Galata Gazete


17 Şubat 2025 Pazartesi

Sınıfsız bir ülke hayali kurarken, doğdukları şehirleri terk etmek zorunda kaldılar...

Sınıfsız bir ülke hayali kurarken, doğdukları şehirleri terk etmek zorunda kaldılar...

Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında, İstanbul’da Rumların komünist ya da Marksist örgütleri olduğunu biliyor muydunuz? Sol hareketler yalnızca Türklerin tekelinde değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda, farklı uluslardan, ırklardan ve sınıflardan insanlar yaşıyordu: köleler, işçiler, patronlar, köy ağaları, bürokratlar, askerler ve köklü aileler... Fransız Devrimi’nin rüzgârı Osmanlı topraklarına da ulaşmış, İstanbul'da yaşayan her milletten insan kendi cemaati içinde veya ortak yapılar aracılığıyla sesini duyurmaya başlamıştı. Uluslaşma fikri güçlenirken, Marksist düşünceler de İstanbul’a girdi. Ancak Marksizm, "bütün dünya işçilerinin birliği" fikrini savunurken, milliyetçilik zamanla dışlayıcı bir hale gelerek ötekileştirme ve yerinden etme politikalarına dönüştü.

Burjuva devrimiyle birlikte sermaye birikimi hız kazandı. Kendi burjuvazisini yaratırken, aynı zamanda işçi sınıfının doğuşuna da zemin hazırladı. Marksizm ise bu süreçte, sınıfsız bir toplum hedefiyle yoluna devam ediyordu. İstanbul’da Ermeni, Rum ve Yahudi Marksist örgütleri aktifti. Yayınlar çıkardılar, örgütler kurdular ve uluslararası bağlantılar geliştirdiler. Bu örgütlerden biri de Rumlarındı. Özellikle Amerika’daki büyük Rum nüfusuyla sıkı ilişkiler içindeydiler. Amerika'da yükselen sendikal mücadele, orada Marksizm’den etkilenen Rum işçiler aracılığıyla İstanbul’a taşındı. Amerika’da örgütlenme deneyimi kazanan işçiler, döndüklerinde bu bilgileri İstanbul’daki işçi sınıfına aktardılar.

O dönemde İstanbul, bugünkü gibi büyük bir inşaat hareketliliği içindeydi. Beyoğlu’nda hâlâ ayakta duran birçok bina, o yıllarda inşa edildi. İnşaat sektöründe çalışan işçilerin büyük bir kısmı, Rum ustaların yanında çalışan Kürtler ve Türklerdi. Zamanla onların da içinden ustalar çıktı. Rum Marksistleri, bu işçileri örgütlemeye öncelik verdi; dayanışmayı ve ortak hak mücadelesini savundular.

Ancak işgal altındaki İstanbul’da bu örgütler çeşitli grevler düzenleseler de, Anadolu’da gelişen siyasi atmosferden etkilenmemeleri mümkün değildi. Bir yanda ulusal çıkarlar, diğer yanda sınıfsız bir işçi devleti ideali... Beyaz Rusların oluşturduğu cemaatler, Rus Devrimi’nin etkisi ve Ankara’daki gelişmeler birbirine karışıyordu. Rusya, Türkiye’deki Marksist örgütlere, gelişmekte olan Ankara merkezli burjuva devrimini desteklemelerini önerdi, hatta dayattı. Dönemin Marksistleri için fazla seçenek yoktu; bağımsız bir Marksist örgütlenme henüz gelişmemişti. O dönemde tüm Marksistlerin gözü, Komintern’den gelecek talimatlara çevriliydi ve farklı bir model tartışmaya açık bile değildi.

Mudanya Mütarekesi sonrası Yunan askerleri savaşsız bir şekilde İstanbul’dan çekildi. Geriye kalan Rumların durumu belirsizdi. Devrimci Rum Marksistleri için artık fazla seçenek kalmamıştı. Örgütlenmeleri deşifre olmuştu ve yeni kurulan devlette iş bulma ihtimalleri neredeyse yoktu. Karadeniz’de boğdurulan TKP liderlerinin akıbeti, Rum Marksistleri arasında korkuyla konuşuluyordu. Onlar için tek seçenek kalmıştı: Ya Yunanistan’a ya da Sovyet Rusya’ya gitmek.

