Sadece Marx kaldı elimde…
Eskiden sol konuşulurken, Marksist ve Leninist olduğu
vurgulanırdı. Devrim hedefi olan tüm sol yapılar, Leninist olduklarını
belirterek aslında “Biz devrim için mücadele ediyoruz. İlk hedefimiz devrim;
sonrası, devrim gerçekleştikten sonra olacaktır!” mesajını verirlerdi. Bu
yüzden Leninist örgütler katı merkeziyetçiliğe dayanır; tabandan gelen istekler
çoğunlukla göz ardı edilir, merkezden alınan kararların tabana yankı bulması
istenirdi. Yerel mücadelelerde bile, yerelin ihtiyacından çok merkezin belirlediği
politikalar dayatılırdı. Bu politikaların doğru olduğu, sorgulanamayacağı;
eleştirinin ancak eylem sona erdikten sonra yapılabileceği savunulurdu.
Merkezin kararları kesindi, çünkü “her şeyi gören ve bilendi!”
Sol denilince, her zaman Marx’ın yanında Lenin yerini alır;
çünkü Marksizme en büyük katkıyı yapandır. Arkasından Stalin gelir, bazı sol
yapılarda da Mao yerini alırdı. Solun sembolleri olan resimlerde Marx, Engels,
Lenin, Stalin ve Mao yer alırdı. Çünkü sol olmak, onları savunmak; eleştirel
değil, idealleştirilmiş ve zamana uygun seçilmiş cümlelerle yüceltmek anlamına
gelirdi. Bu idealleştirme olmadan “sol” olunmazdı! Elbette bir de Dördüncü
Enternasyonal ve Troçkist bakış açısı vardır. Ancak ülkemizde Troçkist çizgi,
taban bulacak kadar özgür bir alan bulamamıştır. Stalinist yapılar için
Troçkizm baş düşmandır; nerede görülürse ezilmesi, yok edilmesi gerekir.
Faşizmle nasıl mücadele ediliyorsa, Troçkizmle de o şekilde mücadele
edilmelidir!
Ülkemiz solunun özgürlük anlayışı, kendine özgü değil; ithal
edilmiş bir dikta bakışının, Ortadoğu sosuna bulanmış hâlidir.
Demokrasi, özgürlük, devrim istiyorduk!
Yanlış zemine oturunca, doğru sonuçlar alacak toplumsal
dönüşümler olmuyor. Çünkü toplumu değiştirecek olan şey, doğru bir tarih bakış
açısı ve geçmişe yönelik “doğru” bir tahlildir. Bizim tarih anlayışımız
–Marksist olduğumuza göre– tarihsel materyalizmdir. Peki, gerçekten buna uygun
bir bakış açısıyla mı tarihi yorumladık? Günlük ihtiyaçlar, bu soruyu kendimize
sormamıza izin vermedi. Zaten bizde her şey merkezden belirleniyordu. Merkez ne
derse o doğrudur, sorgulanmaz. Yeni bilgiler geldikçe değişmesi gerekenler
değişmezdi. Çünkü tarih “ölü” sayılırdı ve değişmezdi. Ölülerin hâkim olduğu
tarihi biz bir kez daha öldürmüştük!
Tarihi öldürdüğümüz gün, aslında yarını da öldürmüş olduk!
Bizim cumhuriyetle imtihanımız, 1. Meşrutiyet (23 Aralık
1876) ile başlar. Anayasayı hazırlayan kişi kısa sürede kellesi bir kalenin
karanlık surlarında eline verilmiştir. İlk özgürlük havası kısa sürede (14
Şubat 1878) sonlanır. 23 Temmuz 1908 tarihine kadar istibdat sürecinde özgürlük
havası da, insan da boğazlanmıştır. Özgürlüğün ortadan kaldırılması ne Devlet-i
Aliyye’yi yok etmiş ne de büyütmüştür. Tersine, sorunları merkezi yönetim
disiplini içinde çözmeye çalışırken, Osmanlı tebaası içinde yer alanların
ayrışmasını hızlandırmıştır. Askeri çözümler sorunları çözmemiş, aksine daha da
katmerlendirmiştir. Bu süreçte yurtdışında sürgünde ya da eğitimde olanlar
arasında ortaya çıkan “özgürlük, adalet, vatan” gibi kavramlar; yıkılmakta olan
devlet içinde sorunlara çözüm arayışlarını geliştirmiştir.
