Kayıp kentten manevi vatana
Ermeniler hakkında ne biliyoruz diye sorma gereği bile
duymazlar, haklarında oluşmuş önyargılar ile kalıplaşmış resmi tarih söylemleri
hakimdir ülkemizde… Ermeniler bu toprakların kadim halklarından olduğu
vurgulanır ama tarihleri hakkında tek bilgi ‘Ermeni soykırımı’ ya da ‘tehciri’
adı verilen tartışmalar çevresinde gelişen cümleler ve onların yaratmış olduğu
korku, acı, hüzün, dram ve trajedidir.
Ermeniler kendilerini mukaddes kitapta sözü geçen bir olay
ile bağdaştırmayı seviyor. “Sular çekildiğinde yeryüzüne ilk ayak basan kadim
halktır Ermeniler”. “Yani Ağrı (Ararat) Dağı ve eteklerinde yaşayan ve
istilaların, istilacıların geçtiği bir boğaz içinde yaşamak zorunda olan bir
halk…” Dışarıdan bakılınca ilk akla gelen cümle budur ama tarihi konusunda o
kadar bilgi barındırmaz içinde. Her ulusun doğuşu gibi belirsizlikler mevcuttur
başlangıç noktası için ama “Starbon’un da belirttiği gibi (XI, XIV, XV)
Ardeşes’in hükümdarlığı döneminde Ermenice tüm ülkenin ortak dili olur.
Ermenilerin iki vatanı vardır, Büyük Ermenistan ve Küçük
Ermenistan adı altında. Büyük Ermenistan Fırat’ın doğusunu kapsar, ikincisi ise
Sivas, Erzincan ve Malatya şehirleri arasındaki topraklardır. Büyük Ermenistan daha homojendir Küçük
Ermenistan’a göre, çünkü komşuları ile etkileşimi daha azdır.
II. Dikran (İ.Ö. 95-55) Ardeşes hanedanın en ünlü temsilcisi
olmuş, “Kralların Kralı” diyerek sikkeler bastırmış. Güçlenince Diyarbakır
şehri yakınlarında Dikrangerd (Tigranokerta) adında yeni bir şehir inşaat ettirmiş.
Yıllar geçer, savaşlar olur, yeni güçler tarih içinde yerini alır ve doğuda
Sasanilerin tarih sahnesine çıkmasıyla (224) doğu Roma imparatorluğu ve
Sasaniler arasında kalırlar. Ülke kaçınılmaz olarak ikiye bölünür, doğuda kalan
Ermeniler Mesrob Maşdots 405 yılında icat ettiği Ermeni alfabesi etkisi ile
etnik-kültürel kimliğini korumayı başarır. 485 yılına kadar Ermeniler her türlü
baskıya karşı direniş gösterirler ve direnişlerinin sonucunda 485 yılında Pers
Kralı Valaş; Ermenilerin ibadet, inanç ve kültürel özgürlüğünü tanımak zorunda
kalır. Valaş, Ermeni ordusu komutanını Vahan Mamigonyan’ı Ermenileri yönetmesi
için vali olarak atar. Bu sayede Ermeniler sorunsuz tam kırk yıl süren barış ve
refah sürecini yaşarlar. 629 yılında Herakleios Perslere karşı kazandığı zafer
sonucunda Khalkedon Konsili Ermeni ve doğu kiliselerine baskı uygular
kendilerine katılması yönünde ama bu ters tepecektir. Kendi alfabeleri ve
dilleri kilise ile özdeşleşmiş, yaşam biçimleri ve günlük hayatlarını
belirleyecek konuma kadar gelmiştir. Ermenilerin direnişi Arap istilası olana
kadar devam eder. Bu süreç içinde bir çok ayaklanma olmuş, katliamlar birbirini
izlemiştir… Ermeniler bu ayaklanmalar sırasında kendilerine güvenleri artmış
Ermenistan’ı hem bir denge unsuru, hem de kendi çıkarları yönünde bir teminat
olarak görmüşler. Bu sürecin içinde tam bir yüzyıl sürecek (920-1020) olan bir
süreç yaşanır ve bu sürecin en parlak dönemi III. Aşod kurduğu “binbir
kiliseli” Ani şaheseridir. 1045 yılında Bizans, Ani’yi ele geçirince Pakardoni
Krallığı süreci de biter. Ama aynı zamanda Bizans çöküş sürercindedir. 1071
yılında Malazgirt’te Selçuklular bu süreci hızlandırmıştır.