Yeni bir ülke kurulurken, sınıfsız bir toplum hayal edenler, doğup büyüdükleri şehirleri terk etmek zorunda kaldılar. Rumların yaşadığı bu sürgün yalnızca onlarla mı sınırlıydı? Yahudiler, Bulgarlar ve diğerleri... İstanbul’da, işgal altında bile işçi grevleri örgütleyenler, sınıfsız bir toplum hayalini geride bırakıp bilinmeze doğru yola çıktı.

İsmail Cem Özkan

15 Şubat 2025 Cumartesi

Dr. Şefik Hüsnü'nün kulağını çınlattık...

Dr. Şefik Hüsnü'nün kulağını çınlattık...

"Potansiyel şüphelilerin" olduğu bir toplantı ile Dr. Şefik Hüsnü ve Akaretler'de yapılan kongrenin tarihi önemi açısından 15 Şubat 2025, yani yüzüncü yılında Akaretler Kongresi konusunda İstanbul’da yapılan toplantısında dinledik.

Komünist Parti kuruluşu…

Türkiye Komünist Fırkası (TKF) 10 Eylül 1920’de Bakü’de kuruldu. 28/29 Ocak 1921 gecesinde Trabzon açıklarında partinin kurucularından Mustafa Suphi ve yoldaşları Karadeniz’de öldürüldü. İlk kurulan parti henüz kendisini anlatmasına fırsat veremeden Karadeniz sularında boğuldu; ölenler sadece kurucuları değil, aynı zamanda partidir.

Bakü’de kurulan bağımsız benzer bir parti kurma işi Ankara’da gerçekleşmektedir.

7 Aralık 1920'de Ankara'da Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın (THİF) adında Moskova'dan gelen Komintern temsilcilerinin katılımıyla kurulur ve kısa süre sonra Çerkes Ethem ayaklanması bahane edilerek başlayan operasyonlar sonucunda 2 Şubat 1921'de kapanma kararı alır. Bir yıl sonra Paris Komünü konusunda yapılan bir toplantıda alınan karar ile 18 Mart 1922'de yeniden faaliyete geçer. 12 Eylül 1922 günü Komintern üyeleri kongreye katıldığı gerekçesiyle Kemalist idare tarafından kapatılma kararı alınır ve üyeleri tutuklanır.

Bundan tam 100 yıl önce, 15 Şubat 1925'te, İstanbul’un Akaretler semtinde bir evde toplanan bir grup insan, Türkiye'nin en tartışmalı ve en çok baskı gören siyasi hareketlerinden birinin tarihsel devamlılığı olan siyasi bir hareketin temelini atıyordu. TKP adında partinin kuruluş bildirisi kaleme alınır. Takrir-i Sükun Kanunu (4 Mart 1925) çıkınca tüm TKP üyesi olanlar tutuklanır, davalar açılır. Buraya kadar olan süreçte TKP'nin kabul edilmiş programı yoktur. TKP programı yoktur, çünkü o program Komintern'e sunulması ve oradan gelen uyarılara göre yeniden düzenlenerek onaylanması gereklidir. O gün gerçekleşen toplantının somut karşılığı günümüz diliyle “Türkiye Komünist Parti - İnşa Örgütü” diyebiliriz.

Tutuklamalar, cadı avı ve parti içinde çekişmeler bu programın sunumunu engellemiştir. Resmi olarak TKP, programı ile birlikte İnkılap Yolu dergisinin (Temmuz 1930) çıkarılması ile programını yayınlayarak kuruluşunu tamamlar.

Bir siyasi parti için devamlılık esastır; arada kopukluk varsa orada yaşanan süreç geçmişten kopuşu ve yeniden oluşumu ifade eder. Dr. Şefik Hüsnü kimliği ve kişiliği çerçevesinde TKP devamlılığa ve bir örgüt gibi davranmayı ortaya çıkarmıştır.

