Galata Gazete


19 Mart 2022 Cumartesi

Reklamlarda tarih işlenir…

Reklamlarda tarih işlenir…

 

Çanakkale savaşı bir sanal yanılsama olarak reklamlarda sunuluyor...

 

Zafer olarak kabul edilen çatışmalar olduğu dönemde ülkenin adı Osmanlı Devleti, genelkurmay başkanı bir Alman / Osmanlı vatandaşı yani çift kimlik taşıyan vatandaş (Friedrich (Fritz) Bronsart von Schellendorf (1864 – 1950), meclisi İstanbul’da...

 

Osmanlı devleti çok kültürlü, çok dilli ve coğrafyası geniş bir ülke. Henüz ortada ne cumhuriyet, ne de Mîsâk-ı Millî gibi kavramlar var...

 

Osmanlı İngiliz cephe savaşında İngilizlerin kısa yoldan savaşı sonlandırıp; Osmanlıyı erkenden parçalara ayırıp, Rus, Fransız, İtalyan emperyalist devletler arasında paylaşımı...

 

Savaşın ruhunda var; paylaşım...

 

İngiliz dediğime bakmayın siz, o da Birleşik Krallık... İçinde Avustralya'dan, Yeni Zelanda, Hindistan’dan, İrlanda’ya... Birleşik krallık, Osmanlı devleti gibi içinde değişik halkları barındıran devlet yapısını var. Bugün Büyük Britanya denilen sınırlar içinde de halen halklar var...

 

Savaşta karşılıklı emperyalist devletler...

 

İngiliz emperyalizmi, Osmanlı emperyalist diyeceğim de ne sanayisi var, ne de öyle bir anlayışa sahip, gitmiş Yemen’e askerini kurban vermek dışında oradan ne kültür, ne zenginlik alıp gelmiş ülkemize. Bugün Yemen’den biz sadece türkü sözü kalmış, acı kalmış, hasretlik kalmış ama başka bir birikim yok... Ha diyeceksiniz ki kahve kahve! Yemende kavrulan kahvenin kokusu gelmiş ülkemize... Hadi emperyalist demeyelim de sömürge diyelim, değişen ne olur bilemedim!

 

Kısaca Çanakkale zaferi denilen kavram sadece Türklere ait bir kavram değildir, yenilgi de sadece İngilizlere ait bir kavram olmadığı gibi...

 

Çanakkale'nin en büyük nimeti Rus devrimidir…

 

Eğer İngilizler geçmiş olsaydı son Rus Çarı II-Nikolay bugün bir kahraman olarak anılmaya devam edilirdi...

 

Çanakkale savaşını kutlaması gereken devrimi savunan Ruslar olduğunu düşünüyorum!

 

Peki, biz neden kutlarız Çanakkale zaferini?

 

Çünkü, ulus devletimizin doğuş yeri olarak gösterilir, gerçi ulus devletimizin kuruluş süreci bir savaş ile başlamadı, İkinci Meşrutiyet’in ilanı (24 Temmuz 1908) ile İttihat ve Terakki Partisinin iktidara gelişiyle olur. Çanakkale savaşsının olduğu süreç bu partinin iktidarda olduğu süreçtir. Genç cumhuriyetimiz için yakın zamanda yaşanmış bir zaferin milli birlik için önemli olduğu fikri ağır basmış ve bu savaş ulus devleti fikriyatı topluma işlenmesi için kullanılmıştır. Tıpkı İstanbul Fatih tarafından fethi gibi yeni bayramın eklenmesi gibi…

 

Bayramlar eklenir ve çıkarılır, rejim neye ihtiyaç duyuyorsa… Yakın tarihimizde bir çok bayram eklendi ve çıkarıldı, üstelik sadece ulusal değil, dini bayramlarda da aynı süreci yaşadık…

 

Uluslaşma süreci, homojen toplum yaratma perspektifi ve milli duygu ve düşüncenin oluşturması tarihten kök bulması gerekliydi, öte yandan genç cumhuriyet Osmanlı imparatorluğunun devamı olduğu ve birden ortaya çıkmadığı vurgusu yapılmalıydı. İktidar ve rejim değişikliği elbette kendisine anlı şanlı bir geçmişte kök bulacaktı… Önemli olan gerçekler değil, ihtiyaçlara cevap verecek bir tarih okuması yapılacaktı, yapıldı da…

 

Bugün ülkemiz sürekli seçim atmosferi içindedir.

 

İktidar da muhalefette seçim atmosferi içinde eğitim ile verilen tarihi bilgileri kullanarak bir propaganda aracına dönüştürmüştür. Şirketler milli gözükmek uğruna, bir anlamda küresel firmaların bir taşeronu, temsilcisi olduğunu üstünü örtmek için ulusal bayramlarda reklam spotları hazırlayıp, tüketicisine yerli ve milli vurgusu yaparak ürününü pazarlama aracı olarak kullanmaktadır… Kısaca ulus devleti için oluşturulan tarih bugün ürün pazarlama ve tüketiciyi kendi ürününe yönlendirme, siyasi partiler açısından da yerli ve milli olduğu vurgusunu göstermek adına seçmenini kendi partisinin logosu üstüne evet damgasını basmasını sağlamak için kullanmaktadır…

 

Sonuçta dini bayramlarda yaşanan durum ulusal bayramlar içinde yaşanmaktadır…

 

Bir yandan dini bayramlarda kutsal günlerde sofralarımızdan eksik etmeyeceğimiz küresel markalar “helal” etiketi ile tüketiciye sunulurken, ulusal bayramlarda onurlu bir geçmiş, onurlu bir gelecek için “bizi tüketin” diyerek bilinçaltına işlenen reklam spotları ile bize sunulur…

 

Reklamlarda bir tarihi bilgi işleniyorsa, elbette reklam spotları gerçeği değil, tüketicinin duymak istediğini öne çıkaran sloganları ve bilgileri kullanacaktır, çünkü reklamcılar tarihi yazmaz ama tarihi tahrip ederek bilinçaltına seslenerek, yeni tarihin yazımına rejimin/iktidarın ihtiyacına uygun bir söylem geliştirir.

 

Kimse gerçekler ile yüzleşmek istemez, destanları gerçek olarak kabul eder ve onların gerçekliğini tüm dünyaya anlatmak ister. Bayrakları sarılıp, meşaleler ellerde gece yürüyüşü yaparak ulus devletin bir parçası olduğu için onur ve gurur duyarak gönül rahatlığı ile gece yatağına huzur ile başını kor ve uyur…

 

Okullarda okutulan tarih rejimin ihtiyaç duyduğu doğrulardır, gerçekler çok farklı olması eğitim için bir sorun teşkil etmez, çünkü sisteme uygun birey ancak eğitim ile başarılır…

 

Sadece reklamlar deyip geçmeyin, altında yatan gerçeklere iyi bakın!

 

Gerçekler var olmuş olanı ne büyütür ne de küçültür tarih içindeki konumunu… Biz gerçekler ile gerçekten yüzleşmeye ne kadar hazırız sorusu hep ortada durur, eğer geçmiş ile yüzleşilmiş olsaydı bugün toplum içinde yaşanan bir çok gerilimin çözülmüş olduğunu görürdük, fakat bilinçli bir şekilde geçmişimizi “yeniden yarattığımız”, oluşturduğumuz geçmişi hep gerçek ve doğru görme eğilimi içinde olduğumuz sürece ülke içinde nefret söylemi rejimin ihtiyacına göre söylemde değiştirilerek kullanılmaya devam etmektedir… Kısaca çatışma beslenir…

 

Çatışma bir siyasi ihtiyaca cevap verdiği sürece kullanılır, çünkü ülke içinde cepheleşme tüketir/çürütür ama bir yanda da var olanı korur!

 

İsmail Cem Özkan

 

Not: Gözden uzak tutulan bilgiyi de paylaşayım;

 

Çanakkale Savaşı sırasında Alman devleti tarafından şark cephesine atanan Osmanlı ordusunu denetleyen ve kontrol eden subaylar;

Osmanlı Genelkurmay Başkanı General Friedrich Bronsart von Schellendorff,

Osmanlı 1. Ordu Komutanı ve Gelibolu’da kurulan V. Ordu Kumandanı olan General Otto Liman vonSanders,

Osmanlı Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Akdeniz Filosu komutanı Tümamiral Souchon,

Çanakkale Boğaz Donanma Komutanı Amiral Von Usedom,

Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Koramiral Merten,

Karargahta görevli ve Çanakkale’deki V. Ordu Topçu Kumandanı Tümgeneral Gressman,

Osmanlı Genelkurmay 1 nci Şube Müdürü Yarbay Kres von Kressenstein,

Güney Bölge Komutanı (Üç tümenin Komutanı) Albay Vbn Zodenstern,

Güney Bölge Kurmay Başkanı Süvari Binbaşı Cari Mühlmann,

Hamidiye Tabyası Komutanı Yüzbaşı Wasillo,

Erenköy Bölgesi Ağır Topçu Komutanı Yüzbaşı Werle,

9 ncu Tümen Komutanı; 16 ncı Kolordu Komutan Vekili Albay Kannengieser,

Güney Grubu Komutanı Tümgeneral, 15 nci Kolordu Komutanı Weber,

Güney Grubu Kurmay Başkanı Yarbay Thauvenay,

1 nci Kolordu (Sağ Kanat) Kur. Bşk. Binbaşı Eggert,

3 ncü Tümen Komutanı, 2 nci Kolordu Komutanı Albay Nicolai,

Güney Grubu Topçu Komutanı Yarbay. Binholt

14 ncü Kolordu Komutanı Tuğgeneral Trommer

5 nci Kolordu Kur. Bşk. Yarbay. Albrecht,

13 ncü Tümen Komutanı Albay. Hovik,

9 ncu Tümen Komutanı Yarbay. Pötrih,

Anafartalar Bölge (Müfreze) Komutanı Yarbay. Wilmer,

Ağır Topçu Grup Komutanı (Anafartalar) Binbaşı Lierau…

 

Tüm 1. dünya savaşa boyunca hem Osmanlı Ordusunun komuta ve kurmaylık kademesi dahil tüm cephelerde toplam 40.000 kadar Alman askeri savaşmıştır.

