Galata Gazete


14 Aralık 2025 Pazar

Baskı, Algı ve Politika: Türkiye’de Kürt Sorunu

Baskı, Algı ve Politika: Türkiye’de Kürt Sorunu

Türkiye’nin modern devlet şeklinde ortaya çıkmasından sonra, devletin yaklaşımı herhangi bir Kürt diyarını “fethetme” değil, “yok etme” ya da bir daha başını kaldıramayacak kadar “etkisiz” hâle getirme stratejisi olarak şekillenmiştir. Koçgiri, Dersim, Ağrı ve Şeyh Sait gibi Kürt isyanları, “devlete karşı ayaklanmalar” olarak sunulmuş; bu olaylar gerekçe gösterilerek çatışmaların yaşandığı bölgelerde “derin temizlik” uygulanmış veya benzer kalkışmaların bir daha yaşanmaması için sert önlemler alınmıştır.

Devletin bölgeye yaklaşımının, birçok tarihçiye göre, yalnızca bir “isyana müdahale” değil, daha geniş bir “sosyopolitik mühendislik projesi” olduğu düşünülmektedir. Benzer bir yaklaşım, yakın tarihte ve günümüzde de sürmekte; Irak, Suriye ve İran bağlamındaki meseleler “sorun” değil “terör” çerçevesinde ele alınmakta ve çözüm, askeri ve siyasi baskı yoluyla biat ettirme üzerine kurulmaktadır.

Bu politikanın, küresel dengelerin elverdiği ölçüde devam ettirildiği belirtilmektedir. Fırsat bulunduğunda “derin temizlik” yöntemlerine başvurulmuş; tehcir, yatılı okullar, çeşitli asimilasyon araçları ve büyük şehirlerde eritme politikaları bilinçli biçimde, hukuka uygun gösterilerek hayata geçirilmiştir. Bu yaklaşım, pek çok Türk tarihçi ve bu alanda söz söyleyen kişi tarafından benimsenmiş; zamanla bir düşünce yapısı ve siyasi duruş hâline gelmiştir.

Mecliste kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” adı dahi, Kürt sorununun üzerini örten bir perde niteliği taşımaktadır. Sorunun kendisinin tartışılmasından çok, “terörsüz Türkiye” söylemiyle açılımın yalnızca terörü engellemek ve güney sınırlarımızda oluşabilecek Kürt devletlerini önlemek amacıyla gündeme getirildiği ifade edilmektedir. Bölgedeki askeri operasyonlar ise, siyasetin sessizliğinin “milli mutabakat” ile devlet politikasına yansıdığı yorumlarıyla açıklanmaktadır.

Kürt devletinin oluşacağı fikri, toplum içinde bir tehdit algısı olarak canlı tutulmakta; son olarak Barzani’nin Cizre’de düzenlenen bir etkinliğe, ellerinde uzun menzilli silahlar bulunan korumalarıyla katılması bu algıyı kamuoyunun gözleri önüne sermektedir. Bu korku, sınırda yapılan etkinlikler aracılığıyla bilinçli biçimde pekiştirilmekte; Suriye politikası ve Kürt sorununa yaklaşımda siyasetin toplumu arkasına alması sağlanmaktadır.

Ülkemizdeki Kürt sorunu çözülecek mi, yoksa çözümsüzlüğü “birlikte yaşam” adı altında, devletin değişmeyen duruşu ve Kürt kökenli vatandaşlara bazı hakların verilmesi ile mi çözülmeye çalışılacak? Yoksa eşit vatandaşlık hakkı gibi, bugün siyasilerin duymak istemediği bir çözüm dışarıdan baskı yoluyla mı dayatılacak?

Dolayısıyla, Ortadoğu’daki her gelişme Türkiye’de karşılığını bulmaya devam edecektir. Kürt sorunu, acaba gerçek anlamda bir sorun olarak algılanacak mı? Çok kültürlü bir devlet anlayışı içinde, nefret söyleminin yerini hoşgörünün alacağı bir atmosferde mi çözülecek?

İsmail Cem Özkan

8 Aralık 2025 Pazartesi

Her an kendini kanıtla

Her an kendini kanıtla

Hayatımızı belirleyen şey, “Bugün performansımız nasıldı?” sorusu olmaya doğru evrildi. Önceleri makinelerin performansına bakılırdı; sonra işçilerin… Öyle ki, uyumasından boş zamanında ne yaptığına kadar her şey araştırıldı. İşveren için daha “verimli” nasıl hizmet edeceği bile performans çizelgesinin bir parçasına dönüştü. Performansı düşük olan ıskartaya çıkar; çıkarmasa bile ilaç sanayisi devreye girer. Çünkü performansı artırmak için artık her tür ilaç var: eczanelerde satılandan merdiven altı üretilene kadar, hepsi aynı “mavi” vaatle sunulur.

