Galata Gazete


23 Nisan 2025 Çarşamba

İstanbul’u Deprem Vurdu!

İstanbul’u Deprem Vurdu!

İstanbul, 6.2 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Yıllardır beklenen bu deprem belki bir uyarıydı, belki de beklenen tam olarak buydu. Zaman, hangisinin doğru olduğunu gösterecek. Ancak bu depremde de gördük ki, her şey sadece sözde kalıyor. Çünkü felaket anında bile birlikte hareket edemediğimiz acı bir şekilde ortaya çıktı.

Deprem sonrası her siyasi çevreden farklı açıklamalar geldi. Yerel ve merkezi yönetim arasındaki ayrışmanın tam ortasında bir "deprem yarığı" oluştuğunu fark ettik. Anlaşıldı ki, "birlik" kavramı bizde yalnızca sözde var; gerçekteyse siyasi partiler, ittifaklarına göre bölünerek sadece kendi taraflarının sesi oluyor.

Uçları yaşarken, zıt kutuplar bir arada bulunabiliyor...

Siyasi partilerin ve yerel/merkezi yönetim temsilcilerinin uzlaştığı tek nokta, halkı parklara davet etmek oldu. Bir gün içinde yeni bir depremin olabileceği varsayımıyla evlere girilmemesi istendi. Bu çağrı yapıldığında hava güzeldi; fakat ilerleyen saatlerde serinledi, rüzgâr şiddetlendi. Uzun süredir istikrarsız olan hava koşulları da bu dengesizliğe eşlik etti. O kadar uçları yaşamaya başladık ki, hava bile bize benzedi!

Peki, insanları parklara yönlendirmek, aslında korkuyu yaymak değil midir?

Bu tür çağrılar, "evleriniz güvenli değil" demenin dolaylı bir yoludur. "Evine güvenen evinde kalsın, güvenmeyen parkta" söylemi de benzer bir anlam taşır. Sonuç olarak, bu ülkede evine güvenemeyen bir birey, siyasete ve bölünmüş iktidar yapılarına da güven duyamaz. Çünkü haber bültenlerinde "evde kalmayın, parkta kalın" denmesi, aslında "hiçbir şeye güvenmeyin" anlamına gelir. Parklar geçici bir güvenlik alanı olarak sunuluyor; ancak bu alanların altyapısı yeterli mi? Soğuk hava, salgın hastalıklar, zatürre gibi riskler göz önünde bulunduruluyor mu?

Ülkemizde iktidar yapısı çift başlıdır.

Bu durum İstanbul'da açıkça görülüyor. Hükûmet projelerinde bakanların isimleri büyük puntolarla öne çıkarılırken, belediye projelerinde belediye başkanlarının isimleri vurgulanır, ancak belediye logoları küçültülür. İstanbul metrosu bile iki ayrı sistemden oluşur: biri “M”, diğeri “U” harfi ile tanımlanır. Karayollarındaki bakım çalışmaları da iki farklı otoriteye aittir. Hangi yolun hangi kuruma ait olduğu ve hizmetin kim tarafından verildiği bellidir. İhaleler ve hizmetler bu çift başlı yapı üzerinden yürütülmektedir. Hükûmet, istemediği bir hizmeti “kamulaştırma” adı altında belediyeden alıp kendi logosu altında sürdürmektedir. Son örneklerden biri de İstanbul metrosunun sahiplenilmesidir: Yolun bir kısmı “M”, diğer kısmı “U” harfiyle gösterilmektedir.

Birlikte hareket edemeyenler, toplumun ortak sorunlarını çözebilir mi?