 

 

18 Mart 2022 Cuma

Destan yazdık!

Destan yazdık!

 

Destanlar yazıldı, olayın içinde olanların çoğu destanın bir parçası olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti…

 

Destanlar kötü koşullar zafere dönüştüğünde yazılır.

 

Çanakkale zaferi içinde Ermeniler de olmak istedi, gittiler cepheye, sonra bir kararname geldi, hepsini topladılar ve Suriye çöllerine sürgün edildi Ermeni Mehmetçikler... Yahudi Mehmetçikler ise levazım işlerinde çalışmaya devam ettiler...

 

Bitler ve pireler ile mücadele etti Mehmetçik, birleşik krallık askerlerinden daha çok...

 

Bir yandan İspanyol gribi, öte yandan bitler...

 

Ölenlerin çoğu İspanyol gribinden bile haberi yoktu, kaderdi onlar için, fakirin çocuğu ölmüş cephede, kim arayacak kim soracak. Kaydı tutulduysa şanslı, haber gider memleketine, bir de madalyon...

 

Bir de şehitler üzerine söylenen nutuklar...

 

Zafer ilan edildiğinde ölenlerin listesinde acaba kaçı süngü ile ölmüştü, kaçı yokluk sonucu korumasız bir şekilde gözlerini yumdu?

 

Zafer, zafer diye kutlama yapılırken, dönemin şartları, gerçekleri yok sayılıyor, gözden uzak tutuluyor, çünkü bizim anlı şanlı bir zafere ihtiyacımız vardı...

 

Balkanlardan kovulmuş, Kıbrıs’ı İngilizlere emanet etmişiz, kuzey Afrika’da kaybetmişiz, o kadar yenilgiden sonra bir zafere ihtiyacımız vardı, onu da Winston Churchill bize elleri ile sundu...

 

Churchill'in ellinde her türlü olanak vardı, provokasyon yaparak Osmanlıları kendi saflarında değil Almanların safında savaşa sürüklemişti... Osmanlı hangi taraftan savaşa girerse girsin, girdiği tarafa yük olacağını çok iyi biliyordu... Parasını aldığı gemileri bile vermedi Churchill...

 

Fakir, yenilmiş, morali çok düşmüş, ittihat ve terakki partisi idaresinde Osmanlının bir çok eksiği olduğunu almanlar da biliyordu. Garp cephesi kilitlenince şark cephesi açılması gerekliydi, o şark cephesi ne kadar geniş alanda açılırsa Almanların işine gelecekti. O yüzden Osmanlı ordusunun başına kendi ama tecrübesiz askerlerini atadı, bunu Osmanlı kabul etmek zorunda kaldı...

 

Osmanlı topraklarında yenilgiler garp cephesini zaferler ile süslenmesi anlamına geliyordu... Çünkü birleşik krallık kuvvetleri parçalanacak, zafer kısa yoldan Londra’da, Paris’te ilan edilecekti..

 

Osmanlının elinde silahtan ve teknolojiden daha çok iman vardı ve Almanların lehine cihat ilan edildi ama cihada karşılık bulamadı, çünkü halife biziz diyerek sadece kendi kendimize propaganda yaptığımız ortaya çıkmıştı. Kimse tanımamıştı, unvan olarak kullanılmıştı yıllar boyunca, sadece Mekke’de örtü değiştirme kurumu olarak kabul görmüştü...

 

Almanlar üzerilerine aldıkları yükü biliyordu, risklerini göze alarak geniş alana savaşa yayarak garp cephesinin tıkanıklığını aşmayı seçti...

 

İngilizlerin iteklediği Osmanlı ister istemez savaşın içine girdi...

 

O zamanlar hamburger pek bilinmezdi ama ilk hamburgerin içindeki köfte biz oluyorduk! Afiyet ile yenilecek, üzerine ketçap ile tatlandırılacak bir hamburger... Zaten köfteyi bizden öğrenmişlerdi, o halde ilk yenilecek olan da bizdik!

 

Zaferler hep üst rütbeliler ve siyasilerin hanesine yazılan pozitif işlerdir, yenilgiler ise beceriksiz alt kademedeki askerlerdir... Bir hesap sorulacaksa eğer siyasilerden daha çok cephede istenileni istediği gibi yapmayı bilmeyen hatta ölmeyi bilmeyen Mehmetçikten başkası olamazdı...

 

Çanakkale’de destan başlangıçta başka türlü yazıldı, suçlanacak birisi yerine kutlanacak birileri vardı... Otto Liman von Sanders'in resmini yaptılar kocaman! Yağlı boya resmi bugün bile İstanbul Alman Konsolosluğunun kutlama salonunda asılıdır...

 

Zafer kutlanacaktı ama gelecek olan devlet içinde bir zemin oluşturması gerekliydi, öyküler ihtiyaca göre değiştirecekti, çünkü görünmeyen küçük başarılar abartılarak ileride değiştirilip yeniden tarih yazıcılar tarafından yazılacaktı...

 

Destanlar olanı değil, gönülde olması gereken duygulara göre yazılır...

 

Tarihten bir zemin bulamayan devletlerin geleceği olmaz...

 

Bizim cumhuriyetin tarihteki zemini tek zaferin üzerine oturması gerekliydi, oturdu da! Eğer Sarıkamış’ta hezimet değil de zafer olsaydı, belki Sarıkamış olacaktı bizim destanımız temelinde! Enver paşa zaferi kolay yoldan edeceğini düşündü tıpkı Churchill gibi, sonu onun gibi oldu...

 

Bugün Enver Paşa'yı maceracı görenler, o günlerde kurtarıcı olarak görüyorlardı... Eğer Paşa aklında olanı gerçekleştirebilseydi ama o pek farkında değildi, soğuk, bit ve pirelerden... Bizi düşman yenmedi, bizi koynumuza alıp beslediğimiz bitler, pireler ve soğuk hava yenmişti... Kışlık kıyafeti olmayan Mehmetçik, ayaza karşı fazla dayanamadı, dondu!

 

Zaferi ne bir kişi kazanır ne de bir insanın iradesi zaferi belirler...

 

Olayları iyi yorumlayamayanlar süper kahramana ihtiyaç duyar ve süper kahraman gelir bir ulusu ayağa kaldırıp kurtarır... Hayatta böyle şey yoktur ama ileride yayınlanacak tüm süper kahraman çizgi romanlarda bu bol bol işlenecektir... O imgeler beynimize o kadar çok yer elde eder ki bugün bile Godot'u bekler olduk, gelecek ve bizi kurtaracak!

 

Godot gelmedi!

 

İspanyol gribinin yerini corona aldı, bizi bugün bit ve pire yemiyor ama başka şeylerin yediği kesin! Süper kahraman bekliyoruz, gelsin de bu acılar bitsin diye!

 

İsmail Cem Özkan

15 Mart 2022 Salı

İlkelerin suistimalı olmamalı…

İlkelerin suistimalı olmamalı…

 

İsrail devleti protesto konusunda sanırım bir kafa karışıklığı var. Filistin mücadelesi henüz sol olduğu dönemlerde antiemperyalist bakış açısına uygun olarak Filistin halkı ile dayanışma yapılıyordu. Dayanışmanın ikinci boyutu ise ileride ülke içinde yapılacak mücadele için pratik kazanma ve oradan elde edilen tecrübeleri ülkeye taşıma olarak belirlenmişti... 70'li yıllar bakış açısın 80 'li yıllarda değişti, çünkü ılımlı İslam Büyük Ortadoğu Projesi parçası olunca Filistin mücadelesi de İslam rengine büründü... Filistin halkının inanç bakımından Hıristiyan ve diğer dinlerden olan inananları bu mücadelenin dışına iteklendi...

 

Arap dünyası için Filistin kavramı Hamas ile özdeşleşen bir renge bürünürken, İran ve Suudi eksenli bir çatışma alanına döndü... Bu çatışma içinde 80'li yıllarda Ankara’da Filistin halkı ile dayanışma fotoğraf sergisinde Hamas'ın bir gövde gösterisine dönüştüğünü gördük...

 

İsrail protestosu Yahudilerin taktığı kipa, (İslam dininde biraz uzatılıp kafandaki yeri değişince takke oluyor... ) protestonun sembolü oluverdi... Din merkezli eleştiri yapan İslam tandanslı örgütler, cihatçı gruplar kipa üzerinden bir sembol üzerinden saldırırken, anti emperyalist mücadele etmedikleri ortada, çünkü sonuçta cihat'ta fetih üzerine kurulu ve saldırgandır...

Cihatçı yapıların savaştığı alanlar emperyalist devletlerin yeni pazar alanı. Cihatçı grupların geniş coğrafyada saldırılarında kullandığı araçlar, silahlar hepsi silah sanayicinin kasasına dolar olarak girerken, aynı cihatçı gruplar batı devletlerinin ihtiyaç duyduğu organ, uyuşturucu, köleleştirmiş konuma gelmiş mülteci iş gücü savaşın yan ürünü olarak batıya doğru yönelmiştir...