Tarih en karanlık noktasında başka bir coğrafyada bir umudun
var olduğunu yazar tarihçiler. Ermeniler içinde geçeridir. Savaşların yol açmış
olduğu kitlesel göçler, sürgünler Kilikya’da “Küçük Krallık” kurulur. Son Ani
kralı II. Gagik’in muhtemel akrabası olan Rupen, kendi adını taşıyan Rupenyan
Prensliği adında bir devlet kurar. 1375 yılına kadar bir çok olay yaşanır,
hatta dönemin büyük liderleri arasında bile sayılır ama zaman içinde iktidarın
varisleri ve onlar ile akraba olanların ittifakları çevrede gelişen diğer
olayların etkisi ile 1375 yılında başkent Sis, Mısırlı Memlukların eline
geçince prenslik sona erer. Ermenistan topraklarında yeni bir bağımsız Ermeni
devleti kurulması fikriyatı 1918 yılında hayat bulacaktır.
1800 yılların başlarında “Yeniden Doğuş” (Veradznunt);
kültürel üretimin geleneksel yapıların aracılığı ile bir hareket yaratma
işlevini üstlenirken “uyanış” (zartonk) terimi ile Ermeni tarih yazımı ve yeni
muhatapların yaratıldığı dönemi belirtir. Kolonilerde ve genel olarak
Ermenilerin yaşadığı yerlerde dergi basımıyla birlikte modern Ermenice edebiyat,
bilimsel araştırma ve tartışmalarda da kullanımı yaygınlaşır. Laik anlayışa
uygun olarak Ermeniler kilisenin hakimiyeti arasında bir mesafe koyarlar, bu da
Osmanlı sarayı ve batı başkentlerinde Ermenilere daha fazla hareket alanı
sağlar. Berlin Kongresi (1878) ile Ermeni meselesi, resmi olarak ilk defa uluslararası
diplomasinin gündemine girer. Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu içinde Ermeniler
üzerinde baskıların da artması anlamına gelmektedir.
Berlin kongresi sonrası 1885 ve 1890 yılları arasında üç
Ermeni partisi kurulur. Armenagan 1885 (Ermeni yanlısı), Hınçakyan 1887 (Çan),
Taşnaktsagan 1890 (Devrimci Federasyon). Üç partinin ortak yönü; Ermeni özerkliği
ve bağımsızlığıdır. Daha sonra Ramgavar 1908 (Halk) Kafkasyalı genç aydınlar
arasında yayılır. Daha sonra komünist parti kurulur.
İttihat ve Terakki Partisi Ermenilerin örgütlenmesi ve
Balkan Savaşlarının bırakmış olduğu travmaya uygun olarak daha önce aldığı önlem
kararlarını 24 Nisan 1915 yılında İstanbul’da ki Ermeni aydınları tutuklatarak
başlatır ve aydınları sürgüne gönderir. Kısa süre sonra ise İzmir ve İstanbul
haricinde yaşayan tüm Ermenileri zorunlu göçe zorlar ve o bildiğimiz ve her
sene tekrarlanan Amerika senatosunda konu olan süreç böyle başlar.
28 Mayıs 1918 yılında başkenti Erivan olan bir Ermeni
Cumhuriyeti kurulur. 29 Kasım günü Ermeni Komünist partisi iktidara gelince 29
Kasım 1920 yılında Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını alır. SSCB’nin
dağılması ile 21 Eylül 1991 günü yapılan halk oylaması ile Ermeni Cumhuriyeti
kurulur.