Siyasi ve ekonomik kriz, merkezi ve yerel yönetim arasında derin bir bölünme yaratmıştır. Koordinasyon sağlanamamakta; biri neyi savunursa, diğeri mutlaka karşı çıkmaktadır. Ortak akıl ve ortak yol geliştirilememektedir. Felaket anlarında bile kimin süreci yöneteceği belirsizdir. AFAD ve AKOM gibi iki ayrı merkezden benzer açıklamalar yapılmakta; ancak biri belediyeye, diğeri hükûmete bağlıdır. Bilim insanları bile ikiye ayrılmıştır: Devlet maaşı alanlar susarken, diğerleri ekranlarda konuşarak geçinmektedir.

Deprem fakiri vurur, zenginin kasasını doldurur…

Geçmiş depremlerden çıkardığım sonuç şudur: Zenginler daha da zenginleşirken, yoksullar evsiz, çaresiz ve muhtaç bırakılmıştır. Her felaketi fırsata çevirmek, sermayenin doğasında vardır.

Şehirlerin dokunulmaz alanlarında yer alan tarihi değeri olan ama bakımsız bırakılmış binalar, aslında restore edilmesi gerekirken, yıkılarak yerine daha kârlı yeni binalar yapılmak istenmektedir. Deprem, bu amaçlar için bir bahane; rant ise asıl hedef olabilir. Bu depremde sit alanı ilan edilen bölgelerde binalar yıkılmış olabilir. Büyük bir tesadüf müdür ki, yıkılması beklenenler yıkılmış, yıkılmayanlara ise yangın çıkartılmıştır. Yangına sığınan evsizlerin sebep olduğu öne sürülebilir. Bahane arandığında, her yol mubah sayılır.

Ülkemizde sürekli "milli irade"den söz edilir; ama gerçek irade doğadadır, ve doğa bunu bir kez daha sarsıntıyla gösterdi.

İstanbul’da bir deprem, devletin temelinin sarsılması anlamına gelir. Çünkü devletin atardamarı burada atar.

Deprem İstanbul’u vurdu!

Sonuç olarak, parçalanmışlık her alanda kendini göstermektedir. Ancak siyasiler her defasında ülkenin birlik içinde olduğunu, “bu ülke bölünemez” diyerek vurgular. Oysa gerçekte, bu parçalanmış yapıyı yaratanlar bizzat kendileridir ve topluma bu durumu kanıksatmışlardır.

Deprem, bu bölünmüşlüğün kronikleştiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.

İsmail Cem Özkan

Uluslar Bayramsız Olmaz

Uluslar Bayramsız Olmaz

Her ulusun bir ya da daha fazla ulusal bayramı vardır; zira ulus olmanın temel koşullarından biri, ortak bir toplumsal ve ekonomik hedef etrafında birleşmektir. Bu birlik, genellikle sermaye birikimi sürecini destekleyen bir sosyal yapının oluşmasını gerektirir. Toplum, bu süreçte ekonomik güce sahip olan kesimlere emek ve maddi kaynak sağlayarak onları güçlendirir; böylece sosyal yapıda zengin daha zengin olurken, yoksulun mevcut durumu korunur. Dolayısıyla, uluslaşma süreci içinde bir sermaye sınıfının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Kısaca, ulus olmak için öncelikle bir sermaye grubu yaratmak gerekir. Sermayesi olmayan bir ulusun ilk adımı ise Ankara'da açılan ilk meclisle atılmıştır.

Tarihçiler, ulus-devlet olmayı amaçlayan meclisin Ankara’da 23 Nisan günü açıldığını yazar. Ancak aslında bu, bir açılıştan çok, son Osmanlı Meclisi'nin –İstanbul’daki meclisin– Ankara’da bulunan İttihat ve Terakki Partisi’nin binasında toplanmasıdır. Tarih yazıcıları bunu bilinçli olarak göz ardı eder ve böylece ulus-devletin yeni ruhu, yeni bir tarih yazımıyla başlatılır.