 

Ortadoğu yeniden düzenlenirken sadece İsrail devleti emperyalist olarak görüp, sadece onun konsolosluğunun önünde protesto etmek nasıl bir akıl anlamıyorum... Birleşik Arap Emiri, Katar Emiri gelip gidiyor ama soldan onlara karşı bir protesto olmuyor... Onlar ellerini kollarını sallayarak gelip ülkenin her parçasından toprak alıyor, ölü yatırım diyeceğim işler yapıyor ama ölü olandan bile yağ çıkarıp kasalar dolu parayı ülkelerine taşıyor ve biz fakirleşirken bu sonradan görme zenginleri protesto dahi edemiyoruz... Bu ülkede kendi vatandaşını konsoloslukta doğrayan, kıyma yapıp etini kendi ülkesine gönderen bir ülkenin bayrağı bu ülkede özgürce dalgalandırırken, onun parası ile ülkemizde medya yönlendirilirken ses çıkarmayanlar İsrail devleti işin içine girince birden konsolosluk önlerinde, köprüler üzerine afiş asar oluyorlar…

Bu protestolar İsrail devletini eleştiriyor gözükmesine rağmen ülke içinde Yahudi düşmanlığını da körüklediği ve bu düşmanlık üzerine benzin döktüklerinin de pek farkında değiller...

Ortadoğu değişmiş ama bizimkilerin kafası 70'li yıllarda kalmış semboller üzerinde kalmış durumda... Mahir Çayan bir İsrail çalışanı öldürdü, bu cinayet ne kadar anti emperyalisttir? Cinayet işlemek Filistin mücadelesine ne kadar katkı sundu? Filistin halkının mücadelesi içinde bu cinayet hiç anlatılır mı?

 

İsrail devleti düşmanlığı üzerinden yapılan Yahudi düşmanlığını besleyen eylemler bir arada yaşamaya ne kadar katkısı var? Cihatçı örgütler ile yan yana, omuz omuza gösterilen bu eylem biçimleri sola katısı gerçekten var mıdır?

 

Geçmişte yapılan ve sola hiçbir katkısı olmayan protesto eylemleri ve sembollerini bugüne taşımak ne kadar anlamlıdır? Bir halk ile dayanışmanın katmanları vardır, o halk içinde sizin ile ittifak içinde olan ve sizin dayanışmanıza ihtiyacı olan bir kesimin olması gerek... Dışarıdan gazel okuyarak bir halk ile dayanışmanın sembolik eylemlerinin hiçbir amacı yok, sadece kendi yandaşlarını ve kendi yandaşlarının içinde olan Yahudi düşmanlığını beslemek dışında...

 

Her devlet protesto edilmelidir, bazı devletleri protesto edip, bazılarına ses çıkarmamak iki yüzlü ve çirkin bir politik stratejidir...

 

İsrail devleti kadar her devletin eli temizdir...

 

İsrail devleti işgalci gören bir anlayış var ki, evet, adamlar saklamıyor ki işgalci olduklarını, hatta işgal bölgelerinde oluşturdukları yerleşim alanları ile zaten devlet içinde protesto yapan sol bir damar var, iki halkı, iki dilli bir devletin oluşumu için mücadele eden örgütler var... Onların bakışını bilmeden, onlar ile dayanışma içinde olmadan yapılan her şey sadece kendi yandaşına seslenen ve kendi duruşunu belirleyen bir tercihtir...

 

İsrail'e bakıp kendisini eleştirmeyen, görmezden gelmekte iki yüzlülüktür…

 

Ülkemizin askerleri nerede kimler ile birlikte ittifak halinde? Nerede ölüyor ve öldürüyor? Bu konuda açık şekilde tavır alınmış mı? Kısaca sözde anti emperyalist mücadele diyerek kendi ülkenin emperyalist eğilimlerini, politikaları karşısında görmezden gelmekte ne kadar stratejiktir?

 

Mücadele yönetiminde birden fazla tercih yapılabilinir... El yordamı ile yol almak dönemi çoktan geçti, sol büyük bir birikime sahiptir, o birikim ile olaylara ve olgulara nereden baktığını kesin ve net olarak belirlemelidir...

 

Eğer bir örgütsel yapı ve onu izleyenler nerede durduğunu ve kime karşı savaştığını net olarak ortaya koyamazsa ortada birden cihatçı guruplar ile omuz omuza yürüyen bir görüntü ortaya çıkarır...

 

Protestolarda birini görüp diğerini görmemezlik yapmak, ona karşı hoşgörü gösterip, diğerini hedefine koymak burada siyasetin içinde ilkelerin yerini keyfiyet aldığını gösterir... Keyfiyet ise nerede ne yapacağı belli olmayan bir başıboşluk ortaya çıkarır, atalarımızın deyimi ile "at izi it izine karıştı" ve hangisi senin olduğunu bilemez konumda olursun...

 

İsmail Cem Özkan

 

14 Mart 2022 Pazartesi

Kar fısıldadı…

Kar fısıldadı…

 

Karın rengi gece karanlığında gökyüzünde kızıl oluyormuş... Yer beyaz, gök kızıl. Karanlıktı gece, sessizdi sokaklar. Geceden kalma araba lastik izleri sokaklarda bir yaşam olduğunu kanıtlar gibi…

 

Hafiften esen rüzgar, karın üzerinde etkisi tipi olarak kendisini gösteriyor.

 

Saklanmış, sinmiş sokakta yaşayan canlılar, kimse onları beyazın içinde göremez, sadece ayak izleri var...

 

Sokaklar boş, sessiz, teslim almıştı karın amansız soğuğu...

 

Soğuk, insanın içine işlediği an don olur...

 

Don...

 

O andan itibaren zaman durur, zaman hareket etmez... Zamanı teslim alır ve don içinde kalan tüm canlılar artık hep dondukları andaki zamanda kalır...

 

Karanlıktı gece diyeceğim ama gece kızıl.

 

Kızıl bir gökyüzü altında sessizlik oluşturur kar.

 

Karın sesi mi olurmuş dedim, eğildim verdim kulağımı sessizliğe, dikkat kesildim...

 

Bir ses var belli belirsiz...

 

Kar sanki insan ile tozutma aracılığı ile konuşur...

 

Hafif bir rüzgar, hafif bir tanecik göğe yükselir, gökten aşağıya düşen tanecik ile buluşur, hangisi göğe çıkar, hangisi gökten aşağıya iner?

 

Sessizlik hakim şehrin bu tarafında, teslim alınmış hayatları düşündüm… "Kimse gönüllü teslim olmaz" dedim sessizliği bozarak, "kimse gönüllü teslim olmaz! "

 

Uzaktan gelen silahların bıraktığı acımtırak bir koku, binlerce kilometre öteye taşınan bir tat… Binlerce kilometreye kadar uzağa taşınan acı... Binlerce kilometreye kadar taşınan öfke, çaresizlik...

 

Savaş, karın içinde kızıla dönüşür...

 

Bir kurşun izi kalır bir de kan izi beyazın üzerinde, beyaza içten içe işler, işleyen sadece renk değildir, koku...

 

Karın tozutması içinde sesler karışır...

 

Sesleri taşır binlerce kilometre öteye, taşınan acıdır, son nefestir, çaresizliktir...

 

Savaşın rengi gökyüzüne kızıl olarak yansır...

 

Kızıl olan aslında kanın rengidir, düşüncelerim içinde, kulağıma bir ses gelir, karın taşıdığı... Kulağımı verdim kara, binlerce kilometre öteden gelen sesi işittim... Çaresizliği, yalnızlığı...

 

Ölüm yalnızdır, toplu oluyor orada ölüm, toplu geliyor sesleri, karışmış şekilde...

 

Kulağımı dayadım kara, üşüdüm, üşüyen sadece kulağım değil, kalbim!

 

Üşüdü acıdan, üşüdü çaresizlikten.. Üşüdü son nefeslerin bıraktığı sesten...

 

Balkonumdan manzara resmi çekmek istedim, elime aldım fotoğraf makinesini, karın bıraktığı ışık süzmesi içinde karanlık kızıldı, kızıl karanlıkta makineme baktım, gülümsedim.

 

Klick klick!

 

Sessizliği deklanşör sesi bozdu, acaba sessizliği mi?

 

Sesi dağıttı belki de üzerine yansıyan savaşın o kılcal damarlarımı çatlatan keskin kokusu ve son nefeslerin bıraktığı acının sesi... An durdu makinenin içinde, artık o an hiç yaşlanmayacak, tıpkı don içinde duran zaman gibi...

 

Zaman durdu, son nefes havada asılı kaldı, savaşın rengi gökyüzünde kızıdır...

 

“Neden savaşlar hep kışın olur” diye düşündüm, “neden savaşlar hep kışın olur ve kışta savaş çözülür?” Teslim olanda, ölende, vuran da vurulan da toprağa kavuşamadan kara karışır her şey?

 

Neden beyazın saf temiz haliniz bozarız? Neden hep bozan biz oluruz?

 

Kış uykusuna yatar derler ayılar için, kışın avlanmaz, beyazı kızıla boyamaz derler ayılar için ama gel gör ki pençe izi kalmış son nefeslerin üzerinde...

 

Ölümün haklılığı ya da haksızlığı olmaz, ölüm ölümdür. Öldürende, ölende aslında eşittir son anın bitiş noktasında, son nefeste kimse haklı öldü, haksız öldü demez. “Çok gençti, hep genç kalacak” diye yazar tarih kitabına, hep genç kalanların sayısı yaşayanlardan fazla olur...

 

Beyaz insanlığı trajedisini içinde taşır...

 

Toz zerreciği donmuş halde taşır yeryüzüne...

 

İnanmıyorsanız bana, kulağınızı verin kara, sesini dinleyin...

 

Belki bir çölden taşır kum taneciğini, belki dağların doruklarından, belki tusinami ile oluşmuş dalgalardan, muson yağmurlarından... Siz kulağınızı verin bir karın sesine, dünyanın neresinde yaşanan acıyı taşmıştır...

 

Taşınan hep acıdır, sevinçler yaşandığı yerde kalıyor...

 

Tarih hep acıları taşır...

 

Rüzgar acıları taşır...

 

Kulağınızı verin hak vereceksiniz bana...

 

İsmail Cem Özkan


10 Mart 2022 Perşembe

Oyuna gelen savaşmak zorunda kaldı.

Oyuna gelen savaşmak zorunda kaldı.