Dün sanat galerisinde “performans” kelimesini kullanırken bunu hissettim. Sergisiz galeri, yani boş alanın izleyicisi olmaz; geleni gideni yoktur. “Her boşluk değerlendirilmeli,” dedim. Sonra fark ettim: Bu düşünce bile performans mantığının ürünü. Çünkü çalışırken iş arayan daha çabuk iş bulur; çalışan insanın performansı gözle görülür, değeri ona göre biçilir. Sonuçta o çalışanın fiyatı da maaşıdır.

Eve geldim, televizyonu açtım. Aa! Neredeyse tüm programlar performans üzerine kurulu. Her yarışmada yarışmacı performansıyla ölçülüyor; biri göğe çıkarılıyor, diğeri gömülüyor. Hararetli tartışmalar, bağrışmalar… Tüm TV programları performansına göre ayakta kalacak ya da yok olacak. Onlar da içlerine aldıkları oyuncu ve yarışmacıların performansına bağlı. Kısacası acımasız bir kapitalist düzen: Düzeni kuran belli, düzülmek için performans sergileyen belli.

Sonuç mu? Hayatımızı artık performansımız belirliyor. Performansınız yoksa cebinizde para da yoktur. Paranız yoksa nefes almanız bile düzen için zarardır. Yok oluşunuz kaçınılmazdır: Önce görünmez hâle getirilirsiniz, sonra unutulursunuz; bir köşede ölürsünüz ama kimse fark etmez—ta ki kokunuz kapitalist düzeni rahatsız edene kadar.

Kapitalizm sizi her an ölçer; çünkü ölçtüğü anda sizi mükemmel bir ham maddeye dönüştürür.

Performansın olmadığı yerde kâr yoktur; kârın olmadığı yerde insanın hiçbir anlamı yoktur.

Doğal olan—durmak, düşünmek, dinlenmek, vazgeçmek, hata yapmak, huzur aramak—kapitalizm için “verimsizlik”tir. Bu yüzden doğal olanı yok eder, yerine yapay bir makine-insan prototipi koyar. Üstelik bu makineye “özgürsün” der; ama verdiği özgürlük her an yeni bir performans talebiyle zehirlenmiştir.

Çevremize bakışımız bile değişti. Artık başkalarını insan olarak değil, birer “karşılaştırma verisi” olarak görüyoruz.

Performans dediğimiz şey insan için değil, düzen için çalışır.

Ve performansımızın olmadığı gün düzen bizi hemen yok saymaya hazırdır: Görünmez oluruz, unutuluruz, bir köşede yok oluruz. Yeter ki kokumuz kapitalist düzenin burnuna ulaşmasın.

Kapitalizm insandan önce kârı, kârdan önce verimi, verimden önce performansı düşünür.

İnsan ise bu zincirin en ucuna iliştirilmiş bir “kullanım nesnesi” olmaktan öteye geçirilemez.

İsmail Cem Özkan

5 Aralık 2025 Cuma

Aynılaştırılan Bedenler, Silinen Kimlikler

Aynılaştırılan Bedenler, Silinen Kimlikler

Oyunda sermayenin insanı nasıl gönüllü dönüştürdüğüne sık sık tanık oluruz. Patron, ürettiği ürünün oluşum aşamasında yer alan mühendisi aynı zamanda pazarlamacı olarak görür; çünkü ona göre ürünü en iyi anlatacak kişi onu yaratandır. Fakat bir engel vardır: Mühendis, pazarlama yapamayacak kadar çirkindir. Yüzü patron tarafından “uygun” bulunmaz. Bu nedenle şirket, Alp Dağları’na bakan lüks bir otelde yapılacak sunuma onun yerine asistanını göndermeye karar verir.

Mühendis Lette bunu kabullenemez. Hayatında ilk kez yüzü, işiyle arasına girer. Bilgisi ve emeği tartışılmazdır ama görünüşü patronun satış stratejisine uymaz. Son yıllarda büyük şirketlerin ürünlerini sahiplerinin ya da marka yüzlerinin gösterişli sunumlarla tanıttığını düşününce mesele sadece bir yüz meselesi olmaktan çıkar…

Pazarlamanın gücü arttıkça güzellik de “bir değere” dönüşür. Ürün satarken insan da kendini satmanın bir aracına döner. Lette’nin yaşadığı tam olarak budur. İcat ettiği yüksek voltaj konektörünü anlatma hakkı elinden alınmıştır. Bu, onun için yalnızca bir iş meselesi değil, bir onur kırılmasıdır. Evine döndüğünde daha acı bir gerçekle karşılaşır: Eşi de onun yüzüne, gözlerinin içine bakmamaktadır. Çirkinlik artık sadece işyerinde değil, evlerinde de görünür bir sorundur.

Oluşan bu krizden çıkış yolu olarak estetik ameliyatı seçer ve “kendi isteğiyle” yüzünden vazgeçer. Bu vazgeçiş, beraberinde yeni bir dünyanın kapılarını açar.

Yeni yüzüne kavuşunca bu kez sunumlara gönderilen kişi olur. Hem ürünü tanıtır hem patronun çıkarı için yeni yüzünü pazarlamaya başlar. Çekiciliği o kadar dikkat çeker ki herkes onun gibi olmak ister; tercih edilen, aranan, cazibeli biri hâline gelir. Kadınlar onunla birlikte olmak için sıraya girer.

