Galata Gazete


14 Nisan 2025 Pazartesi

Sadece Marx kaldı elimde…

Sadece Marx kaldı elimde…

Eskiden sol konuşulurken, Marksist ve Leninist olduğu vurgulanırdı. Devrim hedefi olan tüm sol yapılar, Leninist olduklarını belirterek aslında “Biz devrim için mücadele ediyoruz. İlk hedefimiz devrim; sonrası, devrim gerçekleştikten sonra olacaktır!” mesajını verirlerdi. Bu yüzden Leninist örgütler katı merkeziyetçiliğe dayanır; tabandan gelen istekler çoğunlukla göz ardı edilir, merkezden alınan kararların tabana yankı bulması istenirdi. Yerel mücadelelerde bile, yerelin ihtiyacından çok merkezin belirlediği politikalar dayatılırdı. Bu politikaların doğru olduğu, sorgulanamayacağı; eleştirinin ancak eylem sona erdikten sonra yapılabileceği savunulurdu. Merkezin kararları kesindi, çünkü “her şeyi gören ve bilendi!”

Sol denilince, her zaman Marx’ın yanında Lenin yerini alır; çünkü Marksizme en büyük katkıyı yapandır. Arkasından Stalin gelir, bazı sol yapılarda da Mao yerini alırdı. Solun sembolleri olan resimlerde Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao yer alırdı. Çünkü sol olmak, onları savunmak; eleştirel değil, idealleştirilmiş ve zamana uygun seçilmiş cümlelerle yüceltmek anlamına gelirdi. Bu idealleştirme olmadan “sol” olunmazdı! Elbette bir de Dördüncü Enternasyonal ve Troçkist bakış açısı vardır. Ancak ülkemizde Troçkist çizgi, taban bulacak kadar özgür bir alan bulamamıştır. Stalinist yapılar için Troçkizm baş düşmandır; nerede görülürse ezilmesi, yok edilmesi gerekir. Faşizmle nasıl mücadele ediliyorsa, Troçkizmle de o şekilde mücadele edilmelidir!

Ülkemiz solunun özgürlük anlayışı, kendine özgü değil; ithal edilmiş bir dikta bakışının, Ortadoğu sosuna bulanmış hâlidir.
Demokrasi, özgürlük, devrim istiyorduk!

Yanlış zemine oturunca, doğru sonuçlar alacak toplumsal dönüşümler olmuyor. Çünkü toplumu değiştirecek olan şey, doğru bir tarih bakış açısı ve geçmişe yönelik “doğru” bir tahlildir. Bizim tarih anlayışımız –Marksist olduğumuza göre– tarihsel materyalizmdir. Peki, gerçekten buna uygun bir bakış açısıyla mı tarihi yorumladık? Günlük ihtiyaçlar, bu soruyu kendimize sormamıza izin vermedi. Zaten bizde her şey merkezden belirleniyordu. Merkez ne derse o doğrudur, sorgulanmaz. Yeni bilgiler geldikçe değişmesi gerekenler değişmezdi. Çünkü tarih “ölü” sayılırdı ve değişmezdi. Ölülerin hâkim olduğu tarihi biz bir kez daha öldürmüştük!

Tarihi öldürdüğümüz gün, aslında yarını da öldürmüş olduk!

Bizim cumhuriyetle imtihanımız, 1. Meşrutiyet (23 Aralık 1876) ile başlar. Anayasayı hazırlayan kişi kısa sürede kellesi bir kalenin karanlık surlarında eline verilmiştir. İlk özgürlük havası kısa sürede (14 Şubat 1878) sonlanır. 23 Temmuz 1908 tarihine kadar istibdat sürecinde özgürlük havası da, insan da boğazlanmıştır. Özgürlüğün ortadan kaldırılması ne Devlet-i Aliyye’yi yok etmiş ne de büyütmüştür. Tersine, sorunları merkezi yönetim disiplini içinde çözmeye çalışırken, Osmanlı tebaası içinde yer alanların ayrışmasını hızlandırmıştır. Askeri çözümler sorunları çözmemiş, aksine daha da katmerlendirmiştir. Bu süreçte yurtdışında sürgünde ya da eğitimde olanlar arasında ortaya çıkan “özgürlük, adalet, vatan” gibi kavramlar; yıkılmakta olan devlet içinde sorunlara çözüm arayışlarını geliştirmiştir.