Bugün TKP nerede başladı diye sorulduğunda Bakü deriz; evet, manevi olarak orası başlangıç sayılır ama arada Ankara olmuş olmasına rağmen bana göre TKP, Dr. Şefik Hüsnü'nün evinde toplanan kongre ile başlamış ve bugüne kadar ulaşmış olduğunu düşünüyorum.

Kitlesel TKP ya da yurt içinde daha görünür olmasını sağlayan kırılma süreci 23 Mayıs 1973 günü Zeki Baştımar’ın görevden alınması ve yerine İsmail Bilen'in atanmasıdır. Bu atamada Aram Pehlivanyan, İsmail Bilen kadar etkilidir. Bundan sonraki süreç genel olarak bilinen kabul edilmektedir.

Kuruluşu genelde iç tartışmalar, Komintern ile iletişim, Komintern sonrası süreç ve Sovyetler Birliği'nin TKP'den beklentisi ve o beklentiye cevap arayışları ile geçmiş olmasının etkisi bir yana, Kemalizm'in acımasız bir şekilde komünistlerin üzerine gitmesi, en ufak örgütlülüğü zorla bastırmasının da etkisi büyüktür. TKP, Kemalizm konusunda her zaman ikili görüşü olacaktır; birincisi Sovyet çıkarı açısından bakış, ikincisi Kemalizmin kendi üstleri üzerine operasyonu.

Çelişkiler, komünistlerin bir arada olması ve değişik görüşlerin ortaya çıkışı ve sönümlenmesi, acımasızca ezilen komünistler bir de içte acımasızca mücadeleye sahne olmaktadır.

Dr. Şefik Hüsnü hayatı anlatılırken bir ömre ne kadar çok değişik öykü sığdırmış olduğunu düşündüm. İyi bir eğitimden geçmiş, birden fazla dil bilen, yurt dışı deneyimini boşa geçirmemiş biri ideali için ülkenin en çok tepki çeken örgütünü kurmuş, tüm baskıları göze almış, devletten gelen baskılar yanında yoldaşlarından gelen karalamalar ile uğraşmış… Köklü bir aileden, iyi eğitim almış olduğu bile kendisine sanki suçluymuş gibi uluslararası örgütte (Komintern) de kendisine karşı iktidar kavgasında kullanılmış ve ona rağmen bildiği doğruları yazmaktan çekinmeyen, parti disiplini içinde Kominternli yıllarda Komintern kararlarına uyumlu davranmış bir Marksist yaşam...

Bir komünistin hayatı bir siyasi partinin kuruluşunun tarihini paralel olarak görebiliriz. Elbette bu yazıda bahsetmediğim işgal altında kurulan ve aydın çevre içinde tanımlanan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) ve TKP’nin ilk nüvesinin orada filizlendiği gerçeğini göz ardı etmemek gereklidir. Aynı dönemde Rumların, Yahudilerin ve Balkanlarda gelişen komünist hareketler ve Bulgar komünistlerin etkisi bu yazının konusu içinde değildir.

1951 Tevkifatından dolayı Manisa’da sürgün hayatı yaşarken, 22 Mayıs 1954 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden alınan bir karar ile çıkarıldı. Sürgün cezası bitip 1957'de tahliye olmasından bir süre sonra, 7 Nisan 1959'da Manisa'da öldü.

Mezar taşı üzerine yazılı olan rakamların arasındaki o küçük çizgi, üzerinde bir hayatı taşır. O hayat içinde çileyi de gördü; doğruları söyleyememe, gördüğünü, düşündüğünü tam açıklayamamadan kaynaklı acılar çektiği düşünüyorum. Düşündüğü gibi yaşayamadı ama ona bırakılan alan içinde kendi hayallerini gerçekleştirmek için hep mücadele etti, hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadı… Gazete, dergi çıkardı, parti kurdu, gizli, kapalı kapılar yerine yasal zeminde ve açıktan mücadele yolunu seçti. Gerek yurt dışında gerek yurt içinde mücadelesini bir Marksist nasıl davranması gerekirse öyle davrandı ve tercihlerini o yönde kullandı.