Fakat ulus olmanın en önemli koşullarından biri zaferdir. Zaferi olmayan ulus olur mu? Bu nedenle Çanakkale destanının Ankara’daki meclis ruhuna taşınması gerekir. Çünkü o dönemde herhangi bir yeni zafer yoktur; aksine, yenilgiler, kayıplar ve dağılmanın her türlü emaresi görünmektedir. Mevcut olanla idare edilmesi zorunludur. Bina açılışı dahi bir ulusun bayramı olabilir başlangıçta; çünkü her adım önemsenmek zorundadır.

Son meclisin Ankara’da açılması ve İstanbul’dan Ankara’ya yönetici kadroların taşınması, yeni devletin kurumsallaşma sürecini hızlandırmıştır. Meclisin açılması doğrudan devletin kurulduğu anlamına gelmez; fakat bu, önemli bir adımdır. Devlet, ancak başka devletler tarafından tanındığında resmiyet kazanır. Tanınmadığı sürece "Ben devletim" demenin bir anlamı yoktur.

Tanınma süreci, İstanbul Hükümeti’nin resmen ortadan kaldırılması anlamına gelir. Artık bir koltukta iki karpuz taşınmasına izin verilmeyecektir. Ankara merkezli bir devlet, Balkanlar’da ve Avrupa’da oluşan “Türk sorununun” çözümünün anahtarıdır.

Aslında Ankara’da kurulan devlet, Balkanlar’da oluşmuş olan devletin Anadolu’ya taşınmasıdır. Balkanlar’daki modernleşme sürecinden gelen birikim, teknoloji ve idari alışkanlıklar Anadolu’ya aktarılmış; böylece Anadolu’da unutulmuş bir coğrafya yeniden inşa edilmeye başlanmıştır.

Anadolu’ya taşınan halkın (Balkan göçmenleri) gelişi öyle plansız ve rastgele değildir. Balkanlar'da başlayan uluslaşma süreci, Rusya ve İngiltere’nin iş birliğiyle çok iyi yönetilmiştir. Ulus fikri olmayan halklara bile bu fikir din aracılığıyla işlenmiş, birçok ulus bu şekilde yaratılmıştır. Balkanlarda uluslaşma, öncelikle dinin yeniden örgütlenmesi ve bu örgütlenmeye göre ideolojilerin geliştirilmesiyle başlamıştır.

Türkler Balkanlar’da bir sorun olarak tanımlanmış; bu tanım başlangıçta ırk değil, din temellidir. Daha sonra bu din birliği içinde de parçalanmalar yaşanmış, Boşnaklar ve Arnavutlar bu birlikten ayrılmıştır. Sonuç olarak, Türkler din kisvesi altında hedef hâline getirilmiştir. Bu dindaşların (Türklerin) planlı bir şekilde uzaklaştırılması için çatışmalar örgütlenmiş; savaşlar, katliamlar, hatta soykırımlar yaşanmıştır.

Balkan devleti olan Osmanlı, Anadolu topraklarına taşınmıştır. Böylece, Osmanlı temelinde ama farklı dinlerde yeni devletlerin Balkanlar’da oluşması için zemin hazırlanmış; devletler uluslaştırılmış, ırk temelli ayrışmalarla yapılandırılmıştır. İlk uyanan ve ulus-devleti olan Yunanlar ile Bulgarlar arasında toprak kavgası yaşanmış, Makedonya bu mücadelede parçalanmıştır.

Balkan savaşları ve göçleri sırasında muhacirlerin Anadolu'nun iç bölgelerine yayılması tesadüf değildir. Bu süreç, Osmanlı devletinin kurulduğu toprakların doğuya doğru yayılmasıdır. Ege ve Marmara bölgelerine gelen göçmenlerin İç Anadolu’ya yayılması, ilk meclisin kuruluşu ve Yunan işgaline karşı verilen mücadelenin temelidir.

Yunan işgali, İngilizlerin Yunan Krallığı içindeki Selanik merkezli bir darbe sonucunda başlatılmıştır. Ancak tarihimiz bunu göz ardı eder. Krallık, sanki büyük Yunanistan hayaliyle Anadolu’ya geçmiş gibi anlatılır. Oysa işgale karşı Yunan halkı içinde de ciddi bir tepki vardır. Çünkü nüfus yapısıyla “Küçük Asya”ya çıkmanın sonunun hüsran olacağı bellidir.