Bu girişimlerin sonucunda ortaya çıkan İttihat ve Terakki
Partisi, iktidar sürecinde başlangıçta yer alan tüm ittifakların zamanla
dağılmasıyla; güçlü olan üç liderin etrafında yeni bir istibdat süreci
başlatmıştır. Sözde özgürlük ve demokrasi kavramları vardır ama bu üç insanın
verdiği kararlar, Devlet-i Aliyye’nin tarihten silinmesine sebep olmuştur.
Yerine kurulan yeni devlet, geçmişin devamı niteliğindedir. İktidar
mücadelesinin kazananı artık netleşmiştir. Ulus-devlet anlayışıyla heterojen
toplumun homojenleştirilme süreci başlatılmıştır. Bu süreç karmaşıktır, birçok
olay iç içe geçmiştir. İttihatçı gelenekten gelenler hem muhalefet hem
iktidardadır; hem devletin içinde hem de dışında, sürgünde ya da mücadelenin
başka cephelerinde yer almıştır. Girdaba kapılan bir nesnenin savrulması gibi
her kadro başka yerlere savrulmuştur.
Anadolu’da kurulan yeni devlet, eski kadroların ve Balkan
göçmenlerinin oluşturduğu siyasi birikimin tecrübesiyle kurulmuştur.
Balkanlardan sürülenlerin Anadolu’ya taşıdığı medeniyetle, Anadolu binlerce
yıllık uykusundan uyanmıştır. Muhacirlerin taşıdığı kültür, Anadolu’yu ve yeni
devleti biçimlendirmiştir.
Anadolu’da kurulan devlet bir ulus-devlettir. Devlet başkanı
ve kurucuların lideri Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal, tarihin üzerine
yüklediği sorumluluğu başarılı bir şekilde yerine getirmiş; dönemin siyasi
atmosferi içinde, tarihin kırılma noktasında Anadolu’da ideal olan ulus-devlet
modelini hayata geçirmiştir. “Kemalizm” adı verilen bu yeni devlet ideolojisi,
geçmişte İttihat ve Terakki içinde tartışılmış; zaman zaman hayata geçirilmiş,
fakat Osmanlı kalıbını kıramamış tüm yeni kültür, yeni devlet içinde hayat
bulmuştur. Kemalizm devleti, İngiliz emperyalizminin ve kuzey komşusu Sovyet
devriminin çıkarlarına uygun biçimde, iki büyük güç arasında kurulmuştur.
Ulus-devlet fikri hayata geçerken, işgal altındaki
İstanbul’da kurulan sosyalist ve komünist hareketlerin düşünceleri sistematik
baskıya maruz kalmıştır. Sovyet devrimiyle kurulan yeni devlet, varlığını
korumayı, tarihte ilk kez yaşanan işçi devleti deneyimini geliştirmeyi merkeze
almış; komşu ülkelerdeki sosyalist yapılar da bu devletin yaşaması için her
türlü özveriyi göstermeye çağrılmıştır.
Ulus-devlet bir burjuva devrimidir.
Kuruluş sürecinde komünistlerin özgürlük alanları,
kendilerini ifade etme hakları, daha en başta kuzeydeki devrim tarafından
vesayet altına alınmıştır. Sovyetler için önemli olan, komşu ülkede neler
olduğu değil, sınırdan saldırı olmamasıdır. Karşılıklı ilişkiler tamamen çıkar
ilişkisine dayalıdır. Komşu ülkede ulus-devlet, kendi varlığını
ötekileştirilmişler üzerinden dayatırken; “ulusların kendi kaderini tayin
hakkı” sadece sözde kalmıştır. Sovyetler, çıkarına uygun olan ulusal hareketlere
destek verirken, diğerlerini ya düşman ya da hain olarak damgalamıştır.