Bakü bir başlangıç değil, sonuçtur. O sonucu doğuran ise Meşrutiyet’in ilanından sonra gelişen siyasi hareketler ve o hareketlerin bireyler üzerine yansımasıdır. Bir köşe yazısı ya da blog yazısı içinde ancak genel başlıklar içinde geçilen her konu, aslında bir araştırma konusu olabilir. Her bir cümle yaşanmışlıkların, mücadelelerinin ortaya çıkardığı öyküsünün en kaba hali ile izdüşümüdür. 

İsmail Cem Özkan

11 Şubat 2025 Salı

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı…

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı…

 

Yurt dışına giden ürünlerde pestisit bulunuyor ve geri gönderiliyor. Bir bölümü imha ediliyor. Şimdi bunlar üretici için kötü haber, çünkü yurt dışına giden ürünün ne kalitede, hangi prosedürden geçeceği bellidir; ona rağmen “kör göze parmak sokar gibi” ürünlerinde belirlenmiş değer üstünde pestisit bulunuyor. Üretici bunu bile bile yaptığını düşünüyorum, çünkü geçmeyeceği baştan bellidir ya da "arda kaynar", nasıl olsa onlarda da sıkı denetim yok anlayışı mı hâkim? Zarar onların hanesine yazılıyor ama üreticiler üretimden düşmüyor ve benzer şekilde üretmeye devam ediyor. Peki, bu üretim nasıl oluyor, çünkü bu kadar malı imha edilenin bir daha belini doğrultmaması gereklidir.

Ülke dışına gönderilenlerin yanında bir de ülke içinde tüketilmek için üretilmiş ürünler var. Aynı üretici, yurt dışı için seçip ayrıştırdığı ürünler dışında kalanları çöpe atacak değil ya, onları da bir şekilde paketleyip ülke içinde daha ucuz bir fiyata piyasaya sürüyor… Verimlilik kavramı üretici içinde geçerlidir, sonuçta ticaret para için yapılır ve çöpe gideceğine dönüştür ya da yeniden kategorize et ve ona göre paketle ve alıcısına ulaştır…

Ülke içinde satılmak için üretilenlerin pestisit oranı ne kadardır, kim araştırıyor ya da kontrol ediyor?

Bu konuda hiçbir bilgi yok, çünkü yurt içi tüketim için benim bildiğim koşul yok; toplat, paketlet, üç harfli marketler ya da hale gönder, tarladaki fiyatın üzerine aracılar fiyatlarına fiyat katsınlar ve sonunda üzerine yeni fiyat etiketi ile tüketiciye ulaştır. Pazarda, markette tezgahlara gelen ürün alıcıya daha çekici gözüksün diye üzerine parlatıcı sür. Kısaca marketten ya da pazardan aldığımız "beni al" olarak tezgaha konan ürün kimyasallar içinde, çünkü kontrol yok.

Ülke içinde geçilecek gümrük yok, şartları olan alıcı yok.

Üretici ne ürettiyse onu tüketecek bir yerli tüketici var.

Böylece, az gelire sahip tüketiciler, bilinçli olmadan her alışverişte vücutlarına zehirli kimyasalları alıyor.

Ülke içindeki piyasada yerli malı, yurdum malını tüketecek her zaman sessizce argo tanım ile "mallar" var deniliyor. Tüketiciyi ciddiye almayan, ne koyarsak tezgaha o satar anlayışı ile yukarıdan bakan bir bakış söz konusu. Sonuçta tüketiciyi, fakiri, cebinde para ile ay sonunu getiremeyenleri "çaresiz" olarak gören bir anlayış söz konusu. Bu durum, yalnızca üretici ve tüketici arasındaki bir sorun olarak kalmıyor; aynı zamanda ciddi bir sosyal adaletsizliğe de işaret ediyor. Yüksek kalite standartlarını karşılayan ürünler pahalı marketlerde satılırken, düşük gelir grubuna hitap eden ürünler neredeyse kontrolsüz şekilde pazara sürülüyor. Kısaca yeterli kadar parası olmayanlar pazardan ve üç harfli marketlerden alışveriş yapmak zorunda olan sabit gelirliler için tezgaha konan ürünlerde mineraller ve vitaminler ile birlikte daha fazla kimyasal alıyor demektir ve sonuçta her tüketilen şey insan vücudunda toksik etki yaratıp, yıllar içinde hastalık için ortam yaratıyor.

