Galata Gazete


11 Ekim 2016 Salı

Kimlikli kimliksizler!

Kimlikli kimliksizler!

Ulus devlet projesi bir coğrafya içinde yaşayan her insana bir vatandaşlık kartı vermesi ile başladı. Vatandaşlık belgesi aynı zamanda homojen toplum yaratmak için bir projenin de ilk adımı oldu. Artık toplumlar imparatorluklarda olduğu gibi çok çeşitli, her dilin özgürce kullanıldığı, öğrenimin küçük cemaatler içinde yapıldığı alan olmaktan çıkarılıyor ve birey devlet için var olmaya ve devletin bekası için çalışmaya güdülendi. Çok kültürlüğün yerini devletin hakim olan görüşüne uygun yeni bir kültür yaratıldı. Tarih yeniden yazıldı ve hakim olan kültürün geçmişi yeniden yorumlandı ve yeni destanlar ve öyküler bu geçmişin içine monte edildi.  Kısaca ulus devlet kendisini tanımlamak için yeniden bir ulus yarattı ve o ulusun o coğrafyaya tek hakim olduğu fikrini yaymak için eğitim kurumları kurdu ve insanlar öğrenimden eğitime doğru geçiş yaptırıldı. Ulus devleti homojen olacaktı, homojen olması içinde o güne kadar insanlığın bulduğu tüm işkence yöntemlerinden daha kötüsü bilimin kullanılması ile bulundu. Eğitim!

Eğitilmiş insanlar aptallaştırılıyordu, çünkü bir kalıp şeklinde düşünülmesi ve devletinin hizmetinde olan ve devletin de kendi halkının iyiliğini düşünen bir yapıya dönüştürülmesi ivedilikle hayata geçirildi ve bu geçiş dönemi sermaye birikiminin oluşması ve yeni yaşam ve düşünce yöntemi kapitalizmin feodal ve kırpıntılarının üzerine oturması anlamına geliyordu. İmparatorluğun mutlak hakimiyetinin yerini para ve ona sahip olanlar alıyordu ve kısa sürede de aldı.

İmparatorluktan kalanlar hemen ortadan buharlaşmadı, yok olmadı. Onlar da o coğrafyanın içinde yaşamaya devam ettiler. Önceden planlandığı gibi her şey kısa sürede çözülmedi, ulus devletin sorunları ve projenin aksayan yönleri kısa sürede hayatta karşılığı çatışma olarak ortaya çıktı. İmparatorluk coğrafyası bu çatışmanın sonunda küçülmeye ve geniş topraklardan daha çekirdek diyebileceğimiz bir alana doğru kayma söz konusu oldu. Sömürge imparatorlukların yerin emperyalist devletler alıyordu ve de bu kaybedilen topraklar üzerinde emperyalist devletlerin çıkarını kollayan ve onlar için uydu olarak çalışacak yeni tip sömürge devletler kuruldu. Her ne kadar bağımsız ve özgür gibi gözükseler de geçmişten gelen bir bağımlılık ilişkisi içinde yeni birlikler ve müttefik ilişkileri kuruldu. O ülkelere de gelişmekte olan ülkeler adını verdiler. Bu gelişmekte olan ülkelerin sınırları onların bağımsızlık savaşları veya büyük savaşların sonunda cetvel ile sınırlar emperyalist devletlerin rızası ve bilgisi dahilinde o ülkelerin siyasi insanları tarafından çizildi. Yeni devletler, yeni bayraklar ve yeni piyasa koşulları artık evrensel boyutta kendisini ifade etmeye başladı. Bu ifade ulus devletin bir coğrafya içinde sermaye birikimi evresinin de sonu anlamına geliyordu. Sermaye ulusların üstünde hakimiyet kurmak istiyordu. Ve bu hakimiyet sessizce emperyalist politikaların sonucunda olacaktı. Savaşlı ya da savaşsız artık dünya sermaye sahipleri tarafından paylaşılacaktı. En kaba sermaye yayılımı amerikan iki içecek firmasın dünyaya yayılması ve lojistik olarak dağılımına bakarak görebiliriz. Coca Cola ve Pepsi iki şirket aynı alanda üretim yapıyor ve tüketimi teşvik ederken bir birinin pazarlarına ancak tampon bölgelerde giriyor ve esas yayılımını ve satışını kendi aralarında yaptıkları anlaşmaya uygun şekilde yapıyordu. Bazı ülkelerde Pepsi çok tüketilirken Coca Cola o ülkede az tüketilebiliyordu, tersi durumda söz konusu olan ülkelerde vardı, rekabet eder gibi gözüken ama aslında rekabet etmeden tüketimi teşvik eden iki ayrı firma yeni ‘kızıl elma’ oluyordu. İmparatorlukların sömürge için hedefi olarak ortaya koyduğu kızıl elma efsanesinin yerini başka hedefler alıyordu ve aldı da! Bu arada ulus devlet içinde diğer halklar asimilasyon ile devlet ulusu içinde eritilmeye devam edildi ve büyük oradan da başarıya ulaştılar…