Sol hareketteki Kemalizm virüsü, doğrudan Sovyet devrimi ile
ilişkilidir.
Sosyalist anlayışta ulus-devletin parçalanıp yerine işçi
sınıfı devleti kurulması beklenirken; ülkemizde, Sovyetlerin ihtiyacına uygun
bir anlayış geliştirilmiş, daha doğrusu dayatılmıştır. Yeni filizlenen
sosyalizm anlayışı ekonomik ve siyasal olarak bağımlı hâle getirilmiş, gelişimi
engellenmiştir.
27 Mayıs darbesi sonrası gelişen sol hareketler, anayasanın
çizdiği sınırlar içinde özgürlük arayışına girmiş; geleneksel ilişkilerden
koparak yeni yollar aramaya başlamıştır. Başlangıçta Kemalist bakış açısı
egemen olsa da zamanla önemini kaybetmiş ve sınıf perspektifi içinde “Tam
Bağımsız Türkiye” sloganı ile Türk ve Kürt halklarının birleştiği bir sınıf
devleti anlayışı gelişmiştir.
Deniz, Mahir ve İbrahim çizgisi bu kopuşun somut örneğidir.
Onlar, Sovyetlerin çıkarı yerine kendi bağımsız sınıf
çizgilerini geliştirmeye çalışmışlardır. Sovyetlerin yanıtı ise bu liderlerin
sonunu getiren operasyonlara sessiz kalarak Türk devletinin yanında durmak
olmuştur. Sözde dahi olsa bu katliamlar hakkında görüş açıklamamışlardır.
Onlara göre “maceracılar” ölmüştür.
TKP tarihi de tıpkı resmi tarih gibidir. Sol çevrelerin
kabul ettiği bir tarih anlatısı vardır; bir de o anlatının dışında kalan,
arşivlerde yer alan ama anlatılmayan başka gerçekler… TKP’nin resmi tarihi,
Sovyet çıkarlarına göre kurgulanmış bir tarihtir. Peki, Türk devletinin
elindeki kayıtlar nedir? Türk devletinin arşivleri ya kapalıdır ya da işine
gelmeyen belgeler ya yok edilmiştir ya da ulaşılamayacak hâle getirilmiştir.
TKP tarihini öğrendikçe, Leninist olmaktan vazgeçtim.
Lenin ve devamcıları, Türkiye komünist hareketini kendi
çıkarlarına uygun şekilde güdük, yetersiz ve savunmasız bırakmıştır. Devletten
gelen saldırılara karşı hareket savunmasız kalmıştır. Komünist hareket, Kürt
sorunu karşısında bile sessiz kalmış, sadece Sovyet çıkarına uygun Kemalist
devletin yararına görüş bildirmek zorunda bırakılmıştır. Gerçek düşüncesini
dillendirememiştir. Sonuçta, eski komünist kadrolar, Kemalist devletin “kadro
dergisi”ni çıkaracak kadar sağa kaymıştır.
Lenin, kendi devrimini güvence altına alırken, diğer yandan
Kemalist burjuva devletin oluşumuna, İngiliz emperyalizminden daha fazla katkı
sunmuş; tüm ötekilerin ezilmesine göz yummuştur.
"Tek ülkede sosyalizm!" fikri, komşu ülkelerde
sosyalizmi hep yer altına itmiştir.
TKP tarihte yalnız değildir; Sovyetler’le komşu olan birçok
ülkede benzer durumlar yaşanmıştır.
Tarihte yaşananlara bugünün bilgisiyle bakarken fark ettim
ki… Meşhur Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao resminden bana yalnızca Marx ve
Engels kalmış. Bugün kendimi sadece Marksist olarak tanımlıyorum. Bugün
yaşadığımız süreç tarihin eleştirisi değildir, sadece geçmişin üzerine yeni bir
tarih yazımıdır.
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.