 

Rusya Ukrayna’yı işgal etti ve büyük bir zafiyet ile karşılaştı. Evdeki hesap savaş alanına uymadı ve haftalardır işgal ettiği toprak parçası dağın fare doğurması kadar, Rusya bir arpa boy yol alamadı...

 

Peki, bunda en büyük rol / sorun nedir?

 

Savaş bir örgütlenme modelidir. İyi örgüt olursanız savaşı yürütürsünüz...

 

Peki, örgütlenme ya da örgüt nedir?

 

Hep anlatılan saç ayakları vardır, genelde üç rakamlı ile başlar cümleye…

 

Para, istihbarat, lojistik…

 

Peki, Rusya üç saç ayak konusunda konuda ne kadar başarılı?

 

Rus istihbaratı, batı denilen emperyal devletlerin istihbaratı denetimi ve bilgi akışı içinde yer aldığını savaşa başlamadan elde ettiği istihbarat bilgilerin uydurulmuş olduğu gerçeği ile karşılaştı. Kısaca istihbarat bilgilerini batı istihbaratının verdiği bilgiler kadar olduğu gerçeği ile yüzleşti... Savaş, istihbarat yalanların döküldüğü, gerçeğin ortaya çıkması ile yol alır.

 

Rus ordusunun konvoy halindeki ordusu Kiev'e doğru yol alıyor, normal hızla gitmiş olsa bile çoktan Romanya’ya varmış olması gerekliydi... Konvoy bir çok sorun ile yüzleşti, düz ovada giderken almış olduğu istihbaratın yanlış olduğu gerçeği yanında askerini, silahları taşıyacak lojistik alt yapısının çok ağır ve hantal olduğu gerçeği ile yüzleşti...

 

Putin, askerlerini hafif silahlar ile hedef odaklı hareketini kolaylaştıracak alt yapısı olmadığı gerçeği ile sahadan verilen raporlar ile karşılaştı...

 

Suriye iç savaşında Rusya elindeki tüm bilgileri Amerikalılara kaptırdı… Ortak düşmana ortak hareket etme ve düşmana karşı kullanılan silahların aynı zamanda dost müttefiklerinde bilgilerini toplayacak kadar teknik alt yapıya sahip olduğunu geri teknoloji sahibi ülkenin bunu anlaması zordu.  Rusya teknolojik olarak geri kaldığını farkında bile değildi, çünkü konvansiyonel silahlar üzerine kafa yorarken, Amerika dünyanın değişik yerlerinde işgal kuvvetleri ile bir çok silahı denemiş ve geliştirmişti…

 

Amerika, Suriye savaşında Rusya’nın gerçek gücünü alanda test etmişti...

 

Türk uçakları ile vurulan bir Rus uçağının düşürülmesi ve pilotunun teslim alınması... Rusya Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un öldürülmesi olayı ve sonrası gelen tepkisi bir testin sonucuydu ve Rusların gerçek gücü ve Putin'in zayıf yönleri istihbarat tarafından tespit edilmişti. Ona benzer bir çok olay bulabilirsiniz…

 

Ve Putin batı tarafından iğnelenerek Ukrayna işgaline giden süreci başlatılmıştır...

 

Kışkırtılmıştır Putin ve o kışkırtılmaya yani kavgaya hazırlıksız yakalanmıştır...

 

Rusya’nın eski istihbaratı yoktur ve var olanlarda batının istihbaratı denetimi ve yönlendirmesi altında...

 

Saç ayağında üçüncü ayak olan para...

 

Amerika sıcak savaşa girmeden parasal olarak Rusya’yı kucağından aşağıya atmıyor, aksine kendi kucağından başka çıkış yolu olmadığını Putin’in burnunu sürte sürte kabul ettiriyor...

 

Rusların parası yok...

 

Para üretim demektir ki, kolay yoldan para kazanan ve zengin olan (göreceli) Rusya’nın çöküşü bir iki haftalık savaşta bile ortaya çıkmıştır...

 

Rusya sanayisi ve üretim ilişkileri açısından artık orta çağ görünümündedir...

 

Batı üretim, savaş kabiliyeti, istihbarat açısından Ruslardan çok ileride...

 

Omuzdan atılan füzeler ile Ruslara karşı hibrit savaşı veriyor batı emperyalizmi, basit, taşınabilir, tek kişilik ordu, diğer anlamda gerilla tarzı ile hareket eden hibrit savaşın öğeleri ile düzenli ordu kaybediyor... Bunu Arap Baharı, Afganistan, Suriye, Irak, Yemen’de… batı bilgi birikimi ve pratik sonuçlarını kaydetmiş ve orada gelişmelere çok uzaktan bakan Ruslar batının çok gerisinde kaldığını yaşayarak öğrendi...

 

Evet, batı için Ukrayna’da kazanma gibi bir öngörüsü yok, zaten gözden çıkarılmış ve sarı saçlı mavi gözlü mülteciler ile yetişmiş insan gücü ve beynini şu anda batı emperyalistlerin hizmetinde, üstelik çok ucuz olarak...

 

Ukrayna'da geliştirilen biyolojik ve kimyasal silahlar ve Çernobil deneyimi ile oluşan bir birikimin batının hizmetinde olduğunu söylemek abartılı olmasa gerek...

 

Ukrayna'da var olan Nazi örgütlenmesi tesadüfen ortaya çıkmış bir model değildir, sağa kayan batının hizmetinde olacaktır... Naziler toplumun dönüşümünde kullanılan sadece piyonlardır... Ukrayna değişiminde devlet olmayan devletin içinde verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmiştir... Üstelik Yahudilerin hakim olduğu bir bürokratik yapı içinde Yahudilerin onayını alarak geliştirilmiştir...

 

Putin, kendi ülkesinde geliştirdiği Nazilerin deneyiminden elbette haberi vardı ve devletin denetimi altındaydı, o Nazileri de Rusya üzerinden denetleyeceğini düşünüyor, komünistlere karşı girişilen katliamlarda kullanılmıştır... O Rus devleti için kullanılan Naziler Ukrayna’da Rus fobisi konusunda kullanılacağını sanırım önceden hesaplayamadı, çünkü ona öyle bir ortam sonuldu ki; savaş ağının içine düştüğü ama o düştüğünü anlayacak kadar öngörülü değildi. Çünkü, elinde kendi kanallarından gelen istihbarat bilgisi yoktu, var olanlar hepsi uydurulmuş bilgilerdi…

 

Sonuç, Ukrayna’da batı bir tuzak kurmuştur, orada kazanan batı emperyalistleri ve silah sanayisi olacaktır…

 

Kaybedeni zaten hepimiz görüyoruz...

 

İktidar kendisini çok güçlü gördüğü an, istihbarat bilgilerine "tek kendisi" sahip olduğu hissine kapıldığı andır... Para zaten devletten, lojistik devletten, bilgi de devletten olduğunda oluşturulan atmosferin içinde iktidar sadece bir piyon olur...

 

Putin Ukrayna’da kazanır ama savaş sonrası elinde hadım edilmiş bir Rusya kalacaktır... Batı emperyalist devletleri tarafından biçimlendirilmiş, onların isteklerine uygun bir Rusya yeni dünya düzeni içinde yerini alacaktır. “Oligark”ların elinde toplanmış olan kara para batı emperyalist devletlerin hizmetinde olacak ve batılı şirketler oligarkların artı değer olarak ürettiği ne varsa onlara el koyacaktır...

 

Devlet eli ile zengin olmuş mafya örgütlenmesi yerine ülkemizde olduğu gibi küresel şirketlerin şubesi ya da onlar için merdiven altı üretim yapan taşeron işletmeler olacaktır... Evet, dünya zenginler listesinde bireysel olarak Ruslar olacaktır, fakat o zenginlerin olması Rusya’nın küreselleşmiş kapitalist sistemin içinde sorun çıkarmayan, ona hizmet eden bir devlete dönüştüğüne şahitlik edeceğiz...

 

NATO, kara para olduğu sürece var olacaktır, onun varlık sebebi kara parayı kontrol etmek ve kendisine (sisteme) karşı oluşacak düşmanları oluşum halindeyken tam kontrol altına almaktır...

 

Bundan bize bir çok ders notları çıkmıştır ama kimse ders notlarına bakmayı düşünmüyor, savaşa girmeyen bizde ekonomik “tusinami” dalgası vurdu ve biz tusinamiden sonra elimizde ne kalacağını tartışıyoruz...

 

Devrimci siyaset yapanlar bu savaşı her boyutu ile kayda almalıdır, istihbarat, devletin veya başka devletlerin istihbarat bilgileri ile hareket ediliyorsa, 12 Eylül yenilgisinden daha ağır yenilgilere hazırlıklı olmak anlamına gelir...

 

Parasız, istihbaratsız, lojistik alt yapısı olmayan her hareket sadece birilerin oyununda piyon olur… Kahramanlık öyküleri çok olur, destanlaştırılmış anılar ortalıkta dolanır ama sonuç örgütsüz bireylerin hayal kırıklığından oluşan büyük bir çöplük yaratılır...

 

İsmail Cem Özkan

25 Şubat 2022 Cuma

Kurşun namludan çıktı…

Kurşun namludan çıktı…

 

Savaş çığlıklarının yerini bomba seslerine bıraktığı bu günlerde Zaven Biberyan'ın özyaşam öyküsünü okuyordum. Mahkumların Şafağı adını verilen anı kitapta bir savaş koşulları içinde bir "gavur" olmanın nasıl bir atmosferde yaşadığını tam çıplaklığı ile yansıtmış.

 

İkinci dünya savaşı sırasında savaşa girmedik ama ülke içinde kendi düşmanını yaratmış ya da düşmen gördükleri ile savaşan bir genç cumhuriyet ve onun idarecileri vardı. Üstelik "gavur" gördükleri ve bir de aşağıladıkları "hayvan bunlar" dedikleri Kürtler...

 

Ülke sathı savaş görünümde cephedir, görünmeyen tarafı ve gerçek savaşın olduğu yerde cephe gerisi denilen içte yaratılan düşman ve onu yok etmeyip, işkence eden, eziyetlerin her türlüsünü normal gören bir ulus devletinin arka tarafı...