İngiliz darbesiyle iktidara gelen ekip, İngiliz çıkarlarına uygun olarak İzmir’e asker çıkarır. Bu işgal, Anadolu’ya yerleşmiş Balkan göçmenleri arasında büyük bir tepki doğurur. Direniş, yerli halktan çok, Balkanlardan göç edenler arasında başlar. İzmir işgalinden bir gün önce İstanbul’dan hareket eden vapur da İngiliz denetimi ve bilgisi dâhilinde yola çıkmıştır.

Ulus yaratma konusunda tecrübesi olan İngiliz beyin takımı, Anadolu’da bir ulus-devlet kurarak ileride oluşabilecek “Türk Sorunu”nu ortadan kaldırmış; Balkanlar’da işlenen cinayetlerin ve katliamların üzerini, kurulan bu devletle örtmüştür. Balkanlar’da yapılan katliamların hesabı hiçbir zaman sorulamamış; Anadolu’ya taşınan Türklerin içinde bu acılar hâlâ kanamaya devam etmiştir.

Yunan işgalini ortadan kaldıran şey emperyalizme karşı verilen bir muharebe değil, Mudanya Mütarekesi’nde İngiliz, Fransız, İtalyan temsilciler ile Ankara hükümeti arasındaki anlaşmadır. Bu anlaşmayla Osmanlı Devleti hukuken tarihe karışmıştır. Bu anlaşma sürecinde Yunan temsilcisi salona dahi alınmamıştır. Kısaca, devlet emperyalist devletlerin onayıyla Anadolu topraklarında resmen kurulmuştur.

Birinci Meclis'in açılışının ulus-devlet anlayışı içinde kutlanması, uluslaşma süreci için önemlidir. Bu süreci içselleştirenlerin ertesi gün Ermeni "tehciri"ni anması ise çelişkiden başka bir şey değildir. Ancak bu ülkede her şey zıtların birliği üzerine kurulmuş gibidir; solcu, faşisti savunur konuma gelmiş bir zamandan geçiyoruz.

İsmail Cem Özkan

 

22 Nisan 2025 Salı

Ölüm Üzerinden Bir Sektör: Mezar Ekonomisi

Ölüm Üzerinden Bir Sektör: Mezar Ekonomisi

Taziye geleneğinden tröstleşmiş mezar sanayisine…

Babamın vefatının ardından mezar yaptırmak üzere çıktığım yolculuk, bana sadece bir mermer parçası arayışı değil, aynı zamanda ölümün nasıl bir ekonomik çark haline geldiğini gösteren çarpıcı bir deneyim yaşattı. Görüştüğüm ustalar, incelediğim firmalar ve araştırmalarım; bu alanda sessiz ama devasa bir piyasanın varlığını ortaya koydu.

Google’da Aynı Numara, Farklı Firmalar

Mezar yaptırmak için ilk adımı Google’da atarsanız, sizi belli başlı birkaç telefon numarası karşılar. Fakat dikkatli bakıldığında bu numaraların, farklı firma isimleriyle tekrarlandığını fark edersiniz. Aynı yapı, farklı yüzlerle karşımıza çıkar. Bu farkındalıkla araştırmamı derinleştirdim.

Çevremdeki tanıdıkların yaptırdığı mezarları inceledim. Fotoğraflara baktım, kim nerede, ne zaman yaptırmış, öğrenmeye çalıştım. Gördüğüm şey, aynı tipte, aynı taşların kullanıldığı, benzer font ve sembollere sahip standart mezarlardı. Farklı gibi görünen ama aslında birbirinin kopyası olan mezarlar...