Koloni ya da diaspora…
En son kurulan Ermeni krallığı olan Kilikya krallıklarının
çöküşünden sonra Ermeniler değişik ülkelere gitmişler. Gittikleri yerlerde
birlikte, bir arada yaşadıkları için “koloni” adı verilmiş, ama 1915 sonrasında
Anadolu’da Ermeni nüfusunun kazınması ve çöle sürülmesi sonrası yurtdışına
gidenlere ise daha önce gidenlerden farklı olarak “diaspora” adı verilmiş.
Koloni olarak gidenler gittikleri topraklarda, katıldıkları
toplumlarda en üst göreve geldikleri zaman bile, içinde oldukları devletlerin
temel kültür, dil ve siyasi değerlerini değiştirmek için hiçbir çaba sarf
etmemişlerdir. Ermeniler, Bizans, Rus, Pers, Osmanlı imparatorluklarında önemli
mevkilere gelmiş ve devletleri için çalışmışlardır. Bunların dışında Polonya,
Transsilvanya, İtalya, Fransa, Hollanda, Hindistan, Kırım gibi ülkelerde
koloniler kurmuşlardır.
Diaspora ise ABD, Fransa’yı merkez olarak görmüş ve o
ülkelere doğru hayatta kalanlar sürgün edildikleri çölden başlayarak göç
etmişler. Suriye ve Lübnan’da kalan çoğunluğu oluşturan Ermeni nüfusu ise Ermeni
dili ve kültürü korunması için diasporanın bel kemiği özelliğini göstermiş.
Kitap tanıtımı yaparken genel kültüre katkısı olsun diye özetleyerek
Ermeni tarihi yazmamı biraz abartılı bulmuş olabilirsiniz ama biliyorum ki
çoğumuz bu kitabı alıp okumayacak, okuyanlar ise zaten biraz da olsa tarihi
konuda bilgisi olanlardır. Ermeni tarihi de keşfedilmeyi bekleyen ve üzerinde
konuşulması ve de ders alınması gereken bir çok ayrıntı ile doludur.
Benim kişisel tarihim içinde Ermeni tarihi ve izdüşümlerin
etkisini görmek mümkündür, çünkü Anadolu’da bırakılan bir gözyaşının nasıl bir
kan gölüne dönüşüldüğünü yakın tarihimizde görmekteyiz. Acıların üzerine
mutluluk yüzleşilmeden oturmuyor…
Kayıp kentten, manevi vatana…
Batıda özellikle İtalya’da Ermeni izleri 6. yüzyılda
görünmeye başlar, Bizans askeri olarak gelmiş olanlar yanında artık ticaretin
nimetlerinden yararlanan, mimar ve inşaat ustaları olarak da bugüne kadar kalan
yapılarda ki imzalar ve devlet sistemine yapmış oldukları katkıların tarihi notlarından
da öğreniyoruz. Elbette bu sadece İtalya ile sınırlı değildir, Macaristan, Kırım…
Daha önce adını andığım bir çok ülkelerde de Ermeni imzasını ve kişilerin
tarihte bırakılan notlarından anlaşılıyor… Bu konuda bilgileri eğer okursanız kitabın
ilerleyen sayfalarında bol bol bulacaksınız.
12. yüzyılda Bizans aracılığı ile Ermeni batı ilişkisi Haçlı
seferleri ile doğrudan ilişki şeklinde olmaya başlıyor. (Daha önce Roma
Kilisesi ile ilişkileri Kalkedon Konsili üzerinden yapılmakta...) Kilikya
Krallığı seferlerin yolu üzerindedir ve oradan geçen her güç ile krallığın
ilişkisi kaçınılmazdır. Bu yeni ilişki daha önce İtalya içlerinde olan ticaret
amacıyla daha önce gitmiş Ermenilerin ülke çapında ki önemli merkezlerine
yayılmasına ve onlar ile köklü ilişkiler kurmasına ve de zengin koloniler
kurması olanağını yaratmıştır. Bu ilişkinin sonucunda İtalya’da bir çok şehirde
Ermeniler tarafından yapılan kiliseler görülmeye başlanır. O kadar ilerler ki
işler Venedik’te on Ermeni kilisesinden bahsedilir konuma gelinir. Bu kiliseler
ibadet yeri olma özelliği yanında Emeni yolcuların konaklayacağı “misafirhanelere”de
sahiptir. İlişkilerin sadece ticari değil, aile birleşimi (Venedikli erkek ya
da kadın ile Ermeni erkek ya da kadının evlenmesi) olarak da ilerlediğini
kayıtlardan öğreniyoruz. Kısaca Ermeniler bulundukları ülkenin vatandaşı
oluyorlar…
Küçük Ermenistan
Venedik, San Lazzaro adası öteki adı ile “küçük Ermenistan”
ya da “minyatür Ermenistan” olarak adlandırılıyor.