 

Kitapta görülmeyen, anlatılmayan tarafını okuyorum...

 

Bitlere teslim olmuş askerler, yolu olmayan yerlerde mantığa aykırı şekilde yapılan işler, küfürler, aşağılamalar, nefret söylemleri, düşmana hizmet için fırsat kolladıklarına inanılan savunmasız insanlara karşı orantısız güç gösterişi…

 

Savaşa hayır diyemiyorsanız, o dönemin kitaplarını, anılarını okuyun, destanlaştırılmayan çıplak gerçekleri ama... Kitapta anlatılanlar çıplak bizim gerçekliğimiz ama bakmadığımız yerden bakmış savaşa ve o yokluk ve bitli günlere…

 

Ateş düştüğü yeri yakar...

 

Ateş düştüğü yeri yakarken, ateşten faydalanan büyük bir kesim var. Savaş kaçkını, hayatta kalmak için başka seçenekleri olmayan insanlar bir dilim ekmek için çalışmak zorunda, olmazsa elinde ne varsa satmak zorunda kalıyor.

 

Savaş ile birlikte emeğin ve insani değerlerin değersizleştiği ve buna olanak sunan bir atmosfer oluşturulur, bunu oluşturan ise çevrede yer alan henüz savaş içinde olmayan devletler ve o devletin içinde yaşayan gözü doymayan sermaye sahipleri... Evet, sermaye sahibi dediğime bakmayın, en düşük sermayesi olanda, büyük sermaye sahibi de aynı şekilde mülteci konumda gelen insana aynı şekilde yaklaşır; etini, kemiğini, alın terini, etini almaya çalışır, üstelik en ucuzundan. Tecavüz eder, taciz eder ama onun bu saldırganlığını suçlayacak bir devlet mekanizması olmaz, çünkü düşmüşe bir tekme de komşudan vurulur... Bahçesinde ot toplatan da karın tokluğuna çalıştırır, inşaatta en ağır yükü taşıtan da karın tokluğuna bu işçileri, mültecileri çalıştırır, kadınları, kızları ile tecavüz edilmeye hazır birer et parçası olarak görür, onların üzerinde birde erkek cinsel organı sallanır, Demoklesin Kılıcı gibi...

 

Savaş yaşandığı yerdeki ateş başka yerlerde ocakta aş pişiren ateşe dönüşür...

 

Bugün ülkemizde “Abaza” olarak adlandırılan erkek güruhu gelecek olan mülteci kadınları bekliyormuş, onları köle, onları pazarlanan bir et parçası olarak görmek isteyen... Zaten o alanda bir sermaye birikimi yapmış hazır bir mafya güruhu yıllardır var ve polis operasyonlarında pasaportlarına el konulmuş kadınlar kurtarılıyor ama bir türlü sonuçlandırılamıyor... Suriye'den kaçan Arap, Irak'tan kaçan Kürt, İran’dan kaçan Farsi, Afganistan’dan kaçan Peştun, Özbekistan’dan kaçan Özbek, Ermenistan’dan gelen Ermeni kadınlar… Hala köle olarak görüp, evlerde bakıcı, olmazsa "hayat kadını" olarak pazarlanmaktadır. Savaş demek yeni kadınların, yeni sermayenin gelmesi anlamına gelir bazı insanlar için...

 

Savaş yaşandığı yeri yok etmez, savaş ateşi tüm insanlık birikimin yağmalanması, ahlakın erozyonu, var olan tüm geleneklerin parçalanması anlamına gelir, para için, bir dilim ekmek için “insan insanın kurdu” olur, insanlığın tüm değerlerini birikimlerini tüketir...

 

Savaşa hayır demek, kadın ticareti, ucuz emeğe, organ ticaretine, kara paraya hayır demektir...

 

Komşu komşunun düşmanı olur.

 

Savaş olan yerde önce komşular başlar yağmalamaya, sanırım komşularda “düşman askerinden önce yağmalayalım” mantığı hakim olmuş oluyor, komşunun çöplüğü ev sahibine değerli gözükürmüş…

 

Savaş zenginleri hep savaşın olduğu yerden çıkmıştır. Kıtlığı fırsata döndürenler, stokları en pahalı şekilde piyasa sürenler, karaborsanın yeni zenginlerini oluştururken, taleplere uygun arzları kontrol edenler elbette yeni zenginler kategorisine giriyorlar.

 

Ukrayna'da evlerini terk edenlerin evlerinin kapısını kırıp, artık değerli ne gördülerse onları savaştan kaçmayan ama zengin olma hırsı içinde olanlar tarafından yağmalanmış, soyulmuş denilmekte haberlerde... Hırsızlık yapanlar normal zamanlarda en fazla ahlaktan, namustan, komşuluktan bahseden sevimli, gülen yüzlü insanlar olduğu gerçeği ile hiç bir zaman karşılaşamayacağız, çünkü savaş hırsızları ile savaş sonrası insanlar hiç bir zaman yüzleşmemiştir.

 

Yüzleşilmemiştir, çünkü kaçan mı suçlu, kalıp her türlü eziyeti göze alan mı?

 

Savaşın çoklu yüzü vardır, bir taraftan destanlar, kahramanlık öyküleri uydurulur, diğer taraftan yağma, ölüm, yoksulluk, açlık, hırsızlık, namus diye kabul edilen tüm kavramların çökmesi anlamına gelir. Organ ticareti yapandan, insan kaçakçılığına kadar her şey birden savaş sonrası kahramanlık öyküsüne dönüşür. Emek hırsızı aç gözlü patronlar bile işçileri ayakta tuttuğu için kahraman ilan edilebilir...

 

Savaşta kaybedenler hep ezilenler ve ötekiler olmuştur.

 

Emperyalist savaşlarda vatan savunması yoktur, çıkar çatışması vardır. O çıkarlarda kaybeden her zaman işçi sınıfı ve öteki kabul edilenlerdir... Emperyalist savaşlarda taraf olmak demek A sermayesinin B sermayesin yanında olmak anlamına gelir... Vatan ve ülke isimleri sadece sermayelerin çıkarını koruyan ve kollayan devletlerin adıdır... Onlarda bu savaşta halkları kandırmak için “vatan, millet, bayrak”… gibi kavramları kullanır, o kavramların aslında hiç bir anlamı olmadığını emperyalist savaşlara ve sonuçlarına bakarak anlayabilirsiniz.

 

Namlular kızardığında demokrasi oyunu rafa kalkar...

 

Savaşın olduğu ülkede ve savaştan etkilenen ülkelerde olağan üstü hal gibi kavramlar ortaya gelir ve savaşa uygun olarak demokrasi oyunu savaş bitene kadar rafa kalkar ve o rafta demokrasi beklerken yaşanan ve yaşanacak olan her türlü insanlık dışı uygulamalar suç kabul edilmez. Kısaca savaş insanlığın birikimin çöl fırtınasında kalması gibi aşındırılır, sermaye sahiplerin çıkarına uygun olarak yeninden yorumlanır. Her savaş sonrası oluşan liberalizm dalgası ise, o yağmalanan hakların işçi sınıfından alınıp, sermaye sahipleri lehine çevrilmesi için atmosfer oluşturulmak üzerine kurulmuş özgürlük söylemlerinden oluşan bir örtüdür.

 

Kurşun namludan çıkınca, vicdan tatile çıkmış sayılır…

 

İsmail Cem Özkan

 

*Zaven Biberyan

Mahkumların Şafağı

Türkçeye çeviren: Deniz Kureta

Aras yayıncılık, 2021

19 Şubat 2022 Cumartesi

Markasız siyaset olur mu?

Markasız siyaset olur mu?

 

Başka açıdan sorarsak eğer solda marka olur mu?

 

Siyasi partilerin markası liderleridir burjuva siyaseti için, lider marka olunca elbette o markanın da bir fiyatı olur…

 

Siyasi hayatımızın marka olan liderleri koltuklarında hep kalmışlar, kalamayanların ise sonucunu bir kaset belirlemiştir, çünkü marka olmak aynı zamanda taklit edilmeyi ya da saldırıyı peşin kabul etmek gereklidir.

 

Diğer yandan marka olmak, siyaset için para kaynağıdır. Liderin resimleri, imzası, çevresi, tüketimi de paraya dönderilir... Bundan en fazla yakın çevresi yararlanır diyorsanız büyük bir yanılgı içinde olursunuz... Bakın dolandırıcılar en çok bugünlerde hangi markayı kullanıyorlar? "Efendim" diyor telefonun öteki tarafında "ben emniyetten ya da savcılıktan arıyorum, elimizde Fetö ile ilgili bir dosya var..." o an nefes tutuluyor, arkaya bir fon veriliyor...

 

Ne kadar suskunluk uzun sürerse o kadar etkilidir, çünkü beklenmedik anda gelen telefon resmi bir söylemin ağırlığı hissedilir...

 

Bunu yapan Fetöcüler mi?

 

Asla değil! olsa zaten teşhir edilir, operasyon yapıldıktan sonra öyle böyle değil, yandaş, candaş medyanın günlerce süren bir propagandasına dönüşür, fakat sürekli birileri para kaybediyor, kaybedenlerin önemli bölümü okumuş, makam sahibi olan, unvanı olan kişiler. Şimdi onlara “meslek aptalı” insanları da söyleyenler var, ama onlar aptal olsaydı unvanları almak için o kadar şey düşünüp gerçekleştiremezdi, demek ki aptal filan değiller...

 

Kısaca bu arada verilen ara dolandırıcının istediği etki yapar, illüzyona girer, gider bankadan parayı çeker ve verir... Peki, bu ortamı yaratan siyasiler hiç mi bu dolandırıcılara dolaylı teşvik etmemiş olmasın...

