Baskı, Algı ve Politika: Türkiye’de Kürt Sorunu
Türkiye’nin modern devlet şeklinde ortaya çıkmasından sonra,
devletin yaklaşımı herhangi bir Kürt diyarını “fethetme” değil, “yok etme” ya
da bir daha başını kaldıramayacak kadar “etkisiz” hâle getirme stratejisi
olarak şekillenmiştir. Koçgiri, Dersim, Ağrı ve Şeyh Sait gibi Kürt isyanları,
“devlete karşı ayaklanmalar” olarak sunulmuş; bu olaylar gerekçe gösterilerek
çatışmaların yaşandığı bölgelerde “derin temizlik” uygulanmış veya benzer
kalkışmaların bir daha yaşanmaması için sert önlemler alınmıştır.
Devletin bölgeye yaklaşımının, birçok tarihçiye göre,
yalnızca bir “isyana müdahale” değil, daha geniş bir “sosyopolitik mühendislik
projesi” olduğu düşünülmektedir. Benzer bir yaklaşım, yakın tarihte ve
günümüzde de sürmekte; Irak, Suriye ve İran bağlamındaki meseleler “sorun”
değil “terör” çerçevesinde ele alınmakta ve çözüm, askeri ve siyasi baskı
yoluyla biat ettirme üzerine kurulmaktadır.
Bu politikanın, küresel dengelerin elverdiği ölçüde devam
ettirildiği belirtilmektedir. Fırsat bulunduğunda “derin temizlik” yöntemlerine
başvurulmuş; tehcir, yatılı okullar, çeşitli asimilasyon araçları ve büyük
şehirlerde eritme politikaları bilinçli biçimde, hukuka uygun gösterilerek
hayata geçirilmiştir. Bu yaklaşım, pek çok Türk tarihçi ve bu alanda söz
söyleyen kişi tarafından benimsenmiş; zamanla bir düşünce yapısı ve siyasi
duruş hâline gelmiştir.
Mecliste kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi
Komisyonu” adı dahi, Kürt sorununun üzerini örten bir perde niteliği
taşımaktadır. Sorunun kendisinin tartışılmasından çok, “terörsüz Türkiye”
söylemiyle açılımın yalnızca terörü engellemek ve güney sınırlarımızda
oluşabilecek Kürt devletlerini önlemek amacıyla gündeme getirildiği ifade
edilmektedir. Bölgedeki askeri operasyonlar ise, siyasetin sessizliğinin “milli
mutabakat” ile devlet politikasına yansıdığı yorumlarıyla açıklanmaktadır.
Kürt devletinin oluşacağı fikri, toplum içinde bir tehdit
algısı olarak canlı tutulmakta; son olarak Barzani’nin Cizre’de düzenlenen bir
etkinliğe, ellerinde uzun menzilli silahlar bulunan korumalarıyla katılması bu
algıyı kamuoyunun gözleri önüne sermektedir. Bu korku, sınırda yapılan
etkinlikler aracılığıyla bilinçli biçimde pekiştirilmekte; Suriye politikası ve
Kürt sorununa yaklaşımda siyasetin toplumu arkasına alması sağlanmaktadır.
Ülkemizdeki Kürt sorunu çözülecek mi, yoksa çözümsüzlüğü
“birlikte yaşam” adı altında, devletin değişmeyen duruşu ve Kürt kökenli
vatandaşlara bazı hakların verilmesi ile mi çözülmeye çalışılacak? Yoksa eşit
vatandaşlık hakkı gibi, bugün siyasilerin duymak istemediği bir çözüm dışarıdan
baskı yoluyla mı dayatılacak?
Dolayısıyla, Ortadoğu’daki her gelişme Türkiye’de
karşılığını bulmaya devam edecektir. Kürt sorunu, acaba gerçek anlamda bir
sorun olarak algılanacak mı? Çok kültürlü bir devlet anlayışı içinde, nefret
söyleminin yerini hoşgörünün alacağı bir atmosferde mi çözülecek?
İsmail Cem Özkan