapacağı alanlar değildir, zaten istiklal mahkemesinin nasıl karar aldığı ve uyguladığını birer bir şahit olmuştur…

 

Devlet acımasızdır, ne karar almışsa onu uygulamaktadır.

 

Rejim muhalefete karşı sabırsızdır, muhalefet etmek devrimlerin geriye dönmesi anlamına gelmektedir... Mutlak itaat eden kadrolar ile yoluna devam edecektir…

 

Ahali Gazetesi ile muhalefet yapmaya çalışan parti başkanı elbette özgür değildir, örgütlenme ve halka buluşması kısıtlıdır. Kısa süre içinde de zaten sesi kısılır ve kapatılır… Kendisinden "bir daha muhalefet etmeyeceğine" dair senet alınır. Bir süre sonra devlet içinden onun yargılanacağına dair bir duyum ulaştırılır.

 

İstiklal mahkemesi bu sefer kapatılan yayın organları partiler için çalışmaya başlamıştır…

 

Yargılanacağı konusundaki haber içeriden gelmiştir ve durum ciddidir, mahkemeye çıkanların zaten savunma hakkı yoktur, yukarından gelen karar neyse o uygulanacaktır.

 

Kaçmaktan başka bir yol yoktur ve kaçar...

 

1939 yılında çıkan genel afa kadar yurtdışında yaşamak zorunda kalır ve af ile birlikte uysal, muhalif olmayan bir şekilde ülkesine geri döner... Devletine ve liderine biat etmiştir ve onun çıkarını gözeterek karar almıştır... 26 Temmuz 1949 tarihinde son nefesini verene kadar şifalı bitkiler üzerine yazı yazarak devleti ile çatışmamaya çalışmıştır…

 

Abdülkadir Kemali Öğütçü muhalif kimliğinden sanırım çocuğu da muhalif olmuş ama bu sefer sınıf perspektifinden hayata bakacaktır. Orhan Kemal, elbette babasının yaşamını çok iyi biliyordu, o da babası gibi gazete, yazarlığa doğru adım atarken başına neler geleceğini, nasıl bir yaşamın içinde olacağını biliyordu. Ve tercihini yaparak bir birinden çok değerli eserler meydana getirmiş ve edebiyat dünyamıza ve ülkemize çok şey katarak aramızdan ayrılmıştır.

 

Onun fötr şapkası ile bir kahvede halkın arasında çay içerken fotoğrafına bakıyorum, yüzündeki çizgilere. O çizgiler babasının tecrübesini de taşıdığını görüyorum, inatla, inançla dik yürüdüğüne bakıyorum… Aç kalmayı göze almıştır ama boyun eğmek yerine emeğini satarak her işi yapacak kadar alçak gönüllüdür.

 

İttihat ve Terakki Partisi kadroları içinde yer almışların çocuklarını düşünüyorum sessizce…

 

Can Yücel geliyor aklıma, babasına yazdığı şiir dökülüyor dilimden… 

 

Sabiha ve Zekeriya  serteleler geçiyor gözümün önünden, Tan Gazetesi/ matbaası ve yakılan bir birikim… 

 

Bugün İttihat ve Terakki Partisi binası yok, bir zamanlar Cumhuriyet Gazetesine ev sahipliği yapıyordu, ikinci dünya savaşı sırasında Nazilerin istihbarat merkezi gibi, sanki propaganda üretim yeri gibiydi…

 

Tek tek belleklerimizden silinen bir geçmiş ve iç içe geçmiş hayat hikayeleri...

 

Bir dönem kadrolar bir ülkeyi yıktı, yeninde kurdu ve devamlılığını sağladı…

 

Kadroların hayatı aslında ülkemizin tarihidir…

 

Bir bölümü darağacında bedeni sallandı, bir bölümü kaçarken vuruldu, bir bölümü elini bolca kana bulaştırdı, elini temizlemek isteyen kadrolar elleri kanlı kadroları bir bahane ile yok etmesi…

 

Bugün resmi tarih içinde anılanlar, anılmayanlar, hain olarak gösterilenler, kahraman olanlar hepsi bir kadro hareketinin görünür halidir…  

 

Kendi idealleri için katliam yapmaktan çekinmeyen, “tehcir” gibi kökten temizlik olarak kabul edilen kararı alacak kadar gözlerini karartmış kadrolar, kendisi gibi düşünmeyeni öldürmekten ve sürmekten çekinmeyen kadroların kurmuş olduğu bir devletin içinde yaşıyoruz…

 

Popüler bir deyime dönüştü, “yüzleşmek, helalleşmek, hesaplaşmak…” bakalım bu kelimelerin altını dolduracak bir kadro var olacak mıdır?

 

İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.