Her ne kadar büyük oranda başarıya ulaşılmış gibi olsa da halen devam eden sorunların başında yer almaya devam ediyor. Ulus devlet hiçbir zaman gerçek anlamda homojen bir toplum yaratılamadı. Soykırım ve katliamlar ile de bu sorunu ortadan yok edemedi. Ulus devlet projesinin aksak yönleri elbette var olan sistemin tıkanmasını ve yeni çözüm yolların açılması anlamına gelmekteydi ve liberal ekonominin devlete hakim olması ile birlikte ulus devletin tüm birikimleri ve devlete yüklenen anlamların için boşaltıldı ve yeniden yapılanma sürece girdi.

Bu yeni sürecin yeni sömürge devletlerde daha fazla etkisi olacağı çok önceden belliydi, çünkü ideal ulus devlet oluşmadan yeni sömürgeye uygun bir ulus devlet yaratılmış ve kolajlanmış bir yapıya sahiptir. Gevşek bağlar ile ulus devlete bağılı olanlar bu liberal politikalardan etkilenmemesi mümkün değildi, devlet kuruluşunda yer alan ayaklanmalar ve itirazlar bu dönemde ortaya çıktı. Devletler için sorunların ortaya çıkması şaşırtıcı değildir, kontrollü kriz en olması gereken olarak bir politik tercih olarak ortada durur. Devletler kendi varlığını devam ettirebilmek için kontrollü krizler yaratır ve o krizler ile toplum içine fısıldar, “bensiz sizler aslında bir hiçsiniz ve o yüzden beni kollayın ve de koruyun” der.  Ulus devletin yerini hala henüz netleşmemiş bir devlet alırken ulusların yumuşak karnı olan ulus sorunu yeniden ortaya çıkarılmış ve kimlikler, kültürler yeninde kendisini bulmak ve biçimlendirme dönemine girdik. Bu dönemin çatışması kontrol dışına çıkabilir, çünkü devlet değişimdedir ve artık kontrollü değildir. Eskisi gibi bir sınır içinde değildir, sorun evrenseldir. Evrensel olan sorunların kontrolü daha karmaşıktır ve çıkar çatışmaları bu sorunun yakıcı veya daha hafif geçişini ortaya çıkarabilir.

Ulus devletinin yapısal olarak ortaya çıkardığı bu sorun kimlikli insanların kimliksizleştirilmesine karşı bir isyanıdır. Devletin ulusundan olmayanları, kültürüne uymayanları ve popüler söylem ile ötekileştirilenlerin isyanı bu geçiş dönemin karakteristik özelliğidir. Çünkü yok sayılanlar, yok kabul edilmişlerin yeninden kimliklerine kavuşma süreci… Bu süreçte kendi kimliğini yeniden kavuşanlar ve yeninde ifade etmeye çalışanlar içinde de birçok çelişkinin de olması doğaldır, el yordamı ve olayların iteklemesi ile bir tarafa doğru çekilmektedir insanlar. Ülkenin siyasi iradesi siyasi çıkarları cepheleşmeyi getiriyorsa, halklar arasında çatışma körüklenir. Sıcak çatışmanın hakim olduğu yerlerde akıl yerini duygular aldığında linç kültürü toplumu kucaklar ve salgın hastalık gibi yayılır…

Bizler ne olursa olsun bir arada yaşamak zorundayız. Hangi sistem olursa olsun, hangi devlet kavramı hayata geçirilirse geçirilsin Anadolu topraklarında yüzlerce kültür bir arada yaşamıştır. Tarihin sayfalarında savaşların tozlu ve kanlı kelimeleri bize gelmektedir, fakat her tarih olayı bize başka şeylerde fısıldar, birilerin çıkarı zaman içinde yok olmuş ve o savaşlar da anlamsızlaşmıştır. Yok olan kültürler, yok olan insanlar ile sorunlar çözülmüyor…  Bir arada yaşamak zorundayız. Bir arada yaşamak demek, herkesin aynı dili konuşması ve aynı şekilde olaylara refleks vermesi değildir... Değişik tepkiler, kültürler o toplumun zenginliğini ortaya koyar, her birey aynı davranırsa, aynı dili konuşursa, aynı pencereden bakarsa orada çok kültürlülük olmaz, asimile olmuş ve üst kimlik kavramına biat edenler olur ki, üst kimlik diye bir şey yoktur, sömürgelerin çıkardığı kuru bir laftan başka şey ifade etmez... Bir arada olmanın birinci koşulu ayrımsız bütün kültürlerin eşit olduğu ve fırsat verildiğinde zenginleşeceği fikrine sahip olmaktan geçer...

Kimlikli kimliksizlerin yerini kimlikli insanların alacağı bir dünya olacağı kabul ediliyor, umarım bu geçiş süreci çok kanlı olmadan ve barış ve huzur ile geçiş yapabilelim.


İsmail Cem Özkan 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.