Granit, SNS Makineleri ve Lojistik Ağlar

Mezar yapımı iki ana aşamada gerçekleşiyor: İlk olarak briket veya tuğlayla iç duvar örülüyor. Ardından, kalınlığı 1 cm'den 15 cm'ye kadar değişen mermer plakalar bu yapının üzerine kaplanıyor. Vidalar içeriden atılıyor. Asıl fark yaratan detay ise başlık taşıdır; burada kabartmalı yazılar, fotoğraflar veya çizimler kullanılabiliyor. İşte bu noktada, SNS (Sensörlü Gravür) makineleri devreye giriyor.

Siyah granit mermerlerin bu işte tercih edilmesinin nedeni de burada ortaya çıkıyor. Diğer mermer türlerinde çatlama ve kırılma riski varken, siyah granit sert yapısıyla ince işçiliğe olanak tanıyor. Bu nedenle özellikle görselliğin ön planda olduğu mezar başlıklarında bu tür tercih ediliyor.

Küçük Esnaf Yerine Tröstler

Bu makinelerle çalışan büyük firmalar, toptan aldıkları mermeri küçük işletmelere göre çok daha ucuza mal edip daha fazla üretim yapabiliyorlar. Kargo destekli lojistik altyapılarıyla da siparişleri ülkenin dört bir yanına ulaştırıyorlar. Artık bu sektör sadece tekelleşmiş değil, tröstleşmiş durumda.

Her ailede bir ölüm vakasının yaşandığını düşündüğünüzde, bu piyasanın potansiyel büyüklüğünü hesaplamak için sıradan bir hesap makinesi bile yetersiz kalıyor.

Taziye Sofraları da Standartlaştı

Ölümün ardından yaşanan süreçte aileler zaten hastane giderleriyle maddi olarak yıpranmış oluyor. Devamında belediyelerin sunduğu ücretsiz defin ve taşıma hizmetleri, taziye yemekleri derken, olay giderek “paket hizmet” sunan bir pazara dönüşüyor.

Ülke genelinde taziyelerde “pide ve ayran” ikilisi standart haline gelmiş. Üç harfli zincir marketler bu ürünleri toplu olarak satarken, küçük esnaf da ne eti olduğu belirsiz pideler üretiyor. Eskiden taziye evine her gelen, yanında yemek getirirken; şimdi ölüm bile menüyle karşılanıyor.

Mezarların da Bir Ömrü Var

Yaptırılan mezarın ömrü, harcadığınız paraya bağlı. Ucuz mermerler 15 yıl içinde yıpranırken, granit siyah mermerler 80 yıla kadar dayanabiliyor. Yani aslında “ölümsüzlük” için ödediğimiz paranın da bir süresi var.

Peki, soralım: Bugün dedenizin ya da onun babasının mezarını bilen kaç kişisiniz? Yok olmuş taşlar arasında geçmişinizi bulabilir misiniz?

Sonuç: Piyasalaşan Ölüm

Ölümün ardından yaşananlar artık bir ritüel değil, baştan sona planlanmış bir piyasa süreci. Önceden acıların paylaşıldığı, birlikte yas tutulan taziye evlerinde; şimdi endüstriyel menüler, SNS makineleri, kargo sistemleri, tröst firmalar var.

Ve insan sormadan edemiyor: Ölümle birlikte yok olacak bir taş parçası için neden bu kadar para harcanıyor?

Ölüm öncesi ve sonrası birikimleri elinden alınan aileler, neden birilerinin belirlediği bu piyasada birer figüran gibi yer almaya devam ediyor?

Eskiden hatırladığım kadarıyla, ölü evine her gelen ziyaretçi yanında yemek getirirdi. O evde acılar doya doya yaşanırdı. Şimdi ise tamamen piyasa koşullarına dönüşmüş bir ilişki halindeyiz.