Açıkça bir insan birden zehirlenmiyor, zamana yayılmış şekilde zehirleniyor.

Pestisit kirliliği, yalnızca tarımsal bir sorun olmaktan çıkarak, toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren ciddi bir sağlık ve adalet meselesi haline gelmiştir. Üretimden tüketiciye uzanan bu zehirli zincir, özellikle yurt içi piyasada alt gelir grubunu doğrudan etkiliyor.

Pazardan alışveriş yapanların kaçı kanser hastası olup, hastanelerin müşterisi oluyor? Müşteri fakirse, zehirle gitsin! Nasıl olsa onun ölümünü araştıracak “adli tıp” olmayacak. Kimsesizler mezarlığına gömmeden önce çaresiz ve seçme hakkı olmayanların elinden -ne kadar birikimi varsa- sağlık sektörü hepsini alacak, ölen daha da fakirleşmiş bir şekilde ölüp gidecek.

Bir cinayet işleniyor her gün; kurbanların akıbetini soran yok!

Pestisit hayatları yok ederken, sonuçlarıyla yeni bir piyasa oluşturuyor; her yeni piyasa kendi eko dengesini kuruyor. Bu yeni denklemde fakir çaresizlik içindeyken, parası olanın seçme hakkı olmasına rağmen, o da denetimsizlikten kaynaklanan bir durumla fakire göre daha az zehirli ürün tüketmiş oluyor.

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı, bize ölümden başka seçenek sunmuyorlar…

 

İsmail Cem Özkan

10 Şubat 2025 Pazartesi

Siyasi tanımlara yeni anlamlar yüklenirken…

Siyasi tanımlara yeni anlamlar yüklenirken…

Faşizm, geleneksel olarak devletin tüm imkânlarını sermaye sahiplerinin hizmetine sunması olarak tanımlanır. Ancak küreselleşen dünyada sermaye, artık sadece yerel değil, uluslararası bir güçtür. Türkiye'de yaşanan süreç, klasik faşizm anlayışına yeni bir boyut ekliyor: Yerel ile küresel sermayenin iç içe geçtiği, otokrasi ile harmanlanmış bir yönetim modeli.

Bugün faşizmin temel özelliklerinden biri olan örgütlü muhalefetin ve bağımsız sivil toplumun baskılanması, Türkiye'de de farklı bir şekilde işliyor. Sendikalar, siyasi partiler ve kitle örgütleri tamamen yasaklanmak yerine, varlıkları iktidarın sınırları içinde tutuluyor. Onların tamamen yok edilmesi yerine, meşruiyet sağlayan birer vitrin unsuru haline getirilmesi tercih ediliyor. Bu, klasik faşizm anlayışına yapılan en büyük katkılardan biri olabilir mi?

O halde sormamız gereken soru şu: Türkiye'de bugün faşizm mi var, otokrasi mi? Yoksa bu kavramları aşan yeni bir yönetim modeli mi inşa ediliyor?

Faşizmin Klasik Tanımı ve Güncellenme İhtiyacı

Faşizm, ilk kez Benito Mussolini tarafından sistematik hale getirilmiş bir yönetim biçimidir. 1922’de iktidara gelen Mussolini, devletin tüm organlarını sermaye ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda düzenledi. Siyasi muhalefeti tamamen yasakladı, işçi sınıfını baskı altına aldı ve medya kontrolü ile halkı tek bir ideolojinin etrafında topladı.

Hitler’in 1933’te Almanya’da benimsediği faşizm modeli de benzerdi. Ancak bu kez ideolojik temel, Alman ırkının üstünlüğüne dayandırıldı. Faşizm, her ülkede farklı bir versiyona büründü ama temel özellikleri aynı kaldı:

Devletin sermaye lehine çalışması

Muhalefetin baskılanması veya yasaklanması

Hukukun siyasi iktidarın çıkarlarına göre işletilmesi

Tek adam rejimine dayalı bir yönetim anlayışı

Faşizm Ortamında Sendikalar ve Kitle Örgütleri Olur mu?