“Doğudan gelen adacık
Yüzerken
Venedik önünde
Büyülenmişçesine durdu.”
Venedik şehri Ermenilerin kaderi gibidir. En zor günlerinde
yanlarında Ermenileri bulur Venedik şehri ve o günleri unutmazlar ve Ermenilere
kapılarını, yüreklerini sonsuza dek açarlar. Venedik Cumhuriyeti için
Ermeniler; faydalı, layık, saygıdeğer ve sevilen millet olarak tanımlanır.
1512 yılında ilk Ermenice kitap Hagop adında bir Ermeni tarafından
Venedik’te yayınlanır. O tarihten sonra yirmiye yakın Ermeni yayıncı bu şehirde
faaliyete bulunur. San Lazzaro adasında Mıkhitaristler bir çok dilde baskı
yapabilen matbaa kurarlar. 1918 yılına kadar yayıncılık konusunda Venedik
şehrinde ki bu matbaa Ermenilerin merkezi işlevini görür.
Mıkhitaristler adı nereden gelir?
Vaftiz adı Manuk olan Mıkhitar 1676 yılında Sivas’da doğar.
Onun doğumu Ermeni kiliselerin çöküş dönemine denk gelmiştir. 1691 yılında
Erzurum’da bulunan batı Hıristiyan dünyasında ünlü olan Cizvit rahip Jacques
Villote’den çok etkilenir. Batıya gitme fikri orada filizlenmeye başlamış… 20
yaşında Sivas’ta papaz olarak takdis edildikten sonra akındaki manevi
ihtiyaçları karşılayacak manastır kurma projesini hayata geçirir. 1700 yıllarında
Konstantiniye’de tuttuğu evde yeni dini birliğin temellerini atar ve yayıncılık
yapar. Bu sıralarda Konstantiniye’de Roma Kilisesi taraftarlarına karşı
saldırılar başlar ve Mıkhitar gizlice Venedik Cumhuriyeti hakimiyetinde ki Mora
yarımadasına sığınır. Orası Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyetine geçince
kendisi bu kez Venedik’e sığınır. İkinci vatan bu şekilde ortaya çıkar. Bugüne
kadar etkileri ve tarihi süreci yazarımız çok ayrıntılı bir şekilde kitabına
yansıtmış…
Yazar kitap içinde ulus devlet ve bugün yaşanan modeller ve
modellerin içinde yaratmış olduğu sorunları gündemine alır ve tartışır. “Birlikte
yaşam” kavramının ne anlaşıldığını batı kültürü ve ulus devleti anlayışı içinde
tartışır. Doğu - batı farkını inceler…
Kilise birliği…
Ermeni kimliği ve kültürünü belirleyen dindir. Ermeni
halkının değişik mezheplere sahip olduğu ve mezhepler arasında birlik konusunu
tartışılır kitabın son bölümlerine doğru.
Ermeni kilise anlayışında etnik kimlik önemli rol
oynamıştır. Ermeni ulusal edebi kültürü de kilisenin himayesinde gelişmiş ve
boy atmıştır.
Kitabın yazarı bir rahip olunca bu konuda bilgi ve veri
zenginliğinden bahsetmeye bile gerek yok, kitabın içinde bol veriler ile bir
anlamda bilgi bombardımanına tutuluyorsunuz, okursanız bilmediğiniz bir çok
ayrıntıyı öğrenmiş olacaksınız.