Bu durumdan elbette yalnızca Lette faydalanmaz. Doktor da ameliyatı ve başarısını duyurmak için bilgilendirici bir sunum hazırlar ve kısa süre içinde müşteri sayısı artar. Bir süre sonra doktor bu yüzü standartlaştırır; aynı kalıptan çıkmış erkekler çoğalır.

Sonunda Lette’nin eşi bile ona benzeyen bu yeni erkeklerle birlikte olmaya başlar. Lette artık kendi yüzünün çoğaldığını görür; kimliği bulanır ve kendisini yeni bir krizin içinde bulur. Eski hâlini arar ama geri dönüş yoktur.

Toplumda kabul görmek uğruna aynılaşmak, özgünlüğü ve kişiliği silerken geriye sadece tüketilebilir bir beden bırakır. Çirkin, bunu sert ama komik bir dille hatırlatıyor.

Oyunun sahneye yansıması ise bu temayı güçlendiriyor. Yelda Baskın, absürt metni epik bir yorumla sahnelemiş. Mikrofon kullanımı, çıplak ses, oyuncuların beden dilleri ve hareket düzeni son derece dengeli. Sahnede hiçbir şey abartılmıyor; her ayrıntı, hikâyenin içindeki yabancılaşmayı artırıyor.

Oyuncuların rol geçişleri özellikle etkileyici. Tolga İskit, Lette rolüyle sahnede adeta devleşiyor. Hem vücut dili hem mimikleriyle dikkat çekiyor; her bölümdeki ruh değişimini sesiyle ve ışık değişimlerine göre konumlanışıyla ustalıkla aktarıyor. Yer yer mim tiyatrosunun öğelerini kullanarak karakterin iç dünyasını bedensel bir anlatıya dönüştürüyor. Yüzünde maske olmadığı hâlde, Lette’nin hem “çirkin” hem de “yakışıklı” olarak sunulduğu sahnelerdeki ruhsal kırılmaları beden dili ve yüz ifadeleriyle etkili biçimde seyirciye geçiriyor.

İlkin Tüfekçi, Lette’nin eşi ve estetik müdahalelerle gençleşmiş patron kadın rollerini ışık değişimlerini kullanarak tek beden içinde net biçimde ayırıyor. Bu geçişler, sahnede neredeyse bir transformasyon izlenimi yaratıyor.

Ali Rıza Kubilay’ın patron ve doktor karakterlerini bedenini eğip bükerek ayrıştırması hem komik hem de çarpıcı bir etki bırakıyor; oyuncunun fiziksel yaratıcılığı karakterler arasında güçlü bir kontrast kuruyor.

Can Esmeray’ın asistan ve oğul rollerine geçişi ise o kadar doğal ki sahnedeki akış hiç kesintiye uğramıyor. Rol değişimleri teknik bir beceri gösterisine dönüşmek yerine hikâyenin ritmine kusursuz şekilde hizmet ediyor.

Dekor ve ışık da oyunun güçlü parçaları. LED çerçeve içinde üç boyutlu bir etki yaratan sahne düzeni, mekânı hızlıca dönüştürüyor: Bir anda ameliyathaneye, ardından bir otele ya da şirket bürosuna dönüşen minimal ama işlevsel bir tasarım. Bu dönüşüm, oyunun “yeni kimlik – yeni yüz – yeni rol” döngüsünü görsel olarak tamamlıyor.

Kısacası, oyuncular sahnede Yelda Baskın’ın imzasını ve anlayışını kusursuz şekilde seyirciye aktardığı için sahne — seyirci koltuklarından yükselen alkışlarla — ayakta bir saygı duruşuna dönüşmüş; emeğe verilen değer görünür hâle gelmiştir. Ve bu alkış yalnızca oyunculara değil, bize de çarpıyor: Kendi yüzümüzü ne kadar koruyabildik; yoksa çoktan bir başkasının suretine mi dönüştük?

İsmail Cem Özkan

Çirkin

Yazan: Marius Von Mayenburg

Yöneten: Yelda Baskın

Çeviren: Dilek Altuntaş

Dramaturg: Ceren Ercan

Dekor Ve Işık Tasarımı: Kerem Çeti̇nel

Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu

Hareket Düzeni: Esra Yurttut

Müzik: Okan Kaya

Yönetmen Yardımcısı: İrem Sultan Cengi̇

Reji Asistanı: Arda Akyüz

Oyuncular: Tolga İskit, Ali Rıza Kubilay, İlkin Tüfekçi, Can Esmeray

Teknik Ekip: Emre Demi̇r, Erdal Kütük, Onur Bi̇rinci

Aksesuar: Süleyman Güngör, Zekeriya Konya,  Murat Demi̇rtaş

Işık Kumanda: Kazım Yüksel

Işık Teknik: İlker Dursun, Cihan Gürleyen

Ses Efekt: Fahri Karaca, Erdal Tok, İskender Sapa

Kostüm: Filiz Kaplan, Burak Kayık