Sınıfsız bir ülke hayali kurarken, doğdukları şehirleri terk etmek zorunda kaldılar...
Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında, İstanbul’da
Rumların komünist ya da Marksist örgütleri olduğunu biliyor muydunuz? Sol
hareketler yalnızca Türklerin tekelinde değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda,
farklı uluslardan, ırklardan ve sınıflardan insanlar yaşıyordu: köleler,
işçiler, patronlar, köy ağaları, bürokratlar, askerler ve köklü aileler...
Fransız Devrimi’nin rüzgârı Osmanlı topraklarına da ulaşmış, İstanbul'da
yaşayan her milletten insan kendi cemaati içinde veya ortak yapılar
aracılığıyla sesini duyurmaya başlamıştı. Uluslaşma fikri güçlenirken, Marksist
düşünceler de İstanbul’a girdi. Ancak Marksizm, "bütün dünya işçilerinin
birliği" fikrini savunurken, milliyetçilik zamanla dışlayıcı bir hale
gelerek ötekileştirme ve yerinden etme politikalarına dönüştü.
Burjuva devrimiyle birlikte sermaye birikimi hız kazandı.
Kendi burjuvazisini yaratırken, aynı zamanda işçi sınıfının doğuşuna da zemin
hazırladı. Marksizm ise bu süreçte, sınıfsız bir toplum hedefiyle yoluna devam
ediyordu. İstanbul’da Ermeni, Rum ve Yahudi Marksist örgütleri aktifti.
Yayınlar çıkardılar, örgütler kurdular ve uluslararası bağlantılar
geliştirdiler. Bu örgütlerden biri de Rumlarındı. Özellikle Amerika’daki büyük
Rum nüfusuyla sıkı ilişkiler içindeydiler. Amerika'da yükselen sendikal
mücadele, orada Marksizm’den etkilenen Rum işçiler aracılığıyla İstanbul’a
taşındı. Amerika’da örgütlenme deneyimi kazanan işçiler, döndüklerinde bu
bilgileri İstanbul’daki işçi sınıfına aktardılar.
O dönemde İstanbul, bugünkü gibi büyük bir inşaat hareketliliği
içindeydi. Beyoğlu’nda hâlâ ayakta duran birçok bina, o yıllarda inşa edildi.
İnşaat sektöründe çalışan işçilerin büyük bir kısmı, Rum ustaların yanında
çalışan Kürtler ve Türklerdi. Zamanla onların da içinden ustalar çıktı. Rum
Marksistleri, bu işçileri örgütlemeye öncelik verdi; dayanışmayı ve ortak hak
mücadelesini savundular.
Ancak işgal altındaki İstanbul’da bu örgütler çeşitli
grevler düzenleseler de, Anadolu’da gelişen siyasi atmosferden etkilenmemeleri
mümkün değildi. Bir yanda ulusal çıkarlar, diğer yanda sınıfsız bir işçi
devleti ideali... Beyaz Rusların oluşturduğu cemaatler, Rus Devrimi’nin etkisi
ve Ankara’daki gelişmeler birbirine karışıyordu. Rusya, Türkiye’deki Marksist
örgütlere, gelişmekte olan Ankara merkezli burjuva devrimini desteklemelerini
önerdi, hatta dayattı. Dönemin Marksistleri için fazla seçenek yoktu; bağımsız
bir Marksist örgütlenme henüz gelişmemişti. O dönemde tüm Marksistlerin gözü,
Komintern’den gelecek talimatlara çevriliydi ve farklı bir model tartışmaya açık
bile değildi.
Mudanya Mütarekesi sonrası Yunan askerleri savaşsız bir
şekilde İstanbul’dan çekildi. Geriye kalan Rumların durumu belirsizdi. Devrimci
Rum Marksistleri için artık fazla seçenek kalmamıştı. Örgütlenmeleri deşifre
olmuştu ve yeni kurulan devlette iş bulma ihtimalleri neredeyse yoktu.
Karadeniz’de boğdurulan TKP liderlerinin akıbeti, Rum Marksistleri arasında
korkuyla konuşuluyordu. Onlar için tek seçenek kalmıştı: Ya Yunanistan’a ya da
Sovyet Rusya’ya gitmek.
Yeni bir ülke kurulurken, sınıfsız bir toplum hayal edenler,
doğup büyüdükleri şehirleri terk etmek zorunda kaldılar. Rumların yaşadığı bu
sürgün yalnızca onlarla mı sınırlıydı? Yahudiler, Bulgarlar ve diğerleri...
İstanbul’da, işgal altında bile işçi grevleri örgütleyenler, sınıfsız bir toplum
hayalini geride bırakıp bilinmeze doğru yola çıktı.
İsmail Cem Özkan