Faşizmin hüküm sürdüğü bir ortamda sendikalar, siyasi partiler, kitle örgütleri var olabilir mi? Elbette olmaz! Varlık hakları olmadığı gibi, söz hakkına da sahip değillerdir. Böyle bir sistemde muhalefet ve örgütlü yapılar, baskılarla yeraltına itilerek etkisiz hale getirilir. Ancak Türkiye’de farklı bir tablo ile karşı karşıyayız: Var olan siyasi partiler, sendikalar, cemaatler ve kitle örgütleri, iktidarı meşrulaştıran bir işlev görüyor. O halde, bu yapıların var olması, bastırılmış olmasından ve ciddi anlamda siyasi muhalefeti örgütleyemeyen, talepleri ekonomik çerçeve içinde olan kitle örgütlerinin varlığı iktidarı güçlendirmekten, ona hareket alanı yaratmasından başka işlevi yoktur.

Muhalefetin Çıkmazı: Değişim Gücü Var mı?

Bugün kitleselleşemeyen, dar cemaat ilişkileri içinde sıkışıp kalan grupların toplumu değiştirme gücü olabilir mi?

Elbette hayır! Çünkü iktidar, bu yapıların hareket alanını ve özgürlük çerçevesini kendisi belirliyor. Onların toplum içinde kök salma ve söylediklerini gerçekçi kılma hakları da ortadan kaldırılmış durumda. İktidarın yaratmış olduğu algılar ile gerçek iktidarın gördüğü alan kadar ile sınırlanmıştır; o sınırlar içinde gerçeklik aranamaz, sadece üzerine konuşulur… İktidarın belirlediği alanlar içinde hareket etmek, söz söylemek, hatta kitlesel protesto etkinlikleri düzenlemek serbesttir. Cumhuriyet mitingleri buna örnektir; bu mitingler sayesinde iktidar kitlesini kendi etrafında daha da kilitlenmesine neden olmuştur. O mitinglerin etkisi bugün dahi yapılan tüm seçimlerde kemik oy olarak adlandırılan istatistik rakam olarak ortada durmaktadır.

Türkiye'de Faşizm mi, Otokrasi mi?

Bugün yaşanan süreci nasıl adlandırmalıyız? Faşizm kavramı, geçmişte deneyimlenen klasik anlamıyla örtüşmediği için birçok kişi "Bu ülkede faşizm yok" diyebiliyor. Ancak yaşananları otokrasi olarak tanımlamak da yetersiz kalıyor. Türkiye'deki yönetim şekli, liderin niyetine göre şekillenen bir otokratik yapı üzerine kurulu. Bu, her an faşizme dönüşme potansiyeli taşıyan bir sistemdir.

Faşizm Değişir mi? Yeni Tanımlara İhtiyaç Var mı?

Faşizmin önüne sıfat ekleyerek onu "İslami faşizm" ya da "yerli faşizm" olarak adlandırmak doğru mu? Örneğin, Franco İspanyası "Hristiyan faşizmi" olarak mı tanımlanmalıydı? Faşizm, faşizmdir. Ancak tarihsel süreç içinde içerik değişebilir. Zamanın ruhuna uygun yeni bir faşizm tanımı yapılması gerekmiyor mu?

Bugün Türkiye'de Ne Var?

Bugün Türkiye'de klasik faşizm tanımına birebir uyan bir yapı yoksa da, ona özgü yeni bir yönetim biçimi inşa ediliyor. Yasaların keyfi uygulanması, muhalefetin sınırlarının iktidar tarafından belirlenmesi ve hukuk sisteminin tamamen siyasi iradenin çıkarlarına göre işletilmesi, bu yeni yapının temel taşlarını oluşturuyor. O halde, bu yönetim biçimine ne ad vereceğiz?

Tüm kavramların değiştiği ortamda tek bir tanımın aynı kalması söz konusu olabilir mi?

İsmail Cem Özkan