 

Dolandırıcı adı üzerinde siyasi değil, mesleği bu…

 

Dolandırıcının bir siyasi ayağı yok ama dolandırıcı siyasi atmosferi çok iyi takip edip, kendi mesleği için yaratıcı olanlardır...

 

Taklit etmez, yeni şeyler bulur ve uygular...

 

Köprü satılacaksa ilk onlar satar, bakar siyasi köprü satışı iyi, bütçe açığını köprü satışı ile kapatmayı düşünür, dolandırıcılarda siyasilere yol gösterici olur, liberalizm dersin nereden aldığının önemi yok, önemli olan para kazanmak...

 

Sonuç mu, efendim marka olmanın bir de bedeli vardır..

 

Peki, radikal örgütlerin markası var mı?

 

 Elbette var!

 

Tüm dünyada “Che” her solcunun markasıdır, kapitalistler ondan sigara, çanta üretip para kazandı... Küresel olarak paraya döndürdüler... Bayraklar, flamalar filanı boş verin, sadece çay bardağından bile milyarlarca para kazandılar, çakmaktan...

 

Neyse efendim küresel markaların yanında bizim yerel liderlerin markalarda var, örneğin Mahir Çayan bir markadır. Sadece Mahir Çayan ülkemizde tanınır, başka ülkede tanınmaz, örneğin Türklerin en çok yaşadığı Almanya’da Mahir Çayan sol taban tarafından tüketilen marka değildir, Alman solcusu Mahir Çayan'ı tanımaz... Türk solcuların küçük bir kesimi tüketir, tüketim Türkiye’de üretilir orada etnik pazar içinde tüketilir...

 

Aynı şekilde Deniz Gezmiş... Deniz Gezmiş, Mahir Çayan'a göre daha popülerdir. Hatta onun geleneğini devam ettiren siyasi yapılar bu markayı kim pazarlarsa pazarlasın en sonunda bu popüler duruş kendi siyasi yapılarına pozitif katkı yapacağını düşünerek, tüketim haline gelmesine hatta onun ağzı ile uydurulmuş hikayeler ile destanlaştırılmasına ses çıkarmazlar...

 

Kısaca marka varsa siyasette, para kazanlarda olur ve genelde bu parayı o siyaset ile ilgisi olmayan tüccarlar kazanır...

 

Üreticisi olan Çin her türlü markadan taklit ürün üreterek her etnik pazara mal üretir... Bu arada 12 Eylül öncesi bir derginin logosu markalaştırmak için bayağı bir çaba sarf ediliyor, dergiler yayınlanıyor, ölenlerin üzerine bayrak şeklinde örtülüyor, hatta flamanın yanında kolye, yüzük şeklinde üretilen metal tüketim malzeme üretiliyor ama diğer tüketim metaları gibi popüler olamadı.  Sembolü şimdilik küçük bir çevre içinde pazarlanmaya devam ediyor, pazarlayanlar piyasa üreticisi olan tüccar değil, hiç bir yerden gelir olmayan, ticari kafa yerine arkadaşının ihtiyacını karşılayan küçük dar alan paslaşması şeklinde devam ediyor... Elbette o da ticaret ama sonuçta markalaşmamış ürünün yaygınlaşması şimdilik piyasa koşullarının dışına düşüyor ama olmayacak anlamına gelmez…

 

Marka için ortam çok önemlidir, bazen firmalar o ortamı yaratır, bazen küresel siyaset ihtiyacına uygun devletler içinde popüler bir şeyler yaratır ve tüketime sunulur. Popüler bir şeyler ihtiyaca göre yaratılır ve birden talep ortaya çıkabilir, onun içinde o siyasi hareketin toplum içinde biraz yaygınlaşması gereklidir. Örneğin AKP iktidara geldikten sonra marka olarak Rabia işareti geliştirdi ama ülkemiz için yabancı olan bu sembolün tüketim maddesi olamadı ama ak kelimesi ile başlayanlar birden markalaştırıldı, hatta AKP lideri kendi adını marka olarak tescilletti… Yani onun adına yapılan her türünden marka hakkını istiyor…

 

Marka için sadece görünür olması gerekli bir ortam yaratmıyor, başka şeylerinde yan yana gelmesi gereklidir...  

 

Geçen günlerde yaşanmış Sezen Aksu örneğinde olduğu gibi, “camiden serçeye taş atılması” sonucu birden marka değeri artmış ama piyasa koşulları onu daha fazla pazarlamak için kullanmadan söndürmüştür. Amaç ile hedef arasında bir sorun çıkmıştır, iktidarın dolayı ya da direkt temsilcisine yönelik saldırı, amacın çok dışına çıkınca, saldırının karşılığı bedeli ağır olacağını düşünen siyasi irada bu marka oluşturma sürecini yarıda kesip ve sonlandırdı… Kısaca bir marka değeri var ama popüler olmaktan siyasi tercih ile ortadan kaldırılmıştır...

 

Hepimizin sanırım kafasında oluşan soru şu olmalıdır; markasız siyaset olur mu?

 

Marka haline gelen bir lider olunca örgütlenmek çok kolay, hatta çevresini tüm günahlarını üzerine atacakları bir hedef tahtası olabiliyor… Makta olmak risktir, siyasette riski içinde hep taşır…

 

İsmail Cem Özkan

16 Şubat 2022 Çarşamba

Kadın meta değildir.

 Kadın meta değildir.

 

Hayatın içinde kadının üzerinden bir erkek hep geçer, ona rağmen kadın kendi üzerine tüm yükünü vermiş erkekten kaçar, erkek onu kovalar ve zor ile ona sahip olmaya kalkar.

 

Bir anlık zevk için erkek kadını metalaştırır.

 

Para vermeden zor ile elde etmeye tecavüz denir, nikah altında olunca kadınlık görevi denir.

 

Tecavüzden kaçan kadını belki bir erkek kurtarır, o kurtaran erkek de kadının üzerinden geçmeyi düşünür, çünkü kadını sistem metalaştırmıştır.

 

Sistem kadını canlı, onu düşünen, ihtiyacı olarak gören bir düşünce yöntemi olarak göstermemiştir.

 

Kadın, doğduğu an ayrıma uğrar, negatiftir ayrım, pembedir negatif ayrımın rengi. Pembe rengi alır ilk doğduğu andan itibaren.

 

Kadın üzerinden geçilecek bir meta olarak eğitilir, fakat bazı kadınlar direnir, cinsiyetsiz olma hakkını kullanıp, cinsel yaşamı yerine meslek yaşamını seçer ama onun seçmesinin önemi yoktur, çünkü kariyerde üzerine erkek almaktan geçmektedir...

 

Tecavüz edenden kurtaran erkek, fırsatını bulunca kadının üzerine yatar...

 

Kadın konusunu bir kovboy filminde şöyle anlatıyor; yaşını almış bir kovboy ve bir kız çocuğu dağın başındadır, kız çocuğun ailesini yok etmiş olan kötü kovboylara karşı iz sürüyorlar. Erkek dağ başında soğuk bir gecede kıza sesleniyor, “gel yanıma yat”, kız diyor ki “ben hala kızım, hiç erkek üzerimde olmadı, ya da erkek eli değmedi” diyelim... Kovboy ona hayatın acı gerçeğini anlatıyor, “nasıl olsa bir erkek senin üzerinden geçecek, sen şimdiden hazırlan buna, kaçarın yok”...

 

Şimdi sabah sabah neden aklıma geldi bu konu?

 

Türk filmlerine bakarken, iyi erkek kaçan kızı kurtarır, fakirlikten, tecavüzcüden, hastalık yüzünden gözünü kaybetmiş olan, kaçırılan sesi güzel bir sahne sanatçısı... Yani kaçan ve kaçırılan kadını, iyi adam kurtarır. Kadın minnettarlığını o iyi adam ile evlenerek gösterir... Belki evlenmeden yatar ama o iyi adam onu terk eder, çünkü çıkar parası olan kadın ile evlenmek ve sermayesini güven altında tutmak...

 

Türk filmlerinin başka boyutu, diziler...

 

Dizilere bakın, eskiden ne kadar naif, eğlenceli aile yaşantısı yerini bağıran, isyan eden, sürekli sesli ama bağırma şeklinde sinirli konuşmalara terk etmiş, hepsinde bir isyan var ama kader diyelim bu erkeğin kadının üzerinden geçmesi, babasız kalmış anne rolü, çocukları için fedakarlık yapan, iş arayan kadın imajı, hepsinde erkek üzerime yatsın çabasını görüyoruz.

 

Burada düşünce yapısında başka boyut katmışlar, kadın meta ama amacına giden yolda vücudunu kullanmayı düşünen hatta uygulayan kadın. Vücudunu bu sefer pahalıya satmaya çalışan bir kadın imajı var... İsyankar, bağıran kadın, sürekli hakkı için mücadele ediyor ama bir yere geliyor ve kıyafetleri, davranışları ile patronuna ya da patronun oğlu müdürü her ne ise kritik noktada yer alan erkeğe kendisini sunması olarak işleniyor...

 

Düşünce yapısında erkek bakış açısında, kadın metadır, henüz insanlaşamamış durumda...

 

Geçen gün bir kadın gazeteciyi cezaevine götüren kadın polisi gördünüz değil mi? Ahlak polisi kadın gazeteciyi bir suçlu gibi sağlık muayenesine götürdü, cezaevine bıraktı...

 

Devlet kadına böyle bakınca, ahalide nasıl baksın diyeceksiniz değil mi?

 

Kadının doğum rengi pembedir, ölüm rengi ne yazık ki mor olmuş durumda... Kadın cinayetleri inceleyin, hepsi kadının üzerine yatmaya çalışan, tecavüz eden erkeğin erkekliğini çevresine gösterme yöntemidir.

 

Kadın gücü karşısında, direnişi karşısında erkeğin, arkasına devleti, arkasına eğitimi, arkasına ahlakı, arkasına görenekleri almasının dışa vurumudur...