Belki de artık sormamız gereken şey, "Nasıl yaşadık?" değil, "Öldükten sonra ne kadar şirketlere para kazandırıyoruz?" sorusu…

İsmail Cem Özkan

 

14 Nisan 2025 Pazartesi

Sadece Marx kaldı elimde…

Sadece Marx kaldı elimde…

Eskiden sol konuşulurken, Marksist ve Leninist olduğu vurgulanırdı. Devrim hedefi olan tüm sol yapılar, Leninist olduklarını belirterek aslında “Biz devrim için mücadele ediyoruz. İlk hedefimiz devrim; sonrası, devrim gerçekleştikten sonra olacaktır!” mesajını verirlerdi. Bu yüzden Leninist örgütler katı merkeziyetçiliğe dayanır; tabandan gelen istekler çoğunlukla göz ardı edilir, merkezden alınan kararların tabana yankı bulması istenirdi. Yerel mücadelelerde bile, yerelin ihtiyacından çok merkezin belirlediği politikalar dayatılırdı. Bu politikaların doğru olduğu, sorgulanamayacağı; eleştirinin ancak eylem sona erdikten sonra yapılabileceği savunulurdu. Merkezin kararları kesindi, çünkü “her şeyi gören ve bilendi!”

Sol denilince, her zaman Marx’ın yanında Lenin yerini alır; çünkü Marksizme en büyük katkıyı yapandır. Arkasından Stalin gelir, bazı sol yapılarda da Mao yerini alırdı. Solun sembolleri olan resimlerde Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao yer alırdı. Çünkü sol olmak, onları savunmak; eleştirel değil, idealleştirilmiş ve zamana uygun seçilmiş cümlelerle yüceltmek anlamına gelirdi. Bu idealleştirme olmadan “sol” olunmazdı! Elbette bir de Dördüncü Enternasyonal ve Troçkist bakış açısı vardır. Ancak ülkemizde Troçkist çizgi, taban bulacak kadar özgür bir alan bulamamıştır. Stalinist yapılar için Troçkizm baş düşmandır; nerede görülürse ezilmesi, yok edilmesi gerekir. Faşizmle nasıl mücadele ediliyorsa, Troçkizmle de o şekilde mücadele edilmelidir!

Ülkemiz solunun özgürlük anlayışı, kendine özgü değil; ithal edilmiş bir dikta bakışının, Ortadoğu sosuna bulanmış hâlidir.
Demokrasi, özgürlük, devrim istiyorduk!

Yanlış zemine oturunca, doğru sonuçlar alacak toplumsal dönüşümler olmuyor. Çünkü toplumu değiştirecek olan şey, doğru bir tarih bakış açısı ve geçmişe yönelik “doğru” bir tahlildir. Bizim tarih anlayışımız –Marksist olduğumuza göre– tarihsel materyalizmdir. Peki, gerçekten buna uygun bir bakış açısıyla mı tarihi yorumladık? Günlük ihtiyaçlar, bu soruyu kendimize sormamıza izin vermedi. Zaten bizde her şey merkezden belirleniyordu. Merkez ne derse o doğrudur, sorgulanmaz. Yeni bilgiler geldikçe değişmesi gerekenler değişmezdi. Çünkü tarih “ölü” sayılırdı ve değişmezdi. Ölülerin hâkim olduğu tarihi biz bir kez daha öldürmüştük!

Tarihi öldürdüğümüz gün, aslında yarını da öldürmüş olduk!

Bizim cumhuriyetle imtihanımız, 1. Meşrutiyet (23 Aralık 1876) ile başlar. Anayasayı hazırlayan kişi kısa sürede kellesi bir kalenin karanlık surlarında eline verilmiştir. İlk özgürlük havası kısa sürede (14 Şubat 1878) sonlanır. 23 Temmuz 1908 tarihine kadar istibdat sürecinde özgürlük havası da, insan da boğazlanmıştır. Özgürlüğün ortadan kaldırılması ne Devlet-i Aliyye’yi yok etmiş ne de büyütmüştür. Tersine, sorunları merkezi yönetim disiplini içinde çözmeye çalışırken, Osmanlı tebaası içinde yer alanların ayrışmasını hızlandırmıştır. Askeri çözümler sorunları çözmemiş, aksine daha da katmerlendirmiştir. Bu süreçte yurtdışında sürgünde ya da eğitimde olanlar arasında ortaya çıkan “özgürlük, adalet, vatan” gibi kavramlar; yıkılmakta olan devlet içinde sorunlara çözüm arayışlarını geliştirmiştir.