Bu girişimlerin sonucunda ortaya çıkan İttihat ve Terakki Partisi, iktidar sürecinde başlangıçta yer alan tüm ittifakların zamanla dağılmasıyla; güçlü olan üç liderin etrafında yeni bir istibdat süreci başlatmıştır. Sözde özgürlük ve demokrasi kavramları vardır ama bu üç insanın verdiği kararlar, Devlet-i Aliyye’nin tarihten silinmesine sebep olmuştur. Yerine kurulan yeni devlet, geçmişin devamı niteliğindedir. İktidar mücadelesinin kazananı artık netleşmiştir. Ulus-devlet anlayışıyla heterojen toplumun homojenleştirilme süreci başlatılmıştır. Bu süreç karmaşıktır, birçok olay iç içe geçmiştir. İttihatçı gelenekten gelenler hem muhalefet hem iktidardadır; hem devletin içinde hem de dışında, sürgünde ya da mücadelenin başka cephelerinde yer almıştır. Girdaba kapılan bir nesnenin savrulması gibi her kadro başka yerlere savrulmuştur.

Anadolu’da kurulan yeni devlet, eski kadroların ve Balkan göçmenlerinin oluşturduğu siyasi birikimin tecrübesiyle kurulmuştur. Balkanlardan sürülenlerin Anadolu’ya taşıdığı medeniyetle, Anadolu binlerce yıllık uykusundan uyanmıştır. Muhacirlerin taşıdığı kültür, Anadolu’yu ve yeni devleti biçimlendirmiştir.

Anadolu’da kurulan devlet bir ulus-devlettir. Devlet başkanı ve kurucuların lideri Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal, tarihin üzerine yüklediği sorumluluğu başarılı bir şekilde yerine getirmiş; dönemin siyasi atmosferi içinde, tarihin kırılma noktasında Anadolu’da ideal olan ulus-devlet modelini hayata geçirmiştir. “Kemalizm” adı verilen bu yeni devlet ideolojisi, geçmişte İttihat ve Terakki içinde tartışılmış; zaman zaman hayata geçirilmiş, fakat Osmanlı kalıbını kıramamış tüm yeni kültür, yeni devlet içinde hayat bulmuştur. Kemalizm devleti, İngiliz emperyalizminin ve kuzey komşusu Sovyet devriminin çıkarlarına uygun biçimde, iki büyük güç arasında kurulmuştur.

Ulus-devlet fikri hayata geçerken, işgal altındaki İstanbul’da kurulan sosyalist ve komünist hareketlerin düşünceleri sistematik baskıya maruz kalmıştır. Sovyet devrimiyle kurulan yeni devlet, varlığını korumayı, tarihte ilk kez yaşanan işçi devleti deneyimini geliştirmeyi merkeze almış; komşu ülkelerdeki sosyalist yapılar da bu devletin yaşaması için her türlü özveriyi göstermeye çağrılmıştır.

Ulus-devlet bir burjuva devrimidir.

Kuruluş sürecinde komünistlerin özgürlük alanları, kendilerini ifade etme hakları, daha en başta kuzeydeki devrim tarafından vesayet altına alınmıştır. Sovyetler için önemli olan, komşu ülkede neler olduğu değil, sınırdan saldırı olmamasıdır. Karşılıklı ilişkiler tamamen çıkar ilişkisine dayalıdır. Komşu ülkede ulus-devlet, kendi varlığını ötekileştirilmişler üzerinden dayatırken; “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sadece sözde kalmıştır. Sovyetler, çıkarına uygun olan ulusal hareketlere destek verirken, diğerlerini ya düşman ya da hain olarak damgalamıştır.