 

Kadın cinayetleri siyasidir ve bu siyasi atmosferi gücü elinde bulunduran devlet ve ondan faydalanan sınıf yaratmaktadır...

 

İsmail Cem Özkan

23 Ocak 2022 Pazar

Kısaca düne baktım…

Kısaca düne baktım…

 

Bugünlerde hepimizin bildiği ama kısaca kıyısından konuştuğumuz konular etrafında ülkenin gündemi yeniden düzenleniyor, modern söylem ile dizayn ediliyor...

 

Açılım, açılım…

Ülkemiz hiç beklenilmedik anda açılımlar ile karşılaştı. Açılım yapanlar ilk başlarda söz ile açılım yapıp, yapması gerekenleri yapmadı, bir beklemeye aldılar, fakat o açılımın devamı elbette gelecekti, yıllar sonra tek başına iktidar olan Erdoğan bu açılım fırsatını beklenmedik zamanda değerlendirdi. Tarihe ismini “Kürt sorunu çözdü” diye yazdırması gerekenler, işi o kadar sulandırdılar ki, sonunda masayı devirip işin içinden sıyrıldılar…

 

Bu günlerde erk sahibi olanlar o dönemde yaşananları konusunda özeleştiri yapacağına ismi geçen ya da geçmeyen bireyleri sorgulattırıyor…

 

Kürt açılımı bu ülkede ilk defa Süleyman Demirel, Erdal İnönü iktidarı döneminde atıldı. Biri başbakan, diğeri cumhurbaşkanıydı. “Devlet” açılım konusunda anlaşmış olduğu Diyarbakır’da yapılan bir resmi açıklamayla ortaya çıkmıştı...

 

Taraflar belliydi ve tarafların sosyal demokrat tarafı Kürt siyasi hareketin kurucu özelliğini üstlerine görev alarak yasal zeminde partileşti. O günden bu güne Kürt nüfusu içinde CHP varlık gösteremedi, çünkü Kürt seçmen tercihini yasal zeminde kendisi temsil ettiğine inandığı ulusal kurtuluş mücadelesine destek veren partisi tarafında yapmıştı. Sağ seçmen ise değişik arayışlara gitti, uzun bir zaman sonra “enişte”lerinin partisinde çoğunluk olarak üç eğilim olarak birleşti, fakat bu üç eğilimin en garip olanı milliyetçi Türk olduğunu iddia eden Kürtler... İslamcılar ağırlıkta AKP tabanını oluşturdu... Bugün oy dağılımlara bakın çıplak olarak geçmişteki eğilim ve tercihleri konusu önümüzde durmaktadır...

İlk açılım ve sonrası uzun süren bir belirsizlik ve bekleme yer aldı, bu arada mecliste milletvekilleri tutuklandı, o gün mecliste olmayanlardan kaçabilenler yurt dışında mülteci oldu...

 

Kürt sorunu eskiden olduğu gibi “güvenlik” konusu olmaya devam etti ama uzun bir sessizliği Erdoğan ani bir karar ile değiştirdi...

 

Neden bu değişime gerek duyduğunu elbette etrafımızda gelişen siyasi olaylar ve etkilerinden bulabilirsiniz, ölen Kürtler ve ölen asker sayısı bunda etkisi olmadığını hepimiz bugün daha iyi anlıyoruz.

 

Ele güne karşı yapılan ve istekle başlanan ama kişisel hırs, kibir karışımı oluşan yeni dünya liberal düzeni bu açılımında masasını devirdi ama geriye bugün HDP adını alan Kürt sorununda çözüm isteyen dört siyasi eğimi de kucaklayan o günlerde oluşturulmuş olan bir siyasi parti yerini aldı.

 

HDP, sol bir parti değildir, kuruluş ideali ve ideolojik duruşu ile geçmiş Kürt siyasi partilerinden farklıdır, her ne kadar geçmiş Kürt siyasi partilerinin seçmeni ana gövdeyi ve temeli oluşturmuş olsa da farklılığı vardır... HDP, sosyalist kelimesinin telaffuz edilmediği ama içinde sosyalist ismini taşıyan partilerinde olduğu bir ittifak partisidir... (Bir başka açıdan evet – hayır referandumunda dolayı ya da direk evet diyen (boykot da dahi) kesimlerin bir çatı altında toplandığı şemsiye partisi gibi bir izlenim veriyor.) Bundan dolayı ittifak arayışı içinde olamaz... Fakat tarihin cilvesi ki egemen basın ya da yandaş ve candaş medya HDP hep ittifak arayışında gösterme telaşı vardır, sanki açıkta kalan sol unsurları ve sistem ile entegre olmamış İslami kesim ile ittifak yapacakmış gibi bir ortam yaratmaya özen gösteriyorlar... İktidar ve muhalefetin etkin medyası bu konuda söz birliği etmiş gibidir, düzen dışı kalanların, bir çatı altında birleştirip, ötekileştirip, ihtiyaç dışına düşmüş siyasi partinin etkinliğini azaltmak ve onu hedef tahtasına oturtmak, çünkü HDP kuruluş aşamasında ve gelişen olaylarda beklenene net yanıt vermemiş, hatta aksi bir tutum takınmıştır. “Seni başkan yaptırmayacağız!” başlığı ile girilen seçimde masanın diğer tarafı kazanmış ve hırs ve kibir ile ötekileştirilmiştir...

 

Devlet Kürt açımlı yapmış ama bir türlü sona gidecek yolu açamamıştır… Devlet, muhatabın elini zayıflatıp, gerek gördüğü zaman masaya çağırarak masadan en fazla kazançlı çıkma yolunu aramaktadır.

 

Seçimden seçime…

 

Kürtler yeni seçim sisteminde kritik konuma gelmiş olması “Kürt sorunu” açılımı için fırsattır, o fırsat o güne kadar biçimlenmiş kafaların yeniden biçimlenmesi ile mümkündür ve o biçimlenme her seçim döneminde Kürtlere verilecek haklar ile yeni yolların açılması için fırsatlar sunacaktır.

 

Yeni seçim sürecine girdik, her seçim döneminde olduğu gibi Kürt seçmen en kritik konumda bulunmaktadır, iktidarı ve muhalefetin meclis içinde sandalye sayısını belirleyecek konuma olduğu içinde tartışmaların tam ortasında yer almaktadır… Bu seçim yeni sistemin ilk imtihanı olma özelliğini de taşıyor; ya bu otokrasiyi yaratan bir anlamda padişah’tan daha fazla yetkisi olan bir cumhurbaşkanlığı rejimi ile devam etmek, (Kürt sorunu ve başka sorunların çözümü bir dudak arasına sıkıştırmak) ya da kontrolü mümkün olabilecek olan bir meclis aritmetiği içinde oluşacak yeni sistem ve tablo... Çoğunluk iktidarı kurulmak isteniyorsa eğer, Kürtler kucaklamak ve onların sorunlarına çareler bulunması gereklidir, taviz vermeyi düşünmeyenler bile matematik kuralları içinde istemeye istemeye tavizler vermek zorunda kalacaklardır, bu tavizi de seçmenine açıklamadan zamanla alıştıracaklar…

 

Kürt tarafın bu sistemde iktidara gelmesi ve iktidardan yararlanılması toplum içinde değişimin önünde en büyük engel olarak görülmektedir. Çünkü Kürtler iktidarda olduğunda ister istemez toplum içinde var olan cepheleşmenin derinleşmesi ve oluşmuş olan kuralı olmayan karşılıklı özverili durum ve koşulun ortadan kalması anlamına gelir. Kayyumlar karşısında Kürt seçmeni temsil eden vekillerin mecliste sessiz kalması ya da ses çıkarıyor gibi yapıp yapılan hukuksuzluk karşısında direnç göstermemeleri bu kuralı olmayan bir sözleşmenin ifade bulmuş halidir.

 

Eski sistem artık devrilmiş ve tarihteki yerini almıştır, tıpkı ulus devletinin yıkılması gibi, ama tarih bize göstermiştir ki ulus devleti ortadan kalktı ama yerine bir küresel ekonomiye uygun yeni bir devlet oluşamamıştır, sorunları vardır ve hukuksuzluk/ kuralsızlık içinde serbest piyasa koşulları dedikleri ama tröstleşmenin yaşandığı korkunç bir süreç yaşamaktayız. Küreselleşmek adına her türlü küresel oyun oynanırken, ulus devletin yıkıntıları üzerine oturan devletlerin elinden yetkileri almak için yapılan her türlü “hibrit” savaş, küresel biyolojik savaş deneyimleri hala ulus devletten kalan anlayışı ve düşünce biçimini ortadan kaldıramamıştır…  

 

Bugün var olan devletler ulus devleti ile yüzleşememiş, hesaplaşamamıştır…

 

Küreselleşme lafı herkesi kucakladığı günlerde, liberallerin hesaplayamadıkları yüzleşme lafının arkasında; “tarih ile hesaplaşma”, “tarihimiz ile barışmak için yüzleşme” adını verdikleri geçmişin karanlıkta kalan, ulus devleti tarihinde öğretilen “yalanlar ile yüzleşip yeni tarih yazalım” söylemleri yıkılan ulus devleti kırpıntıları arsında nefes alamamış, sanal olarak oluşturulan güçleri kısa sürede sönmüştür. Ulus devleti yıkıntıları arasında otokrasi eğilimi liderlerin oluşturduğu siyasi yapılanmalar bu yeni dünya düzeninden kendi çıkarlarına uygun yararlanmışlar, etraflarında oluşturdukları sabun köpüğü çember içinde kendi düzenlerini ve hedeflerini gerçekleştirmişlerdir…

 

Liberallerin kısa süre içinde “aldatıldık, aldandık” söylemleri saman alevi gibi oluşmuş ortamın külleri etrafında uçuştu… Fakat yeni oluşan devlet aygıtı içinde partileşen, lidere bağlı devlet yapısı ve organizasyonu, var olan tüm birikimleri ters düz yaparken, çıkara ve kısa vadeli çıkarlara göre belirlenen kurallar sürekli değişirken, elbette tarih önünde ne yüzleşme gerçekleşecekti ne de açılım...