Bu girişimlerin sonucunda ortaya çıkan İttihat ve Terakki Partisi, iktidar sürecinde başlangıçta yer alan tüm ittifakların zamanla dağılmasıyla; güçlü olan üç liderin etrafında yeni bir istibdat süreci başlatmıştır. Sözde özgürlük ve demokrasi kavramları vardır ama bu üç insanın verdiği kararlar, Devlet-i Aliyye’nin tarihten silinmesine sebep olmuştur. Yerine kurulan yeni devlet, geçmişin devamı niteliğindedir. İktidar mücadelesinin kazananı artık netleşmiştir. Ulus-devlet anlayışıyla heterojen toplumun homojenleştirilme süreci başlatılmıştır. Bu süreç karmaşıktır, birçok olay iç içe geçmiştir. İttihatçı gelenekten gelenler hem muhalefet hem iktidardadır; hem devletin içinde hem de dışında, sürgünde ya da mücadelenin başka cephelerinde yer almıştır. Girdaba kapılan bir nesnenin savrulması gibi her kadro başka yerlere savrulmuştur.

Anadolu’da kurulan yeni devlet, eski kadroların ve Balkan göçmenlerinin oluşturduğu siyasi birikimin tecrübesiyle kurulmuştur. Balkanlardan sürülenlerin Anadolu’ya taşıdığı medeniyetle, Anadolu binlerce yıllık uykusundan uyanmıştır. Muhacirlerin taşıdığı kültür, Anadolu’yu ve yeni devleti biçimlendirmiştir.

Anadolu’da kurulan devlet bir ulus-devlettir. Devlet başkanı ve kurucuların lideri Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal, tarihin üzerine yüklediği sorumluluğu başarılı bir şekilde yerine getirmiş; dönemin siyasi atmosferi içinde, tarihin kırılma noktasında Anadolu’da ideal olan ulus-devlet modelini hayata geçirmiştir. “Kemalizm” adı verilen bu yeni devlet ideolojisi, geçmişte İttihat ve Terakki içinde tartışılmış; zaman zaman hayata geçirilmiş, fakat Osmanlı kalıbını kıramamış tüm yeni kültür, yeni devlet içinde hayat bulmuştur. Kemalizm devleti, İngiliz emperyalizminin ve kuzey komşusu Sovyet devriminin çıkarlarına uygun biçimde, iki büyük güç arasında kurulmuştur.

Ulus-devlet fikri hayata geçerken, işgal altındaki İstanbul’da kurulan sosyalist ve komünist hareketlerin düşünceleri sistematik baskıya maruz kalmıştır. Sovyet devrimiyle kurulan yeni devlet, varlığını korumayı, tarihte ilk kez yaşanan işçi devleti deneyimini geliştirmeyi merkeze almış; komşu ülkelerdeki sosyalist yapılar da bu devletin yaşaması için her türlü özveriyi göstermeye çağrılmıştır.

Ulus-devlet bir burjuva devrimidir.

Kuruluş sürecinde komünistlerin özgürlük alanları, kendilerini ifade etme hakları, daha en başta kuzeydeki devrim tarafından vesayet altına alınmıştır. Sovyetler için önemli olan, komşu ülkede neler olduğu değil, sınırdan saldırı olmamasıdır. Karşılıklı ilişkiler tamamen çıkar ilişkisine dayalıdır. Komşu ülkede ulus-devlet, kendi varlığını ötekileştirilmişler üzerinden dayatırken; “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sadece sözde kalmıştır. Sovyetler, çıkarına uygun olan ulusal hareketlere destek verirken, diğerlerini ya düşman ya da hain olarak damgalamıştır.

