Güzel bir dostun arkasından…
Sivas’ın Gemerek ilçesinin güzel bir yerleşimi vardır,
Çepni. Elbette bir çoğunuz ülkemiz içinde Çepni isimli bir yer ile
karışılırsınız, çünkü bir çok yerde Çepni ismini kullanan köy, nahiye vardır.
Çepni bir göçmen kolunun adı ve göç edenler kendi isimleri ile anılırlar.
Benim yolum üniversite yıllarında kesişti o köy ile.
Gittiğimde köydü, şimdi sanırım başka bir isim ile anılır olmuş, büyümüş…
Üniversite arkadaşım Celalettin Uludağ ile o köye gittik, o köyün ilginç bir
yanı var, köy iki bölümden oluşuyor, yukarı ve aşağı mahalle … Aşağıda yaşayan
Alevi, üst tarafta oturan Suni inançlı. Yolun başlangıcında gittiğimde samanlık
olan ve karakol olan bir kilise kalıntısı, o kilise yeniden restore edilip
ayağa kaldırılıyordu en son aldığım bilgide… Osman Kavala o kilisenin ayağa
kaldırılması konusunda çok heyecanlıydı, ilk defa bir köy kendi imkanları ile
kilisesini ayağa kaldırıyordu, geçmişine sahip çıkıyordu. Onun sevinci benimde
sevincim olmuştu, o köy üzerine yazdığım bir de öyküm vardı. Benim de içinde
yaşadığım bir köy olmuştu, düşüncelerimde, öykümde, geçmişimde bir imza… O
imzanın mimarları arasında Celalettin’in dışında onun ağabeysiydi.
Türkay. Mahkeme kararı ile bu ismi almıştı, babasının
verdiği ismi değiştirmişti. Nasıl değiştirmesin, inancının tam tersiydi... Babası
sağ görüşü benimsemiş olması onun insani ilişki içinde ve çocuklarının solcu
olmasını engellememişti. Hoşgörü köyüydü, yaşanmışlıkların çıkarılmış bir ders
vardı. Yok edilmiş, sürgüne gönderilmiş Ermenilerin yerlerinde anılar ve bir de
kilise kalmıştı. Kilise onların geçmişini sembolize ediyordu, devletin karakolu
o kilise gelip yerleşmiş olması da dünden bugüne bırakılan bir dersti…
Konumuz elbette Türkay, çünkü onu Ankara’da tanıdım köyüne
gitmeden önce. Bir öğrenci evinde. Bir imecenin içinde, okuma telaşı içinde
olan türkü sevdalısı abi kardeş. Darlık yaşamışlardı, ekonomik kriz içinde
öğrencilik. Dar bütçesi olanlar yan yana gelir ve öğrenci evleri yaratılır
okurken…
Öğrenciler yan yana gelir ve ev kiralarlar ve ortaya bir
öğrenci evi yaşanır şekilde yaratılır.
Öğrenciler kiralamak zorundalar, çünkü hayat onlara başka
yol bırakmamıştır.
Küçük bir bütçe ile okunacak ve diploma alınacak.
İşte yoldaşım, arkadaşım, dostum Türkay'ı öyle bir evde tanıdım.
Kardeşi benim yoldaşımdı ki hala yoldaşımdır. O bizlere yardım eden, ihtiyacı
olana burs sağlamaya çalışan hukuk fakültesinin öğrencisi olmak dışında iyi bir
Türk Halk Müziği sanatçısıydı. Sahnede yerini alır ve içinden geldiği gibi
söylerdi. Musa Eroğlu, Yavuz Top, Arif Sağ üçlüsünün “muhabbet konserleri” onun
Ankara’da ki adresiydi... Ahmet Yıldız’ın açmış olduğu kültür merkezi bizim en
çok zaman geçirdiğimiz yerdi, nasıl olmasın ki, o Halkevleri Genel Başkanlığını
yağmış, boyun eğmemiş, Halkevi üyesi olan tüm devrimcileri savunmuş biriydi.
Benim de papyonlu amca dediğim ama daha sonra abi dediğim güzel bir insandı…
Burslar çok önemliydi, o dönemde burs işi ile ilgilenen
Almanya’da hukuk eğitimi yapmış bir avukat abimiz vardı, onun sayesinde bir çok
ekonomik zorluk içinde olan solcu öğrenci burs alıyordu. O ilişkiyi de Türkay
sağlıyordu. Fakir öğrencinin bir
umuduydu bir anlamda…
Türkay, benim gözümde sazı elinde türkü söyleyen, kendi
çapında besteleri olan ve döneme uygun bir grup kurup sahneye çıkandı. Benden
büyüktü, o büyüklüğün getirmiş olduğu bir ağırlık vardı, bir de 12 Eylül’ün
üzerinde yüklediği ağırlık. Arkadaşları işkenceden geçmiş, ağır bedeller
öderken o dışarıda ağır işkenceleri içinde yaşıyordu. Mağdur olan ve bizden
olana karşı bir duyarlılığı vardı. O bir devrimciydi ve 12 Eylül öncesinin devamlılığını
üzerinde taşıyordu. Örgütü yenilmiş, ilişkiler dağılmış olmasına rağmen öğrenci
evi bir devrimci okuldu, devrimci türkülerin söylendiği ve rahat nefes alındığı
bir yerdi.
Hayatın yüklemiş olduğu ağırlığın altında direnendi...
Direnmeyi, en karanlık günlerde dahi umudu yaşatacak ışığı gösterendi...
Özveriliydi, o kadar da alçak gönüllüydü. İçinde fırtına eserdi ama bizler o
fırtınanın şiddetinden haber dahi olmazdık…
Türkay, hiç bir zaman nedeni anlayamayacağım şekilde intihar
etmiş, bir devrimcinin görevi yaşamaktır, yaşatmaktır... O görevini yapmadan
kısa yoldan direnmeden geçmiş bu hayattan, çok üzüldüm... Benim Çepni’li güzel
dostum, yoldaşım... Bize sadece anılarını bırakıp gitti... Celalettin Uludağ
kaldı geriye, kardeşi, yoldaşı, canı, bir de güzel bir oğlu, sadece onlar mı,
seveni çoktu, sevenleri de bilememiş içinde ki fırtınanın şiddetini ve gerisine
bıraktığı mektupta fırtına dışarıya çıkmış...
Sen her zaman anılarımızda yaşayacaksın, biz var oldukça bu
hayata bıraktığı iz var olacaktır… Keşke bize aşıladığın “devrimcinin birincil
görevi yaşamaktır, yaşatmaktır” sözünü tutmuş olsaydın… Unutulmayacaksın…
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.