Sol hareketteki Kemalizm virüsü, doğrudan Sovyet devrimi ile ilişkilidir.

Sosyalist anlayışta ulus-devletin parçalanıp yerine işçi sınıfı devleti kurulması beklenirken; ülkemizde, Sovyetlerin ihtiyacına uygun bir anlayış geliştirilmiş, daha doğrusu dayatılmıştır. Yeni filizlenen sosyalizm anlayışı ekonomik ve siyasal olarak bağımlı hâle getirilmiş, gelişimi engellenmiştir.

27 Mayıs darbesi sonrası gelişen sol hareketler, anayasanın çizdiği sınırlar içinde özgürlük arayışına girmiş; geleneksel ilişkilerden koparak yeni yollar aramaya başlamıştır. Başlangıçta Kemalist bakış açısı egemen olsa da zamanla önemini kaybetmiş ve sınıf perspektifi içinde “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı ile Türk ve Kürt halklarının birleştiği bir sınıf devleti anlayışı gelişmiştir.

Deniz, Mahir ve İbrahim çizgisi bu kopuşun somut örneğidir.

Onlar, Sovyetlerin çıkarı yerine kendi bağımsız sınıf çizgilerini geliştirmeye çalışmışlardır. Sovyetlerin yanıtı ise bu liderlerin sonunu getiren operasyonlara sessiz kalarak Türk devletinin yanında durmak olmuştur. Sözde dahi olsa bu katliamlar hakkında görüş açıklamamışlardır. Onlara göre “maceracılar” ölmüştür.

TKP tarihi de tıpkı resmi tarih gibidir. Sol çevrelerin kabul ettiği bir tarih anlatısı vardır; bir de o anlatının dışında kalan, arşivlerde yer alan ama anlatılmayan başka gerçekler… TKP’nin resmi tarihi, Sovyet çıkarlarına göre kurgulanmış bir tarihtir. Peki, Türk devletinin elindeki kayıtlar nedir? Türk devletinin arşivleri ya kapalıdır ya da işine gelmeyen belgeler ya yok edilmiştir ya da ulaşılamayacak hâle getirilmiştir.

TKP tarihini öğrendikçe, Leninist olmaktan vazgeçtim.

Lenin ve devamcıları, Türkiye komünist hareketini kendi çıkarlarına uygun şekilde güdük, yetersiz ve savunmasız bırakmıştır. Devletten gelen saldırılara karşı hareket savunmasız kalmıştır. Komünist hareket, Kürt sorunu karşısında bile sessiz kalmış, sadece Sovyet çıkarına uygun Kemalist devletin yararına görüş bildirmek zorunda bırakılmıştır. Gerçek düşüncesini dillendirememiştir. Sonuçta, eski komünist kadrolar, Kemalist devletin “kadro dergisi”ni çıkaracak kadar sağa kaymıştır.

Lenin, kendi devrimini güvence altına alırken, diğer yandan Kemalist burjuva devletin oluşumuna, İngiliz emperyalizminden daha fazla katkı sunmuş; tüm ötekilerin ezilmesine göz yummuştur.

"Tek ülkede sosyalizm!" fikri, komşu ülkelerde sosyalizmi hep yer altına itmiştir.

TKP tarihte yalnız değildir; Sovyetler’le komşu olan birçok ülkede benzer durumlar yaşanmıştır.

Tarihte yaşananlara bugünün bilgisiyle bakarken fark ettim ki… Meşhur Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao resminden bana yalnızca Marx ve Engels kalmış. Bugün kendimi sadece Marksist olarak tanımlıyorum. Bugün yaşadığımız süreç tarihin eleştirisi değildir, sadece geçmişin üzerine yeni bir tarih yazımıdır.

İsmail Cem Özkan

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.