Sol hareketteki Kemalizm virüsü, doğrudan Sovyet devrimi ile ilişkilidir.

Sosyalist anlayışta ulus-devletin parçalanıp yerine işçi sınıfı devleti kurulması beklenirken; ülkemizde, Sovyetlerin ihtiyacına uygun bir anlayış geliştirilmiş, daha doğrusu dayatılmıştır. Yeni filizlenen sosyalizm anlayışı ekonomik ve siyasal olarak bağımlı hâle getirilmiş, gelişimi engellenmiştir.

27 Mayıs darbesi sonrası gelişen sol hareketler, anayasanın çizdiği sınırlar içinde özgürlük arayışına girmiş; geleneksel ilişkilerden koparak yeni yollar aramaya başlamıştır. Başlangıçta Kemalist bakış açısı egemen olsa da zamanla önemini kaybetmiş ve sınıf perspektifi içinde “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı ile Türk ve Kürt halklarının birleştiği bir sınıf devleti anlayışı gelişmiştir.

Deniz, Mahir ve İbrahim çizgisi bu kopuşun somut örneğidir.

Onlar, Sovyetlerin çıkarı yerine kendi bağımsız sınıf çizgilerini geliştirmeye çalışmışlardır. Sovyetlerin yanıtı ise bu liderlerin sonunu getiren operasyonlara sessiz kalarak Türk devletinin yanında durmak olmuştur. Sözde dahi olsa bu katliamlar hakkında görüş açıklamamışlardır. Onlara göre “maceracılar” ölmüştür.

TKP tarihi de tıpkı resmi tarih gibidir. Sol çevrelerin kabul ettiği bir tarih anlatısı vardır; bir de o anlatının dışında kalan, arşivlerde yer alan ama anlatılmayan başka gerçekler… TKP’nin resmi tarihi, Sovyet çıkarlarına göre kurgulanmış bir tarihtir. Peki, Türk devletinin elindeki kayıtlar nedir? Türk devletinin arşivleri ya kapalıdır ya da işine gelmeyen belgeler ya yok edilmiştir ya da ulaşılamayacak hâle getirilmiştir.

TKP tarihini öğrendikçe, Leninist olmaktan vazgeçtim.

Lenin ve devamcıları, Türkiye komünist hareketini kendi çıkarlarına uygun şekilde güdük, yetersiz ve savunmasız bırakmıştır. Devletten gelen saldırılara karşı hareket savunmasız kalmıştır. Komünist hareket, Kürt sorunu karşısında bile sessiz kalmış, sadece Sovyet çıkarına uygun Kemalist devletin yararına görüş bildirmek zorunda bırakılmıştır. Gerçek düşüncesini dillendirememiştir. Sonuçta, eski komünist kadrolar, Kemalist devletin “kadro dergisi”ni çıkaracak kadar sağa kaymıştır.

Lenin, kendi devrimini güvence altına alırken, diğer yandan Kemalist burjuva devletin oluşumuna, İngiliz emperyalizminden daha fazla katkı sunmuş; tüm ötekilerin ezilmesine göz yummuştur.

"Tek ülkede sosyalizm!" fikri, komşu ülkelerde sosyalizmi hep yer altına itmiştir.

TKP tarihte yalnız değildir; Sovyetler’le komşu olan birçok ülkede benzer durumlar yaşanmıştır.

Tarihte yaşananlara bugünün bilgisiyle bakarken fark ettim ki… Meşhur Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao resminden bana yalnızca Marx ve Engels kalmış. Bugün kendimi sadece Marksist olarak tanımlıyorum. Bugün yaşadığımız süreç tarihin eleştirisi değildir, sadece geçmişin üzerine yeni bir tarih yazımıdır.

İsmail Cem Özkan