“Her seçme, acılı bir eylemdir.”
Son bölümde elbette Türk ve Ermeni ilişkileri ve ulus
devleti kavramı içinde batının ve Osmanlı imparatorluğunun “millet” kavramına
bakışı tartışmaya açılır ve yazar kendi kişisel düşüncelerini açıkça ortaya
koyar.
“Osmanlı’da “millet”e mensup tüm bireylerin yurttaş olarak
her bakımdan eşitliğinin kabulüdür.” diye belirttikten sonra ilerleyen
sayfalarda; “Ermeni tehcir ve soykırımının, özü itibariyle ve temel ilham
kaynağı açısından Osmanlı teokrasisi ve İslam diniyle ilgisi yoktur.” … “...
esas sorumlu Osmanlı kökenli ‘millet’ sistemi değil, tam aksine Batı menşeli
ulus-devlet anlayışıdır.” … “Türk olsun, Ermeni olsun her iki taraf da, tüm
karşıt iddialara rağmen, çok derin bir travmanın tutsağıdır.”
Ermeniler açısından…
Ermeniler açısından “sorunun özü şudur ki, Ermeniler binlerce
yıllık anayurtlarını kaybetmiş,… benliğini, kimliğini, kültürünü, dilini,
türküsünü, örf ve adetini ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olan ana topraktan bir
lahza içinde kopmuş “gayrı avdet” (dönüşsüz olarak) kopmuştur.”
Türkler açısından…
“Türklerde ki travmanın tek kaynağı Ermeni sorunu olmasa
gerek.” … “Bu kanımca, Türkiye’ye yönelik bir uluslar arası komplo
travmasıdır.” ..”Bu kaygının da simgesel bir adı vardır: Sevr Anlaşması.”
Millet-i sadıka
“Osmanlı’da ‘millet-i sadıka’ olarak bilinen ve devletin güvenini
kazanmış, en üst mevkilere kadar ulaşmış Ermeniler, bir yerde batı devletleri
ve Ruslar tarafından kışkırtılıp baştan çıkarılarak istismar edilmiş ve
Osmanlı’ya başkaldırmışlar, tek ifadeyle ‘nankörlük’ etmişlerdir.”
Çözüm için her zaman bir yol bulunur, yeter ki emek sarf
edilsin…
Her iki toplumum travmaları vardır ve çözümün ilk şartı
öncelikle bu travmaların aşılmasından geçer. Kitabın bütünlüğü içinde aslında
hangi modeller ile bu travmaların ve Ermeni sorunun çözümü konusunda ipuçları
bulabilirsiniz. Ben bu tanıtım yazısı içinde o ipuçları öne özellikle
çıkarmadım, çünkü kitabı alıp, kitabın bütünlüğü içinde yazarın düşünce yöntemi
ve olaylara bakışını kendiniz keşfetmeniz ve tartışmanızı arzuladım. Öncelikle yazarımız bir papazdır, duruş noktası
elbette bakış açısını belirlemektedir. Elinde ki veriler ve birikimleri bize
yeni pencereler ya da kapılar aralarken, bize de kendi birikiminden yararlanma
imkanı sunuyor…
Biraz da sohbetten notlar…
Yazarımız ile ben bu kitabı okumadan önce uzun uzun sohbet
etme imkanı buldum, her ne kadar uzun yıllar birbirimizi yazılarımızdan tanımış
olsak da yüz yüze sohbetin ve birbirimizin üzerine bıraktığımız izlerin
derinliği yazılardan daha farklı oldu. En azından kitap içinde pek
vurgulanmayan ama benim sohbet sırasında sık duyduğum bir kelime vardı, “millet-i
sadıka”. Ermeniler içinde bulundukları devlete ve halka karşı hiçbir zaman
başkaldırmamış, işlerini yapmışlar ve işleri ile onların arasına katılmışlar.