 

Kriz; krizi besleyerek, yeni krizler için ortam hazırladı.

 

Ülkemiz yeni bir seçim sürecine girdi. İktidar erki, ekonomiye çeki düzen vereyim derken, krizi başka bir kriz ile yönetmeye kalkınca kriz daha da derinleşmiş ve başka krizlerin de doğmasına sebep olmuştur…

 

Küreselleşeme için ulus devletlere çeki düzen vermeye çalışan şirketler pandemi koşulları içinde daha fazla sermeye birikimi yapmış, ulus devletlerinde oluşan küreselleşme karşıtı bir çok unsuru törpüleme ve yasal düzenleme yaptırarak kendileri için daha serbest hareket alanları yaratmıştır, fakat hala küreselleşmenin küresel hukuk alt yapısı ortada yoktur, bir çok kurum olmasına rağmen (örneğin dünya ticaret örgütü gibi) tüm devletleri kucaklayan bir hukuk alt yapısı yoktur, kontrol dışı hareket eden sermaye, kendi kontrolleri dışında hareket etmeye çalışan sermayeyi kontrol altına alacak bir düzenleme henüz söz konusu değildir… Kara para kontrol dışı gibi gösterilen otokrat liderlerin gizli hesaplarında varlığını korumakta ve yaşanan hibrit savaşlarda bu birikmiş kara paranın kullanımı söz konusudur…

 

Yaşadığımız zaman diliminde yalanlar hayaller üzerine kuruludur ve halka bu yalanlar gerçek gibi sunulur.

 

Siyasi çıkarlar ancak bazı toplum içinde lider olarak görülen cemaat ya da siyasi parti liderlerini seçim zamanı öne çıkarır, seçim bitince ve amacına ulaşılınca o vaatler bir bir unutulur, çünkü siyaset yapmak yalan ve vaatler üzerine kurulmuştur.

 

İktidar, iktidar koltuğunu korumak adına her şeyi mubah gördüğü bir süreç içindeyiz. Ekonomik krizi başka krizler ile üstünü örtmeye çalışması, başka krizlerinde kapısını aralamaktadır...

 

Ezilen ancak ezildiğini gördüğü ve hissettiği an ezilenler ile birlikte hareket ediyor, devlet aklı ve birikimi ezdiğini ezildiğini hissetmeyecek yöntemler bulmuş, kendisi açıktan ezmek yerine hep ezilenlerden oluşturduğu bir sopa kullanmıştır. Ortadan sopa kalkarsa, o zaman ülkemizde değişim kaçınılmaz olur.

 

İsmail Cem Özkan

 

20 Ocak 2022 Perşembe

Çölden gelir hava…

Çölden gelir hava…

 

Dedelerinin savaş kahramanı olduğu için onur duyanların torunları madalya sahiplerinin birer can aldıklarını hiç düşündüler mi? Her dönemin katili ve kahramanı olur; fakat kahramanlar başka coğrafyalarda katil olarak da anlatılır... Ölen de öldürende bugünden o güne baktıklarına ellerinde hiçbir şeyin kalmadığını görürler, sadece kan ve utançtan başka… Bizler utancı ile yüzleşmeyen ama sürekli ağzımızdan eksik etmediğimiz hesaplaşmadan başka sözümüz kaldı mı? Elbette değişimi kendi içinde/ toplumunda gerçekleştirenler için vardır ama gelenekselleştirilmiş söylemleri hala geçerli sayanlar için yoktur.

 

Tabularımız bizim şablonlarımızdır.

 

Berlin'de bir caddenin orta yeri diyeceğim bir noktasında, bir el uzanır ve omzuna dokunur... Bir eli omzunda hisseden döner, merak içinde, bilemezdi onun son nefesi olacağını... Vuran da vurulan da son bir kere nefesini tutmuştur... o an sanki nefesler karışmasın istenmiş gibidir...

 

Bir ses, bir acı, bir duraksama…

 

Yıllardır hesaplanan, düşünülen andır, o anı bekleyendir vurulan ve vuran için... Beklediği an gelmiştir, yüzleşmiştir geçmiş ile bir kurşun sesiyle...

 

Ses, son ve başlangıçtır.

 

Berlin'de biri kaldırımına düşerken, diğeri kaçmaktadır... Silah yere düşerken, bıraktığı son sestir belki o ana ait...

 

Dere yatakları kemikleri saklar...

 

Katliamın olduğu tüm derelerde saklı bir tarih yatar, kimsenin yüzleşemediği, konuşmaktan korktuğu tarih...

 

Acaba katil babaların torunları dedelerinin cinayetlerinden haberi var mı?

 

Olmasın diye “tarih” diye verilen eğitim dersleri ile beyinler biçimlendirilir. Kapalı toplumlarda beyinler daha rahat biçimlendirilir, “vatan, millet, vatan…” , “Sakarya’da başlamıştır kurtuluşumuz” denilerek “Vatan, Millet, Sakarya” söylemi dile yapışıp kalmıştır. Torunlar sadece kahramanlık hikayelerini bilir, zayıflıklarını, yenilgileri, katliamları, katledildiklerini, göçleri, tehcirleri bilmez, sadece ara sıra bir dizide kulağa çarpan kelimeler olur. Eğitim sadece okulda değildir, hayatın her alanında eğitilir toplumda yer alan bireyler… Tüketime alıştırılan beyinler için kalıcı bilgi olmaz, para getiriyorsa o bilginin bir değeri vardır, yoksa boşuna beyinde bilgiler yer kaplar, unutmak ve unutturmaktır çağımızın geçerli tercihi…

 

Saklananlar çıkar bir gün ortaya…

 

Gerçek isimlerimizin üzerini örttük, sakladık kimliklerimizi, uydurduk kendimize yeni bir hayat, her şeyi yeni baştan oluşturduk ama gerçek bir yerde saklı duruyor, yok olmuyor, örtü kalkacak bir gün ve gerçek kimliklerimiz ortaya serilecek...

 

Çölden geldi bir kum taneciği…

 

Binlerce kilometre ötede bir çölde havalanan bir kum taneciği geldi gözüme girdi. Çölde yaşanmış acıların, sürgünlerin, çocuk çığlıklarını duydum. Bir deve haykırıyor, etrafında yaşanan acıya bakarak, birazdan aç olanlar onu da kesecekler, çölde daha uzun bir yol var; deve mi, açlık mı? Açlık ağır basacak, devenin kanı sulayacak çöl kumunu... Tepeler var önümüzde, tepeler, çöl tepeleri dediğiniz kum yığını, bir rüzgarda dağılır yok olur diyorsunuz, aksine daha da büyüyor çölde tepeler... Çölde oluşan bir fırtınadan koptu da geldi, binlerce kilometre ötede bulunan benim gözüme. Acıdan başka bir şey getirmedi bir kum taneciği...

 

 Acı bazen başka şekillerde gelir bulur bizleri…

 

İstanbul'da bir caddenin orta yeri diyeceğim bir noktasında... Bir el uzanır ve omzuna dokunur... Bir eli omzunda hisseden döner, merak içinde, bilemezdi onun son nefesi olacağını.. Vuran da vurulan da son bir kere nefesini tutmuştur... Sanki nefesler karışmasın istenmiş gibidir... Bir ses, bir acı, bir duraksama...

 

Birileri için yıllardır hesaplanan, düşünülen andır. o anı bekleyendir vurulan ve vuran için... Beklediği an gelmiştir, bireyler olarak belki de yüzleşmiştir geçmişin karanlık yüzü ile...

 

İstanbul'da bir caddenin ortasında yer alan kaldırımına düşerken, diğeri ara sokaklara doğru kaçmaktadır, kendisini izleyen ağabeylerinin gözleri önünde oldu her şey... Cinayet işlenmişti, o artık birileri için kahramandı, bayrak önünde çekilmesi gerekliydi fotoğrafları. Ne suçlu gibi gözükecekti ne de katil… o cinayetin senaryosunu yazanlar yüz yıl önce Berlin’de işlenen cinayetin bire bir kopyasını hazırlamışlardı, bu sefer tetiği çeken ile kaldırıma düşenin kimlikleri ve temsil ettikleri haklar değişmişti.

 

Katil ve tetiği çektirenler bir mesaj vermektedir...

 

Yüz yıl önce yaşanmışlığın bir kopyasıdır bugünlerde yaşanmış olan... Tarih sanki tekerrür ediyor gibi ama sanki roller değişmiş gibi bir his oluşturmayı istiyorlar gibi… Güçlü olan hep güçlü ama ezilen hep ezildiği halde onu güçlü gösterme çalışmaları var, algılar ile oynuyorlardı, nasıl olsa kimse tarihi ve gerçeği bilmiyordu.

 

Hrant düştüğü gün, içimdeki acı benim de bir Ermeni olduğum gerçeğini ortaya çıkardı... Çöllerden gelen bir kum taneciği saplandı o gün göz pınarıma, gözyaşı yerine kum döktüm! Acım sessizdi, ne unuturum ne de affedeceğim o acıyı yaşatanları... Kişisel duygular tarihin akışı içinde hiçbir önemi yoktu oysa…

 

Yem yiyen güvercinler taksim meydanında... Bir çocuk kollarını açıp onlara doğru koşuyor, sanki kaçan güvercinleri yakalayacakmış gibi... Güvercinler insan yüzüne çarpacak gibi kanatlanıyor, hepsi kanatlanıp hava ile buluşuyor...

 

Bugünlerde kanatlanmış dostlarımızı düşündüm, hepsinde kanat vardı, hepsi maviliklerin içinde kayboluyordu...

 

Devrimci yol mücadelesinde göğe karışmış devrimciler geldi aklıma... Hepsi bizim yaralı güvercinimizdi...

 

İsmail Cem Özkan