Gerek koloni süreci, gerek diaspora süreci içinde yaşadıkları toplum ile pek
sorunlar yaşamamışlar. Bir anlamda içinde
bulundukları devlet için var olmuşlar ve devletin verdiği tüm görevleri yerine
getirmişler. 1915 yılında yaşananlar alınan kararlar Balkan savaşının yaratmış
olduğu duygusal ortam olmamış olsaydı, bugün bizlerin yaşadığı travma olur
muydu? Sorusu ortada durmaktadır… Çünkü, öncelikle sorunu konuşmadan önce
bizler sorunu kimlerin yarattığını yani suçlu ararız ve görünen ilk kişi ya da
gurupları suçlarız. Bilimsel bakış yerini hemen duygusal bakış alır ki,
duygusal olan kararlar da sonuç çözümsüzlüğü dayatır.
Osmanlı mebusu, İttihat ve Terakki Partisi kurucu olan Ermeni
siyasetçiler son güne kadar görevlerinin başında olmuştur. Türk petrol’ün
kurucusu ve büyük ortağı bir Ermeniydi ve o ortaklığı 1915 yılı sonrasında elde
etmiştir. Büyük acılara rağmen ülkede kalan veya ülkeye dönebilen Ermeniler
‘millet-i sadıka’ olarak kendilerine yaşam alanı bulmuş ve yaşamaya devam
etmişlerdir. Her ne kadar kendilerine karşı “nefret söylemleri” sürekli devletin
en üst kademesinden en alt birime kadar canlı tutulmuş olsa da. Bugün ülke içinde yaşanan en ufak bir krizde, krizden
çıkış yolu olarak azınlıklar ve ötekiler olarak kabul edilenlere karşı bir “nefret
söylemi” ve “linç kültürü” geliştirilmektedir, çünkü bizler geçmişimiz ile
henüz yüzleşmediğimiz ve hesaplaşamadığımız için nefret söylemleri ve hedefleri
yüzyıllardan daha fazla uzun süredir ne yazık ki değişmedi…
Elimde tuttuğum kitap uzun zamana yayılmış, daha önce bir
çok yerde yayınlanmış makalelerden oluşmuş ve bir bütün olarak kitapta
birbirini izleyen yazılardan oluşuyor. Umarım bu kitap ilginizi çeker ve başka
bir açıdan kendi travmamızın kaynağının bir bölümüne bakabilirsiniz…
Bir arada, çok kültürlü, hiçbir inancın, hiçbir düşüncenin
yasaklanmadığı, ülkemizde çok az kalan Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar,
Gürcüler, Ruslar… gibi Süryaniler ve
Alevilerin de devlet tarafından tanınmış ibadet merkezlerinde özgürce ibadet
yapabildikleri, öteki olarak görülen tüm halkların benliği, kimliği, kültürü,
dili, türküsü, örf ve adeti ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olarak bir arada
yaşayacağımız özgür, çağdaş, laik bir ülke özlemi içindeyim.
Komşumuzu dini, dili, inancı, örf ve adetlerinden dolayı
küçük görmeyeceğimiz, anlayışlı ve hoşgörülü olacağımız, göçmenleri ve de
mülteci olarak ülkemize sığınmış olanları bizden biri olarak göreceğimiz günler
hep özem olarak mı kalacak?
İsmail Cem Özkan
Kayıp Kentten Manevi Vatana – Ermeni tarihine toplu bir
bakış denemesi
Yazar: Boğos Levon Zekiyan
Basım: Aras Yayıncılık, İstanbul, 2018
ISBN: 9786052100165
Dili: Türkçe
Sayfa Sayısı: 255
İstanbul Ermeni Katolik Kilisesi Başepiskoposu (Türkiye’nin
Katolik Ermeni cemaatinin ruhani önderi) Profesör Boğos Levon Zekiyan
tarafından kaleme alınan Kayıp Kentten Manevi Vatana başlıklı kitap
geçtiğimiz yıllarda Aras Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır. Kitabın yazarı
Zekiyan, Başepiskoposluk görevi dışında aynı zamanda Venedik Mıkhitarist
Tarikatı Yüksek Temsilcisi olarak görev yapmakta ve ünlü bir Ermenelog, filozof
ve ilahiyatçı olarak tanınmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.